Şizoid Fenomenler, Nesne-İlişkileri ve Kendilikİçinizden bazıları, muhtemelen hepsi değil, Kirk Douglas’ın oynadığı Spartaküs denilen eski bir filmi hatırlar. Spartaküss filminde isyancı bir asker Roma’ya karşı bir isyana önderlik ediyor. Sonunda bütün isyancıların çevresi sarılıyor. Hepsi birlikte esir alınıyor. İsyancılar yeniliyor. Romalılar örnek ceza olsun diye Spartaküs’ü haça gerecekler. Binlerce isyancıyı sıraya diziyorlar. Roma imparatoru, Romalı lider “Spartaküs kim? Bir adım öne çıksın. Örnek olacak” diyor. Spartaküs, gerçek Spartaküs, binlerde asker yoldaşı öldürülmesin diye öne çıkar ve “Spartaküs benim” der. Yaklaşık beş saniye sonra başka birisi ileriye çıkar “Spartaküs benim” der. Yavaş yavaş orada bulunan binlerce tutsak ileri çıkar ve “Spartaküs benim” der. Hepsi haça gerilir. Gerçekten etkileyici bir sahne. Peki bunun anlamı ne?
Yıllar önce -1970’lerde, 1980’lerde- eğitim gördüğüm sırada psikoterapinin her şeyini öğrendiğimi ve yalnızca Freud tarafından değil aynı zamanda ’70’ler ve 80’ler’in bazı harika insanları, Jim Masterson, Otto Kernberg, Heinz Kohut, vb. tarafından kontrol edilen tehlikesiz bir imparatorluk olan bir imparatorluğu öğrendiğimi sanıyordum. Önceden hiç mevcut olmamış olan kişilik bozuklukları, karakter patalojisi anlayışını ortaya koyan yürürlükteki güçleri öğreniyordum. Wilhelm Reich ve diğerleri kusura bakmasın ama karakteroloji döneminin, karakter bozuklukları patalojisinin asıl gelişmi gerçekte benim için narsisistik bozukluklar ve borderline bozukluklar hakkında birçok şey öğrendiğim ’60’lar, ’70’ler, ’80’lerdeki Dr. Masterson, Drs. Kernberg ve Kohut’un çalışmalarıyla başlar. Gerçekten büyü öfke çekmeye devam ediyorlardı, çünkü karakter patolojisi ve bozuklukların karmaşıklığını anlamak için konuya nasıl bakmaya başlayacağımıza ilgili mükemmel bir anlayış sağlıyorlardı.
Ancak 1980’de devler gibi duran Dr. Masterson ile Kohut, Kernberg ve birçok başka doktorla kişisel olarak tanıştıktan sonra, 1980’lerin başında Sanırım bulunduğu yere yakışmayan herhangi bir kimse için her zaman ilerlemenin özü olan bazı sağlam adımlar atmış olduğum ondokuz yıllık deneyimime başladım. Narsisistik bozukluklar ya da borderline bozukluklar terimleri bende bir yankı yapmıyordu. Onları uygun bir yere ya da yeterince uygun bir yere yerleştirmekte zorlanıyor, onları bana tanıdık gelen ve haberim olan kategoriler içine yerleştiriyordum.
Konuyla ilgilenmeye başlamam 1978 gibi eski bir tarihe denk geliyor, IBM için robotların geliştirilmesiyle ilgilenen genç bir adamı hatırlıyorum. Hiç unutmuyorum bana anne babasının herhangi bir kapıyı istemedikleri bir evde büyüdüğünü söylemişti. Kapılar sürekli açık olmak zorundaydı. Hiçbir mahremiyet yoktu. Onun kendi benlik duygusunun, kendi ayrı bağımsızlık duygusunun olmasına bile izin yoktu; Hemen hemen 40 yıl önce olsa da çok net olarak hatırlıyorum, her zaman anne babası tarafından duyulabileceği için kendi sesiyle konuşamadığı bir duyguyu yaşadığını bana söylemişti. Yalnızca kendine ait bir mekanın olmasına izin verilmiyordu, kendi zihnine, kendi düşüncelerine, kendi duygularına, kendi pratik terimlerine, kendi kararlarına, kendi yaşam tercihlerine de izin verilmiyordu.
