Gönderen Konu: Kohut, Kendiliğin Çözümlenmesi, 1971  (Okunma sayısı 779 defa)

LacivertEmre

  • Jr. Member
  • **
  • İleti: 80
    • Profili Görüntüle
Kohut, Kendiliğin Çözümlenmesi, 1971
« : 28 Temmuz 2024, 04:24:37 öö »
ŞİZOİD YAPILARI ANALİZ ETMEK
Kohut, şizoid yapıları psikoz geliştirmeye yatkın olarak değerlendirmiş ve klinik tecrübesinin neredeyse tümünü oluşturan "Narsisistik Kendilik Bozukluğu" vakalarından farklı olarak “analiz edilemez” olarak değerlendirmiştir.

Kohut, şizoidlerin narsisistik yaralanmalar sonucunda burada tutunamayıp psikotik düzleme kadar gerileyebileceklerine dair bir farkındalık taşıdıklarından, bu tehlikeden korunmak için mesafe koymayı öğrendiklerini iddia etmektedir. Kohut’un bu iddiasının şizoidlerin geri çekilmelerinin altındaki asıl sebeplerin duygusal küntlükleri, anlaşılmayacakları ve yutulacaklarına dair korku duymaları şeklindeki genel kanıya aykırı olduğu ifade edilebilir.

Kohut’a göre şizoid yapılar duygularını ifade etme becerisine sahip olmalarına ve tüm nesnelere dair kuşku duyma eğilimleri olmamasına rağmen gerileme eğilimlerinin bilincinde oldukları için mesafe ayarı yapmaktadırlar. Bu sebeplerden terapi sürecinde odaklanılması gereken şimdi ve burada ilkesinden hareket ederek hastanın narsisistik zedelenmeler sonucunda verdiği gerileme tepkilerinin incelenmesi ve psikanaliz yerine inceltilmiş bir içgörü terapisidir (Kohut, Kendiliğin Çözümlenmesi, 1971).

Kohut’un kendilik psikolojisinin temel kavramlarından birisi “parçalanma anksiyetesi”dir. Kohut’un bakış açısıyla şizoidlerin mesafe oluşturmaktaki amacı duygularını ifade edememeleri değil aslında bu anksiyeteyi bastırabilmektir.
« Son Düzenleme: 11 Ağustos 2024, 04:51:54 ös Gönderen: LacivertEmre »

LacivertEmre

  • Jr. Member
  • **
  • İleti: 80
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kohut, Kendiliğin Çözümlenmesi, 1971
« Yanıtla #1 : 11 Ağustos 2024, 11:06:29 öö »
ŞİZOİD BİREYİN İNTRAPİSİŞİK DÜNYASI

Şizoid bireyin intrapisişik dünyası, olağanüstü ölçüde koşulludur. Bu, başkalarına, başkalarının kontrolü düşüncesine dayan bir koşuldur. En temelde yer alan %51 ile %99 arasında başkalarının düşünceleri, duyguları, arzuları ve ihtiyaçları bizimkinden önce gelir. Bizim arzularımız, ihtiyaçlarımız ve duygularımız, %49’dur, o da şanslıysak. Bunlar %1’e bile inebilir. Başka insanlar, ister kendi patalojileriyle, kendi kayıtsızlıklarıyla, kendi ihtiyaçlarıyla, kendi narsisizmleriyle, kendi koruyuculuk ihtiyaçlarıyla, kendi kendilerinin olma ihtiyaçlarıyla, isterse de kendi yapılarını oluşturmalarıyla, sanki bizi kontrol etmek zorundaymışlar hissi vererek, bize hükmederler. Bu nedenle şizoid bireylerin koşullu ilişkilerini, koşullu ilişkiyi, efendi/köle ilişkisi olarak düşünüyorum. Biraz fazla duygusal ama yine de doğru. Eğer biraz fazla duygusal olduğunu düşünüyorsanız, geriye gidin ve vaktiyle tanıdığım, büroma gelen genç adama ve 40 yıl içinde büroma gelen onun değişik çeşitlemeleri konumundaki mahremiyet eksikliğinden, kendilerinin eyleyen olma duygusu eksikliğinden, kendi düşüncelerine ve kendi duygularına sahiplenilmesinden korkmaktan söz edenlere bunu söyleyin. Hasta gelip kendi anne babasına yaşamda ne olmak istediğini söylemeye cesaret edemediğini belirttiğinde, onlar bir biçimde yaşamına sahip olmuşlar, el koymuşlardır ve o yaşam artık onun değildir.

Bu biçimde adlandırılmaya layık her şizoid birey, bir biçimde kendi eyleyen olma durumunu yitireceği ve en kötüsü sahiplenileceği düşüncesi, niyetiyle ilgili bir korkuya sahiptir. Bu korku, başka birisinin iradesi ve ihtiyaçlarının bizimkilerden mutlak olarak üstün olacağı yönündedir. Efendi/köle daha az mı dramatik? Sanırım şizoid bireylerle ilgili ilişki koşullarının asıl fikrini size tam vermiyor. Eğer çok yakınlaşırsam, özemseneceğim demektir. Çok uzaklaşırsam köle olacağım ama en azından güvence içinde bir köle. Ne yapacağımı bana bildiren öteki kişiyi efendim yapacağım. Boyun eğeceğim. Bilinçli olarak teslim olacağım. Benim güvenliğimi sağladığı için bilinçli biçimde eyleyen olmayı kaybetmenin koşullarını benimseyeceğim. Bedeli çok ağır olsa da bağlantımı koruyacağım, çünkü bağlanmaya ihtiyacım var. Eğer bu bağlanmanın bedeliyse, onu ödeyeceğim. Ama dikkatli olacağı, çünkü çok yakınlaşırsam benim için değer taşıyan her şeyimi alabilirler; kendilik ya da eyleyen olma duyguma artık izin vermezler ve temelde köleleşirim ya da daha az dramatik bir deyişle eyleyen olma duygumu, kendilik duygumu yitiririm.

O zaman ne oluyor? O zaman öteki kişi benim korkumun ve bağlantısızlık dehşetimin sürekli eylemcisi haline geliyor. Şimdi bütün bağlantıların koşullu olduğundan ancak hepimizin en derin, en temel, birincil kaygı ve korkusunun bağlantısız olmak korkusu olduğuna inandığımdan söz ettiğimi hatırlayın. Eğer bağlantılı değilsek, eğer güvence içinde değilsek ve başkalarıyla zihinsel olarak değil da yalnızca dışsal olarak ilişki sürdürüyorsak, bu önemli niteliğe sonra geri döneceğim, o zaman kendiliğin varolamayacağına inanıyorum. Kendilik, kozmik yalnızlıkla, görünmez olmayla ilgili en kötü duygu halinde yaşar. Bu, sahip olma eksikliği bile değildir. Bu, bir tsunami, bir deprem ya da acımasız bir diktatörden kurtulup hayatta kalma zorunluluğu bile değildir. Bu, bütünsel bir boyun eğdirme altına girme zorunluğu duygusudur. Bütünsel bir yenilgiyi ve kendilik yitimini kabul edersiniz.

