Gönderen Konu: Tam Hazmedemedim, Hazmedemeyeceksiniz  (Okunma sayısı 21340 defa)

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4381
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #15 : 01 Haziran 2009, 01:26:24 öö »
ŞEHİTLER KONUŞUYOR

   İstanbul’un eski ve nostaljik semtleri olduğu gibi tarihi ve manevi değerlere sahip olan kabristanları(mezarlıkları) da bir hayli fazladır.Bunlardan biri de EDİRNEKAPI ŞEHİTLİĞİ’DİR.

   Doğrusu burayı, özellikle gençlerimizin görmesini önemle tavsiye ederim. Aile kabristanımızın,bu şehitliğin karşısındaki Sakızağacı Şehitliği’nde olması münasebetiyle, burasını çocukluk yaşlarımdan beri bilirdim.Fakat duvarların arkasındaki muhtevayı(içeriği) daha sonraki yıllar öğrenebildim.

   Lise öğrencisi olduğum yıllarda İstiklal Şairimiz Merhum Mehmet Akif Ersoy’un kabrinin burada olduğunu öğrenmiştim.1970li yıllarda zaman zaman arkadaşlarımla gelirdim.Bağımsızlık aşığı bu örnek ve güzide insanın anıt  mezarını saygı, minnet ve rahmetle anmak suretiyle ziyaret ederdik.Ancak çok geniş bir alana yayılmış olan bu mezarlığın, şehitliklere ayrılmış olan bölümlerini bilmezdik.

   Sonradan farkına vardık ki İstiklal Şairimizin mezarı, manevi bir deryanın kıyısıymış.Bizler onu ziyaret edip ayrıldığımızda, bu deryanın kıyısına varıp oradan dönüyormuşuz.

   Edirnekapı Şehitliği’nde, bölümler halinde karşımıza çıkan bu şehitlikleri şu başlıklar altında toplayabiliriz;
   -Deniz  Şehitliği
   -Kara Şehitliği
   -Polis Şehitliği
   -İtfaiye Şehitliği
   -Kurtuluş Savaşı Şehitlikleri

   Fakat bütün bunların haricinde bir şehit grubu var ki, adeta ziyaretçileriyle konuşuyormuş hissi uyandırıyor insanda.

   Bu şehit grubu;1980li yıllarda başlayıp çok yoğun  olarak devam eden, 1994’te hızı kesilmiş ama tek tük de olsa bölücü örgüt tarafından, hayatlarının baharında şehit edilen vatan evlatlarından oluşmaktadır.

   Burada bambaşka bir alemi yaşıyorsunuz, kendinizi bambaşka bir ortam içerisinde buluyorsunuz.

   Derin bir sessizlik, kabristandaki çam ağaçlarının esen rüzgarla buluşmasından oluşan fısıltılar,sihirli ve gizemli bir ruhlar aleminin dünyadan görünen tarafı.

   Böyle bir havayı teneffüs etmeye başladığınız zaman zaten düşünce dünyanız ve duygularınızın galeyana gelmesiyle tamamen ortama yoğunlaşıyorsunuz.

   Şehit…Şehitlik…Şehit Anası…Şehit Babası…Şehit Eşi… Şehit Çocuğu… Şehit Ailesi…Şehit Yavuklusu…
Gencecik anakuzularının kurşunlanıp toprakla kucaklaşmaları…

   Aman Allahım, bütün bu kavramlar sizi manevi bir bombardımana tutuyorlar. Öyle tuhaflaşıyorsunuz ki, 4-5metre ötedeki şehitlik duvarının hemen arkasındaki ana caddenin yoğun ve işlek hayatından bile kopabiliyorsunuz.

   Şehitlik mertebesine ulaşmaktan başka hiçbir gayeleri olmadan canlarını seve seve vermiş olan bu millet evlatlarının kabirleri(mezarlıkları) tek tip projede ve mermerden olmak üzere Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından yaptırılmıştır. Aynı zamanda gayet hassasiyet ve sürekli olarak şehitliğin tamamının bakımı askerlerimiz tarafından yapılmaktadır.

   Size oradaki gerçek ve gerçek olduğu kadarda çok anlamlı tablolardan bir kesiti aktarmak istiyorum:

   Her şehit mezarının başında 40-50 santimlik mini gönderciklerde(bayrak direkçiklerinde) ay yıldızlı bayrağımız dalgalanmaktadır. Rüzgar biraz kuvvetli estiğinde, sanki o yatan şehitler diriliyorlar. Dirilip kalkan şehit, eline aldığı bayrakla sürünme vaziyeti alıyor ve topluca düşman üzerine hücum eden ordu birlikleri oluşuyor adeta. Çünkü rüzgarla, aynı anda bütün bayraklar birden dalgalanmaya başlıyor. İşte o an siz de artık, mana alemindeki bu bayraklı cengaverlere katılıp sonsuza doğru yol almaya başlıyorsunuz.

   Ayrıca şehit kabirlerinin mermer kitabelerindeki birer kıtalık şiirler ya da bizzat şehit olan Mehmetçiklerin üzerinden çıkan;kendi yazdıkları dörtlükler yüreğinizi göğsünüzden fırlatacak kadar etkiliyor. Bu kitabeleri okumaya başladığınızda ruh haliniz birden değişiyor. Kahrediyor,şok oluyorsunuz, kan dolaşımınız etkileniyor ve sinir sisteminiz allak bullak oluyor. Bu arada birinci, ikinci derken en fazla üçüncü kabrin başına geldiğinizde göz pınarlarınızın ister istemez dolduğunu ve yaşarmaya başladığını hissediyorsunuz. Gözyaşlarını dışarı akıtamayan insanların ise yürekleri parçalanıyor, ciğerleri yanmaya başlıyor.