Sonra ona ne oldu bilmiyorum. İstismara uğramamıştı. Travma yaşamamıştı. Sistematik olarak temelde görünmez bir konuma sokulmuş ya da bir çeşit total uyum konumuna girmeye zorlanmıştı; gerçekten de o zaman beni çok şaşırtan bir durumdu bu, hemen hemen köleleştirilmişti ya da hapishanede yaşar gibiydi. Bu, borderline bozukluklar ya da narsisistik bozukluklarla ilgili düşüncelerime uymuyordu.
Bir genç olarak- o kadar genç olmasam da- hatırlıyorum, 40 yaşlarında bir kadın beni görmeye gelmişti. Çok sempatikti. Sosyal işler için para toplamada çok aktif, harika bir cazibesi olan bir kadındı. Sosyal işlere para toplamak için her zaman partiler veriyordu. Çok cana yakın, esprili, neşeli bir insandı. Bana bir süre burada başbaşa kalmak istemesinin nedenini kendi yaşamındaki her şeyden tümüyle ayrılmak istemesi olarak bildirdi; kendi duygusal durumlarından ayrılmak, kendi hislerinden ayrılmak, çevresindeki bütün insanlardan ayrılmak istiyordu. Bütün dünyası parti yaşamıydı. Ama kendi dünyası yalnızdı. Sanki başkalarının duyguları ve heyecanlarından onu ayıran bir duvar varmış gibi dünyadan ayrı bir yalnızlık duygusu içinde yaşıyordu. Yine de dünya ona çekici geliyordu. Onun da ne yaptığını bilmiyorum.
Ne yaptıklarını bilmediğim başka birçok başlangıç örneğim daha var. O günlerde kendimi rahat hissettiğim -Dr. Masterson ve birçok diğer hocalardan- öğrendiğim dünyanın dışında daha büyük bir dünyanın ve tökezlediğim benzersiz yeni bir dünyanın olduğunu keşfetmeye başladığım için yeterince şanslıydım. Aslında bu dünya yeni değildi; benim için yeniydi. Bu, Fairbairn’ın çalışması sayesinde ilk kez farkında vardığım bir dünyaydı; Ronald Fairbairn, kişilikteki şizoid faktörler kavramını bana ilk tanıtan kişiydi. Bu, büyüleyici bir şeydi. Ayrıntılara girmeyeceğim. Bunu meslektaşlarıma bırakacağım.
Fakat Ronald Fairbairn, daha önceden hiç değinilmemiş, sonradan karakter bozuklukları ya da kişilik bozuklukları olarak adlandırılacak olan, dünyada etkisini sürdüren ve birçok kişinin iç dünyasında yer alan bir başka önemli dinamiğin daha olabileceği konusunda da beni uyaran ilk kişiydi. Önümde yeni bir dünya açmıştı. Bana kişilikteki şizoid faktör düşüncesini öğretti; bu, insanların gizli olan kaygılarla, bazı insanlara çok uzak kaygılarla, bazı insanların gergin bir cambaz ipinde sanki her zaman yürüdükleri bir yoldaki gibi rahatça yürürken bazılarının düşmesiyle ilgiliydi.
Fairbairn, büyük ölçüde -bu, ona yapılan bir haksızlık değil- bunu esas olarak geri çekilme duygusunu ortaya koyan, bilinçli olarak ve açık kuşkularla dünya hakkındaki kaygılarını ve dünyadaki yerlerini tespit etmeye çalışan insanları anlamaya çalıştığı zeminden yararlanan bir bağlamdan çıkarmıştı. O, Bleuler’den, şizofreniden ve dolayısıyla şizoid faktör kavramından etkilenen bir gelenekten geliyordu. Keşke ona başka bir isim verseymiş. 70’li yıllardan bu yana daha iyi bir kelimeyla karşılaşmadığım için şizoidi gönülsüz bir biçimde kabul ediyorum. Ronald Fairbairn ilginizi hak ediyor.
Beni ilgilendirdiği kadarıyla 1972’de ve aslında 1970’ler boyunca farkında olduysam da onun yeni hareketin babası olması 1971’e rastlıyor. Fairbairn baba olduysa da babayı geçen oğul, 1969’da yayınlanan muhteşem çalışmasıyla Harry Guntrip idi. Gösterişli bir başlıkta – keşke yazmış olsaydım- Şizoid Fenomenler, Nesne-İlişkileri ve Kendilik diyordu. Kırk yol sonra bugün daha uygun ne olabilir? Guntrip, Fairbairn’in düşüncelerini alıyor, onları genişletiyor ve kullanılabilir hale getiriyordu. Şizoid fenomenler, sıkılganlık, içe dönüklük, kişilik çekilmesi haline denk ya da ona benzer sınırlanmış fenomenler olarak görülmemeye başlandı.