Dolayısıyla başkası da böyle olduğunda, bağlanma koşulları bu kadar berbat ve güvenceden yoksun olduğunda ne yaparız? Benim anlattığım işte bu. Bu, farkli bir ilişkisel birim; sadistik nesne/sürgün edilmiş kendilik. Pekâla, bir yandan bağlantımız, koşullu bağlantı birimi, dramatik olarak efendi/köle var, işleyiş olarak az da olsa tanımladığımı umuyorum. Öte yandan bağlantısızlık birimine ya da korktuğumuz bir şeye sahibiz; ilişki eksikliği korkusu. İlişki eksikliği olasılığından dehşet duyma. Daha önce tanımladığım yönler bakımından nesne sadistik oluyor. Birçok nedenle her şeyi onlara bırakıyoruz, belki de sadistik ya da aşırı duygusal olma yüzünden değil, tam tersine kullanma, yönlendirme ya da kendi ihtiyaçlarını öne sürme dışında bize hiç dikkat etmeden, bizimle ilgilenmeyen, farkımızda olmadan kendi bencilliklerine o kadar fazla kapıldıkları için. Her zaman kötü ihtiyaçlar olmadıklarını da biliyorum. Ciddi biçimde baskı altında olan bir anne, yalnızca bir rahatlama ve huzur nesnesi olarak bir çocuğa yapışabilir. Bu kötü müdür? Son tahlilde çocuk için kötüdür elbette ama buradaki güdü, niyet kötü değildir.

Dolayısıyla benim sunduklarımın yanı sıra şizoid kişilik güvenliği korumak, daha iyi koşullarda ilişki sağlayabilme olanağını korumak için ne yapabilir? Belki buradan bazı yararlı sonuçlar çıkarabilirim. Sürgüne, benim sürgün dediğime gidebilirler. Sürgün, güvenlik duygusunu yaşamak için şizoid bireyin benimsediği, bilinçli olarak tercih ettiği bir kendilik durumudur. “Sanırım kendi başıma yapabilirim. Hayır, yardıma ihtiyacım yok. Tamam işte. Bu projeyi yapabilirim. Bunu kendi başıma yapabilirim”den çıkan bir kendilik durumudur bu. Çok fazla olmasa da bu hoş bir şeydir. Sanırım çoğumuz bu görevleri bizim adımıza yapmak için üstlenmek isteyen insanlardan hoşlanırız ama zorunlu olarak onlar bunu yapmak istedikleri için değil. Şizoid bireyler de bizler gibi başarılı olmak isterler. Onların da hepimiz gibi hedefleri, rüyaları, tutkuları vardır ancak farklı bir nedenle bunlara ulaşmaya çalışırlar. Bunu güvende olmak istedikleri için yaparlar. “Hey, bunu kendi başıma yapabilirim çünkü o zaman sahiplik ya da eyleyiciliğimden yoksun kalmayla ilgili tecavüz, zorlama konusunda kaygılanmak zorunda kalmam. Bunu kendi başıma yapabilirim.”

Daha da kötüsü olabilir. “Belki belli bir mesafeyi, gerçekten güvenli bir mesafeyi korumam iyidir. Belki de başkalarına ne kadar izin vereceğim ve zaman harcayacağım kişiler konusunda dikkatli olmalıyım. Ah, bir organizatör olabilsem. Zamanımın çoğunu olayları planlamaya ayırabilirim. Bütün bunları halledebilirim. Ama siz bir şey mi biliyorsunuz? Birçoklarının ortasında yalnız biriyim ben. Paylaşamam. Düşüncelerim ve planlarım özeldir. Mahremiyetim, özel kendiliğim her zaman önde gelir ve merkezdedir. Hiç kimse bunu bilmez. Dünyaya göstereceğim kendi kamu benliğim, benim çok küçük bir parçam olacaktır. Özel kendiliğimi üstte tutacağım, çünkü benim özümdür o ve onu teslim etmeyeceğim. Buna hiçbir zaman el konulamaz.” Bir hasta travmaya uğramış çocukluğunu bana bilinçli bir biçimde anlatırken kendisini tam olarak güvenlikli bir durumda çelikten bir kabukla sarılı bir yumurtanın midesinin içinde -mecazi olarak – yutulmuş bir görünümde anlatmıştı. Orada hiçbir zaman onun tarafından el konulmayan ve sahiplenilemeyecek biçimde kendiliğini koruyordu.

Sürgünün birçok boyutu var. Kişinin prototipik amacını içerebilir. Yalnız olmak isteyen Thoreau; beni yalnız bırak. Bu, kötü bir isim olarak şizoid bireylere veriliyor. Bir istisna alınıyor. Başkalarıyla bütün ilişkilerden geriye çekilmek için bu biçimde sürgüne gitmek zorunda olan kişi bütün şizoid bireylerin yaklaşık yüzde biridir; belki en fazla yüzde beştir. Bunlar kendi arzularını yitirmezler. Onların dehşeti o kadar büyüktür ki hiçbir uyum olamaz. Aksi halde hepimiz sürgünde her türden uyuma yöneliriz. Özgüvenli oluruz. Zengin bir özel yaşamımız var. Bağlantılarımızın yalnızca dünyada değil aynı zamanda zengin iç yaşamımızda varolmasına izin veririz. Hiç kimse şizoid bireyler kadar zengin bir iç yaşama sahip değildir. Hepimizin sahip olmadığı anlamına gelmiyor. Hepimiz hayal gücüne ve yaratıcılığa sahibiz; kendimize ve başkalarına benzeyen ama bir şizoid insana hiç benzemeyen insanlar hakkındaki anılardan, deneyimlerden, düşüncelerden ve duygulardan yarattığımız bir dünyadır bu. Şizoid rahatsızlığın daha derinleşmesi, bu dünyanın daha içselleştirilmesidir; daha fazla kafalarının içinde yaşamalarıdır. Bütün neşeleri ve bütün potansiyel yalnızlıklarıyla. Bütün tutkuları, bütün korkuları ve acılarıyla.

