YEK(TEK) VÜCUT OLMAK
“Kuvvetlerin birliğinden büyük güçler ve beraberlikler oluşur.”
Rasgele söylenmiş, ortaya atılmış bir söz değildir bu. Yaşanmış olayların sonucunda, ortaya çıkmış tecrübelere dayalı, anlamlı ve tartışılmaz bir cümledir.
Her insanın daha çok başarılı olduğu bir yönü vardır. Yani ağır basan, kabiliyet açısından farklılık gösteren bir tarafı vardır. Bu farklılıklar insanoğlunun ağırlıklı özellikleridir.
Bilimadamlarının son yıllarda yaptıkları çalışmalarda bu detaylar üzerinde durulmakta ve müspet sonuçlar alınmaktadır.
Benim bu konuda söyleyeceklerim kendi ülkem ve kendi insanımla ilgili olanlardır.
Anadolu topraklarında yüzyılların getirdiği birtakım kurallaşmış güzel hasletler(huylar) vardır. Birliktelik, omuz omuza verme, iyi ve kötü günde yan yana olma vs. gibi. Birlikten güç doğar felsefesi hedefimiz olmuş hep uzak durmuşuz bölünmekten ve parçalanmaktan. Görmüşüzdür ki çevremizde ya da dünyadaki ülkelerde, bu oyuna gelenler hep perişan olmuş, mahvolmuşlardır.
Son yıllarda bazı söylenti ya da ufak çapta görülen oylalar varsa da, bunların temel değişikliklere sebep olması kesinlikle mümkün değildir. Çünkü bizim toplumumuzun psikolojik, sosyolojik, tarihsel değer ve bağları birçok toplumdan farklıdır.
Bölünme ya da parçalanmaya karşı, kelimelerle izahını yapamayacağımız reflekslerimiz vardır. Bu refleksler, yüzyıllardır aynı toprakları paylaşan insanların, kendine özgü yaşam tarzlarından geliştirip kalkan haline getirdikleri önleyici tedbir unsurlarıdır.
Birliktelik, toplumsal dayanışma, ailesel yaşam halkımızın genetiğinde aynen yüzyıllardır süregeldiği şekilde mevcuttur. Hatta o kadar ki, basın ve yayın organlarımızdaki görsel ve işitsel negatif haberler, bu konuda insanımızı ailesiyle yakın çevresiyle daha çok dayanışamaya, iç içe olmaya, içtenliğe motive etmektedir.
Kutsal kitabımız Kur’an’da “Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız.” Ayeti işin inanç bakımından temel taşıdır. Toplumumuz manevi anlamda da bu anlayışa göre şekillenir. Bizim halkımız her şeye rağmen Yaratıcı’nın tekliğinde, birleşmeden yana olmuş ve birlik zamanı geldiğinde, o gayede omuz omuza vermekte son derece süratli hareket etmiştir.
Ülkemiz insanının ve vatan topraklarımızın bölünmez bir bütün oluşu “Yek Vücut” olma özelliğimizden başka bir şey değildir.
Bizim ortak doğrularımız, ortak denge unsurlarımız, ortak inandıklarımız daha doğrusu bir sürü ortaklıklarımız vardır.
Bizler, birbirimizden üstün kabiliyet ve becerilerimizi, birlikteliğimizi sağlamakta maharetli bir milletiz. Milletimizin birlik olma “Yek Vücut” olmak konusunda sloganlaşmış söylemleri vardır. Bunların ifade ettiği anlamları bu toprakların anaları, babaları, gelinleri, bacıları, nineleri, dedeleri ve kısacası tüm yaşayanları şeref ve şan mertebeleri kabul ederler.
Sancılı dönemlerde beraberliğin ve birliğin oluşumunda, amaca varmada, heyecanın meydana gelmesinde, bu söylemler aniden devreye girer ve fiili birlikteliği sağlar.
Anadolu birliğini defalarca bölmek, bizleri parçalamak isteyenler geçmişte oldukça çok olmuştur, halen de vardır, gelecekte de olacağı kaçınılmazdır. Çünkü güzel vatanımızın coğrafi ve stratejik konumu, ayrıca binlerce yıllık kültür mirasına sahip oluşu bunun en büyük nedenidir.
1980 yılı öncesi bu konuda, gençlik oyuna getirilmek istendi. Maalesef civan gibi binlerce genç hayatlarının baharında heba oldu. O günlerde bunların birçoğu üniversiteli gençlerimizdi. Eğer sağ olsaydılar bu günün eğitimli kadroları çok daha fazla olacaktı, dolayısıyla ülkemizin kalkınmışlık düzeyi bugünkünden katbekat fazla olacaktı.
