Gönderen Konu: Osmanlı Tarihinde Dinî Mûsıkî, yazı, röportaj...  (Okunma sayısı 32576 defa)

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4382
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #15 : 28 Ağustos 2009, 12:11:05 ös »
“Resûlullah’sız Mevlânâ düşünülemez”
 
Malûmu ilâm nev’inden olacak ama, sizi tanıyabilir miyiz?
1946 Bursa doğumluyum. İstanbul hukuk mezunu, müzik ve tasavvuf meraklısıyım. 1971’den beri 1974 hariç, her Aralık ayında Konya’dayım. 1980’den beri resmî olarak görev aldım. 1991’de de Kültür Bakanlığı bünyesinde çalıştım. Bazen çaldım, bazen söyledim, bazen konuştum. Bu sene 28. olacak inşallah. Ayrıca 1980 yılından itibaren dünyanın pek çok yerinde Mevlevî âyininde bulundum. Bu sene Mevlânâ Yılı olması hasebiyle daha çok yerlere gidip geldim. Hz. Mevlânâ ve tasavvuf hakkında kendimce incelemeler yaptım. Allah izin verirse kitap haline getireceğim. Bunların bir kısmı ansiklopedi maddeleri olarak yayınlandı, bazıları kitap haline getirildi. Şu anda 4 kitap var. Ve bunların ana konuları tasavvuf ve hemen yanı başında müzik. Çünkü beni tasavvufa iten sebep müzik oldu. Evvelâ Batı müziği dersleri aldım. Bu derslerin sonunda hocama, “Bu müzik bana beni anlatmıyor, beni de başkalarına anlatamıyor” dedim ve Türk müziğine yöneldim. Türk müziğine yöneldikten sonra, “Bu müziğin altında başka bir şey var, bu sadece müzik değil” deyince, o şey öncelikle tasavvuf müziği olarak çıktı karşıma. “Bu müziğiyse eğer, bunun bir de kendi olmalı!” diye düşündüm ve tasavvufla tanıştıktan sonra da büyüklerimden sual sorarak bir şeyler öğrenmeye çalıştım.
Hz. Mevlânâ’nın düşüncesinin temellerinden bahseder misiniz?
Din olgusu, İslâm olgusu anlaşılmadan, Hz. Peygamber bilinmeden, tasavvuf ekolleri bilinmeden Hz. Mevlânâ’nın bunların hepsinden soyutlanarak tek başına anlatılması mümkün değildir. Tasavvufsuz ve Resulullahsız bir Mevlânâ ortaya koyulmaya çalışılıyor. Kendine ait olmayan birtakım lâflar üretiliyor. Hz. Mevlânâ’yı bunlardan soyutlayarak ortaya koymak son zamanlardaki bir modadır.
Mesnevî-i Şerif’in ve diğer Divan-ı Kebir’in Mektubat, Mecalis-i Seb’a, Rubaiyat gibi Hz. Pîr’in eserlerini okuyup, üstelik de-dikkat buyurun-tercümelerini okuyup, “Hz. Mevlânâ’yı anladım!” diye ortaya çıkanlar, Hz. Mevlânâ’yı anlayamamışlardır. Anlamadıkları için de anlatamamışlardır. Bu iş çok basit zannedildiği için de anlatanların kısm-ı küllîsi de yanlış anlatmışlardır. Çok aykırı şeyler söylüyor olabilirim, ama yanlış ve yalan değil. Hz. Mevlânâ bir modadır. Bizim tasavvufumuz, Anadolu erenlerimiz Hz. Mevlânâ, Hz. Hacı Bektaş-ı Veli, Hz. Yunus Emre’den ibaret değildir. Kars’tan Muğla’ya, Hakkâri’den Edirne’ye kadar bugünkü siyasî coğrafyamızda ve eğer Türklük ise, Bosna’dan Orta Asya’ya kadar bizim pek çok büyük tasavvuf sîmalarımız vardır. Maalesef, anma törenleri Hz. Mevlânâ’ya ve Hacı Bektaş-ı Veli’ye yoğunlaştırıldığı (ama ona çok siyaset bulaştırıldığı) için ikisi tanınıyor. Bir de Yunus Emre.
Türkçe ve Farsça meselesine gelince, bunu da yanlış biliyorlar. Hz. Mevlânâ Belh doğumludur. Belh bugün siyasî sınır olarak Afganistan sınırlarında kalmış olsa dahi, orası bir Türk beldesidir. Bugün Merv, Mezar-ı Şerif gibi Türk beldeleri de Afganistan sınırları içindedir, ama Afganlıkla alâkaları yoktur. Siyaseten öyle paylaştırılmıştır. Belh şehrinde konuşulan Türklerin ana lisanı, oranın Farsçasıdır. Bugün İran’da konuşulan Pehlevî şivesiyle olan Farsça değildir. Yani Hz. Mevlânâ yabancı dilde değil, ana dilinde o eserleri yazmıştır. Ve eğer Anadolu’da, onun ailesinin geldiği zamanlarda, herkes Türkçe konuşuyor olsaydı, Karamanoğlu Mehmet Beyin, “Bundan sonra Türkçe konuşulsun” fermanı ne işe yarardı? Demek ki artık Türkçe konuşulmuyor ki, Karamanoğlu Mehmet Bey “Türkçe konuşulsun!” deme ihtiyacı duydu. Hz. Mevlânâ da ana dili olan Orta Asya Farsçasıyla yazmıştır. Maalesef, eski Türkçede (Osmanlıca) birçok eserimiz olmasına rağmen, bunlar Latinceye çevrilmediği, çevrilse de lisanı eskilerde ve yükseklerde kaldığından bugün anlayamıyoruz.
Hz. Mevlânâ’nın fikirleri tercümeler üzerinden yürüyor. Bunun doğrusunu anlamak için, mutlaka özel çalışma yapmak lâzımdır.
Ayrıca burada bir fıkranın yeri geldi. Baba erenlere, “Neden namaz kılmıyorsun?” diye sormuşlar. “Hakkında âyet var,” demiş. “Hangi âyet ki bu?” demişler. “Namaza yaklaşamayın” âyeti demiş. “İyi de o âyetin devamı var” demişler. “Ben hafız değilim, o kadarını bilmem” demiş. Dolayısıyla herhangi bir konuda bir küllden cımbızla bir şey çekip almak ve onun üzerine fikir bina etmek fevkalâde yanlıştır. Hz. Mevlânâ hakkında da bugün bu fazlasıyla yapılıyor. Hz. Şems’le olan ilişkisi hiç anlaşılmamış vaziyettedir. Bir kısım aklı başka yerde olan insanlar, bu münasebeti kendi akıllarınca süflîleştirmektedirler.
 
Çok fazla tarikat varken, insanların Mevlevîliğe ilgileri neden daha fazla?
Diğer tarikatlar tanınıyor mu? Bosna’dan Orta Asya’ya kadar birçok büyüğümüz var. Bu büyüklerimizin, bir kısmının büyüklükleri, tasavvufta içtihat sahibi, yani ‘pîr’ olmalarından kaynaklanır. Bunların bir kısmı ‘pîr-i sanî’dir. Meselâ Bakü’de herkes petrol kuyularını biliyor, ama Seyyid Yahya Şirvanî’yi biliyor mu? Erzincan’da bugün türbesi zelzelelerle yer değiştiren, Fırat Nehrinin kenarındaki Ulu Cami, eski Ulu Cami olan, ama bugün yeri belli olmayan Pîr Muhammed Molla-yı Erzincanî’yi tanıyor muyuz? Sivas’ta Şemseddin-i Sivasî’yi tanıyor muyuz? Onun Hz. Ebubekir hakkındaki, dört halife hakkındaki kitabını biliyor muyuz?
Bu kötü bir fotoğraftır. Çünkü devlet Hz. Mevlânâ’nın tarikatının âyininin yapılmasına müsaade etmiştir. Diğer tarikatlerin âyinleri yasaktır. Onun için başka tarikat yok zannediliyor. Ama Aralık ayında, siyasetçisiyle, gazetecisiyle, popüler sîmalarla herkes Konya’ya gittiği için Hz. Mevlânâ diğer turuk-u âliyeden daha önde zannediliyor. Ancak Batının üç Müslüman sîmaya ayrı bir teveccühü var: Rabiatü’l-Adeviyye, Muhyiddin İbni Arabî, Mevlânâ Muhammed Celâleddini Rumî.
Neden bu isimler?
Feminizm rüzgârlarının tesiriyle Rabiatü’l-Adeviyye’ye bakıyorlar. Kendi kafalarındaki Roma putperestliği karışmış Hıristiyanlık tesiriyle—dikkat buyurun—Hıristiyanlık demedim, Roma putperestliği karışmış Hıristiyanlık tesiriyle, kendi ‘panteist’ anlayışlarıyla paralel zannettikleri Vahdet-i Vücudu en iyi anlatan, en geniş eserlerinde yer veren zât-ı şerif olduğu için, İbni Arabî’ye yöneliyorlar. Doğru dürüst tetkik eden, Vahdet-i Vücudun panteizm olmadığını anlıyor, Müslüman oluyor, o ayrı mesele. Çünkü asla panteizm değildir. Parçaların birleşmesiyle bütün oluşmaz. Vahdet-i Vücud bu değildir. Vahdet-i Mevcud da başka bir şeydir. Vahdet-i Şuhud da başka bir şeydir. Biraz doktora konusu değil mi, ama mevzu bu. Bu konu gazete makalesi olacak bir mevzu değildir. Bir gazetenin orta sayfasındaki baldır bacağın yanında yayınlanacak bir haber de değildir. 
Batıdaki insanın en muhtaç olduğu şey sevgidir. O kadar sevgisiz bir toplum ki... Bir takım düzenler görüyorsunuz Batıda, hepsi kanun zoruyla. Çok sevgiye muhtaçlar. Hepimiz sevgiye muhtacız, o ayrı. Hollanda’da laboratuara sokulmuş ve neticeleri rakamsal olarak ortaya konulmuş bir araştırma var. İki inek üzerinde yapılmış. Biri okşanıyor ve müzik dinletiliyor. Sütünün kalitesi ve miktarı, okşanılmayan ve müzik dinletilmeyenden fazla. Bak, sevgi böyle bir şey. Ama Batı bu sevgiye çok aç. Ve onun için sevgiyi en yüksek derecede ifade ve ifa eden Hz. Mevlânâ’ya yöneliyor. Hz. Mevlânâ’nın diğer turuk-u âliye arasında herkes tarafından kabul edilen bir başka özelliği vardır. Tasavvufta bir takım olmazsa olmaz unsurlar bulunur. Bu unsurların doruk şahsiyetleri vardır. Bu aynen Hulefa-i Raşidin’e benzer. Sıddıkıyet deyince akla Hz. Ebubekir gelir, diğerleri sadık değil mi? Adalet deyince akla Hz. Ömer gelir, diğerleri değil mi? Hayâ, iman deyince Hz. Osman; ilim deyince akla Hz. Ali gelir. Peki, diğerleri değil mi? Hâşâ! İşte bunun gibi, tasavvufta zühd, irfan, terk, aşk gibi unsurlar vardır. Hepsi ehl-i terktir, ama İbrahim Ethem başkadır. Hepsi irfanlıdır, ama Bayezıd-ı Bestamî başkadır. Hepsi zühd-ü takva sahibidir, ama Cüneyd-i Bağdadî başkadır, hepsi yardım eder, ama Hz. Abdülkadir başkadır. Hepsi âşıktır, ama Hz. Mevlânâ başkadır. Onun için eski kitaplarda vardır; bu terk-i Ethem, zühd-ü Cüneyd, irfan-ı Bayezıd, aşk-ı Mevlânâ olmadan olmaz, yazarlar. Dolayısıyla Hz. Mevlânâ’nın böyle bir genel kabulü vardır.
Mevlânâ’nın Kur’ân-ı Kerim’e bakışından biraz bahsedelim.
“Bizim Mesnevîmiz birlik dükkânıdır. Kur’ân’ın anlattığı birlikten gayrı, ne görüyorsan, o puttur” diyor.
Bir başka beytinde, “Ben onun (Kur’ân) ayağının tozuyum, eğer bir şeref sahibiysem onun ayağının tozu olduğum içindir ve benim hakkımda bundan başka bir söz olursa, o sözden de, o sözü söyleyenden de şikâyetçiyim” diyor. 
Bu yılın Mevlânâ yılı olmasının sebebi nedir?
1973 Hz. Mevlânâ’nın ahirete teşrifinin 700. yıldönümü münasebetiyle, yine UNESCO tarafından Dünya Mevlânâ Yılı ilân edilmişti. 2007’de doğumunun 800 yılı olduğu için, 2005 yılının sonunda devletimizce, bu işi sevenlerce birtakım dosyalar hazırlandı, UNESCO’ya teklif götürüldü ve UNESCO böylesine büyük şahsiyetin dünyaca tanınması gerektiğini ve genel kültür mirası olarak, bunu kabul etti. Tabiî 2007 yılı geçecek bitecek. Ama ayrıca, UNESCO’nun yeni bir kararı daha var. Bu yeterince bilinmiyor. Biliyorsunuz, UNESCO devlet tarafından veya paralı kuruluşlarca desteklenmeyip, dünya halkının kendi kültürüne asırlardır sahip çıktığı bazı değerleri tesbit edip, bunların yok olmasına mani olmakta. Mevlevî semaı dünya kültür mirası olarak tespit edildi. UNESCO tarafından koruma altına alındı.
“Gel, gel ne olursan ol, yine gel. İster kâfir, ister Mecusî, ister puta tapan ol, yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir.” Bu sözden bahsedelim biraz.
Bu söz Mevlânâ’ya ait bir söz değildir. Kazvinî isimli bir şaire aittir. Ancak çok güzel sözlerdir, Hz. Mevlânâ’nın fikirlerine uygundur. Hiçbir eski eserinde yoktur. Sadece 1925’ten sonra Mevlânâ Kütüphanesi elden geçerken kendisine ait bir kitabın, yani kendisinin yazdığı değil, bir Divan-ı Kebir nüshasının kabında, bir başka yazıyla yazılmış çok güzel bir rubaidir. En son icazetli mesnevîhanı Şefik Can, Mevlânâ’ya ait olmadığını ispat etti. Ayrıca ‘baza’ kelimesiyle başlıyor bu rubai, yani Farsça “Dön!” demek. Sen aslına dön, diyor. Çünkü insanlar sıfat-ı İslâmiye ile yaratılırlar. Sonra nefislerinin tesiriyle yanlış yola giderler. “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” âyetinin bizim anlayacağımız şekilde bir açıklamasıdır. “Benim dergâhım ümitsizlik dergâhı değil” diyor. Burada kastedilen, “Gel, sen aslına dön. Ben seni küfre düşürmem” diyor. Yoksa şimdiki bazı insanların anlamak istediği gibi, “Pisliğinle gel, bizi de pislet!” demiyor. 
Mevlânâ Hazretleri, “Biz ölünce bizim kabrimizi toprakta aramayınız. Zira biz âriflerin gönüllerindeyiz” derken hangi âlimleri kastediyor?
Niyazî-i Mısrî Efendimiz diyor ki;
Savm-ı salât-ı hacc ile sanma zahid biter işin
İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş.
İşte o irfan sahiplerinin gönlündeyim, diyor. Onun ne olduğunu da bu mısradan anlayabiliriz.
Ârifler irfan sahipleridir. İlim, irfanı geliştirmeye yardımcı olan yollardan biridir. Ama her âlim, ârif değildir. Elinden tutan ve yol gösteren olmazsa, ilmine mağrur olur. O ilim, onu tepe takla düşürür.

