Dr. Murat BEYAZYÜZ
Pek çok insan içine düştüğü dertler, sıkıntılar veya üzerine binen yükler tarafından dar hayat çerçevesinin köşelerine sıkıştırıldığında, yaşadığı zamanın prangalarından kurtulup çocukluğuna dönebilme şansına sahip olma arzusunu duyar. Gönlünde bu arzunun değişken süreli misafirliğini yaşamayan insan nerdeyse yoktur. Yaşadığımız zamanın bize tanıdığı imkânlar çocukluğumuzda sahip olduklarımızdan çok daha fazla olsa bile, içinde bulunduğumuz yaşa gelene kadar çekilmiş zahmetlerin sonucunda birçok değerli şey elde etmiş olsak bile çocukluk yıllarımızı düşündüğümüzde o günlere ait yaşantıları, uzun bir açlıktan sonra yenmiş güzel bir yemeğin tadını her türlü kusurdan münezzeh biçimde hatırlamamız gibi zihnimizde rahatsız edici unsurlardan arınmış, hep güzel duygularla bezenmiş biçimde buluruz. Çocukluğumuzu yâd ederken, o günlerde büyümeyi istemiş olduğumuz için aslında samimi olmaktan uzak bir pişmanlık da dile getiririz. Çaresizliğimiz, mutsuzluğumuz ve yorulmuşluğumuzla baş başa kaldığımızda, içinde bulunduğumuz hoşnutsuzluk anlarını yakın vadede mutluluğa tahvil etmenin imkânsızlığını duyduğumuzda, bütün dertlerimizden kurtulacağımız ve hiçbir rahatsızlığın kirletemediği bir mutluluğa sahip olacağımız bir geleceğin hayallerini kurmak ve bu hayali gerçekleştirecek planlar yapmak yerine çocukluk yaşantılarımızdan elimizde kalan hatıralarla inşa ettiğimiz bir hayal dünyasına sığınırız. Yaşadıkça, bir kefesinde gerçeküstü bir romantizm bulunan terazimizin diğer kefesi, tükettiğimiz günlerin artıklarından doğan bir realizmle dolmaya başlar. Yaşamak bizi gerçekle yüzleştirir ve hep deneylerle gerçeği öğretir. Terazinin gerçeküstü romantizmle dolu kefesi yukarı kalkmaya başladıkça, gelecekte yaşanacak kusursuz bir mutluluğun hayallerini kurmaktan vazgeçmeye mecbur hissederiz kendimizi. Zira “mükemmel” denilen şeyin “gerçek” dünyanın mefhumu olmadığını idrak ederiz. Bu durumda, hayallerinde mükemmel olarak canlandırdığı büyük bir şehre gitmek için evden kaçan bir çocuğun o şehre varamayacağını, varsa da orada da mükemmel bir hayatı bulamayacağını sezdiği zaman köyünü, evini, ailesini özlemesi gibi, mükemmelin hayal ülkesinde bir semt olduğunu anladığımızda bakışlarımızı geçmişimize, çocukluğumuza çeviririz. Peki, çocukluğumuzda yaşadığımız ve yetişkinliğimizde bir harp sığınağı gibi kullandığımız hayat mükemmel midir gerçekten? Burnumuzda o günlerin kokusunun tütmesine sebep olan şey nedir? Cahit Sıtkı Affan Dede’den çocukluğunu geri alınca kavuştuğu şey nedir?
Affan Dede'ye para saydım
Sattı bana çocukluğumu
Artık ne adım var ne yaşım
Bilmiyorum kim olduğumu
Hiçbir şey sorulmasın benden
Haberim yok olan bitenden.
Şair, çocukluğunu satın alır almaz adından da yaşından da kurtulur. Çocukluğumuzda varlığından haberdar olmadığımız bir nüfus kâğıdında yer alan adımızın çevredekilerin bize seslenmesine yaramasından öte bir anlamı yoktur. Adımızın yanına bize bir yığın mesuliyet yükleyen sıfatlar eklenmemiştir. Yaptığımız hiçbir şeye adımızı kirletecek bir önem atfedilmez. Temeyyüz etmemiş olan zihnimiz adımızın etrafını bir zırh gibi kuşatmıştır. Bu zırhın yaşımız ilerledikçe zayıflayacağını da bilmeyiz. Yaptığımız yanlışlar etrafımızdakilerin bize sunduğu engin hoşgörü denizinde kaybolur gider. Şair çocukluğuna döndüğünde kim olduğunu da unutur. Çocukluğumuza dönerken, “kimsin?” sorusuna verdiğimiz yaşadıkça artan cevaplar birer birer eksilir. Kim olduğumuzu belirleyen mesleğimizi, dünya görüşümüzü, aidiyet ve mensubiyetlerimizi üzerimizden atarız. Çocukluğumuza döndüğümüzde kimliğimizi kuşatan kıyafetlerin hepsinden sıyrılırız ve hac ihramı gibi yalın ve sade bir kıyafet kalır üzerimizde. Böylece bize mesuliyet yükleyen farklılıklarımızdan da azade kalırız. Çocukken bizden hiçbir şey sorulmaz, olan bitenden de haberimiz yoktur. Memleketin veya dünyanın dertleri bizim için oyuncağımızın kırılmasından daha önemli olamaz. Zihnimizin yeşil ovaları henüz geçim derdiyle, zaman sıkıntısıyla, görevlerle, ödevlerle kirlenmemiştir. İhtiyaçlarımız biz farkına varmadan giderilir, bedel ödemeden hayatımıza devam ederiz. Çocukluk hatıralarımızın bize güzel gelmesinin sebebinin o yaşantıların güzelliğinden çok o yaşantılar içinde erimiş biçimde bulunan bu duygularımız olduğunu düşünebiliriz. Yani istediğimiz şey kırk yaşındayken de misketlerle oynamak değil, kırk yaşındayken de misketlerle oynadığımız günlerdeki hürriyet ve mutluluğa sahip olmaktır. Yetişkinken çocukluğumuzla ilgili özlediğimiz ve gelecekte bulamayacağımız şeyler sadece bunlar mıdır acaba? Yoksa bütün bu saydıklarımız satıhta kalan gerçekle bağlantılı, ama gerçeğin yalnızca bir katmanı olan psikolojik izahlar mıdır? Bu sathı biraz kazırsak nasıl bir manzarayla karşılaşırız?