Gençlerimiz Cumhuriyet Tarih’imizin en büyük bölünme ve parçalanma oyununa gelmek üzereyken o günün şartlarında olması gereken olmuştu. Yine bu milletin kendi bünyesinden doğmuş ve kendi çocuklarının oluşturduğu milli ordumuz olaya el koymuş, durum bertaraf edilmişti. Müdahalenin yapılmasından sonraki safha benim vurgulamak istediğim konunun tamamen dışındadır. Bu konuyu irdelemekte fayda görüyorum.
O günlerde yaşamış bir genç olarak, bizzat gözlemlediğim ortam aynen şöyleydi:
Ülkemiz tam bir kan gölüne dönmüştü. Vatanın çeşitli yerlerinde siyasi nedenle bir günde öldürülenlerinin sayısı onun altına düşmüyordu. Memleketin her tarafında bombalar patlıyor, bankalar soyuluyor, fabrikaların üretimine mani olunuyordu. Üniversite öğrencilerinin boykotları, yürüyüşleri, üniversitelerde can güveliğinin kalmayışı, ideolojik sendikal işçi hareketleri, kısacası tam bir kaos çıkıyordu karşımıza.
Polis asayişi sağlayamaz hale gelmişti. Devletin kurumlarında görev yapan memurlar ideolojik kamplara bölünmüş, kurumlar işlemez hale gelmişti. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bütünlüğü ve rejim hızla tehlikeli bir sona doğru gidiyordu.
Önceleri ufak tefek siyası münakaşalarla başlayan ideolojik kamplaşmalar daha sonra öğretim elemanlarının, öğrencilerin, partilerin, sivil toplum örgütlerinin başkan ya da üyelerinin, polislerin, jandarma erlerinin vs. gibi birçok vatan evladının ölümüne dönüşmüştür.
Sivil iktidarın ülkenin güvenlik ve asayişini sağlamakta zorlandığı, hatta çaresiz kaldığı aşikardı. Ortalık bir türlü durulmuluyordu. Her geçen gün insanlar öldürülüyor, katillerin çoğu yakalanamıyordu. Oynanan oyun sonucunda akan kanlar korkunç boyutlara ulaşıyordu. Ülke dışındaki düşmanların ülke içindeki uzantıları, milletin evlatlarını ne acıdır ki birbirine kırdırıyorlardı. Öyle ki aynı gün, aynı silahla karşıt görüşlü iki gruptan iki ayrı insanın ölümünü gerçekleştirecek kadar cirit atar hale gelmişti millet düşmanları. O günün şartları aynen böyleydi.
Gücünü kaybetmemiş, dinamizmini tarihinden alan ve sabrını milli karargahında saklayan Şanlı Türk Ordusunun, diğer bir deyişle milletin evlatlarından oluşan Türk Silahlı Kuvvetlerinin üzerine düşen görevi yapması gerekiyordu.
Yukarıda ifade ettiğim gibi o günün şartlarında seçilecek bir alternatif kalmamıştı. Hakimiyeti sağlayabilecek başka bir milli gücümüz yoktu. Kendimize ait, bölünmemiş, parçalanmamış tek kurumdu.
İhanet odaklarını, geçmişte olduğu gibi yine milletin ordusu görevini terine getirmek suretiyle yok edecekti.
Nihayet 12 Eylül 1980 tarihi geldiğinde eylem gerçekleştirildi.
Benim açıklamak istediğim ihtilal sonrası değildir ,ihtilalin yapılışına sebep olan haince planlardır. Bu planlar böl, parçala, yut taktiğinden oluşmaktaydı. Tek çare “Yek Vücut” olmaktı.
“Bu kara günleri ülkemize Allah bir daha hiç yaşatmasın!...”
Bizim insanımız hiç çekinmeden can verir, kan akıtır vatan toprağı,bayrağı ve devleti için. Çünkü biliriz ki bunlar olmayınca inanç özgürlüğünü yaşayamaz, geleneksel değerlerini kaybeder. Tabii ki şehitlik mertebesi de bunlar için can verildiğinde oluşur. Onu da çok iyi bilir ve onur sıfatı olarak hem fani(geçici) dünyada hem de ebedi dünyada taşınacak bir üstünlük olarak kabul eder.
Hep zor günlerde oluşur bu özellikler. Ütopik görüşler değildir bu anlattıklarım.
Yaşamın normal devam ettiği günlerde böyle fedakarlıklar görülmez. Zira her şey kendi akışında sürer. Anlatmak istediğim mesele zor günlerin yaşam şartlarında, daha doğrusu ülkemiz ve milletimizin huzur birlikteliğine mani olacak mihraklar oluştuğunda milletin genetik refleksleri harekete geçer. Tek ses, tek yürek ve de “Tek Vücut” olur bu toprakların insanları.
“ÇANAKKALE GEÇİLMEZ!”
“HERŞEY VATAN İÇİN!”
