Gönderen Konu: 'Kainatın temeli aşk ve hikmettir' - Ayşe ŞASA ile röportaj  (Okunma sayısı 11816 defa)

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4381
    • Profili Görüntüle
Ünlü senarist Ayşe Şasa bu sıralar 18 yıllık şizofreni deneyimini yazdığı 'Delilik Ülkesinden Notlar' kitabı ile gündemde. Ancak biz Şasa'nın sadece bununla değil diğer yazdıklarıyla da değerli bir kalem olduğunun bilincindeyiz. Şasa ile Dergibi için Sadık Yalsızuçanlar konuştu.

KİTABIN KÜNYESİ
 
Delilik Ülkesinden Notlar, Ayşe Şasa, Gelenek Yayıncılık, İst. 2003, 156 s. 

Sadık YALSIZUÇANLAR

yalsizucanlar@hotmail.com

• Muhyiddin İbnü'l-Arabi ile ilk kez ne zaman ve nasıl bir ruh halindeyken karşılaştınız?
Hazret-i Şeyh'le karşılaşmam, çok bunalımlı bir anıma rastlar. Çok uzun sürmüş bir psikoz hali yaşıyordum. Birdenbire, gizemli bir biçimde Şeyh'in bir eseriyle, Füsus-ul Hikem'in ingilizce nüshasıyla karşılaştım. Büyük bir hayrete düştüm. Çünkü o güne kadar bildiğim hiçbir şeye benzemiyordu ve eğitimimle ilgili referansların tümünü sıfıra indirdi. Çünkü fizikötesinden bahsediyordu ve benim öğrenimim tamamen pozitivist, materyalist bir öğrenimdi. Dolayısıyla önyargılarımdan sıyrılmam, bütün bilgilerimi bir anda gözardı etmem, hepsinden sıyrılıp taptaze bir sayfa açmam ve yeni bir gözle onun anlattığı aleme dikkatimi çevirmem gerekti. Bu ilhamı bana veren oydu.

• Destiniz boş değildi ama ona rastladığınızda?

Değildi ama sonradan şunu öğrendim: Allah dostlarının huzuruna boş destiyle gitmek gerekir. Gerçekten işin sırrı budur, boş desti...Bunu yapabilirsek öğrenebiliyoruz. Yeniden, sahip olduğumuz alemden daha üst alemlere bize geçit veriyor evliyalar, bize yol açıyorlar. Bizim de bu feragatta bulunmamız lazım. Ve benim de hayatımda böyle bir devrim oldu. Birdenbire, yeni doğmuş bir bebek gibi, dünyaya, içindekilere ilk kez bakan bir çocuk gibi, onun anlattığı alemleri seyre başladım, temaşa etmeye...Bunun bir tasarruf olduğuna yürekten inanıyorum. Gerçekten bir tasarruf bu. İlahi bir inayet. Yani yüzlerce yıl önce yaşamış bir veli, ama kendisi ruhen diri. Alemde, Allah dostlarının diri olduğu söylenir. Evliyalar diridir. Ölüm yoktur onlar için.

• Peki 'canlı bir varlık'la karşılaştınız, onda neler buldunuz?

Şeyh'in metafiziksel imajinasyonu olağanüstü büyüleyicidir. O, alemin varoluşunu ve devamını bir aşk ve hikmet temasıyla anlatır. Yani kainatın temeli aşk ve hikmettir. O güne değin, kainat bana tümüyle bir fizik olarak anlatılmıştı, yani alem fiziksel olarak anlatılmıştı. Allah ile bağı kurulmamıştı. Bu, tabi ruh için korkunç bir şey. İnsan ruhu, manayı özlüyor. İnsanın fıtratı manayı arıyor, anlamı istiyor. İşte Hazret-i Şeyh'in Füsus'ta tasvir ettiği alemi gördüğüm zaman, bütün yaşamım boyunca hasretini çektiğim anlam dünyasının özünü, özetini gördüm. Yıldırım gibi bana çarpan, beni büyüleyen şey buydu.