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4382
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #16 : 28 Ağustos 2009, 12:12:01 ös »
Allahu Teâlâ'dan bizi edebe muvaffak kılması niyazı ile söze başlayalım aziz dostlar. Çünkü Hz. Mevlânâ Mesnevî-i Şerifin daha başlarında, 79. beyitte Cenab-ı Hakk'tan edeb niyazında bulunuyor.
Ez hudâ cûyîm tevfik-i edeb
Bî edeb mahrum u geşt lutf-i rab
"Huda'dan edeb hususunda yardım dileyelim. Çünkü edebi olmayan, Rabbin lûtfundan mahrum kalır."
Efendim Evliya Çelebi'yi bilirsiniz. Kendi devrinin şartları içinde pek çok memleket gezip, enteresan notlar alıp, bir seyahatname tertib etmiş ve bazı abartılı ifadeleri ile de bir takım özellikler taşıyan ama çok önemli bir kaynak eser haline gelen Seyahatnâme'sini bize bırakmış O mübalâğalı, abartılı ifadelerinden bir tanesi de Bursa hakkındadır. Bursa' nın yeşilliğini, sularını anlatırken bir cümle kullanır Evliya Çelebi: Bursa sudan ibarettir vesselam. Aynı ifade ile, tasavvuf edebden ibarettir, vesselam dersek, hiç abartılı bir ifadede bulunmuş olmayız.
Evet, tasavvuf edebten ibarettir. Edebin sözlük anlamı, kibarlık, incelik, nezaket ve uygun davranışlarda bulunma özelliği demektir. Deyim olarak anlamı ise, sahibini utanılacak şeylerden alıkoyan his ve irade demektir. Edebin kaynağı özellikle aile ve onun yanı sıra okul, çevre, gelenekler v.s. Bu kaynaklardan elde edilen edeb ile dünya hayatında iyi, güzel, hoş edebli olunabilir. Fakat gerek dünya hayatında, gerek sonsuz hayatta edebin yegâne kaynağı Rasulullah Efendimiz'in hayat-ı saadetleridir.
"Bismillahirrahmanirrahim le qad kâne lekum fî rasûlillâhi üsvetün hasenetün li men kâne yercullâhe ve'l-yevmel-âhira ve zekerallâhe kesîra" "Andolsun ki Rasulullah'ta sizin için Allah'a ve âhiret gününü dileyenler ve Allah'ı çok çok zikredenler için güzel bir örnek vardır. Numûne-i imtisal vardır. Uyulması gereken örnek vardır."
Allah-ı Zü'l-celâl, Ahzâb Sûresi'nin 21. âyetinde böyle buyuruyor. "Üsvetün hasene", güzel örnek. Ve bir başka âyette, Haşr Sûresi'nin 7. âyeti içinde "esta'î zübillâh; ve ma âtâkümü'r- rasûlü fe hüzûhu ve mâ nehaküm 'anhü, fentehû" "Peygamber size ne verirse alın. Ve neyi yasaklarsa ondan çekinin, sakının."
Allah-ı Zülcelâl, Habîb-i Edîb'ini her türlü edeble süslemiş ve sözleri ile de davranışları ile de en üstün ahlâk ve edeb örneği olarak kullarına onu tavsiye etmiştir. "Ve inneke le 'alâ huluqin azîm" şüphesiz sen yüce bir ahlak üzeresin âyeti ile "beni rabbim terbiye etti ve terbiyemi de güzel kıldı.." Hadîs-i Şerifi de bu gerçeği beyan buyurmaktadır.
Bu nedenle, tasavvufun temeli de tabanı da tavanı da ve her ikisi arasındakiler de edebten ibarettir. Eski dergâhlarda mutlaka asılı bulunması gereken bir levha olurdu. Edeb yâ Hû! Çok seyrek de olsa bazı uygun davranışlarda bulunmayan kişilere büyükler tarafından küçücük bir ikaz yapılırdı. "Edeb yâ hû" Bu edeb bahsi münasebetiyle Hz. Mevlânâ'nın edebest -edebtir- redifli bir gazeline kulak verelim isterseniz.
Hâce der-yâb ki cân der ter-i insan edebest
Hâce envâr-ı dil u dîde-i merdân edebest
"Ey kişi, bilmiş ol ki nasıl ruhsuz bir bedene can denilemezse, işte onun gibi edeb, ruh gibidir. Allah erlerinin gözü ve gönüllerinin nurunun aydınlığı, edebtir."
Âdem ez âlern-i ulvist ne süfli der-yâb
Ravnâk-ı gerdîş-i gombed-i devrân edebest
"İnsan süfli, düşüklükler aleminden değil ulvi, yücelikler alemindendir. Bunu iyi anla". İnsan, meleklerin secde ettiği Âdem'in neslindendir. Yeryüzünde Allah'ın halîfesi insandır. İnsanda, Allah'ın ruhundan üfürdüğü ruh vardır (Ve nefahtü min ruhî). İnsan en güzel ve en üstün yaratılışla yaratılmıştır yani Ahsen-i takvim ile. İşte bu Kur'ânî gerçekleri iyi anla. "Ve şu gökkubbenin dönüşü ve devranın gidişindeki revnak, güzellikler de edebtendir."
Efendim daha başka âyetlerde de var ama daha çok biliniyor diye onu örnek vereyim; Yasin suresinin 38, 39 ve 40. âyetlerinde ayın, güneşin, gece ve gündüzün Azîz ve Alîm olan Allah'ın takdiri ile belli yörüngeler ve ritimlere bağlandığı beyan buyurulmakta. Hz. Mevlânâ ay, güneş, gece ve gündüzün Azîz ve Alîm Allah'ın sözünü dinlemek güzelliği ile edebe riâyet ettiklerini söylüyor.
Ger to hâhî ki kadem ber-ser-i iblis nehî
Dîde boşka vü bibin kâtil-i şeytân edebest
"Eğer şeytanın başını ezmek istiyorsan edeb sahibi ol. Gözünü aç, gör ve bil ki, şeytanı öldüren şey edebtir."
Malumdur ki ilk edebsizlik şeytandan zuhur etmiştir. Cenab-ı Hakk'ın kendine yeryüzünde halife olarak yarattığı Hz. Âdem'e ve onun şahsında insana, meleklerin secde etmesi emredildiğinde şeytan bu emri dinlememiş ve edebsizlikle Allah'a isyan etmiştir. Bilindiği gibi edebin ilk ve ön şartı, söz dinlemektir. Şeytan söz dinlememek ile de kalmamış, kendince bir kıyas yaparak "Beni ateşten, Âdem'i topraktan yarattın. Ateş topraktan üstündür, ben de Âdem'den üstünüm." Böyle bir kıyasla Allah'a akıl öğretmeye kalkmıştır. Bu edebsizliği ile de Allah'ın rahmetinden koyulmuştur. Şeytan edebsizlikte daha da ileri gitmiş "Beni sen azdırdın" - estağfirullâh - diye bir de kendi kabahatini Allah'a yüklemeye çalışmış ve insanoğlunu Hakk'a giden yoldan ayırmak için kıyamete kadar mücadele etmeye yemin etmiştir. Bu mücadelede insanın yapacağı en doğru ve tek şey Allah'ın emrine uyarak, yani söz dinleyerek, e'ûzü billahi mine'ş-şeytani'r-racîm "kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım" demekten ibarettir. Allah'a sığınmaktan ibarettir. Allah, şeytanla mücadelede -amiyane tabirle - kabadayılığa, külhanbeyliğe müsade etmiyor. "Sadece bana sığının, bu size yeter." diyor. Biz o sözü dinleyerek şeytanın şerrinden Allah'a sığınırız.
İnsanın hiddetlenme hali, şeytanın meydanı boş bulduğu haldir. Şeytan en çok insana hiddetli halinde musallat olur. Ve sövmek, dövmek gibi insana yakışmayan haller yaptırır. Onun içindir ki Cenab-ı Ali keremallahu veçhe "En kahraman kişi, hiddetini yenen kişidir."'Yani şeytana mağlup olmayan kişidir, buyuruyor. Şeytan aynı zamanda insana affetmeyi, merhamet etmeyi unutturur. Eğer herhangi bir meselede biz af ve rahmet göstermezsek, Allah'a karşı olan kusurlarımızda hangi yüzle af ve merhamet dilenebiliriz? Unutmamalıdır ki affeden, affedilir. Rahmet edene rahmet edilir. Biz burada yine şeytandan Allah'a sığınarak Hz. Mevlânâ'nın Edeb gazelinin bir sonraki beyitine geçelim.
Âdemîzâde eğer bi edebest, âdem nîst
Fark der cism-i benî-Âdem ü hayvan edebest
"însanoğlunda eğer edeb yoksa, bilin ki o insan değildir. İnsanoğlunun cismi ile hayvan arasındaki fark edeb dolayısıyladır."
Madem ki Âdemoğluyuz diyoruz kendimize, öyleyse atamıza yakışır şekilde ve ondan örnek alarak hareket etmemiz gerekir. Ne yapmıştı Hz. Âdem? Yaklaşmaması emredilen ağaca yaklaştığında hatayı, kusuru kendinde bilmiş ve Rabbena zalemnâ enfusena "Ey Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik. Eğer sen bizim kusurlarımızı örtmez ve bize merhamet kılmazsan şüphe yokki biz zarar edenlerden oluruz." diye af dilemistir. İşte âdemoğluna atasına uymak yakışır. Ve edebini göstermek bu edebi göstererek, şeytan gibi değil, Âdem gibi davranarak kabahati kendinde bilmek insana yakışır. Ve bütün bu edebler insan ile hayvan arasındaki farkı belirler. Yemek, içmek, barınmak, üremek  gibi haller hayvanda da vardır, insanda da vardır. Bunların dışında ve üstündeki davranışlar insanı  insan eden hallerdir. Efendim tabi bu sözümuz, Ademoğullarına.
Kendilerine Âdemoğulluğunu değil, maymun oğulluğunu yakıştıranlara ve öyle zannedenlere sözümüz yok. Son iki beyit dolayısıyla arz etmeye çalıştığımız hususların hepsi Kur'ân âyetlerinden alınmadır. Sûrelerini ve âyet numaralarını söylemedim çünkü Kur'ân-ı Hakîm'de bu hususta pek çok âyet var. İşte onun için Hz. Mevlânâ edeb gazelinin devamında buyuruyor ki,
Çesm boşka vü bibin cümle kelâmullâh râ
Âyet âyet hemegî ma'ânî-i Qur'ân edebest
"Gözünü aç! Dikkat et! Tamamen Allah kelâmı olan Kur'âna iyice bak! Ayet âyet bütün Kur'ân'ın manâsı edebtir ve Kur'âna edeble iman et. Çünkü;
Gerdern ez akl suâlî ki bâşed îmân
Akl der-gûş-i dilem goft ki îmân edebest
"Akıla sordum, nedir iman? Akıl, kalp kulağıma eğilip dedi ki iman, edebtir." Peki, bu ne demektir?
Şems-i Tebriz hâmuş kon ki toy-i sırr-ı hudâ
Enver-i efdâl-u in şem-i sebistan edebest
Ey Şems-i Tebriz, suskun ol! Sus ki bu bir ilâhî sırdır. Ancak şu kadar söylenebilir, dile gelebilir ki, geceleri ve karanlıkları aydınlatan iman mumunun en parlak ve en üstün aydınlığı edebtir."
Edeb bahsi bir sohbetin içine ancak bu kadar sığar. Arzetmeye çalıştığım Hz. Mevlânâ'nın bu gazelini K'enan Rifâî merhum çok güzel bir şiir ile Türkçeye çevirmiş idi. Biz yine Hz. Mevlânâ lisanından Cenab-ı Hakk'tan bizleri edebli kılması niyazında bulunarak; sözlerimize nihayet verelim:
Ez hudâ cûyîm tevfikî edeb
Hoş kalın, hoş olun efendim.