Dr.Ralph Klein
"Şizoid Bozukluk ve Terk Depresyonu" adlı yazıdan alınmıştır
« Son Düzenleme: 11 Ağustos 2024, 02:59:18 ös Gönderen: LacivertEmre »

LacivertEmre

  • Jr. Member
  • **
  • İleti: 80
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kohut, Kendiliğin Çözümlenmesi, 1971
« Yanıtla #2 : 11 Ağustos 2024, 05:01:54 ös »
KERNBERG'E GÖRE ŞİZOİD

20. yüzyıl boyunca yapılan araştırmalarla nevrotik ve psikotik düzlemin arasında yer alan grup -daha çok çağdaş nesne ilişkileri kuramcısı Otto Kernberg’ün ortaya koyduğu literatüre bağlı kalınarak- “sınırda” yani “borderline” hastalar olarak kabul görmüştür. Buradaki borderline ifadesi DSM-5’teki “borderline kişilik bozukluğu”ndan farklı olarak en hafifinden en şiddetlisine tüm kişilik bozukluklarını içine alan bir alanı ifade etmektedir.  R. Fairbairn’in “şizoid” olarak ifade ettiği bu grubu; Otto Kernberg kabaca “borderline”, Kendilik Psikolojisinin kurucusu Heinz Kohut ise “narsisistik” olarak değerlendirmiştir.

Çağdaş nesne ilişkileri kuramcısı Otto Kernberg ortaya koyduğu kişilik bozukluklarının örgütlenme tablosunda “Şizoid Kişilik Bozukluğu”nu Düşük Düzey Borderline Örgütlenmenin içe dönük boyutuna ve psikotik örgütlenmeye yakın bir alanında konumlandırmıştır. Kernberg, "psikoz öncesi" yapıları üçe ayırmıştır: Şizoid Kişilik, Paranoid Kişilik ve Hipomanik Kişilik (Kernberg, 1996). Bu kuramsal temellendirmeden dolayı da Kernberg ve ekibinin çalışmaları incelendiğinde “Borderline Kişilik Bozukluğu” ve “Narsisistik Kişilik Bozukluğu” vakaları ile ilgilendikleri fakat “Şizoid Kişilik Bozukluğu” vakaları ile çalışmaktan uzak durdukları ifade edilebilmektedir.

Terapi sürecinde şizoid hastalarla çalışmanın duygusal ve insani öğelerin neredeyse olmaması nedeniyle terapist için çok zorlayıcı olacağı değerlendirilmektedir. Bu nedenle Kernberg’ün terapi seyrinde önerisi; terapistin kendi kişiliğini ortaya koymaktan ziyade daha çok eşduyum yeteneğini kullanarak şizoid hastanın savunmacı geri çekilmelerini analiz etmek yönündedir (Kernberg, 1996).
« Son Düzenleme: 11 Ağustos 2024, 05:20:40 ös Gönderen: LacivertEmre »

LacivertEmre

  • Jr. Member
  • **
  • İleti: 80
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kohut, Kendiliğin Çözümlenmesi, 1971
« Yanıtla #3 : 11 Ağustos 2024, 07:13:58 ös »
NARSİSİSTİK KÜME ŞİZOİD BOZUKLUĞU

Özellikle düşük düzeyli şizoidlerin tehlike algısı nedeniyle terapiye başvurma ihtimali de düşük olarak değerlendirilebilir. Terapi sürecinde narsisist ve borderline hastaların yaşadığı memnun olma / olmama durumundan çok “tehlike var mı yok mu?” buna odaklanabilirler. Şizoidler için “mükemmel terapist" narsisistin aradığı mükemmellik değil bir şekilde ulaşılamayan ve böylece sevgi nesnesini güvenli bir mesafede tutan bir mükemmelliktir” (Masterson J. F., Bağlanma Kuramı ve Nörobiyolojik Kendilik Gelişimi Açısından Kişilik Bozuklukları, 2013) Aynı şekilde şizodin kendine yeterliği grandiyöz bir kabarmadan değil mesafe ayarı yapabilmek için ortaya koyulan üstünlük hissindendir. Zira şizoidin uzun süre sürgünde kalabilmesi için gerçek manada kendisine yetebilmesi gerekmektedir. Bu narsisistin sahte kabarmasından çok farklı bir dinamiktir. Lakin şizoidin dışarıdan görünüşü zaman zaman narsisist olarak algılanmasına sebep olabilir. Harry Guntrip’in ortaya koyduğu 9 şizoid özelliğinden daha çok narsisizm, üstünlük ve kendine yeterlik duygularına sahip şizoid tipini J. Masterson “Narsisistik Küme Şizoid Bozukluğu” olarak tanımlamıştır (Masterson & Lieberman, Terapistler İçin Kişilik Bozuklukları Rehberi, 2017).
« Son Düzenleme: 11 Ağustos 2024, 07:21:22 ös Gönderen: LacivertEmre »

LacivertEmre

  • Jr. Member
  • **
  • İleti: 80
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kohut, Kendiliğin Çözümlenmesi, 1971
« Yanıtla #4 : 11 Ağustos 2024, 07:26:22 ös »
SOSYAL ŞİZOİD NAM-I DİĞER GİZLİ ŞİZOİD

Ralph Klein görüntüde girişken ve çevre ile bağlantı halinde olan fakat öznel deneyimlerini ifade ettiklerinde duygusal olarak geri çekilmiş hisseden ve “her zaman kendi belirlediği bir yakınlık limitine” sahip “Gizli Şizoid Küme” olduğunu ifade etmiştir (Masterson & Klein, Kendilik Bozukluklarının Tedavisinde Yeni Ufuklar, 2013).

LacivertEmre

  • Jr. Member
  • **
  • İleti: 80
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kohut, Kendiliğin Çözümlenmesi, 1971
« Yanıtla #5 : 11 Ağustos 2024, 07:31:04 ös »
KATIKSIZ ŞİZOİDLER

Nesne ilişkileri kuramcılarından D. Winnicott’ın şizoid kişi için temel “primitif ıstırap” veya “tasavvur edilemez anksiyete” biçiminde tarif ettiği iletişimin hiç olmadığı bütünüyle izolasyon halinde olan şizoid için Ralph Klein “Belirgin Saf Şizoid Bozukluk Kümesi” tabirini kullanmıştır (Masterson & Klein, Kendilik Bozukluklarının Tedavisinde Yeni Ufuklar, 2013).