• Sizi nasıl etkiledi bu?

Sadrüddin Konevi hazretleri, talebelerinden birine Füsus'u anlatıyormuş. O zat şöyle demiş : "Bu anlatmak filan değildi, sanki kalbimi açtılar, Füsus'un anlamını içine koydular." Bende Füsus'un yaptığı etki, biraz buna benziyor. Kafam yorgundu, karmakarışıktı. Böylesi bir zihinle, bu ruh haliyle, böyle bir kitabı anlayabilmemi, İlahi tasarrufla açıklayabiliyorum. Çünkü bu zihinsel bir çabayla varılabilecek bir idrak değil, ancak kalple, kalp ayağıyla ulaşılabilecek bir algı düzeyi. Müthiş teskin edici, müthiş ferahlatıcı bir etkisi var üzerimde. Şimdilerde adını her hatırlayışımda Hazret-i Şeyh'in, bu ilk izlenimin etkisiyle, ilk müspet şokun etkisiyle adını her anışımda o ışık denizini tekrar görüyorum. Bence bu bir tasarruf belirtisidir.

• Peki size en çok çarpan şey ne idi?

Füsus'u açtığım zaman bana ilk çarpan şey, o ana değin hiç duymadığım bir hadis-i kutsi oldu. Tabi benim o güne kadar ayetlerle hadislerle bir işim olmamış. "Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim." Bazı ilahiyatçılar bunu kabul etmezler ama Hazret-i Şeyh'in varlığı açıklarken öne sürdüğü yani bir bakıma esas aldığı noktadır bu. O anda, bu kutsi hadis, boş ve hasta yüreğime büyük bir aşk tohumu ekmiştir. Yani, o bilinmek istenen hazineye karşı. Bu, bir anlık bir iç yaşantı... "Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim." Burada, bilenle bilinen, sevenle sevilen aynıdır.

• Bilmekle sevmek arasında nasıl bir ilişkiden söz edilebilir?

Bilmek, tasavvufta, aynı zamanda sevmektir. Bu, zannediyorum Platon'un diyaloglarında da bulunan bir şeydir. Zamanında böyle bir etki almıştım. Yani aşkla bilgi arasındaki bağlantıya ilişkin. İnsan ruhunun ebediyeti de bu sonsuz bilme ve sevme isteğini içerir. Bu isteğin tek öznesi vardır: Cenab-ı Allah. Allah'ın varlığı, yani Sonsuz Varlık, bu isteğe cevap verebiliyor. İşte bu kavuşma gerçekleştiği zaman, sanıyorum sufiler diyorlar ki, "ruh, hakiki dirilikle sıfatlanıyor." Hatta zikirde de Hayy Hayy diye zikrediyorlar. İşte ölümsüz sıfatının kaynağı buradadır. Herşeyin alemde fizik olarak kaybolup, insanın sadece kainatın aşkına, Allah'ın aşkına dahil olması kendisini yok olmaktan kurtarabiliyor.

• Allah'ın Elçileri, bize aşkı mı öğretiyor?

Aşkı ve hikmeti. Alem, köpük köpük aşk ve hikmetten geliyor. Burada mana, herşeyin kalbi oluyor. Dolayısıyla böyle bir şeyle karşılaştığımız zaman kalbimiz renk ve mana doluyor. Bugün modern dünyada vaz edilen pozitivist kıymetlerin tarafsızlığına karşı tam aşk dolu, sevgi dolu bir aleme taşınıyoruz. Bu da ruhumuza şifa oluyor.

• Füsus'a dönersek, Şeyh-i Ekber bunu nasıl anlatıyor?