   Şehitlikteki bu ziyaret, başlangıcından bitimine kadar İstanbul’un o keşmekeş, bitmek bilmeyen koşturmacasının dışına çıkartır ve tamamen ayrı bir dünyaya götürür ziyaretçiyi.

   İşte böyledir Edirnekapı Şehitliği…

   Harfler, kelimeler, cümleler ardı ardına geldiğinde ancak bu kıadar dile getirilebiliyor.Oysaki bu yazılanlar sadece o beldeye daveti sağlamak amacıyla, yapılmış bir ön tanıtım sunumudur.

   Benim his dünyamda, bu şüheda kabristanında yatan, ebedi hayatın ölümsüz pırlantaları, esen rüzgarın uğultularıyla birlikte konuşmaktadırlar.

   Onların aralarında gezerken, ben de manevi dünyamda sohbet alemlerine iştirak ediyor ve metafizik anlamda müthiş bir haz alıyorum.
 
   Yediden yetmişe herkesin gezip görmesini tavsiye ederim.

   Özellikle ilköğretim çağı dahil tüm öğrencilerin görmelerinin çok yararlar sağlayacağına inanıyorum.


                                FANİLİK BİLİNCİNDE OLMAK       

   İnsanın dünya nimetlerine aşırı bağımlılığı, ihtirasın artması, doyumsuzluğun şiddetlenmesine sebep olur. Bu hal ileri boyutlara ulaştığında insan yapısında dengeleri bozar. İnsanın ruh halini zedeleyen istek furyasına dönüşür. Tedavisi zor olan yaralara sebebiyet verir. İşin üstesinden gelmek, bu olayı bertaraf etmek, maddi ve manevi ağır maliyetlere yol açar.

   Yaratıcı, her şeyin ölçülü ve düzenli olması için, bir sürü tavsiyelerde bulunmuş, hatta emir tarzında ayetlerle insanoğlunu uyarmıştır. Bu uyarılara kulak verip, yaşam tarzlarına serpiştirenler daima kazançlı çıkmışlardır. Doğal olarak da hayat boyu huzuru elde etmişlerdir.

   Ufak mutluluklar peşinde koşanlar hesaplarını maddi ve sığ, aynı zamanda basit yaparlar. Bundan dolayıdır ki hayal kırıklıklarına uğrarlar ve istikrarlı yaşamı yakalayamazlar.

   Huzuru bulmanın, huzurlu kalmanın, huzurlu yaşamanın tek temel unsuru fanilik bilincini kavramakla olur. Bu anlayışı keşfeden insan; tutarlı, dengeli ve huzur dolu bir hayat yaşar. Konuyu açacak olursak şu cümleleri rahatlıkla açabiliriz:

•   Faniliği içine sindirmiş insanda aşırı mal mülk hırsı oluşmaz.
•   Aşırı mal mülk hırsı olmayan insanda ise, asrımızda insanoğlunun korkulu rüyası haline gelmiş olan stres oluşmaz.
•   Sakin ve sade bir dünya hayatı geçirir.
•   Sağlıklı kararlar alan, insanlara faydalı imkanlar üreten, doğru sonuçlara ulaşan şahıslar olurlar.
•   Paylaşma güdüsü yüksek olan insanlardır.
•   Bilimsel kişilikleri varsa, bilgilerinden çevrelerine karşılıksız faydalar sağlarlar.

   Bu maddeleri çoğaltmak mümkündür.

   Geçmişte mütevazı hayat yaşamış, olgun ve örnek insanlar hep bu tür özellikleri hayatlarına yansıtmışlar, çevrelerine daima moral vermişlerdir. Güzel ve ahenkli münasebetlerin oluşumuna ve hayata yansımasına destek olmuşlardır.
 
   Dünyada, ömür dediğimiz zaman diliminin, tüm ademoğlu için kısa veya uzun ne kadar olursa olsun, bir başlangıcı, bir de bitişi vardır.

   Bu zaman dilimi içinde yaşanan insan hayatını bir filme benzetelim. Bu film bir kez gösterime girmiş ve daha sonra vizyondan kaldırılmış, bir daha kesinlikle seyredemeyeceğimiz bir film olsun. Filmin kahramanı tek bir kişidir, o da bir fanidir. Artık kendisi kabul etse de etmese de rolünü oynamış bitirmiştir.

   Sesiyle, sözüyle, mimiğiyle, jestiyle, fani rolünü canlandırmışsa zaten o dünya hayatında “Altın Adam” ödülünü almıştır.

   Fanilik bilincine varmış insanlar için,belli bir dönemden sonra kadere teslimiyet yeni bir güç oluşturur. Bu güç insan hayatında ayrı bir motivasyon oluşturur. Huzurun devamını tetikleyici unsurlardan biri olarak ortaya çıkar.

   “Fanilik Bilincinde Olmak” inançlı insanların felsefesidir. Bu bilinç iki dünyayı birbirinin devamı olarak kabul edenler için geçerlidir. Hepimizin bildiği gibi ölüm dediğimiz olaydan önceki dönem; başlangıcı ve bitişi belli olan dönemdir. Ölüm olayından sonraki dönem ise başlangıcı belli olan, bitişi belli olmayan(sonsuz) olan dönemdir.