“VATAN BÖLÜNMEZ!”
“HEPİMİZ BİRİMİZ, BİRİMİZ HEPİMİZ İÇİN!”
“BİR ÖLÜR, BİN DİRİLİRİZ!”
Bu sloganlar artık insanımızın genetik şifreleri haline gelmiştir. Gerekli ortam oluştuğunda bu şifreler çözülür, hissi birer slogan olmaktan çıkar yaşanır söylemler haline dönüşür. Bir başka tarifle, manevi kor halinden, önce dumanlı alevlere, daha sonra da ateş alır ve yangına dönüşür. Bu yangın ancak zafere ulaşmakla söner. Yani gerekli olan bölünmezliği, bütünlüğü, vatan ve millet bağımsızlığını sağlamakla sonuçlanır.
Şükürler olsun ki bugüne kadar oynanan tüm oyunlar birlikteliğimizi bozamamıştır.
İnanıyoruz ve dua ediyoruz ki bundan sonra da bozulmayacaktır.
ŞEKİLCİLİKLE CENNETE VARILMAZ
Doğma büyüme İstanbul Fatih’li olmam münasebetiyle, kendimi bildim bileli bu beldenin tüm dini cemaat çevreleriyle temaslarım olmuştur.
Bu semtlerde geçen son kırk yılı çok iyi hatırlıyorum dersem, hiç de mübalağa etmemiş olurum. Yani son kırk yılı gayet iyi hatırlıyorum.
Türkiye’de bulunan iki büyük Nakşi Cemaati’nin dergah merkezlerinin bu ilçede olması(Çarşamba İsmail Ağa ve İskenderpaşa) ayrıca yine Karagümrük’teki Kadiri-Cerrahi dergahının burada bulunması, Şemsettin Yeşil dergahının Cerrahpaşa sahilinde yer alması hiç de tesadüfi değildir. Çünkü Fatih ilk İstanbul’dur.
Toplam yüz dört Osmanlı camii ve mescidi (bunların yirmi altısı ibadete açık, yetmiş sekizi ise virane veya yok olmuş) olan, seksen sekiz adet tekkeye sahip bulunan bir Osmanlı beldesidir Fatih.
Hali hazırda bu tekkelerin göz önünde olanları, mensuplarının tekke ve civarlarındaki yaşantılarından fark edilmektedir.
Ben de 1970 yılından beri, gerek arkadaşlarımın, gerekse akrabalarımın bazılarının bu camialara mensup oluşları münasebetiyle, zaman zaman bu gruplarla oturup kalkar, belli konularda konuşur ya da tartışırdım.
Cemaat liderlerinin son otuz beş yılda olanlarını şahsen tanırım. Yaşantılarını devamlı olamasa da izlerim.
Lise yıllarımda Fatih dışındaki bazı dergahlara da arkadaşlarla birlikte giderdik. Mesela Beşiktaş Yıldız’daki Yahya Efendi Dergahı bunlardan biriydi. Kasımpaşa Dolapdere’deki Uşşaki Tekkesi bir diğeriydi.
Bunları sıralamamın nedeni, bu müesseselerin(kurumların) görevlerinden, yüzyıllar önce kurulduklarındaki gayelerinden uzaklaştıklarını vurgulamak isteyişimdir. Bu cümleyi açacak olursak, her biri, insan ilişkilerini kuvvetlendirmek,zenginden toplayıp fakire dağıtmak, insan hak ve özgürlüklerine saygılı şahıslar yetiştirmek gayesinde olan, bu mütevazı kuruluşlar artık bu işlevlerini yerine getirememektedirler. Bir başka deyişle, günümüz dindarlarına cevap vermekte aciz duruma düşmektedirler. Son derece dar kalıplarda tıkanıp kalmışlar ve tamamen şekilcilikten öte gidemez hale gelmişlerdir.
Halbuki oluşumları organize eden şahıslar, yaşadıkları çağın fikir üreten insanları, has ve pişmiş olan lokomotif niteliğindeki öncüleriydiler. Uzun sürelerini ilmi çalışmalara harcamak suretiyle, insani değerler üzerinde ihtisaslaşarak toplum önderleri olduktan sonra bu kurumların başına getiriliyorlardı.
Bu özelliğe haiz önderler, beyin ve yüreklerinin uzun yıllar ürettikleri manevi ikilimi dışa yansıtmak suretiyle, şekilcilikten uzak örnek bir yaşamı çevrelerine yansıtmışlardır.
Kendi hayatlarını değil, çevrelerindeki insanların hayatlarını güzelleştirmenin ince nüanslarını zamanın şartlarına göre sunmuşlardır.
Bu sunuşlar o kadar doğal olurmuş ki zaten şekil ve şemal kendiliğinden son derece doğal olarak ortaya çıkarmış. Kesinlikle gösterişe dayalı olamazmış. Şekilcilik işin en son ve en kolay tarafıymış.