Son bölümünde, son hikmetin Efendimiz Hazret-i Muhammed'in(sav)hikmeti olduğu anlatılır.. Bu bölüm aşktan söz ediyor, pure olarak. Kişinin karşı cinse karşı sevgisi mecazi aşktır, bu aşk, ötekine duyulan aşk, insanı mutlaka, sonsuza götürür, Füsus'un son bölümünde bu anlatılıyor. Bu da kuşkusuz hikmettir. Tasavvuf deneyimseldir, yani bir yaşantıdır. Masa başında, kitapla, okuyarak ulaşılabilen bir şey değildir. Bir haldir. Bir felsefi veya bilimsel sistemi, yani kavramlar üzerinde gezinerek edindiğiniz şeyi, bir Allah dostu bana şöyle anlattı : "Kitaplar, sadece ve sadece çeşmenin tasviridir, resmidir. O suyu içmek istiyorsan, onların tümünü yaşaman, iç yaşantı itibariyle içinde gezinmen gerekir." Hazret-i Şeyh, alemi anlatırken o alemin içinde aşkla cevelan etmiştir kendisi. Yani kendi nefsine mal etmiştir o alemi. Bu, bir felsefi sistem değildir, dışardan bakılan bir şey değildir, içselleştirdiği bir şeydir o alem, tamamen Hazret-i Şeyhin. Bu yüzden sufiler, "ancak yaşayan, tadan bilir" derler, okuyan bilir demiyorlar.

• Bunun modern zamanların insanına bakan yönü nedir?

İnsan unutuş halinde. Maddeötesini reddediyor, bu unutuş halidir. İşte böyle bir zamanda nefisler çok hasta. Aslında, insan nefsi doğası gereği, fıtri olarak hastadır. Sufiler şöyle der : "İnsan nefsi, dünyaya düştüğü andan itibaren ve düştüğü için hastadır." Neden? Çünkü ilahi alemden kopmuştur. Bu yüzden nefis hastadır. Bir de unutuş haline geçtiği zaman, bu hastalık son sınırına varıyor ve psikozlar, nevrozlar oluşuyor. Yetişme çağımızda, ilahi değerler, hakiki değerler, ruhun sahip olmak istediği has değerler, karşılığı ruhta olan şeyler bize verilmezse, sıkıntı ve felaketlerimize de mana veremez hale geliyoruz. Çok manasız bir dünyada yaşıyor ve yabancılaşmaya uğruyoruz. Psikozların, nevrozların kaynağı budur diyor psikolog Ericson. Biliyorsunuz çağımızda, edebi eserler moderniteden afet olarak söz ediyor. Bu anlamsızlık çukurundan dolayı Camus veba olarak mecazlaştırıyor moderniteyi, Kafka böcek biçiminde anlatıyor. Modern hayatta yaşanan büyük korku, o gizil korku mesela Hitchok'un yapay bir korku filmi gibi gözükse de Kuşlar'da da bu anlatılır. Modern dünyanın dehşet verici yanı, bunun gibi bir çok mecazla anlatılmıştır. İşte bütün bu karamsar, kötümser ve karanlık mecazlara karşı, bir letafet, bir ışık, sükunet ve şifa dünyası Hazret-i Şeyh'in, sufilerin anlattığı dünya. Bunu, Hazret-i Şeyh'in manevi babası Abdulkadir Geylani hazretlerinde de bulabilirsiniz. Şimdi bizim içinde yaşadığımız medeniyet dairesi, modern zamanlarda çok değerli bir görev üstleniyor. Çünkü yüzyirmidört bin peygamberin, sayısız evliyanın mirasını devr almış durumdayız. Bu mirası inkar etmemiz mümkün değil. İstesek de istemesek de böylesi bir geleneğin izlerini taşıyan bir medeniyet dairesinin mirasının üzerinde yaşıyoruz. Bu, bir bakıma bizim herşeyimizi şu ya da bu düzeyde belirliyor, en azından etkiliyor veya değerliyor. İşte böyle bir hazine var elimizde.

