BÖLÜM: 2
NE KADAR EĞİTİM
O KADAR İNSAN
ÇOCUKLARIMIZI SEVGİYE DOYURMALIYIZ
Hayatın şekillenmesinde, sevgi; anne ve babanın çocuklarına vereceği en güzel ve en mükemmel mükâfattır. Canlılar âleminin yaradılışı ile başlamış ve süregelmiştir anne babayla karşılıklı sevgileşmek.
Tarifi çeşitli şekillerde yapılmıştır.
Nasıl yapılmışsa yapılsın, sonuçta insanın huzurlu bir yaşamı yakalaması, beşeri(insani) ilişkilerin samimi olmasını hedefleyen vazgeçilmez bir unsur olduğunu açıklamaya çalışmıştır.
Yazımın amacı, çocuğa verilecek sevgiyi mercek altına almaktır.
Henüz dünyaya gelmemiş bir insan yavrusu, ana rahminde sevgi suyunu içmek ister. Bu su, onun hayata gözlerini açmadan, yani dünyaya gelmeden serinlemesine, rahatlamasına, iyiye ve güzele yönelmesine sebep olur.
Anne-babanın birbirlerine beyinsel ya da beyin komuta merkezinden kaynaklanan sözel, bakışsal, tensel duygulaşmaları, sevgi alışverişinin oluşumunu meydana getirir. Yaşanan bu alışveriş, ana rahmindeki çocuğu çok ama çok etkiler. Ebeveynin bu yaşadıkları duygu taşkınlığı, ana rahmindeki bebeğin sevgi zenginliğini sağlar. Bu tanımı daha net ve somut bir işlev sonucu gözlemlemek suretiyle kuvvetlendirmemiz mümkündür. Her anne-baba adayının bizzat yaparak, yaşayarak izleyebilecekleri bir metot olup, günümüz pedagoji uzmanlarınca gündemde olan bir yöntemdir.
Anne karnındaki bebeğe hafif volümlü enstrümantal müzikler dinletmek, bebeği anne karnında okşamak, sevmek, ona güzel sözleri yumuşak seslerle söylemek, yapılan deneylerden anlaşıldığı üzere çok faydalı sonuçlar doğurmaktadır. Bu davranışlar bebeğe sevgi akışını sağlayan somut örneklerdir.
Sevgi ile bezenmeye başlayan bu yavru, dünyaya geldikten sonrada bu akışı sahiplenecek, devamını isteyecektir.
Kesintisiz devam edecek sevgi verme işlemi, çeşitli ortamlarda sürdürülmelidir. Bebek dünyaya geldikten sonra onunla ten iletişimi kurmak artık kolaylaşmıştır. En kolay yaklaşım ve iletişim tarzlarından biri olan bu davranış şekli, çok etkileyici olup son derece sıcak sevgi duygularını oluşturur. Çocuğa her şart ve ortamda güven verir sevgi doyumluluğu. Sevgiden yoksun çocuklar birçok konuda aç yetişirler. Sevginin açlığını menfi davranışlarla doldurmaya çalışırlar. Faydalı insan yetiştirmenin ilk şartlarından biri o insanın sevgiyle bütünleştirilmesidir.
Şan, şöhret, diploma, meslek, makam, para vs. insan hayatının hemen her döneminde elde edilebilir. Fakat sevginin elde edilebilme dönemi, ancak ana rahminde başlayıp, ergenlik çağlarına kadar sürer ve o dönemlerde yerine oturmaya başlar. Bu zaman zarfında insan sevgiden nasibini almışsa ne ala. Tabiî ki sevgi ile dolu yetişen bu insan, çevresine sevgi üretir, sevgi yumağı haline gelir. Sevgi alır, sevgi verir. Hemen hemen tüm davranışları sevgi kaynaklıdır. Artık onun beyninde ve beraberinde, gönlünde, negatifliğe, sevgisizliğe yer olmaz. Pozitif düşüncelerin üreticisi haline gelmiştir.
Sevgiden mahrum çocuklar önce anne ve babalarına, sonra ailelerine ve en kötüsü de yaşadıkları çevreye, topluma zarar veren bireyler olurlar. Sevgisizlik onların kin, nefret ve saldırganlık dolu kişilikler olmalarına neden olur.
Toplum hayatında bu görüntünün oluşmamasını sağlamak için alınacak yegâne önlem, sevgi dolu ailelerin oluşturulmasıdır. Yavrularını sevgiye doyuran aileler, geleceklerini de garanti altına almış olurlar.