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4382
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #17 : 28 Ağustos 2009, 12:13:42 ös »
SEMA ADABI
"Semâ" adı ile tanınan Mevlevî Âyininin  resmî adı  "Mukâbele-i  Şeriftir. Mevlevî mukabelesi, tekkenin 'Semâhâne' denilen bölümünde icra edilir. Semahane,   genellikle  etrafı   parmaklıklarla çevrili   bir ziyaretçi  yeri -züvvâr maksuresi-, âyin okuyan ve çalanlara ayrılmış 'Mutrıb-hâne' ve semâ   edilecek   bir  alan   olan 'Meydân-ı Şeriften ibarettir. Namaz kılınırken imamın durduğu mihrab ve Mesnevî okunurken Mesnevî-hân Dede'nin yer aldığı Mesnevî kürsüsü de Semahaneye dahildir. Bazı tekkelerde türbe de Semahane ile aynı çatı altındadır. Mevlevîlikte mukâbele-i şerîf, İstanbul dışındaki tekkelerde genellikle   Cuma   namazından sonra yapılırdı. İstanbul'daki beş Mevlevihâne de ise belli günlerde mukabele vardı.  Cuma ve  Salı Galata, Cumartesi Üsküdar, Pazar Kasımpaşa, Pazartesi ve Perşembe Yenikapı, Çarşamba Beşiktaş (daha sonra Eyüb Bahariye), Mevlevîhânelerin âyin günleri idi. Ayrıca İhyâ Geceleri' denen bayram ve kandil gecelerinde ve hilâfet merasimlerinde de  âyin yapılırdı. Mevlevî Âyini, Hz. Mevlâna tarafından tamamen bir vecd hâlinin ifadesi olarak, bir usûl ve merasime bağlı olmaksızın yapılan semâın, bir düzene bağlanması ile oluşmuştur. Hz. Mevlâna'nın düşünce, fikir, yaşayış, ilim, aşk ve cezbesinin, bir tasavvuf ekolü halinde ortaya çıkışı, oğlu Sultan Veled zamanında olmuştur. Sultan Veled ve hatta oğlu Ulu Arif Çelebi, aynen Hz. Mevlâna gibi, belli bir düzen olmadan, coşkunlukla semâ ederlerdi. Ancak ayrıca Cuma namazından sonra Hz. Mevlâna'yı anmak maksadı ile tertiplenen toplantılar, âyinin bir düzen halinde ortaya çıkmasına sebep teşkil etmiş ve semâ meclislerine belli bir düzen verilmeye başlanmıştır.
Âyin, önce Pîr Âdil Çelebi ve daha sonra da Pîr Hüseyin Çelebi tarafından bugünkü şekil ve düzenine konulmuştur. Pîr Âdil Çelebi, Sultan Veled'in(ö. 1312) oğlu Şemseddin Emir Âbid Çelebi'nin(ö.1338) oğlu Emir Âlim Çelebi'nin(ö.1388) oğludur ve Feridun Ulu Arif Çelebi'nin(ö.1328) oğlu Muzaffereddin Ekber Emir Âdil Çelebi'nin(ö.1368) oğlu olan II. Arif Çele-bi'nin 1421'de vefatı ile Çelebilik makamına geçmiş, 1460'da vefatına kadar 39 yıl bu görevde kalmıştır. Semâ âyinine bugünkü şeklini veren bu zattır. En son şekillendirme ve teferruat düzenlemesi ise, Afyonkarahisarlı III. Ârif Çelebi’nin 1642'de vefatı ile Çelebilik makamına geçen ve Ferruh Çelebi'nin(ö.1591) oğlu olan Hasan Çelebi'nin oğlu Pîr Hüseyin Çelebi (ö.1666)  tarafından  yapılmıştır. Konya'daki Âsitâne'nin (Pîr Evi) 18.  postnişîni olan  Pîr Hüseyin Çelebi,   Tekke Medrese kavgasının en ateşli zamanları olan Sivasîler-Kadızâdeler kavgasını görmüş, yaşamış ve bu tesirle de Mevlevi Semâ Âyinini, cahiller ve inatların dışında, herkesin kabulüne mazhar bir düzenle ortaya koymuştur.
Bu düzenlemeye göre Mevlevi Mukâbele-i Şerîfi şöyle yapılır:
Mukabele günü veya gecesi, görevli  Meydancı Dede namaz vaktinden biraz önce, semahaneye girerek, yere ters olarak yayılı duran kırmızı renkli şeyh postunu alır ve sol omzuna koyar ve şeyh dairesine giderek, semâ izni  ister.  Şeyh, "Eyvallah" diyerek izin verdiğini belirttikten sonra, Meydancı Dede, dervişlerin duyabileceği kadar yüksek sesle ve özel okunuşu ile “abdeste tennureye sala” diye seslenir ve postu semahaneye götürüp usulünce yayar. Sonra ezan okunur. Semâa girecek dervişler, semâ kıyafetlerini giyerler. Tersine katlanmış olan tennureler koltuklarından tutulur ve öylece kıbleye karşı diz üstü oturulup, Hz.Mevlana’nın ruhuna üç İhlâs bir Fatiha okunur   Yine oturmakta iken tennurenin yakası öpülüp baştan aşağıya geçirilir. Böylece tennure tersken, yüz olmuş olur. Sonra ayağa kalkılıp, bele bağlanan "Elifi nemed" (veya elif-lâm bend) kemer gibi bağlanır ve özel şekilli bir yelek olan"deste-gül" sırta giyilir. "Resim Hırkası" denen çok geniş kollu, uzun ve geniş hırka da omuza alınır ve sikke de başa giyilerek kıyafet tamamlanmış olur.
Meydancı Dede'nin "Buyrun Yâ Hû" hitabı ile davet edilen dedeler ve diğer kişiler teker teker baş keserek selâm verip sağ ayak la, eşiğe basmadan semahaneye girerler ve görev rütbeleri ve kıdemlerine göre yerlerini alarak, ayakta beklerler. Âyinin mûsikîsini icra edecek olan Mutrıb Heyeti de Mutrıb-hâne'de yerini alır. Herkes, sağ ayak başparmakları sol ayak başparmağını üzerinde; yani "ayakları mühürlü" denen durumda ve sol eli ile sağ omuz, sağ el ile sol omuz tutulmak suretiyle ayakta durarak, Şeyhin gelişini bekler. Bu duruş şekline "Niyaz Vaziyeti" denir.
Şeyh, sağ arkasındaki Meydancı ile birlikte semahaneye girip ayak mühürleyerek başını eğmek suretiyle selâm verdiğinde, herkes aynı biçimde sessizce selâma cevap verir. Şeyh, postuna geçer ve namaz başlar. Camideki usûlün aynısı olarak kılınan namaz, Şeyhin Fâtiha'sı ile sona erer.
Namaz bittiğinde, namaz safları bozulur ve yüzler Mesnevî kürsüsüne dönük olarak yeni yerleşim hâli alınır. Şeyh, (veya Mesnevîhân) kürsüye çıkıp oturduğunda, herkes yer öperek bulunduğu yere oturur. Mesnevî'den şerh edilecek beyitleri, Şeyh kendi okumayacaksa, "Kârî-i Mesnevî" denen, Mesnevî okumakla görevli dede, daha önce Meydancı tarafından kürsünün altına serilmiş olan seccadeye, yüzü kıbleye karşı olarak oturur ve şerh edilecek beyitleri okur. Şeyh, tesirli sözler söyleyebilmek, yanlışlıkların bağışlanmasını ve hâttâ düzeltilmesini dilemek için Allah'tan yardım isteyici ve yakarıcı bazı beyitleri okuduktan sonra Mesnevî beyitlerinin şerhine başlar. Sonunda "Yüce Allah'ın sırlarının keşfedicisi olan Mevlâna işte böyle buyurdu. O'nun bu buyurdukları ne uyku halindeki rüyadır, ne faldır ne de yıldız bilgisidir. Doğrusunu Allah bilir ama, herhalde Hakk'ın bir vahyi olsa gerekir" anlamındaki dörtlük okunarak Mesnevî şerhi bitirilir.
Sonra Mutrıbhânede kısa bir Kur'an-ı Kerîm okunur; Fatiha okunmaz. Şeyhin kürsü üzerinden okuduğu "Post Duası" sonunda Fatiha okunur. Şeyh, kürsüden inerken, herkes öpüp ayağa kalkar ve kıbleye göre sema hanenin sağ tarafında yerlerini alırlar. Çok ender olarak Mesnevî şerhi yapılma mışsa, bu yer alma namazdan sonra olur. Post duası da posta oturulunca yapılır. (1950'li yıllardan sonra Konya'da her yıl yapılmakta olan Mevlâna İhtifallerindeki Semâ Âyininde bu yer alış ve sonrası sergilenebilmektedir.)
Bütün tarikat âyinleri, Hz.Peygamber'e olan sevgi ve saygının ifadesi olarak, salâvat ile başlar. Mevlevî Âyininde bu ifade, "Na't-ı Mevlâna" ile olur. Hz. Mevlâna'nın "Ya Habîballah, Resûl-i Hâlik-i yekta tuyi" (Ey Allah'ın sevgilisi, tek ve eşsiz yaratıcının elçisi sensin) diye baş layan ünlü na'tını, Türk Mûsikîsinin dahîlerinden Mustafa Itrî Efendi, Rast makamında bestelemiş ve bu şaheser; "Nât-ı Mevlâna" olarak iki asırdan fazla hem Mevlevîhânelerde; hem de gerektiğinde başka tekkelerde okunmuştur. Itrî'nin bu bestesi en tanınmış nât bestesidir ve Abdülhalim Çelebi (Ö.1679) veya II.Bostan Çelebi (Ö.1705) tarafından, bir Çelebilik Makamı tavsiyesi olarak, bütün Mevlevîhânelere âyinde ney taksiminden önce okunması bildirilmiştir. Na't olarak, bu beste ile başka güfteler okunduğu da olmuştur. Ayrıca, bu bestenin bitişi olan "Yâ tabîb-el kulûb, Yâ veliyellah" sözlerinin yer aldığı terennüm bölümünde, çok usta birer icracı olan nât-hânlar görevinde bulunduğu zamanlarda böyle yaptığı anlatılmaktadır. Itrî'nin bu bestesi, İstanbul Belediye Konservatuarı Tasnif Heyeti tarafından, Yenikapı Mevlevîhânesi kudümzenbaşısı bestekâr Ahmed Hüsameddin  Dede'nin  okuyuş  tarzı esas alınarak notayı alınmış; Zekai-zade Hafız Ahmed Irsoy ve Raûf Yekta Bey, bu eserin unutulmasını önlemişlerdir, Itrî'nin bu bestesinden evvelki beste veya bestelerin, yahut da Hz. Mevlâna'nın, Hz. Peygamberi öven birçok gazellerinin, kasîde tarzında doğaçlama olarak, okunduğunu kabul etmek gerekmektedir.
Na'tın okunması sessizce dinlendikten sonra, kudümzenbaşı kudüme birkaç darbe vurur ve neyzenbaşının veya onun görevlendirdiği bir neyzenin "post taksimi" adı verilen taksimi başlar. Post taksiminde, okunacak âyinin makamını önce dem sesler denen pest perdelerde ve uzun süreli seslerle gösterip sonra meyan açarak ve az makam geçkisi yapıp vakur nağmelerle taksimi tamamlamak, gelenekleşmiş bir haldir. Taksim bittiğinde hiç ara verilmeden kudümzenbaşının kudüme ilk darbe vurması ile beraber peşrev çalışmaya başlanır. Bu ilk "zahme" darbesiyle beraber Şeyh Efendi ve semâzenler ellerini şiddetli bir şekilde yere vurup ayağa kalkarlar. Buna "Darb-ı Celâl" denir. Neyzenler de ayağa kalkarak icraya katılırlar.
Ayağa kalmış bulunan semâzenler hırkalarına çeki düzen verip; sağa doğru birbirlerine yaklaşırlar. Bu sırada Şeyh, postun önüne çıkıp baş keserek selâm verir, herkes de baş keser. Sonra Şeyh, sağına doğru dönüp, peşrevin temposu na da uygun bir şekilde, sağ ayağını atıp solu yanına çekerek, sonra solu ileri atıp sağı yanına çekerek yürümeye başlar. Semahanenin kenarında yüzleri ortaya dönük durmakta olan semâzenlerden sağa dönüp aynı tarzda yürümeye başlarlar. Şeyhin arkasındaki kişi (aşçıbaşı veya semâzenbaşı) postun önüne geldiğinde ayak mühürleyip baş keser ve hatt-ı istiva denen postun ucu ile kapı arasında çizili olduğu varsayılan ve Şeyhten başkasının basamayacağı çizginin sağ ayakla atlayıp solu da attıktan sonra, posta arkasını dönmeden, cephesini geliş yönüne çevirip yine ayak mühürleyip bekler. Bu sırada arkasındaki semâzen de postun önüne yaklaşmıştır. O da ayak mühürler ve postun önünde iki derviş birbirlerinin yüzüne, gözüne ve özellikle iki kaşın arasına bakarak ve hırkalarını içindeki sağ ellerini kalplerini götürerek selâmlaşıp niyazlaşmış olurlar. Postun sağındaki kişi arkasını semahaneye dönmeden yine sağa dönerek yürümeye başladığında, kendisinden sonraki semâzen yine aynı tarzdaki hareketlere devam eder. Böylece herkes birbiriyle selâmlaşmış olur ki buna "cemâl seyri" veya "cemâl cemâle gelmek" denilir.

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4382
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #18 : 28 Ağustos 2009, 12:14:47 ös »
 Semahaneyi ikiye böldüğü kabul edilen hatt-ı istivâa post hizasındaki uzantısında gene ayak mühürlenip baş kesilir; karşı karşıya geliş olmadan yürümeye devam edilir. Eğer, türbesi olan bir semahanede âyin yapılıyorsa, türbenin yanından geçilirken de baş kesilip selâm verilir. Şeyh, birinci devirde postun önüne geldiğinde, karşısında kıdemsiz derviş bulunmaktadır. Onlarda birbiri ile selâmlaşırlar ve ikinci, üçüncü devirlerde aynen böyle devam eder. Böylece herkesin üç defa semahanenin etrafını dolaşmalarına "devr-i veledi"(Sultan Veled Devri) denilir.
Mutrıb peşrev çalmaya devam ediyordur. Peşrev, yürüyüş sırasında bitse bile tekrar başa dönülerek çalınmaya devam edilir. Üçüncü devirde sırasının sonundaki semâzen, şeyhi beklemeden selâmını verip yürümeye devam eder. Onun sıradaki yerini alması ile beraber şeyh de postuna geçmiş olur. Bu anda kudümzen-başı peşrev çalmaya son verilmesini işaret etmek için kudüme hızlıca birkaç defa vurur ve sadece makamı gösteren bir iki cümlelik çok kısa bir ney taksimi yapılır. (Sultan Veled Devrindeki karşılıklı niyazlaşma Konya'daki Âsitânede şeyh postu önünde değil, Hz.Pîr Mevlâna'nın sandukası önünde yapılır.)
Sultan Veled devri devamında, herkes, sessizce Allah ismini (İsm-i Celâl) zikretmektedir.
Ney taksiminin bitiminde, âyinhân denen mutrıbdaki okuyucular, yine saz refakatinde, âyini okumaya başlarlar. Şeyh, postunun üzerinde, semâı idare edecek olan semâzenbaşı hariç, semazenler omuzlarındaki hırkaları çıkarıp oturdukları yere bırakırlar ve hemen niyaz vaziyeti alırlar.
Şeyh, postun önüne doğru üç adım atarak ileri çıkar ve baş keser, herkes de baş keser. Şeyh, sağ eli üstte olarak ellerini kavuşturmuş durumda dururken, semâzenbaşı şeyhe doğru ilerler ve şeyhin açıkta duran elini, şeyh de eğilerek onun sikkesini öper. Semâzenbaşının sağ ayağını geriye çekerek veya ileri atarak verdiği işarete göre semâzen, ya ortaya veya kenara doğru üç adımda yürüyüp semâa başlar. Omuzları tutmakta olan eller yavaşça aşağıya indirilip, elin dışı vücuda ve sikkeye temas ettirilip omuz hizasından yukarı kadar kaldırılır ve 'sağ el yukarıya, sol el aşağıya' bakacak şekilde semâ edilir. Semâzenin başı hafifçe sağa eğik, yüze biraz sola dönük, gözleri sol elin başparmağına kısık bir şekilde bakar durumdadır. Bu şekilde son semâzen, de semâa girdikten sonra, semâzenbaşı şeyhe baş kesip, semâı idare etmek üzere sema hanede dolaşmaya başlar. Şeyhde postun gerisine çekilip, ayakta durarak semâı izler.
Semâzenin sol ayağına "direk", sağ ayağına "çark" denir. Direk, yerden hiç kesilmez ve diz bükülmez. Çark, direğin etrafında sola (kalbe) doğru döndürülerek atılır, direk yerden sürünerek geriye doğru hareket ettirilir. Böylece vücudun bir tam kendi etrafında dönüşüne de çark adı verilir. Direği, yerden sürümeden sabit durarak çark atmaya da "direk tutma" denir. Semâzen her tam çarkta bir defa olmak üzere sessizce içinden İsm-i Celâl okur. Semâ böylece devam eder...
Âyin bestesinin birinci selâmı bitip, ikinci Selâmın başladığı, beste usûlünün değiştiğinden anlaşılır. Selâm başında, herkes bulunduğu yerde yüzleri "Kutuphane" denen semahanenin merkezine gelecek şekilde durup, niyaz vaziyetinde baş keser ve ikili üçlü gruplar halinde omuz omuza yaslanır. Şeyh, postun önüne doğru ilerleyip baş kestiğinde, yine herkes baş keser. Şeyh, sessizce selâm duasını yapıp yine postun gerisine geçtiğinde tekrar beraberce baş kesilir. Semâzenbaşı ve semâzenler yine birinci selâmdaki gibi semâa girerler. Yalnız, el ve sikke öpmezler. İkinci selâm denen bölüm böylece devam eder ve yine bestedeki usul değişikliği ile Üçüncü Selâma girilir.
Dördüncü Selâma giriş de aynı şekilde yapılır.
Dördüncü Selâmda semâzenler, semahanenin ortasına girmezler ve etrafa sıralanarak sema ederler; orta yer boş bırakılır. Son semâzenin de semâa girmesinden sonra, hepsi yerlerinden kıpırdamadan direk tutarak semâ ederler. Semâzenbaşı şeyhe niyaz edip semâzleri de yerleştirdikten sonra Şeyhin solundaki yerine geçer ve artık yürümez. Şeyh ise postundan öne ilerleyip niyaz eder ve o da semâa girer. Şeyh, sol eli ile hırkasının sağ tarafını bel hizasından, sağ yakasından tutarak hırkanın göğüs kısmını sağ tarafa doğru hafifçe açarak semâ eder. Başı, semâzenler gibi, hafifçe sağa eğik ve sola dönüktür. Hatt-ı istiva üzerinden adım atarak semâ etmek suretiyle semahanenin merkezine kadar gelir. O da orada direk tutar. Bu tarz yaka tutarak ve ağır tempo ile olan semâa "post semâı" denir. Semâzen başı da bulunduğu yerde post semâı yapar.
Âyin bestesinin dördüncü selamın sözlü kısmı bittiğinde sazlar hemen saz semaisine ve takiben son peşreve girerler. Eğer Niyaz İlahisi denen Segah makamındaki eser icra edilecekse, Semai yerine sazlardan biri Segâh'a geçiş taksimi yapar ve ilâhiye girilir. Saz semaisi veya Niyaz'ın bitmesi ile son taksim başlar Son taksimin, post taksimi ile mutlaka ney ile yapılması gerekmez; başka saz ile de yapılabilir. Taksimin başlaması ile kutuphânede direk tutmakta olan Şeyh yavaş yavaş postuna doğru gitmeye başlar. Şeyh posta vardığında taksim bitirilir ve hemen tiz perdeden olmak üzere mutrıbta görevli biri tarafından Kur'an okunmaya başlanır. Bu anda herkes olduğu yerde baş kesip, yer öperek bulunduğu yere oturur. Eller omuzlarda ve baş öne eğiktir. Görevli dervişler, sırtlarına hırkalarını koyduklarında normal oturma hali alınarak, Kur'an dinlenir. Kur'an okunması bittikten sonra Şeyhin sol tarafında uygun bir yerde "Duâgû Dede' (Duacı Dede) özel okuyuş tarzı ile, özel duayı tekbîri ve salâvatı okuduktan sonra, Şeyh, "Fatiha" der. Herkes sessizce Fâtiha'yı okur. Sonra Şeyhle beraber her kes yer öpüp ayağa kalkar. Şeyh, postu nun üzerinde "Hû diyelim" sözü ile biten 'gülbank'i (özel tertip ve tespit edilmiş duâ) okur. Mutrıbhân ve semâzenler baş keserek bir nefes boyu ve yüksek sesle "Hû" derler. Şeyh, postun üzerinden ayrılıp baş keserek yüksek sesle selâm verdiğinde, semâzenbaşı yüksek sesle ve son Hû hecesini nefesince uzatarak selâma alır, semâzenler de baş keser. Şeyh bu sırada postun tam karşısındaki kapıya doğru yürümektedir. Tam orta yere geldiğinde yine selâm verir. Bu selâmı neyzenbaşı alır, mutrıbdakiler baş kesen Şeyh semahanenin çıkışına vardığında posta doğru dönerek baş kestiğinde, herkes beraberce baş keser. Şeyh semahaneden ayrıldıktan sonra, herkes posta selâm vererek teker teker semahaneyi terk ederler. (Eğer semâ türbeli semahanede yapılmışsa, ayağa kalktığında önce türbedekiler için Fatiha okunur sonra gülbank çekilir.) Meydancı Dede tarafından Şeyh Postunun usulünce kaldırılması veya katlanması ile Mevlevi Mukabelesi bitmiş olur. Semâ sırasında da, Sultan Veled devrindeki gibi sessizce Allah'ın ismi (İsm-i Celâl) zikredilir. Semâzen çarkını yerden kaldırırken "Al", yere basarken "lah" hecesini söylemek suretiyle her çark atışta bir İsm-i Celâl okuyarak zikre devam eder.
Mevlevî Mukabelesi denen bu resmi âyin şeklinden başka "âyin-i cem" (Aynü'l-cem) denen bir âyin tarzı daha vardır ki, tekkenin semahanesinde değil, "meydan odası" denen özel bölümünde yapılır. Ya bir sohbet meclisinde veya bir ikram için toplanıldığında na't okunmadan ney taksimi ile başlar. Âyin okunurken, herkes değil, sadece arzu edenler hırkalarının kollarını giyip post semâı tarzında kol açmadan sema ederler ve selam başlarında da durmak yoktur. Yine Kur'an okunması ve gülbank ile biter; sonra istenirse sohbete ve ikrama devam edilir. Hz. Mevlâna'nın ahrete göç etmesi hicri takvimle 5 Cemaziyelâhir 672'dir. Bu gün Mevlevîlerce sevgiliye kavuşma zamanı, gelin gecesi (Şeb-i Ârûs) olarak kabul edilmiştir. Hicri takvimin mevsimlere göre dönüşü ile yaz aylarında tekke bahçesinde açık havada; kışın meydan odasında 5 Cemaziyelâhir günü mutlaka âyin-i cem yapılırdı. Mukabele ve âyin-i cem'den başka bir ayin vardır ki buna da "Müptedî Mukabelesi" denir.  Semâ etmeyi artık öğrenmiş olan bir yeni der vişin (nev-niyâz) mukâbele-i şerîf'e katıl masına izin verilmesi törenidir. Bu âyine Şeyh katılmaz. Âyini semahanede Şeyh Postunun  yanında  duran  Ser-tebbâh (Aşçıbaşı Dede) idare eder. Tıpkı âyin-i cem gibi na't okunmadan ney taksimi ile başlar.   Peşrevle  beraber  Sultan Veled Devri yapılır ve semâ başlar.  Müptedî Mukabelesinin özelliği, âyin okunmamasıdır. Dört bölümlü semâ sadece peşrev çalmaya   devam   edilerek  yapılır;   yine Kur'an ve gülbank'le biter. Birçok tarikatta rastlanan besteli evrâd-ı şerîf, Mevlevîlikte yoktur. Mevlevî evrâd-ı şerîfi sabah namazı vakti topluca değil, bireysel olarak okunur.
Mevlevîhânelerin mesci dinde sabah namazından sonra topluca yapılan bir zikir âyini şekli vardır ki buna " ism-i celâl çekmek"  veya  "Lafza-i Celâl okumak" denir. Namazdan sonra şeyh, postuna oturur; herkes görev rüt besi ve kıdemine göre yerlerini alarak tam bir daire oluşturulur. Meydancı, iri taneli ve çok uzun bir tespihi, imamesi Şeyhe gelecek şekilde bütün halkaya yayar. Herkes iki eli ile tespihi tutar. Şeyh çok ağır ve uzun hecelerle ve pest perdeden "Eûzu besmele" çeker ve yine uzun hecelerle topluca üç defa Lâilâheil-lallah, sonra da yine üç defa ağır ağır "Allah" denilir. Sonra İsm-i Celâl hızlanır ve perde çok belli edilmeden küçük ses aralıkları ile yükseltilir. Sonunda adeta harfler belli olmadan iki hecenin sesi duyulur hale gelir. Bu sırada baş, elif harfi çizer gibi yukarı aşağı hareket ettirilir. Tespih, sağa doğru avuç içinden yürütülür. Mevlevî İsm-i Celâl zikri, kendine özgü ritmi ve perde kaldırması ile çok estetik ve çok tesirli bir zikir tarzıdır. Belli bir adet; Allah isminden sonra, Kur'an okunması, Şeyhin gülbank'i ve Fâtiha'sı ile biter. Bazen mukâbele-i şerîf'te namazdan veya Mesnevî okunmasından sonra da İsm-i Celâl çekilir. Herhangi bir sebeple mukabele yapılamadığı zamanlarda da, Aşçıbaşı Dedenin idaresinde ve semâhânede İsm-i Celâl çekilerek o gün veya gecenin "dinî âyini" yapılmış olurdu.
 