• Batı nasıl bakıyor bu manevi mirasa?

Batı dünyası, araştırıcı olduğu için yani bilimsel anlamda herşeyi araştırdığı gibi, bunu da araştırmanın konusu yapabiliyor. Yani bir anlamda bir araştırma nesnesi biçiminde algılıyor Doğunun sahip olduğu anlam hazinelerini. Fakat bu hazinenin başka bir özelliği var. Batın ilmi veya ilm-i ledün denilen gizli ilimler, manevi ilimler ki, bunu teorik düzeyde almak çok güç. Zahiri ilimler inançlı olsun inançsız olsun herkese açıktır. Fakat Peygamber ilmi, ilm-i ledün denilen o mana ilmi ki, onu ancak kalbe doğan manalarla ifade edebiliyoruz. Hatta bir noktadan sonra ifade edilemiyor, sessiz bir şekilde yaşanıyor, bir feyz halinde, bir ışık halinde.

• Buna ulaşmanın yolları tümüyle kapalı mı bu zamanda?

Değil sanıyorum. Sufiler manevi ilimlere sahip olabilmenin yolunun Allah ve Resulü uğrunda herşeyden vazgeçmek olduğunu söylüyorlar. Yani Yaratıcı için yok olmayı göze alabilmek gerekiyor. Gaybın gizleri ancak o zaman açılabilir diyor sufiler.

• Tekrar sizin maceranıza dönersek...

Benim maceram çok açık, çok sade bir şey aslında. O büyük maceranın yanında benimkisi bir lütuf, bir açılma hikayesi işte. Ben, naçiz bir okur olarak Füsus'la karşılaştığımda, olağanüstü bir alemin kapısının eşiğinde olduğumu hissettim. Füsus-ul Hikem'in benim yaşamımda yaptığı devrimi biraz olsun dile getirmeye çalıştım. Hakikaten bu kitapların, sufilerin, evliyaların yazdığı bu kitapların, herkesin kendi manevi düzeyine göre istifadeye açık olduğunu söylüyor sufiler. Bir bahçeye giriyorsun, oradaki kıymetli meyvaları kendi kametine göre devşiriyorsun. Ben, kendi naçiz seviyeme göre, hasta bir insandım. Ağır bir psikozum vardı. Şifa arıyordum ve şifayı Şeyh-i Ekber'de buldum. Yani, Allah'ın rahmetini onun kitaplarıyla buldum. Füsus'u şifa niyetiyle okumuştum. Herkes, niyetine göre, bir şeyler bulabilir onda. Füsus'un ingilizce çevirilerinin birinde, Tıtus Burckhardt'ın bir önsözü vardır. Orada şöyle der : "Bir gün Fas'ta, elimde bir Füsus nüshasıyla gidiyordum. Karşıdan bir derviş geldi. Baktı ve tanıdı kitabı. Dedi ki, o kitap senin için çok fazla ileri. Peki dedim ben o zaman ilerlemeye çalışırım, kendimi geliştirir o zaman okurum. O zaman da ihtiyacın kalmaz, dedi derviş. Peki kimler için yazılmıştır bu kitap, diye sordum. Bu kitap, dedi, böyle, duvarların ötesini hiç bakmadan görebilen, bir çok keramete sahip olup da bunu izhar etmeyen kişiler için yani gerçek evliyalar için yazılmıştır." İşte böyle bir yanı da var. Ama, bu sıradan insanın bundan mahrum olması anlamına gelmez. Çünkü, onun bir katresi bile ruha düştüğü vakit inanılmaz yankılar yapıyor.

• Bu manevi özellik sadece Füsus'ta yok sanırım?