LacivertEmre

  • Jr. Member
  • **
  • İleti: 80
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kohut, Kendiliğin Çözümlenmesi, 1971
« Yanıtla #6 : 11 Ağustos 2024, 07:37:12 ös »
BORDERLİNE KILIKLI ŞİZOİDLER

Ralph Klein şizoid kendiliğin 4. alt tipini “Sahte Borderline Şizoid Bozukluk” olarak ifade etmiştir (Masterson & Klein, Kendilik Bozukluklarının Tedavisinde Yeni Ufuklar, 2013). Bu alt tip için H. Guntrip’in tanımladığı 9 karakteristik özellikten; yalnızlık, kendine yabancılaşma ve gerilemenin daha baskın olduğu ifade edilebilir. Bu alt tipin dışarıdan görünümü borderline sanılsa da asıl korkusunun terapi sürecinde akut dönemlerde tetiklenen terk edilmeye dair korkusu değil kendine yabancılaşma olduğu belirginleşmektedir.
« Son Düzenleme: 13 Ağustos 2024, 12:39:04 öö Gönderen: LacivertEmre »

LacivertEmre

  • Jr. Member
  • **
  • İleti: 80
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kohut, Kendiliğin Çözümlenmesi, 1971
« Yanıtla #7 : 13 Ağustos 2024, 07:21:48 ös »
AYNADA İSKELETİNİ GÖRMEK: BENLİK ve KENDİLİK KAVRAMLARININ AYRIMI

“Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin.”

Özet

            Benlik ve kendilik kavramları 1950’li yıllara kadar aralarında herhangi bir ayrım yapılmadan kullanılmıştır. Ego psikologlarından Heinz Hartmann’ın 1952 yılında ortaya koyduğu tespitten sonra bir ayrım yapılmaya başlanmış ve zaman içerisinde bu kavramların farklı anlamları netleşmeye başlamıştır. Her ne kadar birbirinden farklı anlama geldikleri net olsa da psikoloji literatüründe uzun yıllar aynı anlamda kullanılması ve farklı dillerdeki çeviri sorunları, sözcüğün anlamının tümüyle karşılanmasındaki güçlükler dolayısıyla bu iki kavram zaman zaman yine birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Literatürdeki bir diğer tartışmada benlik ve kendiliğin doğuştan mı var olduğu yoksa sonradan mı oluştuğu ile ilgilidir. Bu çalışmada amaç; benlik ve kendilik kavramlarının oluşumu ile ilgili çeşitli kuramların bakış açılarına göz atmak ve sonrasında benlik ve kendilik kavramlarının ayrımına dair değerlendirmeler yapmaktır.   

Anahtar Kelimeler: Benlik, Kendilik, Kişilik,Nesne, Özne

Giriş

Sigmund Freud ve Yapısal Hipotezi

Psikoloji literatürü incelendiğinde benlik ve kendilik kavramlarının zaman zaman birbirinin yerine kullanılması nedeniyle bir kavram karmaşası yaşandığı görülmektedir.  Bu çalışmada öncelikle Sigmund Freud’un yapısal hipotezinde benlik kavramına değinilecek, ardından benlik ve kendilik kavramlarının doğuştan mı var olduğu yoksa sonradan mı oluştuğu tartışılacak ve devamında benlik ve kendilik kavramlarının ayrımı ile ilgili ayrıntılı değerlendirmeler yapılacaktır.

Sigmund Freud “Dürtü Çatışma Kuramı”nın temelini oluşturan yapısal hipotezinde zihinsel aygıtı yaygın ifade biçimleriyle; id, ego ve süperego olmak üzere 3 bileşene ayırmıştır (Freud, 1923). Yaygın kullanımı id, ego ve süperego olan bu kavramları Freud Almanca orijinal kullanımında “das Es”, “das Ich” ve “das Über-Ich” olarak isimlendirmiştir.

“das Es” kavramı dilimizde “O” yani üçüncü tekil şahıs anlamında kullanılsa da Almancada bu kavram cansız nesneleri ve hayvanları nitelemek için kullanılmaktadır. “das Ich” ise dilimizde “Ben” yani birinci tekil şahıs anlamına gelmektedir. “das Über-Ich” ise dilimizde “Üst-Ben” olarak karşılık bulmaktadır. Freud’un çevirmenliğini yapan İngiliz Psikanalist James Strachey, Latince id, ego ve süperego terimlerini kullanarak bu kavramların yaygın kullanım haline gelmesini sağlamıştır. Şimdi bu kavramların dürtü çatışma kuramına göre ne anlama geldiklerine göz atalım:

Benlik: Alt-benliğin güdülerini düzene sokan veya bunlara karşı çıkan, bu güdülerle dış dünya arasında denge sağlamaya çalışan daha tutarlı bir yapıdır. Benlik, alt-benlikten gelen ve nötralize edilip psişik yapılara dönüştürülen enerjilerle oluşur. Ego, Almancada “Das Ich” olarak geçer. İngilizcede “I” olarak tercüme edebiliriz bunu, “kendi” manasına gelir, “ben” fikridir. Zihinsel süreçlerin tutarlı örgütlenmesidir.  Freud’a göre zamanla alt-benlikten ayrılarak oluşur. Alt-benliğin dönüşen parçasıdır ve zamanla alt-benliğin taleplerini bir nebze yerine getiren faildir.
Alt-benlik: İçgüdüleri ve dürtüleri temsil eder. İd, Almancada “Das es” olarak geçer, bu İngilizcede “İt” yani “O şey” demektir. Mantıksız ve kontrol edilemeyeni temsil eder. İçgüdülerimizden doğan dürtülerimizin zihinsel tasarımlarından oluşur. Saldırganlık ve cinsellik içgüdülerinden doğan saldırganlık ve libido enerjisinden doğar.
Üst-benlik: Ahlaki işlevleri geri kalan her şeyden ayırır. Almanca “über Ich” denir, İngilizcesi süperegodur. Benliğin belli bir amaca binaen uzmanlaşmış kısmıdır. Bazı unsurları bilince kolayca ulaşabildiği, bazıları da ulaşamadığı için bir anlamda benliğe benzer. Üst-benlik içinde ahlaki emirler ve yasaklar aynı zamanda benlik-ideali denilen büyük amaçlar vardır. Zihnin örgütlenmiş bir bölümü olan üst-benliğin kökeni ebeveynlerin ahlakıyla kurulan özdeşime ve genel ahlaki ilkelere dayalıdır.
Sigmund Freud eserlerinde benlik ve kendilik ifadelerini her ne kadar ayırmasa da Almanca “Ich” zamirini zaman zaman benlik, zaman zaman da kendilik anlamına gelecek şekilde kullandığı cümlelerinin bütünlüğünden anlaşılmaktadır. 