“Dirilen ölülere sonra ne oldu?”
Babası altı yedi yaşlarındaki çocuğa İsa peygamberin hayatını ve mucizelerini anlatır. Bütün hikâye tamamlandıktan sonra çocuk ne İsa peygamberin sonunu merak eder ne de onun getirdiği dinin özelliklerini. Çocuk İsa peygamberin ölüleri diriltmesinde takılıp kalmıştır ve babasına sadece bir soru sorar: “Dirilen ölülere sonra ne oldu?” Baba bu soruyu doğuran büyük zihin keşmekeşini sezemez ve dirilen ölülerin bir süre daha yaşadıktan sonra tekrar öldüklerini söyler çocuğuna. Çocuk başka soru sormaz ve susar, ama meraktan kurtulmuşluğun, soru işaretlerini temizlemiş olmanın suskunluğu değildir bu. Çocuğu susturan sormak istediği soruların cevaplarından korkmasıdır. Sorularını dilinin ucundan geri çevirip zihninin mahzenlerine kilitler çocuk, zira cevapları tahmin etmekte, tahminden öte, deney ötesi bir gerçeklik şeklinde sezmektedir. “İsa peygamberin dirilttiği ölüler daha sonra tekrar öldüler, o halde herkes ölecek mi?”, “Baba sen de ölecek misin?” ve bütün bu soruların en trajik olanı; “Bir gün ben de ölecek miyim?” Bilimsel paradigmalar içinde ‘tümevarım’ ve ‘tümdengelim’ gibi yöntemlerin insanoğlunun zihin işleyişine yakınlığı sebebiyle asırlarca muteber olduklarını düşünecek olursak küçük çocuğun sormadığı bu soruların cevaplarını zihninde adeta hazır bulduğunu da tahmin edebiliriz. Çocuğun yaşadığı bu alt üst edici olaydan sonra izleyeceği yol ya bütün bu karmaşayı zihninde bastırıp oyuncaklarına koşmak yahut da bu karmaşayı sürekli zihninde taşıyarak yaşamak olacaktır. Zihinsel işleyişi henüz tam olarak olgunlaşmamış olan çocuk baş edemediği gerilimi yok saymayı yeğler ve tabii ki birinci yolu seçer. Acıdan kaçmak ve haz duyarak yaşamak için buna muhtaçtır. Ama bastırılmış, mahzene kilitlenmiş bu korkunç canavar başka şekillerde, kılık değiştirerek, peçe takarak sürekli hayatının içine sızmaya devam edecektir. Ta ki çocuk, yaşı ilerleyip bu canavarla yüzleşmeyi, olgunlaşan zihni sayesinde onun varlığına rağmen yaşamayı başarabilene kadar.