   Allah ve kanunlarına inananlar için ölüm öncesi yaşam süresi insanoğlunun sınav dönemidir. Sınav sonuçları ise ölüm sonrası sonsuz olan yaşamda şartları oluşturacaktır.

   İyi sınav sonuçları alanlar dünya okulundan mezun olurken hak ettikleri diploma derecesine göre yeni ve sonsuz hayatlarına atılacaklardır. hak edilenlerin tam karşılığının alınacağı, adil ve mükemmel olan hayatı yine adil ve mükemmel olan Evrenlerin Sahibi layık olanlara “Rabbinizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun” (3/133) müjdesiyle sunacaktır.

   Yazımızı toparlayacak olursak:

   Ölüm öncesi yaşadığımız dünya hayatının faniliğini(geçiciliğini) içimize sindirdiğimizde huzurlu yaşarız.

   Huzurlu yaşamı yakalamış olan kişinin sınavları çok kolay geçer.

   Dünya hayatında sıkıntı sözcüğü ile karşılaşmaz, karşılaşmış olsa bile aşması kolay olur.

   O halde gelin “Fanilik Bilincinde Olmak” söylemi üzerinde kafa yoralım ve sonuçta huzuru yakalayalım.



psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4381
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #16 : 01 Haziran 2009, 01:27:24 öö »
YEK(TEK) VÜCUT OLMAK

   “Kuvvetlerin birliğinden büyük güçler ve beraberlikler oluşur.”

   Rasgele söylenmiş, ortaya atılmış bir söz değildir bu. Yaşanmış olayların sonucunda, ortaya çıkmış tecrübelere dayalı, anlamlı ve tartışılmaz bir cümledir.

   Her insanın daha çok başarılı olduğu bir yönü vardır. Yani ağır basan, kabiliyet açısından farklılık gösteren bir tarafı vardır. Bu farklılıklar insanoğlunun ağırlıklı özellikleridir.

   Bilimadamlarının  son yıllarda yaptıkları çalışmalarda bu detaylar üzerinde durulmakta ve müspet sonuçlar alınmaktadır.

   Benim bu konuda söyleyeceklerim kendi ülkem ve kendi insanımla ilgili olanlardır.

   Anadolu topraklarında yüzyılların getirdiği birtakım kurallaşmış güzel hasletler(huylar) vardır. Birliktelik, omuz omuza verme, iyi ve kötü günde yan yana olma vs. gibi. Birlikten güç doğar felsefesi hedefimiz olmuş hep uzak durmuşuz bölünmekten ve parçalanmaktan. Görmüşüzdür ki çevremizde ya da dünyadaki ülkelerde, bu oyuna gelenler hep perişan olmuş, mahvolmuşlardır.

   Son yıllarda bazı söylenti ya da ufak çapta görülen oylalar varsa da, bunların temel değişikliklere sebep olması kesinlikle mümkün değildir. Çünkü bizim toplumumuzun psikolojik, sosyolojik, tarihsel değer ve bağları birçok toplumdan farklıdır.

   Bölünme ya da parçalanmaya karşı, kelimelerle izahını yapamayacağımız reflekslerimiz vardır. Bu refleksler, yüzyıllardır aynı toprakları paylaşan insanların, kendine özgü yaşam tarzlarından geliştirip kalkan haline getirdikleri önleyici tedbir unsurlarıdır.

   Birliktelik, toplumsal dayanışma, ailesel yaşam halkımızın genetiğinde aynen yüzyıllardır süregeldiği şekilde mevcuttur. Hatta o kadar ki, basın ve yayın organlarımızdaki  görsel ve işitsel negatif haberler, bu konuda insanımızı ailesiyle yakın çevresiyle daha çok dayanışamaya, iç içe olmaya, içtenliğe motive etmektedir.

   Kutsal kitabımız Kur’an’da “Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız.” Ayeti işin inanç bakımından temel taşıdır. Toplumumuz manevi anlamda da bu anlayışa göre şekillenir. Bizim halkımız her şeye rağmen Yaratıcı’nın tekliğinde, birleşmeden yana olmuş ve birlik zamanı geldiğinde, o gayede omuz omuza vermekte son derece süratli hareket etmiştir.

   Ülkemiz insanının ve vatan topraklarımızın bölünmez bir bütün oluşu “Yek Vücut” olma özelliğimizden başka bir şey değildir.

   Bizim ortak doğrularımız, ortak denge unsurlarımız, ortak inandıklarımız daha doğrusu bir sürü ortaklıklarımız vardır.

   Bizler, birbirimizden üstün kabiliyet ve becerilerimizi, birlikteliğimizi sağlamakta maharetli bir milletiz. Milletimizin birlik olma “Yek Vücut” olmak konusunda sloganlaşmış söylemleri vardır. Bunların ifade ettiği anlamları bu toprakların anaları, babaları, gelinleri, bacıları, nineleri, dedeleri ve kısacası tüm yaşayanları şeref ve şan mertebeleri kabul ederler.

   Sancılı dönemlerde beraberliğin ve birliğin oluşumunda, amaca varmada, heyecanın meydana gelmesinde, bu söylemler aniden devreye girer ve fiili birlikteliği sağlar.