Benlik ve Kendiliğin Varlığı, Oluşumu ve Ayrımı

Freud doğuştan benliğin varlığından söz etmemiş, benliğin sonraki yıllarda id’in içinden koparak oluştuğunu iddia etmiştir. Ego psikologları ise benliğin doğuştan var olduğunu id’den kopan bir parça olmadığını savunmuşlardır. Dürtü Çatışma Kuramında daha çok id merkeze alınmışken, ego psikolojisinde benlik merkeze alınmıştır. Ego Psikologlarından Heinz Hartmann, benliğin sürekli çatışmalarla uğraşmadığını, çatışmalardan yalıtılmış bir alana da sahip olduğunu ifade etmiştir (Hartmann, 1958). Hartmann benliğin birincil ve ikincil özerk işlevlerini tanımlamış ve alloplastik ve ottoplastik olmak üzere 2 tür uyum sağlama yeteneği olduğunu ortaya koymuştur (Joseph Palombo, 2018). Hartmann’ın yapmış olduğu bu açılımlar klasik kuramdan ilk kopuşun zeminini hazırlamıştır. Klasik kuramın çatışmalara odaklı psikopatoloji temelli bakış açısından, insan doğasının olumlu yanları da olabileceği, insanın sürekli savunma-çatışma döngüsünde olmadan karşılaştığı güçlükleri sahip olduğu işlevler ve uyum yeteneği ile aşabileceği fikri gelişmiştir. Ego psikologları zaman içerisinde benliğin işlevlerini sıralamış ve bu işlevler şu şekilde derlenmiştir:

Charles Brenner’e göre benliğin işlevleri: (Brenner, 1998)

1. Bilinç,

2. Duyuların algılanması,

3. İç uyaranların algılanması,

4. Düşünme,

5. Motor kontrol,

6. Bellek,

7. Konuşma,

8. Savunma düzenekleri,

9. Dürtü kontrolü ve dürtü enerjilerinin nesnelere yatırılabilmesi,

10. Bütünlük ve uyumluluk,

11. Gerçeğin değerlendirilmesi,

12. Gerileme (regresyon)

            Ego psikolojisinden sonra, klasik kuramdan bir diğer kopuş Melanie Klein’ın kurucusu olduğu Nesne İlişkileri Kuramı ile olmuştur. Klein’a göre bebek doğduğunda paranoid-şizoid konum adı verilen gelişim evresindedir. Bebek ilk doğduğunda anne onu beslemeye başlar ve ilk nesne ilişkisi de başlamış olur. Bebekler bu dönemde nesnenin tümünün farkına varamazlar ve kısmi nesne ilişkisi kurarlar. Meme, eğer doyurur beslerse iyi meme, aç bırakır, ihtiyacı gidermezse kötü meme olarak algılanır. Bebekler bu dönemde yeni yeni ortaya çıkmakta olan benlikleri ile iyi memeyi kötü memeden ayrı tutmaya çalışırlar. Klein’a göre benlik başlangıçta doğumdan itibaren işlev gösteren parçalar içindeki bir yapıdır (Joseph Palombo, 2018). Bebekte kaygı yaratan şey bu parçaları bir araya getirebilmektir. Klein benliğin gelişmemiş ve bütünlükten yoksun dahi olsa da Freud’un söylediğinin aksine başlangıçta bir benlik olduğunu ifade etmiştir (Klein, 1957).

Klasik kuramdan üçüncü kopuş belki de psikoterapi tarihinin en tartışmalı isimlerinden birisi olan Heinz Kohut’un kurucusu olduğu Kendilik Psikoloji ile olmuştur. Uzun yıllar sıkı bir Freud takipçisi ve ünlü bir psikanaliz eğiticisi olan Kohut 1959 yılında yazmış olduğu “İçebakış, Empati ve Psikanaliz- Gözlem Tarzı ile Kuram Arasındaki İlişkiye Dair Bir İnceleme” adlı makalesi ile ayrılık sinyallerini vermiştir.

Kohut ilk eseri olan “Kendiliğin Çözümlenmesi”nde kendilik kavramını; Freud’un yapısal hipotezinde ifade ettiği zihinsel bileşenleri gibi bir alt birim olarak görmese de ruhsal aygıtın bir içeriği olarak gördüğünü dile getirmiştir (Kohut, 1971). Kohut yıllar içerisinde kuramında değişiklikler yaparak kendilik kavramını bir üst örgütleyici olarak gördüğünü ifade etmiştir (Kohut, 1977). Benliğin işlevlerine yeni maddeler eklemek yerine kendilik kavramını ön plana çıkartan Kohut, kendiliğin zihinsel aygıtın bir içeriği olarak görülmesi fikrinden uzaklaşmıştır. Kohut intrapsişik yapı yerine kendilik, kendilik nesnesi, kendilik nesnesi işlevleri kavramlarına odaklanmış ve psikopatolojinin temelini kendilik sürekliliğinin olmayışına bağlamıştır.

Ego psikologları kendilik, kendilik psikologları ise ego terimini kullanmaktan imtina etmişlerdir. Ego psikologları kendilik terimini kullanmak yerine “ego kimliği” ifadesini kullanmıştır. Ego ve kendilik terimlerinin ifadesi öylesine kapsamlıdır ki; Dürtü Çatışma Kuramından sonra ortaya çıkan 3 büyük psikanalitik temelli kuramdan ikisi “Ego Psikolojisi” ve “Kendilik Psikoloji” olarak isimlendirilmiştir.

Ego ve kendilik terimlerinin 1950’lere kadar ayrımının yapılmadığını hatta birbirlerinin yerine dahi kullanıldıklarını ifade edebiliriz. Bu noktada Ego Psikolojisi’nin kurucularından Heinz Hartmann’ın 1952 yılında kendiliğin benlikten farklı bir anlama geldiğini ifade etmesi psikoterapi alanındaki devrimlerden birisidir. Hartmann’a göre; benlik kavramı zihinsel aygıtın çatışmalarını ifade ederken kullanılmalıdır, kendilik ise bireyin iç yaşantılarına dair tanımlamalar yaparken kullanılması gereken farklı bir kavramdır.

Kendiliğin doğuştan mı var olduğu yoksa sonradan mı oluştuğu hususu psikoloji literatüründe hep tartışmalı bir konu olmuştur. Rene Spitz, Margaret Mahler ve Otto Kernberg bebeğin doğuştan bir kendiliğe sahip olmadığını ifade etmişlerdir. Onlara göre henüz kendiliğin olmadığı otistik dönemde bebek adeta bitkisel hayatta gibidir. Spitz’e göre ilk 3, Mahler’e göre ilk 2, Kernberg’e göre ilk 1 aylık dönemde bebekler bu evrededir. Bu fikre yapmış olduğu bebek deneylerini de kanıt göstererek karşı çıkan kişi Daniel Stern olmuştur. Stern’e göre bebekler doğuştan bir kendilik duyumuna (sense of self) sahiptir (Stern, 1985). Günümüzde yapılan nörobiyolojik çalışmalar daha da ileri gitmiş ve bebeğin daha anne karnındayken kendilik algısının gelişmeye başladığını göstermiştir. 