Hazret-i Şeyh'in Füsus'u için söylenebilen şeylerin tümü, aslında diğer sufilerin eserleri için de geçerlidir. Bu, muazzam bir bütündür, manevi bir doğanın çeşitli dillerden tezahürüdür. Bu şahsiyetlerin ve eserlerin tümü, birbirini tamamlayıcıdır. Hikmet hikmeti tamamlıyor. Şimdi Füsus'un naçiz bir okur olarak, benim yaşamımda yarattığı devrimi, ben birtakım yazılarımda anlattım. Biraz tekrar oluyor fakat bunu tekrar etmekte bir mahzur görmüyorum. Çünkü gerçekten bu manevi bir mucize veya Hazret-i Şeyh'in bir kerameti. Yüzlerce yıl önce yaşamış birinin eserine, şöyle bir nazar etmenizle beraber bir devrim başlıyor hayatınızda. Bütün kavramlarınızı, bütün bilgilerinizi değiştirme ihtiyacınıza kapılıyorsunuz, müthiş bir tutkuya. Bu tutku, aslında psikozdan muzdarip olan size, yeni bir yaşama amacı veriyor. Yani sizi asıl tutkuya ulaştırıyor. Hayatınızın ciheti tümüyle değişiyor. Ve bu hikmetin kaynağı olan İslam maneviyatının peşine takılıyorsunuz. Yollara düşüyorsunuz.

• Hani demir çarık demir asa gibi bir şey mi?

Tam da böyle. Kapı kapı arıyor, soruyorsunuz, hikmet sahiplerini arıyorsunuz ve sonunda buluyorsunuz. Gerçi aramakla bulunmaz derler ama bulanlar da ancak arayanlardır. Neticede hayatınız tümüyle değişiyor, kavramlarınız değişiyor, yepyeni bir alana geçiyorsunuz, yepyeni bir çevreye giriyorsunuz, dünyayı görüşünüz tamamen değişiyor. Bir de üstelik çok hastaydınız, cayır cayır yanıyordu ruhunuz, hummalar içindeydiniz. Hiçbir şeyiniz, hastalığınızdan hiçbir eser kalmıyor. İşte bu bir mucize bana göre. İşte yaptığı devrim budur, bu az bir şey değil, insan yaşamında.

• Peki bu kaynak kitaplardan öğrenilemezse, nasıl bir yol, bir yordam bulacağız?

Tasavvuf kesinlikle kitaplardan öğrenilemez, o sadece manevi çeşmenin bir resmidir. Peki suyu içmek için insanlar ne yapacak? Benim hayli zamandır zihnimde dolaştırdığım soru bu. Öyle sanıyorum, zamanın sonuna kadar alemde, Allah tarafından vazifelendirilmiş evliyalar bulunuyor. Mürşid sıfatını taşıyan bu Allah dostları, bu manevi iş için hazır bekliyorlar. İnsanların irşadı için vazifeli olarak bekliyorlar. İşte bütün sorun bu adresi bulabilmektir. Bu da ancak ıztırar lisanıyla olur, yani muhtaç olan dua ile, taleple ihtiyacı olan bunu isteyecektir. Bu halde, toprağın susuzluktan çatlak çatlak oluşundaki gibi, Allah rahmet yağmurunu gönderecektir.

• Bu delilik ülkesi nasıl bir yerdir, bildiğimiz anlamda bir delilik mi bu, yoksa...