   Anadolu birliğini defalarca bölmek, bizleri parçalamak isteyenler geçmişte oldukça çok olmuştur, halen de vardır, gelecekte de olacağı kaçınılmazdır. Çünkü güzel vatanımızın coğrafi ve stratejik konumu, ayrıca binlerce yıllık kültür mirasına sahip oluşu bunun en büyük nedenidir.
   1980 yılı öncesi bu konuda, gençlik oyuna getirilmek istendi. Maalesef civan gibi binlerce genç hayatlarının baharında heba oldu. O günlerde bunların birçoğu üniversiteli gençlerimizdi. Eğer sağ olsaydılar bu günün eğitimli kadroları çok daha fazla olacaktı, dolayısıyla  ülkemizin kalkınmışlık düzeyi bugünkünden katbekat  fazla olacaktı.  

   Gençlerimiz Cumhuriyet Tarih’imizin en büyük bölünme ve parçalanma oyununa gelmek üzereyken o günün şartlarında olması gereken olmuştu. Yine bu milletin kendi bünyesinden doğmuş ve kendi çocuklarının oluşturduğu milli ordumuz olaya el koymuş, durum bertaraf edilmişti. Müdahalenin yapılmasından sonraki safha benim vurgulamak istediğim konunun tamamen dışındadır. Bu konuyu irdelemekte fayda görüyorum.

   O günlerde yaşamış bir genç olarak, bizzat gözlemlediğim ortam aynen şöyleydi:

    Ülkemiz tam bir kan gölüne dönmüştü. Vatanın çeşitli yerlerinde siyasi nedenle bir günde öldürülenlerinin sayısı onun altına düşmüyordu. Memleketin her tarafında bombalar patlıyor, bankalar soyuluyor, fabrikaların üretimine mani olunuyordu. Üniversite öğrencilerinin boykotları, yürüyüşleri, üniversitelerde can güveliğinin kalmayışı, ideolojik sendikal işçi hareketleri, kısacası tam bir kaos çıkıyordu karşımıza.

   Polis asayişi sağlayamaz hale gelmişti. Devletin kurumlarında görev yapan memurlar ideolojik kamplara bölünmüş, kurumlar işlemez hale gelmişti. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bütünlüğü ve rejim hızla tehlikeli bir sona doğru gidiyordu.

   Önceleri ufak tefek siyası münakaşalarla başlayan ideolojik kamplaşmalar daha  sonra öğretim elemanlarının, öğrencilerin, partilerin, sivil toplum örgütlerinin başkan ya da üyelerinin, polislerin, jandarma erlerinin vs. gibi birçok vatan evladının ölümüne dönüşmüştür.

   Sivil iktidarın ülkenin güvenlik ve asayişini sağlamakta zorlandığı, hatta çaresiz kaldığı aşikardı. Ortalık bir türlü durulmuluyordu. Her geçen gün insanlar öldürülüyor, katillerin çoğu yakalanamıyordu. Oynanan oyun sonucunda akan kanlar korkunç boyutlara ulaşıyordu. Ülke dışındaki düşmanların ülke içindeki uzantıları, milletin evlatlarını ne acıdır ki birbirine kırdırıyorlardı. Öyle ki aynı gün, aynı silahla karşıt görüşlü iki gruptan iki ayrı insanın ölümünü gerçekleştirecek kadar cirit atar hale gelmişti millet düşmanları. O günün şartları aynen böyleydi.

   Gücünü kaybetmemiş, dinamizmini tarihinden alan ve sabrını milli karargahında saklayan Şanlı Türk Ordusunun, diğer bir deyişle milletin evlatlarından oluşan Türk Silahlı Kuvvetlerinin üzerine düşen görevi yapması gerekiyordu.

   Yukarıda ifade ettiğim gibi o günün şartlarında seçilecek bir alternatif kalmamıştı. Hakimiyeti sağlayabilecek başka bir milli gücümüz yoktu. Kendimize ait, bölünmemiş, parçalanmamış tek kurumdu.

   İhanet odaklarını, geçmişte olduğu gibi yine milletin ordusu görevini terine getirmek suretiyle yok edecekti.

   Nihayet 12 Eylül 1980 tarihi geldiğinde eylem gerçekleştirildi.

   Benim açıklamak istediğim ihtilal sonrası değildir ,ihtilalin yapılışına sebep olan haince planlardır. Bu planlar böl, parçala, yut taktiğinden oluşmaktaydı. Tek çare “Yek Vücut” olmaktı.

   “Bu kara günleri ülkemize Allah bir daha hiç yaşatmasın!...”

   Bizim insanımız hiç çekinmeden can verir, kan akıtır vatan toprağı,bayrağı  ve devleti için. Çünkü biliriz ki bunlar olmayınca inanç özgürlüğünü yaşayamaz, geleneksel değerlerini kaybeder. Tabii ki şehitlik mertebesi de bunlar için can verildiğinde oluşur. Onu da çok iyi bilir ve onur sıfatı olarak hem fani(geçici) dünyada hem de ebedi dünyada taşınacak bir üstünlük olarak kabul eder.

   Hep zor günlerde oluşur bu özellikler. Ütopik görüşler değildir bu anlattıklarım.

   Yaşamın normal devam ettiği günlerde böyle fedakarlıklar görülmez. Zira her şey kendi akışında sürer. Anlatmak istediğim mesele zor günlerin yaşam şartlarında, daha doğrusu ülkemiz ve milletimizin huzur birlikteliğine mani olacak mihraklar oluştuğunda milletin genetik refleksleri harekete geçer. Tek ses, tek yürek ve de “Tek Vücut” olur bu toprakların insanları.

