‘Siyah Örtülü Kadın’ın Yaktığı Ateş : Mazhar Alanson
Sadık Yalsızuçanlar
Bilgeler bilgesi İbn Arabi, Arzuların Tercümanı’nda şöyle der :
‘Hangi güzelden söz ettiysem hep Sen’in güzelliğinden kinayedir/Hangi evi anlattıysam hep Sen'in Beyt’inden söz ediyorum.’ Mazhar Alanson’un ‘Yandım Yandım’ını ilk dinlediğimde bu dizeler gelip konmuştu zihnime. Kendisine yeniden şarkılar söyletenin bir kadın oluşu, inisiyasyon sözlüğüne aşina olmayanlarca bu şarkının doğru anlaşılmasını güçleştirdi.
Altmışlı yılların ilk yarısında birbirini bulan Mazhar ile Fuat’a sonraki yıllarda Özkan da katıldı. MFÖ, modern Türk müziğinin en uzun soluklu, en özgün, en zengin gruplarından ve damarlarından biri oldu. Bu damarda akan şey, bir yandan geleneksel/irfani duyuşlar dünyasıdır, diğer yandan, modern yaşama karşı, onun içinden köktenci ama son derece insani ve estetik bir eleştiri, yer yer ironi ve giderek bir yaşam deneyimidir. Mazhar Alanson ve arkadaşları, geniş kitlelerin de ilgisini çeken bir manevi/estetik deneyimler toplamının, bir yürüyüşün, hatta bir geleneğin adresi olmuştur.
Yandım Yandım’a gelesiye, Buselik Makamı, Sufi, Bu Sabah Yağmur Var İstanbul’da ve Derman Arardım Derdime uğraklarına uğramışlardır. Kaygısızlar’dan, Türküz Türkü Çağırırız’dan, Şahları da Vururlar’dan, Kahraman Bakkal’dan, Vak The Rock’tan, Adımız Miskindir Bizim’den, Bu Akl u Fikr İle Mevla Bulunmaz’dan geçilmiş, bu menzillerin her birinden yeni bir sıçrama ile bir başka müzikal yetkinlik düzeyine çıkılmış, nihayet iş başa dönmüş ve siyah örtülü kadın, bu bilge şarkıcının kalbine düşürdüğü ateşle, onu yangınların en büyüğüne salmıştır. Öyledir, başlangıç sondur ve son başlangıçtır. Hakikat kürevidir, insan ve varoluş başladığı yere döner, iş kemale erer.
Kabe, kendisini ilk gören her faninin gönlünde o ateşi yakar.
Şu ya da bu şiddette ama mutlaka yakar. Kabe aşk demektir. Aşk ise ateştir. Yakar ve ateşiyle yeni bir vücudun varlığına vesile olur.
Kabeyi, ‘siyah giysili kadın’ı görünce büyük bilge Rabiatü’l-Adeviyye de yanmıştı. Başını kaldır diye bir ses duymuş, göğe bakmış ve orada bir kan bulutu görmüştü. ‘Nedir bu?’ diye sorduğunda, ‘aşıkların kanıdır’ denmişti. Allah, sevdiği kulunu seçer ve onu Kendine doğru bir sefere çıkarır. Bu yolculuğun ilk evresinde insanı izzetle yüceltir, ardından belaya düçar ederek zilletle sınar. Buna İbn Arabi, sınav ve tuzak yolculuğu der. Hz. Yusuf’unki böylesi bir yolculuktur. Onu, aklı temsil eden babası Yakub’dan ayırır. Akıl, benlikten ayrılmaksızın ve ağlayarak körleşmeksizin nur’a kavuşamaz. Nitekim ayette, ‘gözlerine boz indi’ denmiştir. Boz, ışıktır. Kabenin rengi siyahtır ve tüm renkleri kapsar. Mazhar Alanson ihtimal ki, tüm renklerin aurası olan beyaz’dan da öte ve aşkın renge, siyaha baktığında, onun Yüce İlke’yi simgelediğini görmüş, bu görüşle gönlündeki ateşi fark etmiş ve ‘yandım!’ diye bağırmıştır. Kabe, el-hakika(t) gibi dişil bir sözcüktür. Arapçada, inisiyatik kavramların neredeyse tümü dişildir. İbn Arabi’nin de belirttikleri üzre, Hakk, kemaliyle ve dolaysız biçimde kadında tecelli eder. Hakk’ın kadında görünümü dolaysızdır. Bu sırdandır ki, İlahi Hakikat dişil imajlarla temsil edilir. Bilge şair İbn Farıd, ‘biz sarhoş iken henüz üzüm yaratılmamıştı’ der. Ömer Hayyam’ın yaşamına ilişkin yazdığım ‘Şey’ adlı son romanımda bu sırrın peşinde aylarca dolaştım. Hayyam’ı sarhoş eden şarabın üzümle, üzüm suyu ile ilgisi yoktur. Buradaki şarap, hakikat-i Muhammediye’dir ve onunla sermest olanlarda O’nun aşkı ve nuru daima mütecellidir. Hz. Mevlana bu sırrı şöyle dile getirir: ‘Üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum/Benim sarhoşluğumun sonu yok’