Aslında şekil ve şekilcilik hiç de önemli değilmiş.
Öyle olsaydı Tabtuk Emre, Yunus’u hemen dergahına almaz mıydı? Yunus’un cübbesi de vardı sarığı da!...
Ama ne oldu? Yunus önce bir sabır imtihanına tabi tutuldu. Tabtuk Emre onu sınadı. Yunus çile çekti, çalıştı çabaladı kendisine verilen görevi tam anlamıyla yapana kadar mücadelesini sürdürdü.
Bu anlattıklarımda şekil ya da dış görünüşle ilgili hiç bir emare var mı?...
Bu işin amacı; İnsanın olgunlaşması, egosunun yok edilmesi, nefsine hakimiyetinin sağlanması vs… gibi üstün özelliklerin kazanılması için yapılan uzun mesafeli bir koşudur.
Mevlana ise gel diyor, önce gel!...
Dilin, ırkın, rengin, dinin ne olursa olsun önce bir gel de tanışalım, konuşalım, bir irtibatlaşalım, sonra yolumuzu çizeriz. Dikkat edersek o da hiç şekil şemalden söz etmiyor.
Çünkü yegane hedef, gaye, ideal, ne derseniz deyin önemli olan, insanı gönül alıp veren gönül alışverişçisi yapmaktır.
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) Habeşistanlı Bilal’ın saf, berrak ama coşkulu ve güçlü yüreğinden doğan imanından kaynaklanan o muhteşem sesin güzelliğini ve etkileyici oluşunu tercih etmiştir. Afrika’dan gelmiş, belden yukarısı çıplak, saçları kıvırcık, siyah tenli, cahil bir zenci oluşuna hiç de bakmamıştır.
İslam inancı hayatımızın her köşesinde görebileceğimiz en güzel motiflerden oluşmuştur. Özellikle en güzel motifler diyorum, çünkü en güzel motifler en güzel renklerden oluşur. Gerçekten ebru ahengi ve görüntüsü yansıtır bu inanç sistemi. Tek renk değildir, tek tip hiç değildir .
Yüce Yaratan insana o kadar sayısız yetenekler vermiştir ki, bu yeteneklerin sonsuz zenginliğe sahip olan muhteşem inanç sistemi sayesinde, muazzam değerlere dönüşmesi kaçınılmazdır.
Milyonlarca hücreden oluştuğu, tıp bilim adamları tarafından ispatlanmış olan insan beyninin ürettiği, hayata yansıyan ürünlerini üç beş şekil ya da kalıp içinde mütalaa edersek yaradılışa ve Allah’ın emirlerinin birçoğuna ters düşeriz ki bu tam bir iflastır.
İnsanlar ölüm olayından sonraki ebedi hayatlarında huzurlu olmayı, dünya hayatındayken, gönül ve beyinlerinden üreterek insanlığa sundukları yararlı davranışlardan dolayı hak edeceklerdir.
ŞEKİL VE ŞEMALLERİNİN GÖRÜNÜMÜNE GÖRE DEĞİL!...
YÜREĞİNDEN KATARAK ÜRETMEK
Yeryüzünde insanlar bir şekilde birtakım şeyler üretir. Kimi insan hayatını sürdürebilmek, kimi insan ailesini geçindirebilmek, kimileri zengin olabilmek vs. için üretir. Ama bir üretmek vardır ki bu saydıklarımdan çok farklıdır. Bu farklı olanın üzerinde durarak konumuzu detaylı olarak izah etmeye çalışacağız.
Farklı üretmek; farklı gayret ve çalışma ile olacağı için, üretilen de üstün niteliklerde olacaktır. Bu farklı gayret ve çalışma sağdan soldan birilerinin teşviki ya da yol göstermesiyle olduğu zaman, o kişilerin desteği kesildiğinde faaliyet azalır, belki de tükenir.
Fakat üretmeyi insan kendi gücü, inancı ve de gayretini bir araya getirerek yapabiliyorsa, işte o zaman arzulanan üretim metoduna ulaşılmış olunur.
Kolektif bir çalışmada da bu olay böyledir yani üreten insanların içtenliği, inançlılığı, samimi gayretleriyle meydana getirdikleri emek ürünleri normalin üstündedir, boldur, dolu doludur ve bereketlidir.
Faydalanan ya da kullanan insanlara mutsuzluk vermez, problem oluşturmaz. Bilakis onlara fazla fazla doyum sağlar, beklenenin üzerinde memnuniyet verir.
Çünkü meydana getirilirken o kadar sahiplenilmiştir ki, üretim hatasız ve eksiksiz yapılmış olup kullanım uzun vadeli ve aynı zamanda teşekküre layık bir şekilde sonuçlanmış olur.