   “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ!”
   “HERŞEY VATAN İÇİN!”
   “VATAN BÖLÜNMEZ!”
   “HEPİMİZ BİRİMİZ, BİRİMİZ HEPİMİZ İÇİN!”
   “BİR ÖLÜR, BİN DİRİLİRİZ!”

   Bu sloganlar artık insanımızın genetik şifreleri haline gelmiştir. Gerekli ortam oluştuğunda bu şifreler çözülür, hissi birer slogan olmaktan çıkar yaşanır söylemler haline dönüşür. Bir başka tarifle, manevi kor halinden, önce dumanlı alevlere, daha sonra da ateş alır ve yangına dönüşür. Bu yangın ancak zafere ulaşmakla söner. Yani gerekli olan bölünmezliği, bütünlüğü, vatan ve millet bağımsızlığını sağlamakla sonuçlanır.

   Şükürler olsun ki bugüne kadar oynanan tüm oyunlar birlikteliğimizi bozamamıştır.

   İnanıyoruz ve dua ediyoruz ki bundan sonra da bozulmayacaktır.
  
                        


                             ŞEKİLCİLİKLE CENNETE VARILMAZ

   Doğma büyüme İstanbul Fatih’li olmam münasebetiyle, kendimi bildim bileli bu beldenin tüm dini cemaat çevreleriyle temaslarım olmuştur.

   Bu semtlerde geçen son kırk yılı çok iyi hatırlıyorum dersem, hiç de mübalağa etmemiş olurum. Yani son kırk yılı gayet iyi hatırlıyorum.

   Türkiye’de bulunan iki büyük Nakşi Cemaati’nin dergah merkezlerinin bu ilçede olması(Çarşamba İsmail Ağa ve İskenderpaşa) ayrıca yine Karagümrük’teki Kadiri-Cerrahi dergahının burada bulunması, Şemsettin Yeşil dergahının Cerrahpaşa sahilinde yer alması hiç de tesadüfi değildir. Çünkü Fatih ilk İstanbul’dur.

   Toplam yüz dört Osmanlı camii ve mescidi (bunların yirmi altısı ibadete açık, yetmiş sekizi ise virane veya yok olmuş) olan, seksen sekiz adet tekkeye sahip bulunan bir Osmanlı beldesidir Fatih.

   Hali hazırda bu tekkelerin göz önünde olanları, mensuplarının tekke ve civarlarındaki yaşantılarından fark edilmektedir.

   Ben de 1970 yılından beri, gerek arkadaşlarımın, gerekse akrabalarımın bazılarının bu camialara mensup oluşları münasebetiyle, zaman zaman bu gruplarla oturup kalkar, belli konularda konuşur ya da tartışırdım.

   Cemaat liderlerinin son otuz beş yılda olanlarını şahsen tanırım. Yaşantılarını  devamlı olamasa da izlerim.

   Lise yıllarımda Fatih dışındaki bazı dergahlara da arkadaşlarla birlikte giderdik. Mesela Beşiktaş Yıldız’daki Yahya Efendi Dergahı bunlardan biriydi. Kasımpaşa Dolapdere’deki Uşşaki Tekkesi bir diğeriydi.

   Bunları sıralamamın nedeni, bu müesseselerin(kurumların) görevlerinden, yüzyıllar önce kurulduklarındaki gayelerinden uzaklaştıklarını vurgulamak isteyişimdir. Bu cümleyi açacak olursak, her biri, insan ilişkilerini kuvvetlendirmek,zenginden toplayıp fakire dağıtmak, insan hak ve özgürlüklerine saygılı şahıslar yetiştirmek gayesinde olan, bu mütevazı kuruluşlar artık bu işlevlerini yerine getirememektedirler. Bir başka deyişle, günümüz dindarlarına cevap vermekte aciz duruma düşmektedirler. Son derece dar kalıplarda tıkanıp kalmışlar ve tamamen şekilcilikten öte gidemez hale gelmişlerdir.

   Halbuki oluşumları organize eden şahıslar, yaşadıkları çağın fikir üreten insanları, has ve pişmiş olan lokomotif niteliğindeki öncüleriydiler. Uzun sürelerini ilmi çalışmalara harcamak suretiyle, insani değerler üzerinde ihtisaslaşarak toplum önderleri olduktan sonra bu kurumların başına getiriliyorlardı.

   Bu özelliğe haiz önderler, beyin ve yüreklerinin uzun yıllar ürettikleri manevi ikilimi dışa yansıtmak suretiyle, şekilcilikten uzak örnek bir yaşamı çevrelerine yansıtmışlardır.

   Kendi hayatlarını değil, çevrelerindeki insanların hayatlarını güzelleştirmenin ince nüanslarını zamanın şartlarına göre sunmuşlardır.

   Bu sunuşlar o kadar doğal olurmuş ki zaten şekil ve şemal kendiliğinden son derece doğal olarak ortaya çıkarmış. Kesinlikle gösterişe dayalı olamazmış. Şekilcilik işin en son ve en kolay tarafıymış.

   Aslında şekil ve şekilcilik hiç de önemli değilmiş.

   Öyle olsaydı Tabtuk Emre, Yunus’u hemen dergahına almaz mıydı? Yunus’un cübbesi de vardı sarığı da!...