Gördükleri ilgiye rağmen, Ele Güne Karşı Yapayalnız bir yolu yürüyen bu üç kafadar’ın serzakiri Mazhar Alanson’u Yandım Yandım diye bağırtan sırrı anlamak için Yunus Emre’ye kulak vermek zorunludur: ‘Bizim sevdiğimiz Hak’tır/ Bu, halka göz ü kaş gelir.’ Benzer bir ifadeye Hz. Mevlana’da da rastlarız: ‘Aşık olduğumu gördüler/Ama aşkımızın kime olduğunu bilemediler/anlayamadılar.’ Şeyh haklıdır, hele bugün, aklı gözlerine inmiş bir dünyanın bunu anlaması imkansızdır. Yine de, doğrudan kaştan gözden bahis açan sözlerin de asıl adresinin O’rası olduğunu unutmamalı. Zira herhangi bir ilahi deneyim yaşayan kimse, mutlaka bu tecrübeyi, bir insan dolayımından gerçekleştirir. İnsan menziline uğramaksızın Allah’a vasıl olunamaz. Bir insanı sevmeksizin Allah sevilemez. ‘Ben insanlığı seviyorum’ sözünün kofluğu da buradadır, çünkü insanlık sevilmez, bir insan sevilir. ‘Bir insanı sevmekle başlayacak herşey’ diyen bu gizden habersiz de olsa aynı sırrı yiyip durmaktadır. Evet, insanlara kaş göz görünen şey, gerçekte O’nun güzelliğidir. İnisiyatik metinlerde, sufiler meyhane derken tekkeyi kastederler, saki mürşittir, kadeh feyizdir, örneğin ağız, feyz kaynağını sembolize eder, saç kesrettir, bu yüzden küfr-i zülf ifadesi kullanılır tevriyeli biçimde yani hem saçın siyahlığından kinaye, gece, siyah, karanlık, küfr manası ima edilir hem de küfr'ün gerek kelime gerekse ıstılahi anlamı. Mevlevi şeyhlerinden İbrahim Dede'nin dediği gibi, yüz’ün sembolizmi gerçekte İlahi hakikat'in sembolizmidir. Mahmut Erol Kılıç hocanın Sufi ve Şiir’i bize anlatır ki, şair, yüz derken kasıt bilgelerin zikr ve tefekkür meclisinden söz etmektedir. Yanak'tan amaç, onların toplandığı yerde kandil gibi ışık yayan güzellik kaynağıdır, mürşittir. Hat’tan maksat, zahittir. Eğer şair ‘ben’ (hal) diyorsa hakikatte taklit düzleminden tahkik düzeyine yükselen, hem benliğini hem de Sevgili’yi hakikatiyle görebilen, batınını mamur kılmak için dışını harab etmekten çekinmeyen, dünyaya karşı kayıtsız bir bilgeden, ‘abdal’dan söz etmektedir. Göz, bakışı daima ‘mutlak birlik’ (ehadiyyet) aleminde sarhoş olmuş ‘birlik’ (tevhid) ehlini simgeler. Kaş (ebru), alem mülkünün tahtında hüküm süren ‘sultan’ı sembolize eder. Ağız ‘Qutb’un bizatihi kendisini de simgelemektedir.
Peki Peki Anladık dediğinizi duyar gibiyim. Hayır hayır ben Beatles veya Cohen etkisini inkar etmiyorum. Hatta onlardaki felsefi anarşizmi de göz ardı edemem. Agannaga’nın, Ağlamakla Olmaz Sevgilim’in, Bazı Bazı’nın, Belediye Nerede’nin, Bodrum Bodrum’un, Bir Ordayım Bir Burda’nın, Borsazede’nin, Çok Problem Var’ın, Deli Deli’nin, Deneylere Doğru’nun, Diday Diday Day’ın ve diğerlerinin hareketlendirici toplumsal şartlarını da bi yana bırakamam. Lakin bütün bunlar, o büyük firar öyküsünün bir parçasıdır. İktidar’dan bunalan, onunla başı hoş olmayan her gönül mutlaka bir firarın peşindedir. ‘Bu akl u fikri ile’ gerçeği bulmanın imkansızlaştığı yerde kaçış kaçınılmazdır. Bunu Heidegger Kıryolu’yla gerçekleştirdi, Nıetzcshe o felsefi yarığa, uçuruma çıkarak Zerdüşt’çe inşa etti, Derrida yapısökümle…vs. Oysa bizde İstanbul gibi bir büyük kentin karmaşası ve dünyevi kalabalığı içinde, sıradan bir yaşamı tercih etmiş, alelade görünümlü, okuryazar olmayan nice firari vardır ve sözgelimi Üsküdar’da, Eyüp’te böylesi bir kaçak’a rastlamak her an için mümkündür.