Mevlevî Mûsikîsi ve Semâ'daki Semboller
Mevlevî Semâ Âyini, mûsikîsinden kıyafetine kadar her alanda, pek çok sembolleri taşır.  Benliğinden ölü olan Mevlevî dervişinin, başındaki sikkesi mezar taşı, giydiği tennuresi kefeni, sırtındaki hırkası kabridir. Semahane kâinattır; sağ tarafı görünen ve bilinen madde âlemi, sol taraf mânâ âlemidir. Posttan sağa doğru hareket, yücelikten düşüklüğe gidiş (ulvîden süflîye) hatt-ı istivanın sonundan posta doğru hareket düşüklükten yüceliğe varıştır ki, "seyr-i sülük" denen manevî olgunluğa erişme yolculuğunu anlatır. Kudümün ilk vuruşu "Ol" emrinin, anlatımıdır. Ney, "İnsân-ı kâmil"dir. Ney'in üflenmesi, İsrafil'in "Sûr"u üflemesidir. Kalkarken yere el vurmak hem "Ol" manın, hem Sûr'u işitince kabirden kalkmanın sembolüdür. Sultan Veled Devrindeki üç tur, "İlm-el yakîn, ayne'l yakîn, hakke'l yakın" denen bilme, görme ve olma mertebele rine işarettir.
Tecelli rengi olan kırmızı renkli post üstündeki Şeyh Hz. Mevlâna'yı temsil eder. Hakikate varan yolu o bilir; ve bunun için hakikate varan en kısa yolu temsil eden hatt-ı istivâ'ya yalnızca o basabilir. Sûr'un üflenmesiyle kabirlerinden canlanarak kalkanların şaşkın şaşkın nereye gideceklerini aramak yerine, insân-ı kâmilin peşine takılıp, onun gittiği yoldan, adımlarını onun gibi ata rak kurtuluşa eren yolu bulmayı, Sultan Veled Devrindeki yürüyüş temsil eder. Semâdaki selâmlar zât, sıfat, fiil, vahdet gibi tasavvuf anlamlarını taşırlar. Dört selâm, şeriat, tarikat, hakikat ve marifet kademelerini anlatmaktadır. Dördüncü selâmda; Allah'ın tek ve gerçek  varlığı ile var oluş olan, vahdet durağından kıpırdamadan, ayak direyerek duruş,  anlatılmaktadır.  Ve  sonunda:
"bütün mânâ mertebelerini bilsen de, ulaşsan da, asla kulluktan vazgeçme, en yüce makam ve mertebe kulluktur, fakat, bilenle bilmeyen bir değildir." denilir.

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4382
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #19 : 28 Ağustos 2009, 12:15:44 ös »
BENİM BÜTÜN İLLETLERİMİN TABİBİ AŞKTIR
 
Vakt-i şerifler hayr olsun efendim! Hayırlar feth olsun, şerler def olsun. Ne güzel hülâsa edivermişler gönüllerindekini, tasavvuf ehli! Ve hep, artık ezberlenmiş, formüle edilmiş bu sözlerle güzelliklere tâlip olmuşlar, çirkinliklerden kaçmışlar. “Eğer dünya malını gönlüne indirirsen çirkinlik olur, yok eğer onu hayra vesile kılarsan güzellik olur.” meâlindeki Mesnevî sohbetimizi yapmıştık daha önce. Ve devam ediyor Hazret-i Mevlânâ, mal toplamanın faydasının ne kadar olduğunu izâh için.
 
Ger berizi bahra derkûzei
Çent güncent kısmeti yekruzei
 
Denizi bir kâseye dökecek olsan, ne kadar sığar? Ancak bir günlük rızkın kadar. Malûmdur ki gemi, suyun üzerinde, denizin üzerinde gittiği müddetçe su onu kaldırıcı ve gitmek istediği yere ulaştırıcı bir vasıtadır. Ne zaman ki gemide bir delik hâsıl olur, deniz, geminin içine girmeye başlarsa artık o gemi yürümez ve batar. İşte dünya malı seni varmak istediğin yere götüren, götürücü olan deniz gibidir. Onu sen içine almazsan, üzerinde olursan gemi gibi istediğin yere varırsın. Yok, hırsla, tamah ile onu içine almaya kalkarsan geminin su alıp batması gibi dünyada batarsın. Ve kanaat ne tükenmez bir hazinedir. Kanaat yerine, hazineyi, zenginliği malda aramak boştur.
İnsana yaradılışında yükselmek, yücelmek, daha geniş imkânlara kavuşmak arzusu verilmiştir. Bu, hırsla tamah hâlinde olursa o zaman Hazret-i Peygamber’in “İnsanın iki vadi dolusu altını olsa üçüncüyü ister ama bu iyi bir şey değildir.” buyurduğu gibi iyi olmayan insanlar sınıfından oluruz. Ancak dünya malı sadece yükselmek için bir itici güç, âdeta, bir otomobilin marş motoru gibi ilk hareketi verecek güç olarak kabul edilirse o zaman motoru çevirir ve motor yürümeye başlar. Marş motoru ana motoru çalıştırır ve araba gitmeye başlar. Marş motorunu otomobilin motoru yerine kaim edersek o zaman o arabanın motoru da kendi de dağılır gider. Bütün bunlar birer misal ve bu misallerle anlatılmak istenen şey şu: Dünya hâline şükredebilmek için senden daha aşağıda olanlara bakacaksın. Maddî imkân bakımından daha aşağıda olanlara. Âhiret hâlinde yükselmek için ise senden daha yücelere, daha olgunlara bakacaksın. Eğer bunun tersi yapılırsa yani “Ben filancadan daha çok namaz kılıyorum, daha çok ibadet ediyorum, daha çok şöyleyim, böyleyim.” denir ise zarar olur. Bir kere, benlik başlar. Başkasını beğenmemek başlar. Ona “ucb” denir, “kendini beğenme” denir ki gururdan daha özel ve tehlikeli bir histir. İhtiyacından fazla mal vesaire peşinde koşmak sadece hevesi tatmin eder, insanı tatmin eden şey değildir. Hülâsa, ihtiyacıyla nispet kabul etmeyecek derecelere vardırılan her şey hırs ve tamah eseridir. Hırs ve tamah ise insanı hakîkatleri anlama yolunda en büyük esarete müptela kılan şeydir.
 
Kâseyi çeşm i harisan turneşut
Ta sedef kâni neşûd pür dur neşud
 
Hırs ve tamah ehlinin gözü doymaz. Hâlbuki sedef kanaat gösterip kapanmasa idi içinde inci olmazdı. Hazret-i Mevlânâ burada daha başka bir misal veriyor. Malûm, incinin oluşmasında birtakım destanî anlatımlar vardır. Efendim, nisan yağmuru yağdığı zaman istiridye, sedef, ağzını açar ve içine bir nisan yağmurunun düşmesini bekler. O yağmur düşer düşmez de ağzını kapatır ve istiridyenin özelliğinden dolayı o nisan yağmuru tanesi inci olur. Eğer o nisan yağmuru yılanın ağzına damlarsa zehir olur diye şairâne bir izâh vardır. Bunun aslının böyle olmadığı tabii biliniyor. Esasında istiridye, içine giren kum tanesinin zararlarından kendisini korumak için kendi salgıladığı bir maddeyi o kum tanesinin etrafına sarar, işte ona da biz inci deriz. Fakat nisan yağmurunun bereketlerinin karşılığı ve mahlûkattaki sedefin inci yapıcılığı, yılanın zehir akıtıcılığı anlatılsın diye böyle bir efsane kabul edilmiştir. Hazret-i Mevlânâ da bunun misalini açıklayarak bir başka özellikle şöyle anlatıyor: Eğer istiridye ağzına giren nisan yağmuru tanesine veya kum tanesine kanaat edip ağzını kapatmasa idi, birkaç damla daha gelsin, birkaç tane daha gelsin diye beklese idi ağzı kapanmadığı için inci, dürdâne hâsıl olmazdı. İşte sen de karnın doyduktan sonra ağzını açma, açık bırakma. Gözünün doyması için de gözünü hakîkî manzaralara çevir. Bakılması lâyık olan şeylere çevir. Bakılmayacak şeylere çevirme. Yoksa kapatamazsın. Kapatamayacağın zaman da gözün doymaz. Azîz dostlar, iki şey doymaz; toprağın karnı, insanın gözü.
 
Her kiracamei zi aşkı çak şüt
Ozi hırs u ayb külli pak şüt
 
Her kimin elbisesi aşkın pençesi ile parçalanırsa o kimse hırstan da tamahtan da bütün ayıplardan da tertemiz olur. Hazret-i Mevlânâ bu beyti ile bir suali cevaplandırıyor. Hırsın, tamahın fenalığını anladık. Peki, bundan kurtulmak için ne yapacağız? İşte Hazret-i Mevlânâ en kolay tavsiyeyi yapıyor: Aşk... Aşk... Aşk… Ve devam ediyor:
 
Şad baş ey aşkı hoş i sevdaima
Ey tabibi cümle illet hayima
 
Ey faydası hoş olan ve bütün illetlerimizin, marazlarımızın, hastalıklarımızın devası olan aşk, şâd ol sen! Aşk, bir adamın yakasından tutup onu kendine doğru çekmeye başlayınca o kişiyi bir elbise gibi kaplamış olan hırs ve tamah, mal ve servet bağımlılığı ve bunun gibi bütün ahlâkî ayıplar yok olur, çıkar. Elbisenin yırtılıp çıkması gibi... Ve bütün illetlerin hekimi aşktır. Ey aşk, sen şâd ol!
 