   Ama ne oldu? Yunus önce bir sabır imtihanına tabi tutuldu. Tabtuk Emre onu sınadı. Yunus çile çekti, çalıştı çabaladı kendisine verilen görevi tam anlamıyla yapana kadar mücadelesini sürdürdü.

   Bu anlattıklarımda şekil ya da dış görünüşle ilgili hiç bir emare var mı?...

   Bu işin amacı; İnsanın olgunlaşması, egosunun yok edilmesi, nefsine hakimiyetinin sağlanması vs… gibi üstün özelliklerin kazanılması için yapılan uzun mesafeli bir koşudur.

   Mevlana ise gel diyor, önce gel!...

   Dilin, ırkın, rengin, dinin ne olursa olsun önce bir gel de tanışalım, konuşalım, bir irtibatlaşalım, sonra yolumuzu çizeriz. Dikkat edersek o da hiç şekil şemalden söz etmiyor.

   Çünkü yegane hedef, gaye, ideal, ne derseniz deyin önemli olan, insanı gönül alıp veren gönül alışverişçisi yapmaktır.

   Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) Habeşistanlı Bilal’ın saf, berrak ama coşkulu ve güçlü yüreğinden doğan imanından kaynaklanan o muhteşem sesin güzelliğini ve etkileyici oluşunu tercih etmiştir. Afrika’dan gelmiş, belden yukarısı çıplak, saçları kıvırcık, siyah tenli, cahil bir zenci oluşuna hiç de bakmamıştır.

   İslam inancı hayatımızın her köşesinde görebileceğimiz en güzel motiflerden oluşmuştur. Özellikle en güzel motifler diyorum, çünkü en güzel motifler en güzel renklerden oluşur. Gerçekten ebru ahengi ve görüntüsü yansıtır bu inanç sistemi. Tek renk değildir, tek tip hiç değildir .

   Yüce Yaratan insana o kadar sayısız yetenekler vermiştir ki, bu yeteneklerin sonsuz zenginliğe sahip olan muhteşem inanç sistemi sayesinde, muazzam değerlere dönüşmesi kaçınılmazdır.
  
   Milyonlarca hücreden oluştuğu, tıp bilim adamları tarafından ispatlanmış olan insan beyninin ürettiği, hayata yansıyan ürünlerini üç beş şekil ya da kalıp içinde mütalaa edersek yaradılışa ve Allah’ın emirlerinin birçoğuna ters düşeriz ki bu tam bir iflastır.

   İnsanlar ölüm olayından sonraki ebedi hayatlarında huzurlu olmayı, dünya hayatındayken, gönül ve beyinlerinden üreterek insanlığa sundukları yararlı davranışlardan dolayı hak edeceklerdir.

   ŞEKİL VE ŞEMALLERİNİN GÖRÜNÜMÜNE GÖRE DEĞİL!...  

  
                         YÜREĞİNDEN KATARAK ÜRETMEK    

   Yeryüzünde insanlar bir şekilde birtakım şeyler üretir. Kimi insan hayatını sürdürebilmek, kimi insan ailesini geçindirebilmek, kimileri zengin olabilmek vs. için üretir. Ama bir üretmek vardır ki bu saydıklarımdan çok farklıdır. Bu farklı olanın üzerinde durarak konumuzu detaylı olarak izah etmeye çalışacağız.

   Farklı üretmek; farklı gayret ve çalışma ile olacağı için, üretilen de üstün niteliklerde olacaktır. Bu farklı gayret ve çalışma sağdan soldan birilerinin teşviki ya da yol göstermesiyle olduğu zaman, o kişilerin desteği kesildiğinde faaliyet azalır, belki de tükenir.

   Fakat üretmeyi insan kendi gücü, inancı ve de gayretini bir araya getirerek yapabiliyorsa, işte o zaman arzulanan üretim metoduna ulaşılmış olunur.

Kolektif bir çalışmada da bu olay böyledir yani üreten insanların içtenliği, inançlılığı, samimi gayretleriyle meydana getirdikleri emek ürünleri normalin üstündedir, boldur, dolu doludur ve bereketlidir.
   Faydalanan ya da kullanan insanlara mutsuzluk vermez, problem oluşturmaz. Bilakis onlara fazla fazla doyum sağlar, beklenenin üzerinde memnuniyet verir.

   Çünkü meydana getirilirken o kadar sahiplenilmiştir ki, üretim hatasız ve eksiksiz yapılmış olup kullanım uzun vadeli ve aynı zamanda teşekküre layık bir şekilde sonuçlanmış olur.


                                      

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4381
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #17 : 01 Haziran 2009, 01:28:12 öö »
  İSTANBUL AŞKI

   Zaman zaman İstanbul’la ilgili gazete haberlerinde, televizyon konuşmalarında, radyo programlarında ya da sohbetler sırasında şöyle bir cümle duyarız;

   “Ben bir İstanbul aşığıyım.”

   İstanbul’a nasıl aşık olunur?

   Nedir aşık olunacak kadar bu şehrin sırrı?

  Bu şehrin çekiciliği nereden kaynaklanıyor?

  Bu soruların cevaplarını yazılı ifadelerle vermek çok zor. Daha doğrusu satırlara dökerek doyurucu bir sonuca varmanın mümkün olamayacağını düşünüyorum.

   Fakat ne kadar hoş ve anlamlı bir cümle değil mi?

   Bir şehre aşık olunmuş, o şehir sevgili olmuş hem de aşık olunacak kadar sevilmiş.