Gelişen teknoloji ve onun büyük desteği ile ilerleyen tıp ve biyoloji artık insanların neden yaşlandığını ve neden ölmek zorunda olduğunu moleküller seviyesinde izah eden teoriler geliştiriyor. İnsanın sahip olduğu hücrelerin sınırlı bir çoğalma ve yenilenme kapasitesi olduğu, bu sebeple de bir süre sonra hücrelerin, yerlerine yenileri gelmeden öldüğü ve anlatması zor, ama esasında basit bir ekonomik gerçeğe dayanan bu süreçler sonunda insanın canlılığının son bulduğu şeklindeki izahlar sayesinde artık neden ve nasıl öldüğümüzü biliyoruz. Bu bilgi gündelik hayatımız içinde koşuştururken bizim için bir anlam ifade eder mi? Soğuk bir havada üşüyeceğimizi biliriz ve daha kalın giyinip dışarı çıkarız. Peki, üşümenin bilimsel izahını öğrensek daha mı farklı davranırdık. Büyük bir ihtimalle hayır. Öleceğini yüzyıllardır bilen insanoğlu bu kaçınılmaz sonu değiştirmek için ab-ı hayat hayalleri kurdu, ölümü yenecek ilacı, ölümsüzlük iksirini aradı. Ölümü yenmek için yola çıkan insanın kafasında “Nasıl ölmem?” sorusu vardı. Şüphesiz ki bu soru, hangi biyolojik süreçler sonucunda öldüğümüzü anlamaya çalışan bilim adamlarının araştırmalarının başında sorduğu “Nasıl ölüyorum?” sorusundan daha işlevsel bir soruydu. “Neden üşüyorum?” yerine “Nasıl üşümem?” sorusunu sorarak daha kalın giyinmeyi bulan insanoğlu için “Nasıl ölüyorum?” sorusu ölümün soğukluğundan korunmaya yarayacak bir cevaba ne yazık ki ulaşamadı. Bu sorunun ulaştığı cevaplar belki de yalnızca hazin bir kabullenişi, boyun eğmeyi ve “Nasıl ölmem?” sorusunun cevabını aramaktan vazgeçmeyi kolaylaştırdı.
Yüz yıl önce, filozof ve doğa bilimcisi G.T. Fechner “Bütün canlılık süreçleri eninde sonunda cansız dünyanın sürekliliğine geri döner” dediği zaman insanoğlu için yeni bir şey söylemiyordu. Belki de onu bu hükme vardıran süreç onun kendi ölümünü psikolojik olarak inkâr etmesiyle başlamıştı ve Fechner bu cümleyi söylerken sadece kendi ölümünü kabulleniyordu. Onun cümlesini okuyan diğer insanlar da sanki öleceklerini Fechner’den öğreniyordu. Bu garabetin güçlü bir psikolojik manevranın sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Bu manevra insan zihninin en sık kullandığı savunma mekanizmalarından biri olan ‘inkâr’dır. ‘İnkâr’, içten ya da dıştan gelen tehlikeli bir durumun zihnimiz tarafından yok sayılmasıdır. Hoşnutsuzluk yaratan birçok olay, bilinçdışına bastırılırken, aynı zamanda yaşanmamış gibi de hissedilir, yani bastırmaya inkâr da eşlik eder. Ölüm düşüncesini, özellikle de başkasının değil kendimizin ölümüyle ilgili düşünceleri, öleceğimiz gerçeğini sürekli bastırarak ve farkında olmadan inkâr ederek hayatımıza devam ederiz.
Kendi ölümümüzü adeta yok sayarak gündelik uğraşlarımıza dalarız dalmasına ama ölecek olmamızla ilgili endişelerimiz biz farkında olmasak da her an yanı başımızdadır. Mesela zamanla ilgili bütün endişelerimizin arka fonunu ölüm düşüncesi oluşturur, günlerin hızla geçmesinden şikâyet ederken varmaktan korktuğumuz bir menzile yaklaşıyor olmanın korkusu zihnimizi iğneler ve hastalandığımız zaman hastalık yüzünden işlerimizin aksadığından şikâyet etmemiz, zihnimizde hastalıkla ölümü ilişkilendirdiğimiz gerçeğini ört bas etmek için uydurduğumuz bir yalandır ya da hastalık zaten sınırlı olan ömrümüzün bir kısmını huzursuz bir biçimde geçirmemize sebep olduğu için bizi endişelendirir.
Ölüm gerçeğiyle bir köşe başında yüzleşecek olsak veya cesaretimizi toplayıp kendi ölümümüzü düşünecek olsak başka bir paradoksun içinde buluruz kendimizi. Ölüm varsa hayatın ne anlamı var? Sonra her şey birer birer anlamsızlaşır kafamızda. Ölüm endişesiyle başlayan bu düşünce silsilesi hayatımızdaki bütün unsurları, ölümün canlılığı silmesi gibi silmeye başlar. Yaptığımız işleri, ilişkilerimizi, hedeflerimizi, hâsılı hemen her şeyi bu anlamsızlık sıfırıyla çarpmaya başlarız ve elimizde hiçlikten daha fazlası kalmaz. Bu hiçlik, mutlak anlamsızlık mefhumu karşısında ürperti duymamak, yok edici bir değirmenin taşları arasında çaresizce öğütülen bir ‘tane’ olmayı kabullenmek mümkün değildir. Zihnimizde kopan bu kıyametten kurtulmak için ona sırtımızı çevirmekten başka bir çare bulamayız ve hayata devam etmek için arkamızı döndüğümüz kıyametten önümüze fırlayan taş parçalarını ve alev toplarını açıklamak için bir yığın bahane buluruz. Büyüklerimizden öğrendiğimiz, etrafımızdan gördüğümüz ve kendi kendimize bulduğumuz birçok yöntemle zihnimizi sıkıntı yaratan anlamsızlık işkencesinden kurtarırız. Bu noktada şu soruları sormamız gerekiyor. Bu yöntemler her zaman doğru mudur ve bu yöntemler işe yaramadığında bize ne olur? Dahası, cevabı tek bir uzun solukla verilemeyecek olan bu soruları sormalı mıyız?