Ey devai nahvetü na mu suma
Ey tü eflatu nu calili suma
 
Bizim kibir ve azametimize ilaç olan ve bizim için Eflatun ve Calilus olan aşk, sen çok yaşa! Hazret-i Mevlânâ bu son iki beyitte aşka methiyeler söylüyor. Ve aşkın, mal hırsı ve tamahına ilaç olduğu gibi kibir ve azamete de ilaç olduğunu, Eflatun ve Calilus gibi bizim hastalıklarımıza deva olacağını söylüyor.
Malûm, Eflatun -Platon- eski Yunan filozoflarından. Eski tâbiriyle hikmet-i işrak yani doğuş felsefesi denen bir özel felsefî okulun, ekolün kurucusu ve hâlâ tesiri devam eden çok mühim bir feylesof. Ancak burada filozofî açıdan değil hikmet açısından ele alınmıştır. Yani bu beyitte bir hakîm olarak yer almıştır. Çünkü, malûmunuz, tasavvufla felsefe birbirinden ayrı şeylerdir. Bazen günlük hayatımızda tasavvuf felsefesi diye kullanılıyor. Tasavvufun felsefesi olmaz. Tasavvuf ve felsefe kaynakları itibariyle farklı şeyler olduğu için birbiriyle bağdaşmaz. Tasavvufun felsefesi, felsefenin tasavvufu yoktur. Olmaz böyle bir şey! Çünkü felsefenin menşei, doğuşu akıldır. Tasavvufun doğuşu ise vahiydir. Yani, Resûlullah Efendimiz’den intikalen bize gelen sözlerdir, emirlerdir, nasihatlerdir, vs.
Filozoflar, dikkat buyrulursa hep birbirlerini nakzederler. Yani onun filanca tarafı eksik, berikinin falanca tarafı eksik diye. Hâlbuki mutasavvıflar hep birbirlerini tamamlarlar. “Onunki öyle güzel, benimki böyle güzel, ötekininki öyle güzel.” derler. O ona, o ona, o ona “Doğrudur, yanlış değildir.” derler. Dolayısıyla nakz yoktur. Beyitte sözü geçen Calilus ise Bergamalı bir hemşehrimiz. Miladî 130-200 yılları arasında yaşamış Bergamalı mühim bir hekim ve Hipokrat’tan sonra en büyük hekim sayılır. İşte Hazret-i Mevlânâ aşkı biri hakîm, biri hekim olan iki büyük zâta benzetiyor. Aşkta öyle bir kudret, öyle bir çekicilik, öyle bir yola getiricilik, düzelticilik vardır ki Eflatun’un felsefeyle, Calilus’un tababetle yapamadığı ruhanî ve cismanî tedavileri aşk, icrâ eder. İşte onun için “Ey tabibi cümle illethâ-yimâ, benim bütün illetlerimin tabibi olan aşk!” diyor.
Efendim, aşk bahsi daha devam eder, çünkü evvelimiz aşk, hâlimiz aşk, istikbalimiz aşk. Aşk olsun efendim...

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4382
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #20 : 28 Ağustos 2009, 12:16:39 ös »
İyilikler, güzellikler, hayırlar ve kolaylıklar dileyerek başlayalım sohbetimize azîz dostlar. Evet, kolaylıklar... Çünkü iyiliği, güzelliği, hayrı elde edebilmek pek kolay değildir. Onun için kolaylıklar dileyelim. Hatırlarsınız Mesnevî'nin ilk beytindeki ney kelimesi hakkında sohbet ederken insan-ı kâmilden konuşmuştuk. Bazı sorular geldi bendenize "İnsan-ı kâmili nasıl tanıyacağız?" şeklinde.
İyiliği, güzelliği, hayrı elde edebilmenin kolay yolu insan-ı kâmile ulaşabilmektir ama onu nasıl tanıyacağız? Bu tanımanın da bir kolay yolu var efendim. Bir kimseyi gördüğümüzde, sohbetinde bulunduğumuzda o zâtı görmek, sohbetinde ve huzurunda bulunmak bize Hakk'ı hatırlatıyor, yeniden aklımıza getiriyor ise o kimse insan-ı kâmildir. Tanımak, işte bu kadar kolay. Hele hele o zât hâli ile bizde kendisini beğendirmek arzusu uyandırıyor ise teşhisimizde tam isabet var demektir. Artık balansı gibi çalışmak ve insan-ı kâmil kaynağından güzellikler, iyilikler, hayırlar toplamak vazifesi düşer bize ve o topladığımız değerler ile elimizde doğru tartan bir terazi oluşur. Bir avuç cam kırığı içinde birkaç tane elmas tanesini ayırt edebilen, hemen buluveren kuyumcu gibi elmas parçası ile cam kırığını, altın ile yaldızı ayırt eder hâle geliriz. Ama şunu ayırt edemeyiz: Bir demir parçasını bir ateşe sokup kızdırsalar ve ateşin hararetiyle o demir parçası kıpkırmızı veya akkor hâlinde ateşten çıkarılsa ve "Ben ateşim!" dese yalan söylemiş olmaz. Maden olarak, cevher olarak demirdir. Ama hâl olarak, ateş. İşte her ateşin cevherini anlamak mümkün değildir. İnsan-ı kâmilin de hâlini anlamak mümkün değildir. İnsan-ı kâmilin çok yüce bir örneği olan Hz. Mevlânâ Mesnevî-i Şerifin beşinci beytinde ney lisânından şöyle söylüyor:
Men beher cemiyyeti nalân şodem
Cufd-i bed hâlân u hoş halân şüdem
(Ben her cemiyette, her toplulukta bulundum. Her mecliste inledim durdum. Kötü olanlarla da iyi olanlarla da beraber oldum, onlarla düşüp kalktım.)
Herkesi ez zann-ı hod şod yâr-i men
Ez derûn-i men necost esrâr-ı men
(Ve herkes kendi zannı, kendi anlayışı, kendi seviyesine göre bana yâr oldu, dost oldu. Fakat benim içimdeki cevheri ve sırları anlamadı. Hâlbuki;
Ten zi cân u cân zi ten mestur nîst
Lîk kesrâ dîd-i cân destur nîst
Ten candan, can tenden yani ruh bedenden, beden ruhtan ayrı ve gizli, örtülü değildir. Ancak, herkesin ruhu, canı görmesi için can gözü ile görmesi için izin verilmemiştir.)
Evet azîz dostlar, insan-ı kâmil toplumun ruhu gibidir ve onlar can gözü ile, baş gözü ile görülemezler. Görmek isteyenler olur, her devirde de olmuştur. Hz. Mevlânâ'nın sağlığında da böyleydi. Selçuklu Sultanı II. Gıyâseddin Keyhüsrev'in kızı ve Vezir Muîneddîn Pervâne'nin zevcesi Gürcî Hâtûn, Hz. Mevlânâ'nın bendelerinden idi. "Kendilerini her zaman göremiyorum, bari bir resmini yaptırayım da gül olmadığı mevsimde gülsuyu koklamak gibi tasvirine bakayım." düşüncesiyle zamanın ünlü ressamı Aynüddevle'den Hazreti Pîr'in bir resmini yapmasını istedi. Aynüddevle birkaç tane resim yaptı. Fakat hiçbiri Hz.Pîr'e benzemedi. Sonunda Hz. Mevlânâ'dan resme modellik yapmasını niyaz ettiler, yüksek müsamahasından dolayı kabul buyurdu. Aynüddevle Hz. Mevlânâ'nın yirmi kadar resmini yaptı ama hiçbiri ona benzemedi. Aynüddevle bunun üzerine bütün kâğıtlarını yırttı, kalemlerini kırdı. Ve Hz. Mevlânâ buyurdu ki:
Âh! Çe bî reng ü bî nîşân ki menem
Çi bebîned mera çü nâm ki menem
(Renksiz ve nişansız olan, işte o, benim. Olduğu gibi görülemeyen, işte o, benim.)
Evet, olduğu gibi görülemeyen. Yani biz ancak ateşi görebiliriz. O ateş aslında demir midir kömür müdür, ne biliriz? Ama zaten pek gerekli de değil galiba. Karanlıklarımızı ısıtan, gönlümüzü ısıtan o akkor nemize yetmez! Bu ne devlet! Biz, bize lâzım olanı bulalım ve bilelim, yeter. Zaten bize lâzım olanı da Hz. Mevlânâ ta'rîf buyuruyor:
Dâmen-i d gir züter bî geman
Tarehi ez afeti ahır zaman
(Eğer âhir zaman âfetlerinden, fitnelerinden kurtulmak istiyorsan hiç gecikmeden, hiç vakit kaybetmeden onun eteğini yakala.)
Peki, o kim?
Sâye-i Yezdan buved bende Huda
Mürde-i în âlem u zinde Huda
(O bu âlemden ölü ve ancak Allah ile diri olan bir kuldur ki Allah'ın gölgesi gibidir.)
Tabiî Allah cisim değildir ki gölgesi olsun. Bu, mecazî bir ifâdedir. Ancak, nasıl gölge güneşe delîl ise, o insan-ı kâmil de Allah'ın kudretine delildir. Ve Allah'ın gölgesine sığınanlar gölge ve hayâl peşinde koşmaktan kurtulurlar.
Sâye-i Yezdan çi bâşed dâye eş
Vâr-ı hâned ez hayâl ü saye eş
Ve Hz. Mevlânâ bizzat kendisinin de böyle yaptığını bize naklediyor. Ve eteğini tuttuğu, gölgesine sığındığı Şems-i Tebrîzî'yi anıyor. Gölge ve güneş, şems ve saye kelimelerini çok sanatlı bir anlatımla kullanarak;
Revz-i saye âfıtâb-ı râbiyâb
Dâmen-i şeh Şems-i Tebrîzî bitâb
(Git. Gölgenin yol göstericiliği ile güneşi bul ve Tebrizli Şems'in eteğine sıkıca sarıl.) diyor.
Rah nedânî cânib in sûr-t arûs
Ezziyâü'l-Hak Hüsâmeddîn bepors
(Eğer, bu geline kavuşmayı andıran mutluluğu yani Hz. Şems'e ulaşma yolunu bilemez ve bulamaz isen Hakk'ın ışığı, Hakk ışığı olan Hüsâmeddîn Çelebi'nin ışığına sor ki o ışık, yolunu aydınlatsın. Fakat bunu yaparken de çok dikkatli ol. Olmaması gereken hususlara sakın sapma.)
Nedir bu olmaması gereken hususlar? Bunu da Hz. Mevlânâ açıklıyor. Buyuruyor ki:
Ver haset giret tura derreh gelû
Der haset iblis ra bâed gelû
(Bu yola girerken yani bu yol gösterici arama yoluna girerken hasedi, kıskançlığı bırak. Çünkü hased, çekememezlik, kıskançlık gibi hâller Şeytan'ın hâlidir.)
Hz. Mevlânâ burada hasedin çok fena ve insanı Şeytan gibi Hakk'tan uzaklaştırıcı bir huy olduğunu belirttikten sonra şu öğütte bulunuyor:
Hâk şev merdân-ı Hak râ zîr-i pâ
Hâk ber ser kon haset râ hemçümâ
(Toprak ol. Yani toprak gibi tevâzû sahibi ol. Hakk erlerinin, Allah adamlarının ayaklan altında toprak ol. Ve toprak saç haset illetinin başına.)
Efendim başa toprak saçmak eski zamanlarda hakaret kasdı ile yapılan bir hareketti. Yani "Hasedin başına toprak saçarak onu alçalt." deniyor. Ve bu beyitte çok önemli bir kelime kullanmış Hz. Mevlânâ. Hemçümâ yani, benim gibi. Benim yaptığım gibi.
Bilirsiniz azîz dostlar, İslâm'da bir kural vardır; emr bi'l-ma'rûf, nehy ani'l-münker. Doğruları ve emirleri yapmak, yanlışlardan ve yasaklardan sakındırmak. Ama bunu yapmanın bir önşartı vardır. Evvelâ, kendin yapmak. Çünkü başka türlü, söz tesir etmez. "Yalan söyleme!" diyen bir yalancının, Mal çalma! diyen bir hırsızın, İçki içme! diyen bir ayyaşın, Kindar olma! diyen bir kinini din edinmiş kindarın sözü ne kadar tesir eder? Kendi alnı secde-i Rahmân'a gelmemiş, Namaz kıl! diyor. Ramazan günü ağzında sigara, oruç nasihati veriyor. Olmaz değil mi? Hiç tesir etmez. İşte nasihat eden, öğüt veren kişi, öncelikle kendisi öğütlerini tutmak mükellefıyetindedir.
Bir hikâye geldi aklıma.
Bir müftü efendiye zengin görünüşlü bir genç delikanlı gelmiş. Efendim babam yeni vefat etti, kendisi gençliğinde pek çok gazalarda bulunmuştu. Bu gazalardan kalma köleleri vardı. Bu kölelerin zaman içinde bir kısmı vefat etti bir kısmını da babam azâd etti. Bana mîrâs olarak diğer malların yanı sıra iki tane de köle kaldı. Bunlar hakkında ne yapacağıma karar veremedim; size danışmaya, emirlerinizi almaya geldim. Müftü efendi şöyle bir düşünceye daldıktan sonra genç adamı Evlâdım sen lütfen yarın uğra da, bu sualin cevabını yarın vereyim, der. Ertesi gün müftü efendi, delikanlı daha kapıdan görünür görünmez Aman evlâdım, o iki köleyi âzâd ediver! deyince genç adam Efendim, pek kolay bir cevapmış, niçin dün söylemediniz? dediğinde müftü çok enteresan bir cevâb verir: Evlâdım, benim de iki kölem vardı; evvelâ ben âzâd ettim, ondan sonra sana âzâd etme nasihati verdim.
İşte Hz. Mevlânâ bu inceliği anlatıyor. Yaptırmadan önce, yapmak. Öğüt dinletmeden önce, öğüt dinlemek. O da Şems-i Tebrîzî gibi bir güneşin eteğini tutmuş. Bizim de bir etek tutmamızı tavsiye ediyor. O da haset ve kıskançlık gibi kötü hâlleri ayakları altına almış, terk etmiş. Ondan sonra böyle yapılması îcâb ettiğini bize öğütlüyor. Ne mutlu o öğütleri tutabilene! O öğütlerin ışığı, aydınlığı ve sıcaklığı altında hoş olun, hoş kalın efendim, tutmamızı tavsiye ediyor. O da haset ve kıskançlık gibi kötü hâlleri ayakları altına almış, terk etmiş. Ondan sonra böyle yapılması îcâb ettiğini bize öğütlüyor. Ne mutlu o öğütleri tutabilene! O öğütlerin ışığı, aydınlığı ve sıcaklığı altında hoş olun, hoş kalın efendim.