   Tarih boyunca, gizemini hisseden insan ya da kurumlar, bu şehrin yaşaması için ellerinden geleni yapmışlar.

   Tarihi dokusuna baktığımızda, ana renklerin Ceneviz, Bizans ve Osmanlı olduğunu görürüz.

   Bu şehirde kültürler birbirini kucaklamış, birbirine misafir olmuş ancak yeni kültür eskisini talan etmemiştir. Adeta eski kültürün misafirperverliğine saygı göstermiştir. Teşekkür edercesine eskisini bozmadan, incitmeden birlikte getirdiği yeni, kendi kültür birikimini, şehri zenginleştirmede kullanmıştır.

   Dünyanın incisi olarak vasıflandırılan bu şehir için, duygularım beynimde şu mesajı oluşturuyor.

   Medeniyetlerin bu kadar sarmaş dolaş olduğu bu şehir, yüzyıllarca özveride bulunmuş insanların, gönül pınarlarından akan berrak sulardan oluşmuş bir derya birikimi olduğu için, insanların kendine aşık olmasına neden olmaktadır.

   Ah, keşke son yıllarda, sırılsıklam aşık olsa da bu şehre herkes, layık olduğu gerçek değerine ulaşsa. Can’ı gönülden temennimiz odur.

 
                                    AYASOFYA’DA EZAN
   
   Eski cumhur başkanlarımızdan Fahri Korutürk’ün doğduğu ev ve evin bulunduğu sokaktaki diğer yapılar, aslına uygun olarak restorasyona tabi tutularak, bir Osmanlı Sokağı görüntüsü oluşturulmuştur.

   Bu sokak, Topkapı Sarayı’nın giriş kapısı ile Ayasofya’nın Saray’a bakan duvarlarının bitiminden sola dönülüp, Gülhane Parkı’nın kapısına inen, yokuş yoldur.

   “Soğuk Çeşme Sokağı”  adı altında toplanmış olan bu nostaljik mekanlar grubunu, İstanbul’da yaşayıp da çok sık ziyaret edenlerden biri olduğuma inanıyorum. Bunun nedeni, oralarda gezerken gördüğüm nesneler, duyduğum sesler, teneffüs ettiğim hava ve hissiyatım beni gerçekten bir yerlere taşıyor. Tabii ki o an düşüncelerim harekete geçiyor, coşuyor ve atalarımızın yaşadığı kültürel hayatın özlemiyle gönül dünyamda acı çekerek yoğun bir üzüntü yaşıyorum.

   Fakat o hayatı yaşayamadığım halde, sanki sönmüş bir ateşin kalıntılarına ait kor ısısında üşümesini az da olsa gideren birisi olarak şükrediyorum.

   “Onları rahmetle anar, Yüce Yaratan’dan ruhlarının şad olmasını dilerim.”

   Yine Soğuk Çeşme Sokağını ziyaret ettiğim günlerden biriydi. Vakit olarak yatsı anıydı,yanımda eşim ve kızım vardı. Aynı sokaktaki Konuk Otel isimli restore edilmiş ,eski konağın bahçesini geziyorduk. Ulu ağaçları ve bahçe düzenlemesindeki tarihi dokuyu, ay ışığının yansımaları altında seyretme mutlululuğunu yaşıyorduk. O an Sultanahmet semti civarındaki camilerden ezan sesleri yükselmeye başladı. Vaktin geç olması münasebetiyle, trafiğin yoğun olmayışından dolayı, sessizlik hakimdi. Tarihi yarımadadaki ezanların, minarelerden gökkubeye yükselişi,adeta doğal, manevi ve ilahi bir seremoniyi andırıyordu. Ailece bulunduğumuz yerde sükunete bürünmüştük. Minarelerin birer enstrüman, müezzinlerin ise bu enstrümanları seslendiren müzisyenler, bunların tamamının da sanki İstanbul’a konser veren bir ezanlar orkestrası olduğunu hissetmiştik. Ben şahsen daha da ileri giderek diyorum ki; Dinlediğimiz  bu çok sesli ezanlar topluluğu, ilahi özgürlük ve huzura davet orkestrasıydı.

   Ezanların tamamı bitmişti;

   Olayın manevi hazzı duygularımı sonsuz derecede yükseltmiş, sanki fiziki varlığım yok olmuş, ruhum coşmakta, ezan sesleri bedenimi arşa doğru taşımaktaydı. Kendimi sema dönen, Mevlevi semazen gibi hissediyordum.

   Yavaş yavaş yürümeye başladık. Yeni bir ezan daha başlıyordu. Bu, geç kalmış bir müezzindi. Bulunduğumuz yeri birkaç dakika önce terk etseydik, bu geç kalmış adamın sesini duymayacaktık.

   Bir anda, yaşadığım muhteşem zaman dilimi, ezana hiç yakışmayan çok berbat diyebileceğim bir sesle, duygularımdan ve ruhumdan koptu gitti.

   Aman Ya Rabbim. Ne Ayasofya’nın minarelerinin şanına, ne İstanbul’un fethinde, ilk Cuma Namazı’nın kılındığı Ayasofya’nın kendisinsin tarihe verdiği o büyük mesaja, ne de az önce dinlediğimiz ezanlar seremonisinin mükemmelliğine hiç ama hiç yaraşmıyordu. Ezanın anlamından ve ruhundan fersah fersah uzak, kötü ama çok kötü bir sesti.