Bana kendi psikozumla ilgili olarak bir Allah dostu şöyle demişti : "Tevhid eden deli olmaz. Allah diyen mahrum kalmaz." Gerçekten kalben Allah diyen, ihtiyacı olan o hakiki şeyden, hikmet neyse ondan asla mahrum kalmaz. Hazret-i Şeyh'in Füsus'ta sık sık tekrarladığı iki dua var. Biri şöyle : "Rabbim, hakkımda en hayırlısını ver." Tabi biz hayırlının ne olduğunu bilmiyoruz beşeri aklımızla. Bizim için en iyi senaryoyu Allah biliyor. Dilersek, onu uygulayabilir. Şeyh'in ikinci yakarışı ise şudur: "Rabbim bana hayırlı ilim ver, hakkındaki hayretimi artır." Bu, biliyorsunuz Efendimiz'in duasıdır. Yani huşu ve hayretimi artık. Artır ki, Seni daha çok, daha derin olarak bileyim ve Seni seveyim, Senden korkayım. Senden korkayım ki, Senin rızanı tahsil yolunda daha çok çabaya girişeyim. Girişeyim ki, Seninle ilgili olanı, asıl hikmeti bana bağışlaman için, bir yola girebileyim. Ben, naçiz olarak kendi yaşamımda, bu duaların çok faydasını gördüm. Benim, o psikozlu dönemimde, türbe olarak bildiğim bir tek Sarıyer'deki Telli baba vardı. Oraya insanlar ev, iş, çocuk veya eş istemek için giderlerdi. Bir gün ben de, "Rabbim, bana hayırlı ilim ver" diye dua etmek için oraya gittiğimi hatırlıyorum. Çok dua ettim. Zannediyorum bu dualarımı Hazret-i Allah, hiç olmazsa bir kısmını kabul etti. İşte benim delilik ülkem bu dua üzerinde yürüyen bir dünya idi. Şimdi, Allah'ı birleyenin deli olmayacağını kendimde, nefsimde yaşayarak anlamanın o engin huzuruyla doluyum


kaynak: dergibi.com
« Son Düzenleme: 25 Mayıs 2009, 11:49:30 öö Gönderen: bureax »

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4381
    • Profili Görüntüle
Ynt: 'Kainatın temeli aşk ve hikmettir'
« Yanıtla #1 : 19 Nisan 2009, 01:10:04 ös »
Ayşe Şasa'nın şizofrenisini anlattığı kitabı okuyan üç psikiyatrist ayrı görüşlerde 
 
 
Sibel ARNA

Ünlü senarist Ayşe Şasa'nın 18 yıllık şizofreni deneyimini yazdığı 'Delilik Ülkesinden Notlar' kitabını Şizofreni Dostları Derneği'nin kurucusu üç psikiyatra, Hakan Atalay, Erdoğan Özmen ve Salman Ünlügedik'e okuttuk.

Doktorlar Ayşe Şasa'nın hastalığını, nedenlerini ve tedavisini yorumladılar. Kitabı edebi bakımdan dikkat çekici bulan uzmanlar içerik konusunda fikir ayrılığına düştü. Hakan Atalay, Şasa'nın şizofreni teşhisi konusunda kuşkulu. Salman Ünlügedik inanca dayalı tedavi yöntemini eleştirdi. Erdoğan Özmen, Allah inancının genel bir tedavi yöntemi olamayacağını düşünüyor. Ancak üç doktor iki görüşte birleşiyor: 1. Şizofreninin nedeni biyolojiktir. 2. Şizofrenlerin iç dünyalarını, hezeyanlarını dinlemek gerekir. İşte üç psikiyatrın Ayşe Şasa'nın Delilik Üzerine Notlar'ına ilişkin notları...

ERDOĞAN ÖZMEN (Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi)

Şizofreninin nedeni yetiştirilme tarzı olamaz

‘‘Mürebbiyelerin elinde şefkat ve sevgiden yoksun, çikolata ve paraya doygun bir şekilde yetiştirildim. Seralarda büyütüldüm şizofrenimin nedeni bu’’ diyor Ayşe Şasa. Oysa ki mevcut psikiyatri şizofreniyi bir tür biyolojik rahatsızlık olarak kabul ediyor. Nasıl yetiştirildiği ile hastalığının bir alakası yok. Şu anda psikiyatrlar yoğun bir şekilde beynin biyokimyasını araştırıyor. Bu kitabı okuduğumda Ayşe Şasa'nın yaşadıkları, hezeyanları çok ilgimi çekti. Her şizofren benzer hezeyanlar yaşar. Davranışları garipleşir. Kişi kendini mesih kabul eder, birtakım güçler tarafından yönetildiğine inanır. Gerçekte var olmayan birtakım sesler duyar, olmayan görüntüler görür. Ama psikiyatrlar hastanın hezeyanlarını anlamaya çalışmaz. Genelde bu yönde bir çaba yoktur.