Harry Guntrip insanların iç dünyasına baktı ve nasıl göründüklerine bakılmaksızın,
samimi, yakın ilişkilerle ilgili oldukça gizli olarak terörize olmuş kaygıların, korkuların ve endişelerin bulunduğu ama yine de bu dünyanın bir parçası olmayı çok istedikleri dinamiklerin yer aldığı bir iç dünyalarının olduğunu gördü. Dr. Guntrip’in dediği gibi bu kadar uzlaşma zorunluluğu aslında bir geri çekilme zorunluluğu; dünyayla ilinti kurma yönündeki arzuları ile güvenli bir dünya bulma yönündeki arzularını uzlaştırmak için manevra yapmaya çalışan insanların akılcı görünen manevraları, stratejileri, savaş hilelerinin bazı en güzel örneklerini veren, bu dünyayla ne kadar ilgilenmek gerektiği ile bu dünyadan ne kadar geri çekilmek gerektiği arasında gerilmiş cambaz ipinin üzerinde yürür gibi hassas bir mesafeyi ayarlama zorunluluğudur.
Dr. Guntrip, bana çok şey öğretti. Gerçekten ondan çok şey öğrendim. Geriye gidip “
Şizoid Fenomenler, Nesne-İlişkileri ve Kendilik”i okuyanlarınız benim öğrendiklerimin ve Harry Guntrip’ten aldıklarımın çoğunu öğrenebilir, bir biçimde aydınlandığınızı ve kavrayışınıza yardımcı olduğunu hissedebilirsiniz. Kendimi Guntrip’e vakfettim, yaklaşık on yıl onun ve çalışmasının hakkında düşündüm. Genç adam bana başvurduğunda odalarda kapılarının olmadığını ve sahip olduğu düşüncelerin bulunmadığını görmüştüm. Cazip ve coşkun, gerçekten harika bir dünyada para toplayan kadın, aslında başkalarından güvenli bir mesafede yalnız bir dünyada yaşıyordu.
Sonuç olarak 1980’lerin başlarındaki pratiğim, kuşkusuz Fairbairn ve Guntrip sayesinde şizoid fenomenler, şizoid kişilikler hakkında edindiğim anlayışla ortaya çıktı. Böylece borderline ve narsisistikin yanı sıra bir yeri olduğuna inandığım şizoid boyut, bir patolojiyle ilgili farklı boyut düşüncesi kendi pratiğimde, Masterson Enstitüsü’nde ve Dr. Masterson’da yer buldu. Şimdi girişteki ortaya koyduğum yoruma geri dönüp “Spartaküs benim” demiyorum ama ben bütün şizoid bozukluğu olanları temsil edeceğim. Görmezden geldiğimiz, dikkat etmediğimiz ve bu yüzden tanımlama getirmediğimiz şizoid fenomenler sergileyen bu hastaların özel kaygıları, korkuları ve dehşetlerine yönelik tedavi yürütüp onların kendileri için güvenli bir dünya oluşturmalarına yardımcı olmuyoruz.
Yazının devamı ve tamamı
https://www.psikoterapi.com/sizoid-bozukluk-ve-terk-depresyonu/Şizoid Görüngü Nesne İlişkileri ve Kendilik - Dr. Harry Guntrip
https://www.kitapyurdu.com/kitap/sizoid-gorungu-nesne-iliskileri-ve-kendilik/52698.htmlSadece psikanaliz değil, genel olarak psikiyatri çerçevesinde de şizoidi konusunda yapılmış en değerli incelemelerden biridir Şizoid Görüngü. Şizoid insanın -insanın şizoid yönünün de diyebiliriz- soğuk, uzak, ilişkisiz ve kendi içine kapalıymış gibi duran dünyası içinde nasıl bir ilişki açlığı ve ilişki korkusu barındırdığını ortaya çıkarırken, insanın temel güdülenmesi hakkında da önemli bir katkı sağlıyor.
Guntrip, Fairbairn ile birlikte, psikanalitik kuramın "dürtü" vurgusunu tersine çevirmiş gibidir: İnsan doğuştan itibaren dürtülerini tatmin etmenin değil, ilişkinin peşindedir. Diğer bir deyişle, dürtülerin tatmini, insanın ilişki ihtiyacı için bir araçtan ibarettir.