Margaret Mahler ortaya koymuş olduğu gelişim kuramında bebeğin doğduğunda otistik evrede olduğunu, adeta yumurta kabuğu içerisindeki bir canlı gibi yalnızca fizyolojik ihtiyaçları karşılanan ve uyaranlara tepki vermeyen, kendisinin farkında olmayan bir canlı olduğunu ifade etmiştir (Margaret S. Mahler, 1975). Mahler’e göre bebek ilk 2 ayın sonunda sembiyotik evreye girerek ben ile ben olmayan dair ilk duyumlar oluşmaya başlar. Bebek bu dönemde hala anneyle kaynaşmış durumdadır. 6. aya doğru bebek içinde bulunduğu yumurtadan çıkmaya başlar. Bu bilgilerden hareketle Stern’e göre bebek kendiliği kendilik çekirdeğini geliştirerek oluştururken, Mahler’e göre anneden adeta bölünme ile ayrılan bir canlı gibi ayrışarak oluşturmaktadır.

Kendiliğin oluşumu konusunda Kendilik Psikolojisinin görüşüne bakılacak olursa; Kohut’un yazmış olduğu makaleleri ve kitaplarını incelediğimizde bir gelişim kuramı önerdiğini görmüyoruz. Bununla birlikte “Yaşamın çok başlarında nüve halinde bir kendilik vardır (Kohut, 1977).” ifadesi ile bireyin doğuştan bir çekirdek kendiliğe sahip olduğu fikrine daha yakındır. Polombo, Kohut’un kuramını incelemiş ve eğer bir gelişim teorisi ortaya koymuş olsaydı bebeğin 0-2 aylık dönemine sanal kendilik ismi verilebileceğini ifade etmiştir. Bu noktada Daniel Stern ve Heinz Kohut’un bebeğin çekirdek bir kendilikle doğduğu noktasında benzer fikirlere sahip olduğu söylenebilir. 

Melanie Klein ve W.R.D. Fairbairn’in kurucusu olduğu Nesne İlişkileri Kuramında en genel tanımıyla bebek doğuştan itibaren nesneleri tanıdıkça nesne tasarımlarını geliştirmekte, bu nesne tasarımlarını geliştirdikçe de kendilik tasarımlarını oluşturmaktadır. Nesne ve kendilik tasarımları da birbirlerine duygulanımlar ile bağlanmaktadır.

Nesne ilişkileri kuramının çağdaş temsilcilerinden Otto Kernberg’e göre bireyin doğumundan itibaren 3 temel görevi vardır (Joseph Palombo, 2018). İlki kendilik imgesinin nesne imgelerinden ayrılmasıdır ki birey bu sayede psikotik düzlemden çıkar ve borderline düzleme girer. 2. görev “bölme” savunma mekanizmasının kullanımı ile iyi ve kötü olarak  sınıflandırılan nesne ve kendilik tasarımlarının kendi içlerinde birleştirilebilmesidir. 3. görev ise iyi ve kötü nesne ve kendilik tasarımlarının tam ve istikrarlı bir kapasite ile bütünleştirilebilmesidir.

Kernberg’in gelişim görevleri üzerinden ruhsal rahatsızlıkların düzeyi ile ilgili bir sınıflandırma yapacak olursak; ilk gelişim görevini tamamlayamayanların psikotik düzlemde, ikinci gelişim görevini tamamlayamayanların borderline örgütlenme düzeyinde, üçüncü gelişim görevini tamamlayamayanların ise nevrotik düzlemde rahatsızlıklara sahip olabileceği ifade edilebilir. Kernberg’in borderline örgütlenme olarak isimlendirdiği alan daha çok kişilik bozukluklarının bulunduğu alandır.

Nesne ilişkileri kuramı ve bu kuramdan da faydalanarak Terk Depresyonu Kuramını ortaya koyan James Masterson “Kişilik Bozuklukları” yerine “Kendilik Bozuklukları” ifadesini kullanmaktadır. Zira kişilik ifadesi daha çok dışarıdan gözlemlenip değerlendirilebilen davranış kalıplarımızın bütünlüğü olarak tanımlanabilir. Bu manada kişilik yerine kendimize dair içsel bir tasarımın tezahürü olan kendilik kavramını kullanmak daha uygun bir tanımlama olarak değerlendirilmektedir.

James Masterson’ın kuramının gelişimsel ayağını Margaret Mahler’e dayandırdığı bilinmektedir. Sonraki yıllarda Daniel Stern’in yaptığı bebek araştırmaları ile Margaret Mahler’in ilk iki evresi olan otistik ve sembiyotik evrelerin olduğu iddiası çürümüştür. Bu husus Masterson’ın da eleştirilmesine sebep olmuştur. Masterson bu noktada Daniel Stern’in bebeğin doğuştan bir kendiliğe sahip olduğunu bilişsel olarak bildiğini fakat duygusal olarak bunun tam olarak farkında olmadığını söylediğini iddia etmiştir.

James Masterson benlik ve kendiliği “aynı koşum takımındaki iki at gibi birlikte gelişir ve birlikte çalışır” şeklinde iki ata benzetmiştir (Masterson, 2010). Bu benzetme benlik ve kendiliğin birbirinden her ne kadar ayrı kavramlar olsa da paralel olarak hareket ettiğini anlatmaktadır. Benlik bireyin daha nesnel daha araçsal yanıdır. Yani bir işi başarabilme kapasitesinin nesnel göstergesidir. Bu kapasiteye sahip olmadan kendilik işi ne kadar başaracağına dair bir duygulanımla dolu olsa da başarılı olabilme imkânı pek yoktur. Aynı şekilde benliğin kapasitesi son derece gelişmiş olsa da eğer kendilik yetersizlik algısı ile dolu ise sonuç yine büyük ihtimalle olumsuz olacaktır.