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4382
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #21 : 28 Ağustos 2009, 12:17:34 ös »
İnsan-ı Kâmil

Geçen sohbetimizde insan-ı kâmil mevzuunda biraz konuşmuştuk. İnsan-ı kâmil nasıl anlatılabilir acaba. Nazım ve nesir olarak kırk kadar kitap yazmış, astronomiden tasavvufa, fıkıhtan matematiğe, felsefeden musikiye kadar her mevzudan bahsedebilmiş ve bizzat kendiside hiç şüphesiz insan-ı kâmil mertebesine yükselmiş, Nakşibendi tarikatında ictihad sahibi, pir-i sani olmuş ismini hemen bileceğimiz Molla Câmî hazretlerinin bir insan-ı kâmil tarifinde yani Mevlânâ'yı tariflerinde bakın ne diyor; "O maneviyat cihanının benzersiz yücesinin kadri kıymeti için Mesnevi yeterli bir kitaptır ve çok kuvvetli bir delildir." Yani burhandır. "O yücenin vasıflarını anlatabilmek için ben ne diyebilirim, peygamber değildir fakat kitabı vardır." Molla Cami gibi bi  zâtın bile "ben ne söyleyebilirim" diyerek aczini ifade ettiği insan-ı kâmil tariflerinde herkes acizdir. Tam manasıyla tarif mümkün değildir. Ancak şu kadarı söylenebilir; Allah'ın kitabında habibine dahi, "sen onları görüp gözet" diye tavsiye buyurduğu insanlar, insan-ı kâmil olanlardır. En'am sûresinin 58. ayetinde; "sabah akşam Rablerinin rızasını isteyip cemalini dileyerek O'na dua edenleri kovma" buyrulmuştur Habib-i Zişan efendimize. Ve yine Kur'an-ı Kerim'de Kehf Sûresinin 28. ayetinde de aynı mealde bir emir vardır. Efendim bu nasıl zuhura gelmiş, onu biraz konuşursak Kuran-ı Kerim'de ki bu çok manalı tarifi biraz anlamaya gayret etmiş oluruz sanırım.
Efendim dünyaya gelmedik, dünyaya gönderildik. Nasıl parmak izimizden saç telimize ve dokularımıza kadar birbirimizden farklı isek, yaratılış tabiatımız, meşreplerimiz bakımından da benzemeyiz. Zâten Cenab-ı Hakk kitabında "ben sizleri meşrep meşrep yarattım" buyuruyor. Ve her insanoğlunun yaratılışında yaratıcısını bilmek, bulmak ve ona kulluk etmek cevheri ve tabiatı vardır. Bu genel bir tabiattır. İşte bu genel tabiata ve özel meşrebine uygun olarak yaşayabilenler bu hayatı mes'ud yaşayabilenlerdir. Mutlu olanlar onlardır yani tabii yaşayanlar. Tabiatlarının gereğini yapanlar, işte Rahmeten-lil âlemin olarak yaratılmış olan Resulullah efendimizin tabiatı da zâtına mahsus idi. Resuli Ekrem efendimizin yaratılışındaki Rahmeten-lil Âlemîn'lik tabiatına uygun olarak bütün insanların doğru yola ulaşmasını, hidayete ermesini istiyordu. Çünkü o, aynı zamanda "Hâdî" doğru yola iletici isminin, Cenab-ı Hakk'ın esmasından olan bu ismin tam mazharı idi. Güneşin tabiatında vurduğu her yeri aydınlatmak istidadı vardır. Alemlere rahmet olmak itibarı ile de herkesi nur-u ilâhî ile parlatmak arzusu Resulullah'da vardı. Allah, kendi esmasından olan "Rauf ve "Rahim" esmalarını da habibine vermiştir. Tevbe Sûresi'nin sondan bir önceki ayetinde; "Andolsun ki size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız o'na çok zor gelir." Yani sizin sıkıntıya uğramanızdan o sıkılır, ona ağır gelir. "O size çok düşkündür ve mü'minler hakkında çok şefkatli, çok merhametlidir." Bu bir ayetin hakikatidir ve Resul-i Kibriya, Rauf; çok şefkatli, Rahim; çok merhametli olarak bizzat Cenab-ı Hakk tarafından isimlendirilmiştir. Ana-babanın evladı üzerindeki şefkat ve merhameti, Resulullah'ın ümmeti üzerindeki şefkat ve merhametinin zerresi bile değildir.
İşte böylesine merhamet membaı olan Resulullah, müşriklerin de hidayet güneşi ile parlamalarını arzu ettiğinden onların kendi sohbetini dinlemesine, kendi davetine icabet etmesine zemin hazırlayacak her türlü şarta açıktı. Fakat dünyevi bir takım mallarına, mevkilerine, şöhretlerine v.s. fani varlıklarına güvenen ve yanlış olarak "eşraf" şerefliler olarak adlandırılan bazı Mekke müşrikleri, "biz; köleler, fakir-fukara insanlarla bir arada bulunmayız. Onları huzurundan kovarsan gelir seni dinleriz." dediler. Efendimiz bunu tabi kabul etmedi, "öyleyse" dedi müşrikler; "hiç olmazsa biz geldiğimiz zaman onları gönder, aynı mecliste bulunamayız. Biz senin sözlerini dinleyelim, gelelim ama köleler, sosyal seviyesi -onlarca- düşük kişiler bulunmasın." Efendimiz demin arz etmeye çalıştığım herkesi hidayete ulaştırmak arzusundan dolayı bu fikre biraz olumlu baktı. Çünkü o, Rauf, Rahim ve Hâdî idi. Kendilerine eşraf denen o Mekke müşriklerine cevap vermeden önce Cebrail (a.s.) geldi ve biraz evvel arz ettiğim ayetleri getirdi. "Onları huzurundan kovma ve onların üzerlerinden gözlerini ayırma.." onları gör, gözet ve Allah, işte o insanları habibine tavsiye ediyordu, işte insan-ı kâmilin Kur'ânî anlatımının bir nebzesini size arz etmeye çalıştım.
O insan-ı kâmil, o Allah dostu, o Hakk'ın velisi, Hakk'ın habibinin ağzından buyurduğu "Benim velilerim, Benim gizlilik bulutlarımın altındadır. Onları Ben'den başka hiç kimse bilmez." dediği kişidir insan-ı kâmil. Allah, veli kullarını diğer kullarının nazarlarından kıskanarak gizlemiştir. Bu kıskançlık bizim bildiğimiz eksiklikten olan kıskançlık değildir, buna Gayyuriyet denir. Bu zât-ı ilahiyeye mahsus bir haldir ama bizim ancak o kelime ile ifade edebileceğimiz kıskançlık haline benzer. İşte bu yüce velileri, bu insan-ı kâmil tipini, bizzat insan-ı kâmil olan Hz. Mevlânâ şöyle bir tarifle söylemeye çalışıyor, daha doğrusu bize anlatmaya gayret ediyor. "Veliler, güneşlerin güneşidir, güneş ışığını onların nurundan alır." Hani nasıl ay bizzat kendisi ışık kaynağı olmayıp güneşin ışığını aksettiriyor ise, güneş dahi Hz. Mevlânâ'ya göre bizzat kendisi ışık kaynağı değil, Allah'ın dostlarının, velilerinin nurunu aksettiren bir aynadan ibarettir. Hz. Mevlânâ, velileri güneşlerin güneşi diye tarif ediyor. İnsan-ı kâmil için delil arayan insanlara mesnevi şerifin bir başka yerinde şöyle bir benzetme ile cevap verir Hz. Mevlânâ; "güneşin varlığına delil yine güneştir." Güneşe karşı gözlerine kapayan, gözünün önüne herhangi bir engel koyan veya türlü sebeplerden güneşi görmeyen, güneşi inkar etti! Güneşe ne zarar geldi? İnsan-ı kâmili de inkar eden, görmeyen pek çok kişi olabilir ama insan-ı kâmile onlar bir zarar bir noksanlık veremezler. Nasıl güneş yaratılışındaki tabiat icabı vurduğu her yeri aydınlatmak ve ısıtmak istidatı ile aydınlatır ve ısıtırsa insan-ı kâmilde vurduğu her karanlık kalbi aydınlatır, ısıtır.
Hz. Mevlânâ yedi yüz sene önce mesela "gel" demiş. Çok münakaşalı bir rubaidir, onun münakaşasını bir başka sohbetimizde belki yaparız. Yalnız şunu sormak isterim; yedi yüz sene evvel gel diyen bir zât'a dünyanın her yerinden hala insanlar geliyor. Japonya'sından Amerika'sına, Güney Afrika'sından Avustralya'sına kadar her yıl özellikle aralık ayındaki ihtifaller sırasında ve diğer zamanlarda da akın akın insanlar geliyor sadece türbesini ziyarete.
Türbesini ziyaret etme imkanına sahip olamayıp, kitapları ile meşgul olanlar, her gün onu gönüllerinden ananlar bunların sayısını bilmiyoruz. Ve şuna emin olmak lazımdır ki katiyen zannettiğimiz azlıkta değil. Pek çok insan hala Hz. Mevlânâ'nın gel çağrısının, davetinin icabetiyle meşgul, hep gidiyorlar, işte güneş ara sıra bulutların altına gizlense bile ısıtmaya, aydınlatmaya devam ettiği gibi Hz. Mevlânâ gibi insan-ı kâmillerde, bazen insanların nefis bulutları altında gizlenirler, unutkanlık bulutları altında gizlenirler ama varlıkları ve tasarrufatları devam eder. İşte Hz. Mevlânâ'nın ifadesi ile o, güneşin dahi aydınlığını aldığı insan-ı kâmil, veli kulların nuru ile içimizdeki karanlıkların aydınlatılması dilek ve niyazıyla hoş olun, hoş kalın efendim...

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4382
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #22 : 28 Ağustos 2009, 12:18:34 ös »
AŞKA ULAŞ GAYRİDEN GÖNLÜNÜ KES
Mevlevîlik geleneğinde bir âdet vardır “Nasılsın, iyi misin?” kabîlinden hatır sorulduğunda “Aşk u niyâz eylerim.” diye cevap verilir. Bendeniz de bu sohbete aşk u niyâz eyleyerek başlamak istiyorum.
İlm kesbi ile paye-i rifat arzu-i muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde ilm bir kıyl u kâl imiş ancak
Yükselmek sâdece ilim tahsili, ilmin kazanılması ile olmaz; bunu arzu etmek sâdece bir hayâl ürünüdür. Âlemde ne varsa aşkta vardır. İlim bir dedikodudan ibârettir. Efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadırlar; “Rutbetü’l ilmi a’le’r-ruteb” yani “Rütbelerin en üstünü ilim rütbesidir.” Bu iki söz arasında bir çelişki var gibi gözükse de gerçekte her hangi bir çelişki yoktur. Hz. Mevlânâ’nın da bulunduğu bir mecliste hadis, ayet, kelâm-ı kibar konuşulurken yâni “Allah Kitabında şöyle buyurdu, Resulullah şu mevzûda şöyle buyurdu” şeklinde sohbet yapılmakta iken âniden kapı açılıp içeri Şems-i Tebrîzî girer. Der ki; “Bırakın bu dedikoduları ‘Allah şunu dedi, Resulullah bunu dedi!” Sen ne diyorsun sen?” Demek istiyor ki Hz. Şems, “Allah’ın buyurduklarından, Resullah’ın tavsiyelerinden sen, ne anlıyorsun?” Zîra, Resulullah’ın buyurduğu bu ilim rütbesine erişmek; bu büyük sözleri, Allah ve Resulü’nün sözleri dâhil bütün sözleri nakledecek derecede bilmek demek değildir. O sözleri aşk ile yoğurup, oluş hâline getirebilmektir. İşte o zaman, yükselme hâsıl olur. Sözün özü ;
Vasıl-ı hak olmaya eylersen heves
Aşka ulaş gayriden gönlünü kes.
Öyleyse aşk nedir? Hz Mevlânâ, “Ben ol da bil!” demiş. Aşk bir hâldir, kâl değildir, söz değildir yâni. Onun için hâl anlatılmaz, yaşanır… Aşkın ilimleşmesi diye târif edebileceğimiz tasavvuf ise, satırdan değil sadırdan öğrenilir. Bu öğrenimin asgari şartı, en az -en aşağı koşulu ise muhabbettir.
Muhabbet lezzetinden bî-haberdir cahil u gâfil
Fuzûli zevk-i aşkı zevki var olandan sor.
Hz Mevlânâ da muhabbetin ehemmiyetini şöyle anlatıyor,
Ez muhabbet mürde zindemiş evet vez muhabbet şah bende mişeved
Ez muhabbet dürtha sâfişevet vez muhabbet dertha şafi şeved
yâni,
Öyle bir kudrettir ki muhabbet ölüleri diriltir pâdişahları kul eder
Bütün kirleri ve kirlilikleri temizler ve bütün dertlere şifâ bulur.
 
Kâinatın yaradılış sebebi dahi muhabbettir. Yaratıcının muhabbeti, yaratılmışların en yücesi olan insana, insanın en yücesi olan Muhammed’edir.
Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl.
İnsanın yücelmesi bu muhabbetin yardımı ile Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak sûretiyle olur. Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak ise; öncelikle O’nun esmâsını, güzel isimlerini öğrenmek, O isimlerin mânâsına uyarak, yaşamak ile olur . Özellikle Kur’an-ı Kerim’den Allah’ın sevdiği ve sevmediği işleri öğrenip ona göre davranmakla olur.
Ahzab sûresinin 56. ayetinde Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor, “İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne ale’n-nebiy yâ eyyühellezine âmenü sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ” yani “Muhakkak ki Allah melekleri ile beraber nebîsine salâvat eder öyle ise; ey iman edenler siz de sâlat edin O’na ve selâm verin hem de tam bir teslimiyetle.” Hz. Peygamber’e salât okumak Allah’ın bir âdetidir ve biz mü’minlere de emridir. Resûl-i Ekrem’e salâvat getirmek; Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmanın unsurlarından biridir ve mü’minler, Kur’an’ın bu hükmü ile “Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve sahbihî ve sellim” diye salât okurlar. Derler ki, “Ey melekleri ile birlikte habîbine salât eden Allah’ımız, Nebî’ne Peygamberi’ne salât etmemizi istiyorsun; bâş üstüne. Fakat biz o şanlı Nebî’nin şânına uygun salâvatı okumaktan âciziz. Öyle ise sen lütfen bizim için o Efendimiz Hz Muhammed’ e ve ailesi ile ashabına ve ona uyanların tümüne salât et.”
 