ŞİZOFRENLER PSİKİYATRİNİN SOKAK ÇOCUKLARIDIR

Biz şizofrenlerin iç dünyasında neler olduğuyla pek ilgilenmiyoruz. İhmal ederiz onları, dinlemeyiz. Ama bence ilgilenilmeli. Hastanın hezeyanlarını anlamak tedavide iyi sonuç verebilir. Şizofrenler psikiyatrinin sokak çocuğu gibi geliyor bana. Herkes Ayşe Şasa gibi yazamaz.

‘‘Koyu bir inançsızlıktan inanca doğru yöneldim. Mutlak'a kadar zincirleme giden bu korkunç yabancılaşma ve gözaltı duygusu içinde, ancak Allah, en uçta Allah'ın var olduğu inancı güven verebilir.’’ Bu cümleleri sayesinde Ayşe Şasa'nın son liman saydığı imanla tedavi edildiğini anlıyoruz. Mümkündür. Hastanın Allah'a varması bütün yaşadıklarını anlamlı kılabileceği bir referans noktası elde etmesidir. Bazı hastalıklarda olumlu olabilir.

Hezeyanlar kişiden kişiye değişebilir. Kimi Ayşe Şasa gibi kendini dünyanın merkezi olarak görür, kimi beynine bir çip yerleştirildiği ve takip edildiği hissine kapılır, kimi bütün organlarının çürüdüğünü zanneder, kimi kendini ajan zannedebilir, kimi sürekli zehirleneceğinden korkar.

HAKAN ATALAY (Haydarpaşa Numune Hastanesi)

Şizofreni olduğundan kuşkuluyum

'Delilik Ülkesinden Notlar' bu konuda bir kaynak olması açısından iyi bir kitap. Fakat Ayşe Şasa'nın yaptıkları ve yazdıkları şizofreni seyrine pek fazla uymuyor. İyi bir düşünce sinsilesi izliyor bütün yazıları. Oysa şizofreninin kriterlerinden biri düşünce sürecinin kesintiye uğramasıdır. Çağrışımlar sürekli bir yerlere kayar. Ben Ayşe Şasa'nın şizofreni olduğundan kuşkuluyum.

ANNEYİ SUÇLAMAK ETİK DEĞİL

‘‘Annem bu kadar katı ve sevgisiz olmasaydı, bana hep bir Nazi subayı gibi davranmasaydı, bütün bu olup bitenler meydana gelmeyecekti.’’

Şasa hasta olmasının nedenini çocukluğundaki yalnızlığa bağlıyor. Annesini suçluyor. Eskiden 'şizofrenik anne' diye bir kavram vardı. Şizofreni vakalarında özellikle anne suçlanırdı. Ama çok uzun süreden beri bu tür nedenler ortadan kalktı. Anneyi suçlamak etiğe uygun değil. Şizofreninin biyolojik bir hastalık olduğu düşünülüyor.

BİRAZ MANİK DEPRESİFLİK VAR

Ayşe Şasa kendini üstün görüyor. ‘Akıllılar dünyasının bir kıyısında, sisli bir dağ başına çöreklenmiş. Dünyayı kendimce anlamlandırmaya çalışan bir deliyim'' diyor. Biraz manik depresiflik var. Bu tür durumlarda kişi kendi yarattığı dünyanın efendisi olur. Yalnız şizofrenik bir hastanın ‘‘Ben şizofrenim’’ demesi düşük bir ihtimaldir. Doktorla ilişkisi sonucunda kabullenebilir. Ama sürecin içindeyken bunu bir hastalık olarak görmesi mümkün değil. Çünkü içinde bulunduğu dünya ona gerçek gibi görünebilir. Ayırt edebiliyorsa bu hastalık açısından çok olumlu bir şeydir.