Benlik kapasitesi ile kendilik tasarımı arasında yukarıda ifade edildiği kadar uyumsuzluk olması normal veya nevrotik düzeydeki bireyler için pek söz konusu olmayacaktır. Lakin psikotik düzeyde olan veya kendilik bozukluğuna sahip bireyler için aynı şeyi söylemek bu kadar kolay değildir. Zira bu bireylerin kendilik algılarında derin çarpıtmalar bulunmaktadır. Örneğin psikozdaki bir birey tanrı veya mehdilik iddiasında bulunabilir veya kendisini karınca sanabilir. Benzer şekilde narsisistik kendilik bozukluğuna sahip bir birey doyurulmaz onay ve ilgi ihtiyacı karşılanmadığında çevresindeki insanları sürekli aşağılayarak büyüklenebilir. Ayrımı örnek üzerinden netleştirecek olursak; narsisistik kendilik bozukluğuna sahip bir bireyin benliğinin değil kendiliğinin kabarmış olmasından söz edebiliriz. Zira benlik çalışmanın başında da sıralanan işlevleri belli oranda gerçekleştirebilme kapasitesine sahip daha mekanik bir yapıdır. Bu yapının kapasitesinin artması veya azalması elbette mümkündür fakat bu algısal bir durum değildir. Oysa kendilik “Ben kimim” sorusuna verilen yanıtın ta kendisidir! Ben kimim sorusunu soran benlik, buna verilen yanıtın içeriği ise kendiliktir. Bir bakıma daha nesnele yakın olan benliğe öznellik katıldığında bir kendilik algısı/tasarımı oluşmaktadır.     

Benliğin kendilikten farkını daha da netleştirmek adına benlik işlevlerini açacak olursak; tüm bilişsel, duyusal, motor, ve duygusal yetilerimizin benliğe ait olduğunu ifade edebiliriz. Yani algı, dikkat, bellek, düşünme, konuşma, muhakeme edebilme gibi bilişsel yetiler, 5 duyumuz ile algıladığımız her şey, hareket etme, koşma, kas kuvvetini kullanma, jest, mimik yapma gibi motor hareketler ve duygu düzenlemelerini yapabilme, dürtüleri kontrol edebilme, engellenme olduğunda buna tahammül edebilme gibi duygusal yetilerimizin tümü benliğe ait kapasitelerdir. Bu 4 alandaki yetilerin toplamı ile oluşan tasarım ise kendiliktir. Bir yönüyle de bu kendilik tasarımını üretmek benliğin en nihai işlevlerinden birisidir.

Benlik ve kendilik kavramlarının birbirlerinin yerine kullanılmasından kaynaklanan karmaşalara dair dilimizde de örnekler vardır. Örneğin; egoist ifadesi dilimizde bencil, yalnızca kendisini düşünen, kendisini başkalarının yerine koymakta güçlük çeken anlamında kullanılmaktadır. Oysa burada ifade edilenler daha çok kendilik algısına dair ifadelerdir. İngilizce’de üretilen “selfish” ifadesi uygun bir karşılıkken bu ifadeyi dilimize birebir çevirmek biraz zordur. Aynı şekilde benmerkezci ifadesi de yanlış bir kullanım olarak karşımıza çıkmaktadır.   

Rus yazar Maksim Gorki “Neye inanıyorsan o vardır.” ifadesi ile bir nevi nesne tasarımları ve kendilik tasarımlarımızın gerçekliği oluşturduğunu özetlemektedir. Her birey bir bakıma en çarpıktan en gerçeğe yakın bir aralıkta kendi yarattığı gerçekliğin (nesne ve kendilik tasarımlarının) birer öznesidir.

Portekizli yazar José Saramago “Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin.” ifadesi ile kendimize üçüncü bir gözle bakabilmenin önemine değinmiştir. Üçüncü gözle bakabilmek aslında benliğin işlevlerinden de birisi olan gözlemleyebilme (monitörize etme) becerisidir. Örneğin otomobil, uçak, uzay gemisi gibi birçok ulaşım aracının 3 boyutlu modelleme ile kamera üzerinden görüntüsünün aktarılması nerede, hangi konumda bulunduğunu hasar durumunu, çarpışma riskini vb. birçok veriyi anlık olarak iletmektedir. Ego tarafından üretilen bu tasarımsal yapı aslında bireyin kendilik algısıdır diyebiliriz.

Norman Rockwell’in 1960 tarihinde yapmış olduğu ünlü otoportresi benlik ve kendilik kavramları üzerine yapılacak ayrımı netleştirebilen bir sanat eseridir. Ressam yapmış olduğu tabloda; kendisini aynaya bakarken ayna üzerinde gördüğü görüntüyü tuvale aktaran birisi olarak çizmiştir. Burada aynada görünen görüntünün tuvale birebir kopyalanmadığı da göze çarpmaktadır. Burada ressamın işi kotaran benlik olduğu, tabloya çizilen görüntünün de ressamın kendiliği olduğu ifade edilebilir. Ressam aynaya bakmadan da acaba aynı çizimi yapabilir miydi?

DEVAMI AŞAĞIDA
« Son Düzenleme: 13 Ağustos 2024, 07:37:16 ös Gönderen: LacivertEmre »

LacivertEmre

  • Jr. Member
  • **
  • İleti: 80
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kohut, Kendiliğin Çözümlenmesi, 1971
« Yanıtla #8 : 13 Ağustos 2024, 07:22:05 ös »
AYNA'DA ÖLÜMLE YÜZLEŞEN ADAM

Jacques Lacan’ın ayna evresinde sözünü ettiği, bebeğin aynaya ilk baktığında gördüğü görüntü üzerinden çıkardığı sonucun diğer tüm canlılardan farklı olarak büyük bir heyecan duyması ve görüntünün kendi yansıması olduğu bilincine nispeten varıyor olabileceğidir. Lacan’ın burada üzerinde durduğu bebeğin aynaya bakarak aslında kendi imgesi ve çevreden yansıyanların bir bütünlüğünü görmesidir. Lacan buna imago demektedir. Aslında Lacan’dan önce Fransız Psikolog Henri Wallon “Ayna Testi” adında bir çalışma yaparak, altı aylık bebekle ayna yaştaki şempanzeyi karşılaştırmış ve insan yavrusu şempanzeye göre çok büyük şaşırma tepkileri vermiştir (Özmen, 2002).

Kendi gözüyle çevredeki tüm cisimleri ve diğer tüm bireyleri görebilen benlik, kendisini görememektedir. Bu noktadaki eksikliği bir ayna vasıtasıyla gidermeye çalıştığında ise görünen şey aslında çarpıtılmış bir gerçekliktir. Zira ayna üzerinde görülebilen şeyler aslında nesnelerdir. Bir birey, aynaya bakarak aslında kendisini değil, çevredeki insanların onu nasıl gördüğünü görebilir. Aynaların insanları değil, nesneleri gösterebileceği fikrinden hareketle bireyin -bu çalışmanın da başlığı olan- kendi iskeletini görebilmesinden kasıt nedir?