Salâvatın sâdece kelime mânâları, sınırları belirlenmiş bir yazı içinde ancak bu kadar anlatılabilir. Salâvatı tam mânâsı ile anlatmak mümkün değildir. Zîra, Allah ve Resulü’nün salâvatını anlatmaya ne defterler yeter, ne kalemler, ne de zamanlar. Yapraklar defter, ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa Resulullah aşkı anlatılamaz ama yaşanır. Peygambere salâvat okumak, sâdece emre uymak için olursa; emre uymak olur… Ama sâdece emre uymak olur. Bu da insanı bir yerlere götürür… Bir yerlere yüceltir fakat istenilen yere değil. Emre uymak ve sorumluluğu geçiştirmek için okunan salâvat, sorumluluğu geçiştirir ama insanı uçuracak kanat takmaz. İşte Resulullah aşkının dışa vurulması mânâsını taşıyan âşıkların salâvatı; insanı, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklandırır. Muhabbeti, aşkı dışarı vurmak şarttır. Onun için Hz Mevlânâ buyurmuyor mu; “Yarını bulamadı isen, ne diye başını sağa sola vurarak aramıyorsun? Yok eğer buldu isen, ne diye ellerini çırparak buldum buldum diye sevinmiyorsun? Susma! Durma! Ey oğul, ya ara dur ya da bulduğunu duyur.”
İşte, aşk böyle bir şey... “Ez tarik-i râh-ı peygamberi ma” Bizim Peygamberimizin yolu aşk yoludur. Biz, aşktan doğmuşuz. Aşktır bizim anamız. Hz Mevlânâ bu beyitte aşkı böylesine anlatıyor. Aşk öyle bir anadır ki her şey ondan doğar. Aşk ateş olarak, coşkunluk olarak hasret, vuslat, ümit, sevinç, keder ve daha sayamayacağımız şekillerde tezâhür eder, ortaya çıkar, diyor. Zîra neyin sesi, aşkın ateşidir. Neyden çıkan ses, neyzenin nefesinden midir, neyzenin içindeki aşkın hissiyatının getirdiği coşkun nâmeler midir? Onun için Hz Mevlânâ buyuruyor ki,
Âteşi aşk est ki ender ney fütâd
Cûşişi aşk est ki ender mey fütâd
Neyi söyleten aşk ateşidir.
Meyin kabarıp taşması da aşkın kabarıp coşmasındandır.
Herkesin aşkı kendi miktarıncadır. Gülün dikenleri arasından fırlayıp bülbüle nazı, güllüğündendir. Bülbülün bütün dikenlere rağmen güle niyâzı da, bülbülâne bir aşktır. Af buyurun, bir merkebin de toz toprak içerisinde yuvarlanarak anırması da kendi aşkındandır; ama eşekçesine… Bu, şuna benzer; bir ârif-i billâhın, Hakk’ı bilen bir zâtın bütün Rabbânî güzellikleri seyrederek veya tefekkür ederek, Allah’ın cemâli’nin mesti olarak tatlı tatlı döktüğü göz yaşları da aşkın eseridir, zil zurna sarhoşun attığı nârâlar da aşkın eseridir. Ama kendi istidatlarına göre kimi bülbül gibi… Kimi eşek gibi... Ama hep aşk!
Aşk birdir fakat sevgililer değişiktir. Çünkü yegâne tek sevgilinin tecellîleri ve tecellîlerinin mazharları farklıdır da onun için sevgili değişiktir. İşte bu farktan geçip tek sevgiliye ve tek sevgiye ulaşmada aşk, insana Burak olur. Hz Resulullah’ı, Hakk katına ileten Burak gibi…
En yüce âşıklar mü’minlerdir. “Vellezine âmenü eşeddü hübben lillah” Bakara sûresinin 165. ayetinde Cenâb-ı Hakk, “Mü’minlerin Allah’ a muhabbetleri çok şiddetlidir” buyuruyor. İşte çok şiddetli bu muhabbete, aşk denir. Bu ayetin mefhûmu,muhalifi tâbir edilen yâni eski tâbirle yani tersten gidilerek yorumu şöyle olmuyor mu acaba; Allah’a şiddetli muhabbeti olanlar müminlerdir, Allah’a şiddetli muhabbeti olmayanlar îman etmiş olmazlar.
Her fiili ve her sözü insanlığın yol gösterici olan Hz Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bizi sevgiye, sevgi yoluna teşvik ederken şöyle buyurmuyor mu; “Birbirinizi sevmedikçe îman etmiş olmazsınız. Beni her şeyinizden ziyâde sevmedikçe îmanınız kemâle gelmez.” Kur’an-ı Kerim târifine göre mü’minin kendisine yakışan sıfatı âşıklıktır. Âli İmran sûresinde “Len tenalü’l-birra hattâ tünfiku min ma tuhibbûn” yani mealen şöyle buyrulmaktadır; “İyiye ve iyiliğe eremezsiniz ancak sevdiğiniz şeyler nedir o sevdiğiniz şeyler para, mal, mülk mevkii ve hatta canınızı, Allah için harcamadıkça.” İşte bu ayetinde Rabbimiz sevginin ölçüsünü bildiriyor. Sevginin kantarı fedakârlıktır, vermektir. Kuru laf değil. Her iddia ispâta muhtaçtır. Aşk iddiasının ispâtı, vermekle olur.
Âşık odur ki; kılar cânın fedâ canânına
Meyli canân etmesin her kim ki kıymaz canânına
Cânını, canâna vermektir kemâli âşıkın
Vermeden can îtiraf etmek gerek noksanına
Fuzûlî Hazretlerinin bu sözleri üstüne söz söylemek fuzûli olur.
Hoş kalın, hoş olun efendim.

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4382
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #23 : 28 Ağustos 2009, 12:19:42 ös »
Vakt-i şerifler hayr ola aziz dostlar. Vakt-i şerif hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def ola. Bütün tasavvuf erbabınca gülbank diye isimlendirilen bu niyaz ile sohbetimize başlamak istedim. Vakt-i şerifler hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def ola...
Geçen sohbetimizde Mesnevî-i şerifin ilk kelimesi olan bişnev yani dînle kelimesinin üzerinde biraz konuşmuştuk ve "dinleyeyim ama neyi?" sualinin cevabında kalmıştık. Hz. Mevlânâ Mesnevî-i şerifin hemen ikinci kelimesinde bu sualin cevabını veriyor. "Bişnev in ney", Ney'i dinle! Peki ney nedir? Yetiştiği kamışlıktan kesilerek ayrılmış, vücudunda ateşle veya bıçakla delikler delinmiş, altına ve üstüne yani başına ve ayağına hatta boğumları arasına teller sarılmış madeni halkalar geçirilmiş kupkuru, sapsarı bir hale gelmiş içi boş bir kamış parçası. Ancak neyzenin "hû" sadâsı ile içi doluyor ve o zaman içindeki hava yakıcı bir ateş haline geliyor. Onun için galiba şair Nedim:
Olmakta denununda hava ateş-i sûzân,
Nây'ın diye bilmem ki ne halet var içinde
diyor. Hakkında dîvanları dolduracak kadar çok şiir söylenmiş olan ney için, haklı şöhreti bugüne kadar gelen Nedim bile Nây'ın içindeki haletin ne olduğunu izahda zorluk çekerek Nây'ın diye bilmem ki ne halet var içinde, diyor.
Ney böylesine içi boş ancak neyzenin sadası ile dolan bir kamış parçası. Neyzenin bir aleti, neyzenin istediği seslerin, sadaların çıkmasına yarayan yani neyzenin arzularının zuhur ettiği bir alet. Ayrıca o kamış; özellikle Hz. Mevlânâ zamanında şimdiki gibi stilolar, kurşun kalemler, tükenmez kalemler türlü kalem çeşitleri yoktu. İnce kamışlar kalem tarzında kesiliyor, bir yarık yarılıyor ve oradan emebildiği mürekkeple yazı yazılıyordu. Ve o kalem, asli maddesi kamış olan kalem Cenab-ı Hakk'ın bile "nûn ve'l-kalem" diye ismine yemin ettiği bir yüce alet.
Peki, Mesnevi'i şerifin ikinci kelimesi olan ney ile ne anlatılmak istenmiştir bir düşünelim. İnsan bu dünya hapishanesine düşmeden, Hak ile arasına mâsivâ perdesi çekilmeden, beden kafesine ruhu hapsolmadan evvel tam hürriyet ile ve zât-ı Hak ile beraberdi. Sonra kendi iradesinin hiçbir dahli olmadan dünyaya indirildi. Yani, ney olan kamış, kamışlıktan kesildiği gibi vatan-ı aslîsinden kesildi. Dünyaya geldiğinde insanoğlunun yaptığı ilk iş ağlamak oldu. O ağlamak fiziki olarak ciğere hava dolmasının yakıcılığı ile açıklanır ama bazı zeval böyle izah etmiyor; dünyaya gelmekle vatan-ı aslînin acısı başlıyor onun için ilk hareket bir feryat bir ağlama. Ve o ağlamanın ardından artık dünya meşakkatleri, dünya sıkıntıları başlıyor.
Büyümek başlı başına bir sıkıntı. Yavrularımızın büyümesi esnasında, diş çıkarırlarken ne kadar büyük bir sıkıntı yaşadıklarını hepimiz biliriz. Kemikten kemik çıkıyor ve o sıkıntılar hep öyle devam edip gidiyor. Ancak irâde-i cüzziyesini külli iradede yok eden insanlar yani İnsan-ı kâmil müstesna. Nasıl ney, neyzenin elindeki bir aletten başka bir şey değilse, İnsan-ı kâmil de Hakk'ın iradesinin tecellisinden başka bir şey değildir. Bir hadis-i şerifte; "Hubbu'l-vatan mine'l-iman" buyruluyor. "Vatan sevgisi imandandır". Bu hadis-i şerifin ilk nazardaki sathî manası; insanın doğup büyüdüğü, yetiştiği yerler olan dünyevî vatanına özlemdir ki bu yanlış değildir, noksan değildir, doğrudur. Ve bu vatanın özleminin giderilmesi için yapılan seyahatler bizim önderimiz olan Resulullah tarafından tavsiye edilmiştir. "Doğduğunuz, büyüdüğünüz, yetiştiğiniz yerlere gidiniz, geziniz, ziyaret ediniz, taşını-toprağını, evini, bağını-bahçesini, sokaktaki ağacını ve tabi eski dostları." Ama bu hadis-i şerifin daha derûnî mânâsına inersek; aslî vatan olan Hak indindeki vatana olan hasret ve ona olan sevgi hakikî imandır. Hakk'a ulaşmanın, vatan-ı aslînin hakikî kokularını almanın, Hakk'a yakın olmanın, O'nun hakikatlerini anlamanın ve kurbiyete ermenin iki ana yolu var. Kurb-u ferâiz ve Kurb-u nevâfil diye isimlendirilen iki ana yol. Birincisi; insanların mükellef oldukları, yükümlü oldukları görevleri yerine getirmeleri, yani farzları edâ etmeleridir. Bu, insanı Allah'a yakın-laştıran, hakikatleri öğreten yollardan biridir. Bunun bir sonraki basamağı ise Kurb-u nevâfildir. Yani mükellef olunanlar kadarıyla iktifa etmemek, yetinmemek, üzerine daha fazla, Hak ile yakın olacak hareketleri çoğaltmak. Bunlar, namaz, oruç, sadaka gibi ibâdetlerdir. Bütün bunlarda halka hizmet etmenin Hakk'a hizmet etmek demek olduğu bilinci ile insana yönelik olma şartı vardır. Yoksa keşiş gibi kapalı, insanlardan uzak bir yerde bir müddet oturmak ve hayatı orada tamamlamak bizim yolumuz değildir. Geçici müddetler için, bir takım nefsânî terbiyeler için ve nefs terbiyesine yönelik olarak, nefsini terbiyesine terk ettiği kişinin emri ile olanlar müstesnadır. Malumdur ki Hz. Peygamber bile peygamberliğini ilan etmeden önce Hira mağarasında, cebel-i Nûr'da bazen kendi başına kalmak isterdi. Ayrıca ramazanın son on günü özellikle dünyevi hadiselerden biraz dinlenmek için itikafa çekilirdiler ve bunu bize de tavsiye buyurmuşlardır. Bunun haricinde cemiyetten uzaklaşmak, ayrı kalmak, günlük hayatın dışına çıkmak bu yolda yoktur. İşte bu tarzda bir kurbiyyeti yani yakınlığı elde edebilenler için Cenab-ı Hakk buyuruyor ki; "benim öyle kullarım vardır ki bana yaklaşan, onların attıkları adım, onların tuttuktan el, onların söyledikleri söz, onların baktıkları göz; Benim gözüm, Benim elim, Benim ayağım gibidir." Bu söylenilen, tevhidin çok önemli bir mertebesidir ki buna Tevhid-i efâl denir. Kur'ân'dan bir örnek vermek gerekirse; Estaizübillah "Attığın zaman sen atmadın, bilâkis Allah attı" mealindeki ayet "Vema rameyte iz rameyte velakinnallahe rama." Bedir gazvesinde Resulullah, müşriklerin üzerine bir avuç toprak attı ve o bir avuç toprak hepsi birer -bugünümüzün tabiri ile- mermi haline geldi ve bazı müşrikleri helak etti. İşte Allah o vakit buyurdu ki: "Sen atmadın Ben attım." İşte bu, Tevhid-i efâl'in Kur-'ân'da anlattığı şeklidir. Bir başka âyetde, mesela sûre-i Fetih'de; Esta-îzübillah "innellezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûnâllah yedullâhi fevka eydîhim", "Sana biat edenler ancak Allah ile biatleşmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir." âyeti de bir başka Tevhid-i efâl'in Kur'ânî anlatımıdır. Muhakkak ki sana biat edenlerin Allah'a biat etmiş olduklarını bil manasına gelir. İşte bu kurbiyyete, bu yakınlığa, bu ayniyete nail olanlar şöyle söylerler:
Ben, kul oldum, kul oldum, kul oldum ve ben zayıf, kudretsiz kul, kulluğumu layıkı ile yapamadığım için utandım da gururla gezmeği bırakıp başıma önüme eğdim. Her köle azad olunca, hürriyetine kavuşunca sevinir, ben ise Ya Rab, sana kul olduğum için şadım, seviniyorum.
İşte Hz. Mevlânâ böyle buyuruyor. Bu nevi manalardan haberdar ve hatta o manaları yaşadığına hiç şüphe olmayan şair Avnî yani Fatih Sultan Mehmet Han da diyor ki:
Zülfünün zencirine bend eyledi şahım beni,
Kulluğundan etmesin âzâd Allah'ım beni.
Bu da aynı mealde bir başka söz. İşte, bu kulluk yakınlığına erenler, İnsan-i kâmil denen kişilerden olurlar. İşte Hz. Mevlânâ da rubaisinde; ben kul olmakla ve bu kulluktan azad olmayı kabul etmemekle mesudum, mutluyum diyor. Efendim, İnsan-ı kâmil konusunda biraz daha sohbet etmek üzere gelecek buluşmamıza kadar sevgiyle olun, sevgiyle kalın, hoş olun hoş kalın...

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4382
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #24 : 28 Ağustos 2009, 12:21:37 ös »
 Sayın ve sevgili dinleyenler, Bu bir radyo konuşması mı kî. dinleyenler dedin." demeyiniz. Çünkü köşemizin adı "Dinle Neyden". İşte bunun içindir ki, sayın ve sevgili dinleyenler diye söze başladık. Köşemizin adı "Dinle Neyden" konusu ise, Hz. Mevlânâ'nın asırlardır gönüllere, dimağlara, akıllara nurlar saçan, bilgiler saçan, hakikatler öğreten Mesnevî-i Şerifi. Mesnevî-i Şerifin nasıl bir kitap olduğunu, isterseniz bir başka sohbetimizde anlatmak kaydı ile, dinlemenin ne olduğ hakkında biraz konuşalım.