Alanson’u yakan, Kabedir. Kabe, yeryüzünün kalbidir. Efendimiz’in gönlü de kabedir, ilahi merkezdir. Yunus Emre’nin, ‘Emre
“Yunus Emre der hoca
gerekse var bin hacca
hepsinden iyice
bir gönüle girmektir”
nefesi bunu ima eder. Buradaki gönül, ‘“De ki Allah’ı seviyorsanız bana tabii olun ki Allah da sizi sevsin.” ayeti gereğince Efendimiz’in gönlüdür. Hatemi hoca bunu şöyle ifade eder : ‘Hz. Peygamber’in gönlüne girmek manevi bir hacc gibidir. Kabe, nasıl, yeryüzünde en yüce anlamda bir mabet ise, Resul-i Ekrem’in gönlü de bir mabettir. Biz, tövbeyle, aşkla, sevgiyle Allah’tan önce bir istiğfar ederek, tövbe ederek Allah’a karşı o ilahi sevgiye aday olduğumuzu gösterdikten sonra, tövbeyle yıkandıktan sonra Resul-u Ekrem’in sevgisine, ancak bu şartla bu sevgi dairesine girebiliriz.’
Mazhar Alanson’u yakan sır, Kabe’nin küp olan biçiminde ve siyah renginde billurlaşır. Küp, ‘dişil’ olan hakikatin, küreden de üstün olan mimari simgeselliğiyle ilgilidir. Hüseyin Nasr’dan öğreniyoruz ki, Işık, yalnızca İslam mimarisinin mekanlarını tanımlamakla kalmaz aynı zamanda cennet mekanlarının dünyevi bir yansıması olarak görünen hem tamamıyla beyaz hem de tamamıyla renkli binaların kullanılmasını mümkün kılmada merkezi bir rol oynar ki, bu binalar ‘O’ndan başka ilah yoktur’ tanıklığına göre, Allah’ın önünde kesret’in tüm düzeylerini ve çölün saflığını yansıtan yapılardır.
Beyaz, farklılaşmamış gerçekliğin birliğini sembolize ederken, ışığın kutuplaşmasından doğan renkler, Allah’ın kesret içinde tezahürünü ve kesretin Allah’a bağımlılığını simgeler. Her bir renk bir makamı sembolize eder ve bizzat nurdur. Fakat özel bir renkle sınırlı değildir. Renklerin, kozmik varlığın makam ve renklerini simgelediği söylenebilirse, beyazın da tüm varoluşun kökeni olan Oluş’un sembolü olduğu söylenebilir. Yeşille birlikte Hz. Peygamber’in ailesinin rengi olması nedeniyle ve hatta Kabe’yi örten örtünün rengi olarak mimari açıdan önemli olan siyaha gelince; onun, genelde anlaşılacağı üzere Oluş’u da aşan ontoloji-üstü İlke’yi simgelediği söylenebilir. O, Kabe’nin ilgili olduğu Yüce İlke’yi sembolize eder, çünkü bir anlamda İslam’da tüm kutsal mimarinin ilkesidir.
Ne diyordu Alanson:
‘Özledim seni, düştüm yollara
Açtım gönlümü rüzgarına
Bir hayaldi sanki, bir macera
Yıkıldım, kelimeler paramparça
Yandım...yandım...yandım yandım
Ah ki ne yandım
Bana yeniden şarkılar söyleten kadın
Baka baka doyamadım, hem kokladım da
Sarhoşluğu geçmedi hala
İçimde sevdan...Hala hoş bir havan var
Ne güzel adın
Bir çizik attın gönlüme, kanattın
İçimde sevdan…
Deli diyorlar bana
Ah bu ayrılık...’
MFÖ’nün bu güzelim yolculuğunun Kabe’yle yepyeni bir menzile uğradığı bu dizelerde apaçık dile gelmektedir. Kabe, kendisine gelen hiçbir yolcuyu feyzinden yoksun bırakmaz. Sözü son devrin büyük bilgelerinden Muzaffer Ozak’a bırakalım :
“Hak cemalin gören O’dur.
O, Ahmed’dir,
O Mustafa’dır,
O Müçteba’dır,
O, Mürteza’dır,
O, Muhammed’dir,
O, muhabbettir,
O alemlere rahmettir,
o günahkarlara sığınak, zayıflara kuvvettir.
O Sahib-i Şefaat,
O, Sahib-i Makam-ı Mahbubiyet,
O Sahib-i Mirac,
O Sahib-i Vefa ve Kitap’tır.
O’nun kapısından boş dönülmez,
O’nun kapısına varan mahrum edilmez."