İskeletini görebilmek aslında ölüm gerçeğini kabul edebilmektir. Zira birey bir gün ölecek ve nihayetinde bir kemik yığınına dönüşecektir. Kendi yarattığı gerçekliklerin öznesiyken ölüm gerçeğiyle karşılaştığında nesneleşecektir. İskeletini görmek; özneyken bir gün nesne haline geleceğinin bilincine varabilmek, kendi yansımasına bu bilinçle bakabilmek, bilişsel düzeyin ötesinde, duygusal ve varoluşçu bir pencereden son noktada neye dönüşeceğini görebilmektir. Tabi ki bu derinlemesine bakış oldukça ürkütücüdür. Zira kendi varlığının bir gün sona ereceğinin her ne kadar bilişsel düzeyde farkında olunsa da bunu duygusal olarak kabullenebilmek mümkün görünmemektedir.


Tartışma ve Sonuç

1950’li yıllarda Hartmann’ın yaptığı açılıma kadar aynı anlamda kullanılan benlik ve kendilik kavramlarının literatürde ayrımı netleşmeye başlamış olsa da hem günlük kullanımda hem de çeşitli kaynaklarda aynı anlamda kullanılmaya devam etmektedir. Oysa çalışmada da ayrıntılı biçimde ifade edildiği üzere benlik birçok işleve sahip yürütücü yanımızken, kendilik tasarımsal yanımızı ifade etmektedir. Benlik duyusal, motor, bilişsel ve duygusal kapasitelerden elde ettiği veriler sayesinde bir tasarım üretmekte ve bunun sonucunda kendisini bu tasarımsal yapı olarak algılamaktadır. Bedenin proprioseptif algı sayesinde bilincine vardığı vücut farkındalığının kendilik farkındalığına erişebilmesi için de bu tasarıma her daim ihtiyaç duyulmaktadır. Zira kendiliğin daha nesnele yakın olan benlik kapasitesinden büyük oranda uyumsuz olduğu durumlar kendilik bozukluğu olarak değerlendirilen klinik tablolara sebep olmaktadır.

Benliğin ürettiği kendilik bu sayede bireyin kendisini daha gerçekçi bir zeminde değerlendirebilmesini, daha gerçekçi hedefler koyabilmesini, tehditlere karşı önlemler alabilmesini, mentalizasyon kapasitesini arttırabilmesini sağlamaktadır. Örneğin; “Amerika’da küçük beş kişilik bir uçak kalkış yaptı. Kalkış yaptıktan
sonra kule gördü ki, tekerleğinin biri kırıldı. Pilotun haberi
yok, uçuyor. Kule dedi ki, “bir tekerleğin düştü, ona göre tedbir
al, çalışmayacak.” Yani dışardan gözleyen ben, annenin gözü
diyelim kuleye. Pilot uçuyor her şey yerinde zannediyor ama o
tekerleğin biri yok. Pilot “teşekkür ederim” dedi. Daha sonra dolandı dolandı, benzinini boşalttı, özel bir iniş yaptı. Burnunun üzerine iniş yaparak çok rahat şekilde tekerleksiz indi (Özakkaş, 2012).” Uçağın tekerleklerinden birisinin kırık olması ve kulenin bu uyarıyı pilota vermesiniinsana uyarlayacak olursakbenliğin işlevleri sayesinde pilotun uçağın durumu hakkında bilgi alarak gerçekçi bir kendilik tasarımı yapabilmesini kolaylaştırmaktadır. Bu tasarımın benlik kapasitesiyle uyumunun en yakın olduğu düzlem patolojilerin en hafif olduğu nevrotik düzlemdir. Benlik kapasitesi ve kendilik algısının birebir örtüşmesi her ne kadar ütopik olsa da bu duruma yakın olan bireylerin “normal”e en yakın profilde oldukları değerlendirilmektedir.

Benlik kaynaklı patolojiler ve kendilik kaynaklı patolojiler de birbirinden farklılıklar göstererek ayrımı daha da netleştirmektedir. Benlikten kaynaklı patolojiler daha çok benliğin kapasitesinin zayıf olmasından, savunma mekanizmalarını etkin biçimde kullanamamasından, alt-benliğin taleplerine karşı düzenleme yapamamasından, üstbenliğin yarattığı kaygıyı dizginleyememesinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca benliğin engellenme toleransının düşük olması, bilişsel yetilerinin zayıf olması da patolojilere zemin hazırlamakta veya travmatik durumlarda benliğin dağılmasına sebep olabilmektedir. Kendilik kaynaklı patolojiler ise psikotik düzlem ve nevrotik düzlem arasında yer alan; kendiliğin sürekli olmayışı, canlılığının olmayışı, kendilik tasarımlarında bütünlüğün sağlanamamasından kaynaklı kendilik bozuklukları (borderline, narsisistik, şizoid vb.) olarak ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak; Masterson tarafından aynı koşum takımında birlikte ilerleyen iki ata benzetilse de, benlik kendiliği üreten yapı olsa da birbirlerinden oldukça farklı anlamlara gelen iki kavramdır ve kullanımları sırasında bu farklılıklar gözetilerek kullanılmaları daha faydalı olacaktır.

Kaynakça
Brenner, C. (1998). Psikanaliz, Temel Kavramlar. Ankara: HYB.

Freud, S. (1923). Haz İlkesinin Ötesinde Ben ve İd. (A. Babaoğlu, Çev.) Metis Yayıncılık.

Hartmann, H. (1958). Ben Psikolojisi ve Uyum Sorunu. İstanbul: Metis Yayınları.

Joseph Palombo, H. K. (2018). Psikanalitik Gelişim Teorileri Rehberi. (F. B. Helvacıoğlu, Çev.) İstanbul: Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları.

Klein, M. (1957). Haset ve Şükran. İstanbul: Metis Yayınları.

Kohut, H. (1971). Kendiliğin Çözümlenmesi. Metis Yayınları.

Kohut, H. (1977). Kendiliğin Yeniden Yapılandırılması. (O. Cebeci, Çev.) Metis Yayıncılık.

Margaret S. Mahler, F. P. (1975). İnsan Yavrusunun Psikolojik Doğumu. (A. N. Babaoğlu, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.

Masterson, J. F. (2010). Gerçek Kendilik. (P. Üzeltüzenci, Çev.) İstanbul: Litera Yayıncılık.

Özakkaş, T. (2012). Bütüncül Psikoterapi 7. Dönem Aralık 2008 Ders Notları. İstanbul: Özak Yayınevi (Psikoterapi Enstitüsü).

Özmen, E. (2002). Lacan, Ayna Evresi ve Marx. Birikim.

Stern, D. (1985). Bebeğin Kişilerarası Dünyası.

https://kenanturan.com.tr/aynada-iskeletini-gormek-benlik-ve-kendilik-kavramlarinin-ayrimi/

« Son Düzenleme: 13 Ağustos 2024, 09:54:27 ös Gönderen: LacivertEmre »