   Allak bullak oldum…
 
   Tabiri caizse, tam bir vurgun yedim.

   “Ayasofya açılsın.” Diye yıllar yılı bağırılıp çağırılır bu ülkede. Allah aşkına, şöyle kendi kendimizi bir sorgulayalım.

   Çağ değiştiren bir hükümdarın, dünyayı kucaklarcasına, geniş ufuklu bir bakış açsıyla, Cuma Namazı’nı kıldığı, dünyanın ortak mabedi diyebileceğimiz bu esere, güzel sesli bir müezzini bile tayin edememişiz. Bu simge eseri,layık olduğu değerde sunabilmiş miyiz, dünya kültür sofrasına?
 
   Hayır…

   İşte ezan konusundaki hayal kırıklığımız ortada.
 
   Arzumuz odur ki; Fatih’in, Ulubatlı’nın, fetih şehitlerinin şanına hürmeten, lütfen FETİH RUHU’NUN yüceliğine yaraşır bir ezan adamı(müezzin) bulunsun Ayasofya’ya.

   Ayasofya da o muhteşem ezanlar topluluğunda bulunsun…


                                         ÖZGÜRLÜĞE ÇAĞRI
                                                    (EZAN)

   Çağırmak, bağırmak, seslenmek… Yeryüzünde yaşayan insanın çevresindeki boşluğa veya gökkubeye doğru haykırışı. Tabii ki en haz verici olanı ikincisidir.

   Bu haykırış; İnsanın yaradılışındaki özgürlük, kula kul olmama özleminin topluma ilan edilmesidir.

   Özgürlük için haykırmak onun şanına leke sürerek olmaz. Yani isyan ile özgürlük gelmez, ancak; Sefillik ya da rezillik gelir. Günümüzde örneklerine rastlamak oldukça çoktur.

   Özgürlük insan için kutsaldır.

   Yaradan’ın, yarattıklarının arasında, öncelikle insana daha geniş kapsamlı verdiği bir özelliktir, daha doğrusu bir üstünlüktür.

   Hiçbir insan, bir başka insanın özgürlüğünü kendi inisiyatifi altına alamaz. İnsan özgürlüğü ancak Yaratıcı’nın inisiyatifine tabi olur, bu tabi oluş bile belli bir sınırdan sonra başlar. İnsan özgürlüğü; Belli bir sınıra kadar Allah’ın dahi karışmadığı hayatın içindeki gerçeklerden biridir.

   Kısacası insan yaşamında hiçbir şekilde kula kulluk yoktur.

   Kulluk, ancak Allah’a şükür ve teşekkür usullerini harfiyen yerine getirmekle olur. Söz konusu usullerden biri de namaz ibadetidir. Bu ibadetin vaktini hatırlatmak, çevreye duyurmak amacıyla namaz öncesi yapılan bir uyarı şekli vardır. Hepimizce malumdur ki, bu çağrı usulüne “EZAN” adı verilir.

   Yazımızın başlığı bu konu ile ilgili olmasına rağmen, direk konuya giremedim. Çünkü açıklanması gereken asıl konu, ilmihal bilgisinden çok farklı boyutta olmalıydı. Böyle bir açıdan, daha doğrusu insan ve insan topluluklarını ilgilendirmesi yönüyle olaya baktım. Bu bakış açısının sonunda, görüşlerim ve hissettiklerim şunlar olmuştur.
   “EZAN: İnsanın özgür iradesini, adeta Allah’a yönlendiren ilahi bir tını, bir akış, bir şelale şırıltısıdır. Serinlemeye, hafiflemeye, ferahlamaya davettir.”

   Sonuç olarak;

   Ezan: güzel bir sesle okunduğunda, ilahi haz ve huşu içinde icra edildiğinde, çevreye ve gökkubbeye özgürce haykırış olup,

   “ALLAH’A YÖNELİN, ÖZGÜRCE HER İSTEDİĞİNİZİ YALNIZ ONDAN TALEP EDİNİZ.” çağrısıdır.


 
                                            FOTOĞRAFLAR

                                      Hiç yalan söylemez onlar…         
                                      Nişanlar, düğünler, ölenler, kalanlar…
                                      Durdurulmuş zaman içerisinde sunulur,
                                      Kimse inkar edemez yansımalarını.

                                      Fotoğraflar, fotoğraflar, fotoğraflar…
                                      Ne olur bu kadar üstüme gelmeyin,
                                      Kaldıramaz oldum yükünüzü,
                                      Ne olur yılların hüznünü yansıtmayın bana.

                                      Nazar deyen bir bebeğe dönüyorum,
                                      Sizleri albüm yapraklarında gördüğümde,
                                      Felak ve nas okutuyorsun bana,
                                      Kendime gelip, toparlanayım diye.

                                      Fotoğraflar;
                                      Sizlere bakan gözlerin, pınarları çatlıyor,
                                      Akan yaşların, dinmesi çok zor oluyor,
                                      Yapmacık ve sahtesi, hiçbir zaman olmuyor.

                                      İyi ki çekmişiz fotoğrafları,
                                      İyi ki saklamışız onları.
   
                                                                                   Enes ARSLANTÜRK
                                                                                        13/06/2005         
                                                                                       Fatih/ İSTANBUL




psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4381
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tam Hazmedemedim, Hazmedemeyeceksiniz
« Yanıtla #18 : 11 Nisan 2012, 12:22:29 öö »
...