Sevgi toplumu konusunda ise, özellikle bizim insanımızın, Anadolu
coğrafyası üzerindeki aile sevgisine dayalı, örnek yaşantısından onurla
söz edebiliriz.
Geleneklerinde, kendine özgü usullerle Anadolu insanı sevgiyi hedeflemiş ve yakalamıştır. İnsanımız saygıya dayalı bir sevgi oluşturmuştur. Bundan dolayıdır ki din, dil, ırk ve renk gözetmeden birbirini saymış, bin yıl aynı toprakları paylaşmayı başarmıştır. Saygıdan doğan bu sevgi ardından sosyal bütünlüğü, dayanışmayı, iyi ve kötü günde birlikteliği meydana getirmiştir. Şimdi anlayabiliyoruz ki sevginin neden gerekli olduğunu ve niçin insanda olmasının önemlilik ifade ettiğini. Yazımızda bu soruların cevabını vermeye çalışmış olduk. Aynı zamanda konu başlığı olan mesajın önemini açıklamış olduk.
Özellikle genç anne-babalar ve okul öncesi eğitimcileri ile
tüm ilköğretim çağındaki çocukları eğitmeye soyunmuş eğitmenlerin hassasiyetine önemle sunarım.
GÖSTERMELİK YATIRIMLARLA EĞİTİM YAPILAMIYOR
Eğitilmiş bir insanın, eğitilmeye muhtaç bir insan ya da bir grup insanın eğitimini üstlenmesi gerçekten çok sorumluluk içeren ve hayati anlam taşıyan bir konudur.
Çünkü eğitilecek varlık, daha doğrusu halk diliyle söylemek gerekirse,yoğrulacak hamur insan!...
Öyle şartlar oluşturulması gerekir ki, insanın psikolojik ve biyolojik yapısına çarpıp, reddedilmeden istenilen amaca ulaşılsın.
Bu cümleyi açarsak konumuza daha kolay bir giriş yapmış olacağımıza inanıyorum.
Eğitilmeye yaratılıştan hazır ve eğilimli olan insan kendine yaklaşılan metotlara ve sunulan eğitim imkan ya da alt yapısının doğallığına paralel olarak iyi ya da kötü eğitilir. Eğitilecek insan için en önemli faktör onun doğallığına uygun davranış sergilemektir. İnsanlar için genelleşmiş ortak eğitim kuralları(prensipleri) vardır. Ancak istisna da olsa bazı insanlara farklı eğitim yöntemleri gerekebilir. Bu da eğitimdeki dikkat edilmesi gereken ve önem arz eden bir husustur. Eğitim hatayı hiç affetmeyen ve geri dönüşü olmayan bir olgudur. Zaman ve mekan uyumunu sağalmak, eğitilenin isteklerini çok iyi anlamak gereklidir. İstekleri doğrultusunda ona yaklaşmak ve istediklerini kendisine alabildiği ölçüde vermek lazımdır.
Bir diğer önemli konu ise kullanılan ev, alan, salon, dershane, sıra, masa, yazı tahtası, oyuncak vs. tüm eğitim araç ve gereçleri eğitilen insanın beğenisi dahilinde olmazsa hedefe varmak mümkün olmuyor.
Eğitilenin kabullenmesi şarttır.
Yapay, etraftakilere güzel gösterilen, yaldızlı, cicili bicili sunulan her türlü eğitim altyapısı eğitilmek istenen insan ya da insanların istismarından başka bir sonuç getirmez.
Duyduğuma veya okuduğuma göre değil, bizzat gözlemlerim dayanarak çok önemli olduğunu düşündüğüm bir konuyu vurgulamak isterim.
Maalesef bazı göz boyamacı usullerle eğitim yapmaya çalışan kurumlarda, özellikle çocuk yaşlarda eğitilen çocuklara yazık oluyor. “Evet göz boyamacı” deyimi tam da uygun düşüyor. Kurumların bu konuda kendilerini derinlemesine sorgulamaları gerekir.
Şekilcilik doğallıkla hiç bağdaşmadığı için eğitimde başarıya ulaşılamıyor. Sadece eğitim üzerinden haksız kazanç sağlanıyor ki, bu tam bir faciadır.
Sağlanan bu haksız kazanç bir sürü eğitilmek istenen insanın heba olmasına sebep olduğu gibi, para kazanmış olan şahıs ya da kurumların da bir zaman sonra sonları oluyor. 1990’lı yıllarda İstanbul’un Bakırköy ve Bahçelievler ilçelerinde bu tip eğitim kurumlarının yerle bir olduklarına şahit olunmuştur. Anne ve babaların dünyada en değerli varlıkları olan yavruları üzerinde oynanan bu kirli oyun, oynayanların aleyhinde hüsranla bitmiştir.