Hasta şizofreni nöbetini sorguluyor. Hatta ‘Yazmak ve konuşmak düşünsel nöbeti ayakta tutmanın bir parçasıydı benim için’ diyor. Her şizofrenden böyle bir gözlem yeteneği beklemek mümkün değil. Genellikle şizofreni hastaları görsel imgelerden çok işitsel imgelerle mücadele eder. Olmadık sesler duyar.

HER NÖBETTE PİCASSO VAR!

‘Her hastalık nöbetimde bana resistansı yeniden anlatan dostum Picasso.’ Ayşe Şasa'nın nöbetleri Hitler, Picasso gibi önemli insanlarla geçiyor. Bu çok doğal. Çünkü yaşadığı megalomanik dünyanın içinde sıradan şeylerle uğraşması mümkün değil. Her şey ona bağlı. İkinci dünya savaşı onun yüzünden çıkıyor. Bir kuşak onun yüzünden heba oluyor ki o yetişsin. Her şizofrende böyle bir megalomani yoktur.

‘Son noktada birçoklarının karamsarlığa sürüklendiği orta yaşta ben atalarıma özgü bir bilgeliğe sonsuz baharın sırrına ermiştim’ sözleri yazarın bir kişilik bütünleşmesi yaşadığını gösteriyor. Diğer anlamda yabancılaşma süreci sona eriyor, cehennemden çıkılıp cennet bulunuyor.

SALMAN ÜNLÜGEDİK (Özel Okmeydanı Hastanesi)

Edebi yönden dikkat çekici bilimsel açıdan tartışmalı

Aslında şizofreni ne psikososyal bir problem ne biyolojik ne de genetik. Şizofreni bir sendrom... Belirli bir klinik tablo yok. Nedenlerinden tam olarak emin değiliz. Kitapta Ayşe Şasa ayrıksı bir psikososyal yaşantının kendisini şizofren yaptığını söylüyor. Bu yanlış bir söylem.

Şizofreninin temelini çocukluğa ve aileye dayandıramayız. Tıp dünyası bunun etik olmadığını düşünüyor. Ben kitabı edebi yönden dikkat çekici olmakla birlikte bilimsel yönden tartışmalı buldum. Aileyi suçlamak hastalığın tedavisini zorlaştırır. Tedavi bireyin gerçeklerine yönelik olmalıdır. Biyolojik tedavi en önemlisidir.

İNANCA DAYALI TEDAVİ BİR BOŞ İDEALİZME GÖTÜRÜR

Ayşe Şasa'da bir parçalanmışlık söz konusu. İçinde bulunduğu dünyayı bütünleyemiyor. Ve bir bütünlüğe ihtiyaç duruyor. Burada Allah inancı, mutlak arayışı devreye giriyor. İnanca dayalı bir tedavi öngörmek bizi boş bir idealizme götürebilir. İnanca dayalı tedavi Ayşe Şasa'nın bireysel konumu itibarıyla mümkün olabilir, bir başka şizofren için mümkün olmayabilir.

Özetle kitabın bana çağrıştırdığı şey şu: Bizlerin bu tür hikayelerden öğreneceği çok şey var. Hastanın deneyimlerini dinlemeliyiz. Bu kitap bize kişilerin hasta bile olsalar bir arka planları olduğunu, iç dünyalarında anlaşılma ihtiyacı duyduklarını anlatıyor. Bu da onun kültürünü ve çevresiyle olan ilişkilerini tedavi aşamasında önemsemenin gerekliliğini hatırlatıyor. 
 

kaynak: hurriyet.com
« Son Düzenleme: 03 Mayıs 2009, 11:25:59 öö Gönderen: bureax »