Ne yazıktır ki, çok büyük umutlarla yavrularını hayata hazırlamak isteyen aileler yüreklerinden yara almışlardır. Diğer bir tabirle ciğerpareleri için kahrolmuşlardır. Ömürleri boyunca çocuk ve ailesi etkilerini maalesef negatif olarak yaşayacaklardır. Çünkü zamanında gerçek ve doğal eğitim metotlarıyla kazandırılmamış davranışların, sonradan telafisi olsa bile eksiklerle dolu oluyor.
Eğitim, yapmacıklığı kabullenmez, içtenlik, samimiyet ve karşılıklı inanmaya dayalı olduğunda sonuçun pozitif olması kaçınılmazdır. Bu niteliklerin kuvvetliliği derecesine göre çok başarı, normal başarı ya da az başarı elde edilir.
Motivasyon dediğimiz olgu, eğitimde olmazsa olmazdır. Yukarıda saydığım faaliyetler işte bu olguyu sağlar. Zaten bu sağlandığında artık hedefe gidiliyor,önümüz açılmış demektir.
Eğitimde; eğiten ya da eğitici, eğitilmek istenen insani peşine takıp sürüklemelidir. Bu sürüklemeyi eğiticinin gönüllü, isteğe bağlı yapması halinde, eğitim hem kısa sürede olur hem de kalıcılaşır. Zira eğitenle, eğitilen arasında bütünlük sağlanmış hale gelir. Maddi etkileşimden ziyade kolay algılatma ve algılama frekansı oluşur. Bütün mesele bunu yakalamaktır.
Konuyu biraz daha açacak olursak önce donanımlı, doğal eğitim metotlarını hazmetmiş eğitimci şarttır. Daha sonra ise yine doğallık üzerine inşa edilmiş eğitim alt yapısı gerekir.
Eğitilenin dikkatini, eğitimciden başka taraflara çekecek gereksiz araç, gereç ya da aksesuarlar olmamalıdır eğitim alanında. Şayet olursa bu oluşum, eğitimi insan merkezli olmaktan uzaklaştırır. Sonuçta da tabii ki istenen amaca varılamaz.
Özet olarak;
Eğitimde lüks donanımdan ziyade, doğal donanıma önem vermeliyiz. Olayın “insandan insana” bir aktarım olduğunu kabullenmeliyiz. İnsanın yaradılış özelliklerinin inceliklerini daima ön planda tutmalıyız.
DİPLOMA İNSANI ÖĞRETMEN YAPMAZ
Meslek sahibi olan her insan için geçerli olan bir deyim vardır.
“İnsan işini severse başarılı olur.”
Bu cümle, öğretmenlik mesleği için düşünüldüğünde, çok daha farklı olması gerektiğine inanıyorum. Öğretmenin mesleğini yalnız sevmesi değil, mesleğiyle yatması, kalkması, yemesi, içmesi vs... gerekir. Öyle empati anları yaşaması lazımdır ki, adeta öğrencinin kendisi haline gelebilmelidir. Hatta öğretiyi sağlayabilmek için zaman zaman öğrencinin ebeveyni empatisini yaşamalıdır. Bu saydıklarımı yaşam haline getiren bir öğretmenin, başarılı olmaması kesinlikle mümkün değildir. Zaten böyle bir sonuç “Eğitim Psikolojisi” kurallarına ters düşer.
Çocuk ya da gençlere bir şeyler öretmeye talip öğreticilerin, yani öğretmenlerin çok iyi seçilmesi ve yetiştirilmesi gerekmektedir. Yirmi beş yıla yakın Eğitim İdareciliği hayatımda makam masasında oturmaktan mümkün olduğu kadar uzak durdum. Okul koridorlarında, dersliklerde hiç yılmadan, bıkmadan ve üşenmeden hep öğretmen arkadaşlarımla olmayı tercih ettim. İdari görevlerimi (yazışmaları, okulun program ve ihtiyaçlarıyla ilgili çalışmaları vs.) öğrencinin okulu boşaltmasından sonraki saatlere bıraktım. Görev yaptığım özel kolejlerde bile, ücretin söz konusu olmadığı, ücretsiz mesailer oluşturdum. Bu davranışım bazı öğretmen arkadaşların, okul kurucularına şikayet edilmeme bile neden olmuştu. Fakat ne olursa olsun öğretmen öğrenci ilişkisinin üstüne gitmek öğretimde başarıyı getirecekti. İnancım buydu ve sonuç da zaten öyle oldu. Çalıştığım tüm eğitim kurumlarında hep aynı çizgide oldum.
Hiç bir öğretmenin, öğrenciden şikayet etme hakkının olmadığını düşünüyorum. Tabiî ki ruh sağlığı yerinde, akli melekelerinde problem olmayan, normal öğrenci konumundaki çocuk ya da yetişkinlerden söz ediyorum.
Öğretmenin mazeret üretme hakkı yoktur. Eğer bir öğretmen mazeret üretmeye başlamışsa hemen kendini sorgulaması gerekir. Sorun kendisinde oluşmaya başlamıştır. Öğretme yeterliliği azalmışsa, teknik ve taktiklerini değiştirmesi lazımdır. Öğretme metotlarında farklılıklar oluşturması gerekmektedir. Zaten bu farklılıkları uygulamaya başladığında öğrenci üzerindeki öğretmeyi gerçekleştirmiş olacaktır.
Burada çok canlı bir örnekle bu iddiamı sağlamlaştırmak istiyorum. 1980’li yılların sonuna doğru İstanbul’un Fatih ilçesinde bulunan bir spor kulübüne ait lokalde, emeklilerin çay sohbetleri olurdu. Bu sohbetlere zaman zaman ben de katılır, her biri hayat üniversitesi mezunu olan o bilge insanların anlattıklarından kendime dersler çıkartmaya çalışırdım.
İçlerinde birisi vardı ki,hepsinin yaşça büyüğü olup ömrünün 50-60 yılını eğitim ve öğretimle geçirmiş, son derce modern, çağdaş , aydın ve ufku geniş bir eğitimci, aynı zamanda diyanet görevlisi olarak da yıllarca hizmet etmişti. Bu arada birçok üniversite seviyesinde öğrenciye hiç karşılıksız, yüksek seviyede dini ilimler kursları açmış ve dersler vermiştir. Kendisini ben çocukluğumdan beri tanırdım zaten. Fakat yetişkinliğim döneminde tüm özelliklerini öğrenmiş ve onun örnek alınması gereken eğitimcilik tarafına hep gıpta ile bakmıştım. Hayatının son günlerine kadar, ömrünün her dakikasını bildiğini bir başka insana sözlü ya da yazılı aktarmayı kendine mecburi bir görev addetmiş bir şahsiyetti. Ömrünün sonuna doğru vücudunun bir tarafına felç gelmişti, buna rağmen elinde bastonuyla direnerek insanların içinde oluyor,
yıllarını insanlara öğreticilik yaparak geçirmiş olmanın onurunun tadını çıkarıyordu. Hakka kavuşmuş olan bu hocamızı rahmet ve minnetle anıyorum.
Bir gün öğrenci-öğretmen konusunda başından bizzat geçmiş olan bir olayı bizlere şöyle anlatmıştı:
“Fatih müderrislerinden(ders veren kişilerinden) hocam, Kastamonulu Ömer Efendi beş arkadaş olarak bize bir konuyu anlattı. Ertesi gün konudan imtihan olacaktık. O gece geç vakitlere kadar çalıştık ve yattık. Sabah namazından sonra hocamızın dizinin dibine çökmek suretiyle ağzından çıkacak soruları beklemeye başladık. Hocamız önce çalışıp
çalışmadığımızı sordu. Biz de elimizden geldiği kadar çalışabildiğimizi
Daha sonra sorular soruldu, birkaç soruya cevap verebildik ama konunun detayına inilmeye başlandığında sorulara cevap verememeye başladık. Hoca hemen imtihanı iptal etti. Konuyu bize birkaç kez daha anlattı. Fakat bu defasında örnekleri oldukça çoğaltmak suretiyle, bizim biraz daha anlamamıza yardımcı olmuş oldu. Daha sonra bu defa, bu işi öğlenden sonra bitirmek üzere ayrıldık, şu şekilde bir tavsiyede bulundu. “Ölene kadar hiçbir şekilde ders çalışmak yok. Tamamen serbest olun, gezin tozun, kendinizi fazla yormadan idman (spor) yapın, son 1 saat derslere şöyle bir göz atın ve buluşalım.”
Hocamızın bu çırpınışını bizler fark ettik ve aynı zamanda bu davranışı bizleri müthiş rahatlattı ve derse motive olduk. Dediklerini uyguladık ve sonuca vardık. Bizler derslerimizi vermenin mutluluğunu yaşarken, hocamız da üzerindeki mesuliyeti atmanın ve öğretme zevkinin zirvedeki halini yaşıyordu. İşte o zaman anlayabilmiştik ancak, öğretmenlik, öğreticilik aşkı ve sevdasının ne olduğunu.
Bu örnek biraz uzun oldu gibi gözükse de, çok kapsamlı ve de yaşamış olan şahsın kendisinden bizzat dinlendiği için canlı ve açıklayıcı oldu.
Evet, mesele budur efendim. Öyle atmakla, tutmakla, kendini pazarlamakla değil,fedakarlık ya da büyük özverilerle gerçekleşir ÖĞRENMEYİ sağlamak.
Her öğrenci veya her çocuk kolay alıcı olmayabilir.
Ama her öğretmen muhakkak ki hem çok verici ve hem de çok mücadeleci olmalıdır.
Lütfen bu peygamber mesleğinin kutsallığına inananlar ve becerebilenler yapsın bu onurlu işi.
Sadece bir diploma alıp, memur sınavını kazanıp olmuyor bu iş efendim. Vermek istiyor, paralanmak istiyor, başarı için çıldırasıya sabır istiyor bu kutsal meslek. Zaten o zaman kutsal oluyor öğretmenlik.
1970 yılına kadar Türkiye’de öğretmen yetiştiren kurumlar oldukça
donanımlı ve uzun süreli eğitim verirlerdi.
Sınıf öğretmeni(ilkokul öğretmeni) yetiştiren okullar 6 yıl
süreli olup, öğretmen adayları 12 yaşında yapılan ciddi bir sınavla seçilirdi. Çoğunluğu da yatılı okurlardı. Bu demektir ki yaz tatilleri hariç 6 yıl geceli gündüzlü öğretmen olmayı hedefleyen bir havayı teneffüs ederek yetişirlerdi. Bu dönem içerisinde çok iyi yetişirler ve kendilerini öğretmenlik mesleğiyle bütünleştirmiş olarak, görevlerine son derece idealist ve istekli olarak başlarlardı. Tek düşünceleri insana hizmet ve eğitimdi. Bu okullardan yetişen öğretmenlerin genelinde para ikinci planda gelirdi.
Ayrıca bu okulların son sınıflarında, dereceye giren öğrencileri ise orta öğretimde branş öğretmeni yetiştirmek üzere yine yatılı olan YÜKSEK ÖĞRETMEN OKULLARINA gönderirlerdi. Türkiye’de sadece İstanbul Ankara ve İzmir’de olan bu okullardaki öğretmen adayları hem fakültelerde matematik, fizik, kimya, edebiyat vs, gibi branşlarda öğretim görüyorlar ve hem de kendi okullarında(Yüksek Öğretmen Okullarında)
pedagojik formasyon derslerine devam ediyorlardı.
İşte öğretmenler böyle yetişiyordu.
Özetleyecek olursak, iyi bir sınav sistemiyle seçiliyorlardı. Eğer sınıf öğretmeni olacaksa 6 yıl sıkı bir eğitimden geçiriliyor, şayet branş öğretmeni olacaksa, yine bu okullarda okuyan öğrencilerin arasından tekrar seçilmek suretiyle bir üst seviyedeki, yüksek öğretmen okullarına gönderiliyorlardı.
Sınıf öğretmenleri 12 yaşından itibaren 6 yıl, branş öğretmenleri ise 10 yıl bu eğitimle yoğruluyorlardı.
Devletin imkânlarıyla çok değerli eğitmenler tarafından yetiştiriliyorlardı.
Yüksek Öğretmen Okulu mezunlarının artık birçoğu görevlerinin yıl olarak son zamanlarını yaşamakta olup mesleki zirvelerine ulaşmışlardır.
Bu okullardan, ülkemizin eğitim öğretim alanında lokomotif insanları yetişmiştir. Katkıları ülkemiz milli eğitim tarihine altın harflerle yazılacaktır.
Hayatlarını öğretim ve eğitime adeta adamış olan bu insanlar
doğup büyüdükleri evlerinden 12 yaşlarında ayrılmış, ana ve babalarına irfan ordusunu tercih etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki öğretmenlik ya da eğitimcilik alanında büyük projelere imza atmışlardır. Hedefleri ülkemizin eğitimine katkıda bulunmaktan başka bir şey olmayan bu mesleklerine inanmış eğitim sevdalısı insanlardan bir kısmının isimlerini yeni nesil öğretmenlere örnek olması amacıyla sıralamak istiyorum. Öğretmenlik mesleğine hakkını verenlerin başarılarını vurgulamayı amaçlıyorum.
Özellikle şahsım adına da ülkemin bağrından yetişmiş bu toprakların vefakâr eğitim neferlerini saygıyla selamlar, milletimize hizmetlerinin devamını dilerim.