Mesnevî-i Şerif, bişnev kelimesi ile başlar, yani dinle. Dinleyeyim, ama neyi? "Neyi" dinle, "Bişnev în ney çün şikayet mîküned, ayrılıklardan hikayet mîküned" veya orjinal metniyle "ez cüdâyihâ hikâyet mîküned." Dinle çün neyin nasıl şikayet ettiğini, ayrılıkları nasıl dile getirdiğini dinle.
Önce dinleme hakkında konuşalım, daha sonra "neye" geliriz. Dibacesinde, yani önsöz veya takdim yazısında, bizzat Hz. Mevlânâ tarafından "bu Mesnevi kitabı Allah'ın sırlannın ve ona ulaşma yollannın öğretilmesi hakkında, sırların açıklayıcısının açıklayıcısının açıklayıcısı ve dinin aslının aslının aslından bahseder, Allah'ın fıkh-ı ekberi, şer'-i ezharı, yani büyük bir anlayış ve parlak delilidir." diye tarif edilir. Mesnevî-i Şerif yukarda arz ettiğim gibi, "bişnev" ile başlar; dinle kelimesi ile... Bişnev, "b" harfi ile başlar dolayısıyla Mesnevî'nin başlangıcı "b" harfi iledir.
B harfi, eski yazımızda bildiğiniz gibi, altında noktası olan yatay bir yay şeklindedir.
Denir ki, kainat Kur'ân'dadır, Kur'ân Fâtiha'dadır, Fatiha besmelededir, besmele b'de, b ise noktadadır. İşte onun içindir ki, bizzat Hz. Peygamber tarafından, ilim şehrinin kapısı olarak vasıflandırılan İmam Ali (kvc), "İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı" buyuruyor. Hep o noktayı anlatmak için, asırlardır ilmi çalışmalar yapılmış ve bütün kitaplarda o noktayı anlatmak için yazılmıştır. O nokta, ki ismini söylemek çok kolay "tevhid noktası" dır. Ama o noktaya gelebilmek için, evvela Mesnevi-i Şerifin emri veya tavsiyesinde olduğu gibi dinlemeyi bilmek lazımdır. Çünkü "olma" nın yolu, "bilme" den geçer "bilme" ise dinleme ile başlar. Yok dinleme yerine okumak olsa idi:o ellerinden öpülesi, başımıza taç edilesi  öğretmenlerimizin asli fonksiyonlar kalmazdı. Herkes kitap okur, öğretmenlerinden bir şey öğrenmesine hacet kalmaz, okuduğu kitaplardan yeterince ilim öğrenirdi. Ama okuma ile değil, dinleme ile öğrenilir.
İşte Hz. Mevlânâ Mesnevî'sine "b" harfiyle başlayarak, daha ilk söz bile değil, ses, "b" sesinden itibaren bazı şeylere işaret buyurmuş oluyor. Malum, besmele bütün İslam kitaplarının başlangıç cümlesidir. Kur'ân'ı Kerim ve diğer bütün semâvi kitaplar da öyle başlar. Kur'ân'ı Kerim'de. besmelesiz başlayan bir sûre tevbe sûresidir ki o da "berâetün" kelimesi ile, yani "b" ile başlar.
Besmelenin "b" si, Sûre-i Tevbe'nin ilk kelimesi olan "berâetün" kelimesinin b'sinin noktasında gizlidir. İşte Hz. Mevlânâ böyle bir ince nükteye de işaret etmiş oluyor. Tabi bu işaretler, ancak ehline malumdur. Ve böylece Hz. Mevlânâ kendine mahsus çok özel bir tarzda besmele çekmiş oluyor. Çünkü bilinir ki, besmelesiz başlayan işin âkıbeti hayır getirmez.
Evet, dinlemek dedik, tasavvufun veya tasavvuf yolunda ilerlemenin en önemli birbirinden aynlmayacak kadar yanyana iki şartı vardır: Hizmet ve sohbet. Hatta biraz ileri gidersek, hizmet dahi sohbetin feyzine erebilmenin bir yoludur. Sohbet ise, dinlemeyle olur, sohbetin dinlenebilmesi için, az konuşmak lazımdır. Bu da tasavvufun bir diğer tavsiyesidir. Az yiyin, az konuşun, az uyuyun; çünkü israfla geçirilecek zaman. doyduktan sonra israf edilecek gıda ve layık olmayan tarzda söylenecek sözlerin  israf edilmesi, genel hüküm olan "israf haramdır" kâidesince haramdır. Hüner, söylemek değil dinlemektir. Dinlemeyenler öğrenemezler, öğrenmeyenler bilemezler, bilemeyenler ise "olamazlar." Tıp, matematik, hukuk, coğrafya, ekonomi, mühendislik ve daha sayabileceğimiz bütün müspet ilimlerin tahsilinde de bu kaide aynen geçerlidir. Bununla birlikte kendilerinin dinlemeden öğrendiklerini zannedenler ise "Gör zahidi kim sahib-i irşad olayım der" beytinde anlatılan manaya düşerler.
Evet, dinlemek çok önemli olduğu için, tekrar dinlemek üzerinde durmaya devam edelim. Kur'ân'-ı Kerîm'de ki, bütün kitapların, bütün ilimlerin doğuş yeridir ve kaynağıdır. Meselâ, Tâ-hâ suresinin 13. ayetinde, Hz. Musa'ya hitap ederken Cenâb-ı Hakk, "Sana vahy olunacak şeyleri dinle" diye emretmiştir. Mesela, Nuh tufanının anlatıldığı Nuh suresinde, 7. ayette, Hz. Nuh'un davetlere icabet etmemek, yani hak olan davetine icabet etmemek için, bazı insanların, elleri ve parmakları ile kulaklarını tıkadıklarını; bunu Hz. Nuh'u işitmemek, duymamak, dinlememek için yaptıklarını ve tufanda da, işte o parmaklarıyla kulaklarını tıkayanların, helak olduklarını anlatır. Kur'ân'ı Kerîm'de A'râf suresinin 204. ayetinde, bir kat'î emirle şöyle buyrulmaktadır:
"fe izâ qurie'l qurânu" Kur'ân okunduğu zaman "festemiû" dinleyiniz "ve ensitû" ve sükût ediniz, susunuz "leallekum turhamûn" böylelikle rahmete erenlerden olursunuz. Yani rahmete ermek için, Kur'ân'ı ve hepsi Kur'ân'ın birer îzâhı olan bütün ilimî kitapları okurken ve bundan bahseden kişileri dinlerken "susunuz" emri var. Susunuz ki, iyi dinleyebileseniz. Çünkü dinleyen dinlenir, dinlemeyen dinlenmez. Tabii dinlemek için iyi bir kulağa ve anlayacak bir kalbe sahip olmak lazımdır. Biz anlamayı başka yerlere ve başka huzurlara yüklemeye çalışırken, Allah bunun böyle olmadığını, anlamanın kâlb ile olacağını beyan buyuruyor. Bir âyet-i kerîmede, "Onlar ki, kulakları vardır işitmezler, gözleri vardır görmezler, kalpleri vardır anlamazlar. İşte onlar belki hayvan, belki  hayvandan daha aşağıdırlar" buyurularak anlamının, idrak etmenin kalp ile olacağı beyan edilmiştir.
İşitici bir kulağa sahip olmak ise daha önde gelen bir şart. Onun için, gene Mesnevî-i Şerif de 512'nci ve 513'ncü beytlerde Hz. Mevlânâ şöyle buyruyor:
"Canu dil râ takati ân cûş nîst
Bakî gûyem der cihan, yek hûş nîst."
Can ve gönülde, yani kalpte hakikat coşkunluklarını kaldıracak takat ve bu kulakta da işitecek istidat yoksa, ben kime ne söyleyeyim?
"Herkucâ gûşî bûd ez vey çeşum çeşt
Herkucâ seng ki bûd ez vey yeşim dest."
Nerede bir kulak varsa, ondan yol gösterici yol basıl olur. Nerede bir taş varsa, söz dinlerse eğer, taş olmaktan çıkar, yeşim derecesine yükselir. Evet, göz yol göstericidir, ama kulak yol buldurucudur. Her gördüğümüz doğru değildir. Çok basit, bir su dolu kaba, bir cetvel batırdığımızda, suyun zemininde, sathında, cetveli kırılmış gibi görürüz. Halbuki, cetvel kırık değildir, biz öyle görürüz. İşte göz böylesine yanılabiliyor. Kulak, eğer doğru ağızdan çıkan sözleri işitirse, işte göz gibi yanılmaktan da ârîdir ve o doğruyu görmez ancak doğruyu bulur. Tabi bu durum, söz bir kulağından girip, diğer kulağından çıkanlar ve kalpleri ve kulaklan mühürlü olanlar için değildir.
Efendim, bilindiği gibi, tasavvufta ilerlemenin çok önemli iki unsuru var. Biraz evvel söylediğim gibi, hizmet ve sohbet. Sohbet o kadar önemli ki, Hz. Peygamber'in sohbetinde bulunanları, bizler asırlardan beri Ashâb-ı Kiram diyerek hürmet ediyor, isimlerini her anışımızda onlara dualar ediyor, onların yardımlarını, himmetlerini diliyoruz. Bunun sebebi nedir? En yüksek sohbet sahibi olan Hz. Peygamber'in sohbetinde bulunup, onu dinlemenin şerefine ermenin yüceliğidir. İşte onlar böyle dinlediler ve dini, ala silsiletihim, yani elden ele bize naklettiler, eğer bizde dinlersek öğreneceğiz. Evet, dinleyelim, ama neyi? "Neyi", işte o "ney" nedir? İsterseniz, o "neyin" ne olduğunu, bir başka sohbetimizde konuşalım. Şimdiye kadar konuştuk, dinlediniz. Mevlânâ'dan ve onun kitabından, onun kutabının ilk kelimesinden bahsettik. Bahariye Mevlevîhânesi şeyhi, büyük arif ve aynı zamanda büyük musikişinas olan Hüseyin Fahrettin Dede bir şiirinde şöyle söylüyor:
"Fahriyâ malûmudur erbâb-ı irfanın bu raz
lâf-ı Mevlânâ'da Zât-ı Mevlâ'dır garaz."
 Şu birkaç satırda, Hz. Mevlânâ'dan, onun kitabından ve onun kitabının henüz birinci kelimesinden bahsetmiş olarak, Mevlânâ'dan bahsettik. Ama Fahrettin Dede'nin tabiriyle, ondan ve onun sözlerinden bahsetmekten kastımız, garazımız Mevlâ'dan bahsetmek, Mevlâ'yı anlatmak, Mevlâ'nın ismini tekrarlamak idi. Bu kasıtta idik ve bu kasıtta da sabit kademiz, yani ayak diriyoruz.
Hani Mevlânâ'nın, "Ben semâ ederken, bir ayağımla kâinatın merkezinde ayak direr, diğer ayağımla kâinatın bütününü dolaşırım" dediği gibi, bizde Mevlânâ'nın sözleri vasıtasıyla, onun sanatı vasıtasıyla, yüceliği vasıtasıyla Mevla'da ayak diriyoruz. Mesnevî-i Şerifin ikinci kelimesi olan "ney" nedir? Bu hususu da eğer ecelden aman görürsek inşallah bir başka sohbetimizde anlatmak dileğiyle... Şimdilik "hoş" kalın, "hoşça" dahi değil, "hoş" kalın.

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4382
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #25 : 28 Ağustos 2009, 12:22:31 ös »
Ömer Tuğrul İnançer: "İnsanlar ya dinde kardeş, ya yaratılışta eştir"
Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu Müdürü Ömer Tuğrul İnançer, 22-26 Ocak tarihleri arasında, Amsterdam Türkevi Araştırmaları Merkezi'nde, "Mevlâna ve Mevlevilik" konulu dersler verdi. Tasavvuf alanındaki ciddi ve samimi tecrübe ve eserleriyle de maruf olan Tuğrul İnançer ile bir mülakat yapıldı. Aşağıda bu mülakat yer almaktadır.

Hollanda'daki genel izlenimlerinizi alabilir miyiz?

Hollanda'ya bu ilk gelişim değil. Birkaç defa daha geldim. Hollanda'nın hemen her tarafını dolaştım. Bu tür görevler dolayısıyla da dünyanın birçok yerini dolaşmıştım. Şu kanaati edindim: İnsanlar arasındaki farklılaşma, insanların zannettikleri kadar büyük değil. İnsanlar kendi bilgileriyle değil, zanlarıyla hareket ediyorlar. Her toplumu, her milleti, her şehri ayrı ayrı zannediyorlar. Hakiki güzelliği görebilenler için, şehirler de, tabiat da, insanlar da hep Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin izharı. Bu gözle bakıldığında arada çok fark olmadığı anlaşılıyor. Aslında insanların genel davranışları birbirine çok benziyor. Herkes nasırına basıldığında bağırıyor. Ancak özel terbiyeliler bağırmıyor ve bu özel terbiyeliler de herhangi bir topluma ait değil. Her toplumda böyle insanlar var. Ancak toplumları idare edenler birbirleriyle çekişirken, toplumları kendi çekişmelerine alet ediyorlar. Toplumlar, ne yazık ki, bu alet edilmenin farkında olmadan sadece bir şeyin zahiri farkına varıyorlar: "O benden değil". Hâlbuki şunu unutmamak lazım: İnsanlar ya dinde kardeş, ya yaratılışta eştir.

Bir mülakatınızda, "İmanın tahsini aşktır" diyorsunuz. Açabilir misiniz?

Biz aşk kelimesini nefsimize tâbi olarak çok ucuzlaştırmış ve şahsi meyillerimizi, arzularımızı ve heveslerimizi "aşk" kelimesiyle ifade eder olmuşuz. Aşk bu değildir. Her şeyden önce onun tarifini yapmak lazım. Batı dillerinin hiçbirinde aşk kelimesinin karşılığı yoktur. Aynen gönül kelimesinin karşılığı olmadığı gibi. Ama mesela, Farsçada gönül kelimesi vardır; "dîl"dir. Aşk zaten Arapça bir kelimedir. Batı dillerinde "sevgi"nin karşılığı var. Aşk, sevgi değildir. Aşk, sevginin cünûn şubesidir. Kişiyi mecnunlaştırmaktır. Mecnunluk da zannedildiği gibi delilik değildir. Akla, akılla veda ederek, gönlün emrini dinlemeye aşk derler. Gönül, Molla Cami'nin tarifiyle, "Allah'ın tecelli ettiği yerdir." Elbette Allah'a iman, O'nun tecelli ettiği yerde olur.

Mecazi mahbupların üstündeki "fani" damgasını görememenin sebepleri nedir?

Çünkü biz hem faniliğe, hem de kesafete mahkûmuz. Hâlbuki beden hapishanesine sokulmadan önce hürdük. İşte "Ölmeden evvel ölünüz" hadisi, iradi olarak o hürriyeti yeniden kazanmak demektir. O hapishaneden kendini azat edebilmek demektir. Bu yüzden, zanlarımızın değil, imanlarımızın peşinde koşmalıyız. İmanla zan bir araya gelen kavramlar değildir, ama zannı iman zannetmek çok geçerli bir haldir.

Türkçemizde güzel bir söz vardır: "Allah'ın işine karışılmaz". İnsanlar, Allah'ın işine nasıl ve niçin karışır?

Biz Cenâb-ı Hakk'ı yüceltirken, farkında olmadan çok aksini yapıyoruz. Mesela dua ettiğimizi zannediyoruz. Dua etmeyip Allah'a akıl öğretiyoruz. "Öyle yapma, böyle yap" diyoruz. Bu dua etmek değildir. Türkçemize yerleşmiş şu sözler de var: "Allah'a havale et", "Allah korur". Allah bizim ne korucumuzdur, ne bekçimizdir ne de hizmetçimizdir. Allah Mabudumuzdur, Rezzakımızdır, Kayyumumuzdur. Biz onun kulu olduğumuz halde, kul olduğumuzu unutup Allah'tan arzularımızı yerine getirme kudreti olarak istifade etmeye çalışıyoruz. Bu kullukla bağdaşan bir hal değildir. Ama burada şöyle bir incelik ve Allah'ın ululuğunun izharı var. Birçok insan günlük hayatında, işinde gücünde, ailesinde muvaffak olduğu zaman, Allah'ı pek aklına getirmez. Ne zaman sıkışır, "Allah!" der. Bazı sofu kardeşlerimiz, "Sıkıştığın zaman Allah'a gidiyorsun. İyiyken de Allah'a gitseydin. Şimdi sana yardım etmez" diye zanlarını, Allah'ın âdeti olarak sunarlar.

Sıkıştıkları zaman Allah'ın kapısını çalan kardeşlerimiz bize neyi öğretiyorlar? "Sıkıştığın zaman da bile Allah'tan başka çalacak kapın yok." Bu açıdan baktığımızda onların o davranışlarının eksik de olsa doğru olduğunu görürüz.

Birçok Müslüman'ın zannettiği gibi, Allah-ı Zü'l-celâl, sadece "Rabb'ü-l Müslimîn" (Müslümanların Rabbi) değil, "Rabb'ü-l âlemin"dir (Âlemlerin Rabbi). Rasûlullah Efendimiz'in de (sallalahu aleyhi ve sellem), "rahmeten li'l-müslimin" (Müslümanlara rahmet olarak gönderilen) değil, "rahmeten li'l-âlemin" (alemlere rahmet olarak gönderilen) olduğu gibi. Bu kavramlar üzerinde biraz düşünebilirlerse insanlar, hem Allah'ı hem Rasûlünü çok daha iyi tanırlar.

Bir spor takımını tutar gibi, ben onların taraftarıyım veya onlar benim taraftarım gibi hallerden çıkıp birlik ve beraberliğin önemini, hepimizin "Âdemzâde" olduğunu, hepimizin Rasûlullah Efendimiz'in davetinin muhatapları olduğunu ve sıfatlarımızdan, yanlış fillerimizden dolayı aramıza duvar örmememiz gerektiğini; gözle, gönülle, lisanla ve her türlü vasıta ile rabıta içinde olmamız gerektiğini daha rahat anlarız. Bunun için sadece irfan sahibi olmak yeter. İrfan ise imanın gerektirdiği filleri yapmakla kazanılır. İman bir kavram ve bir kabulden ibaret değildir. Fiile intikal ettiğinde nuru artar. Yol gösterici bir projektör olur.

Bunları Mevlânâ ve benzeri Tasavvuf büyüklerinden öğreniyoruz. Onları öğrenmek, Rasûlullah'ı öğrenmek, Rasûlullah'ı öğrenmek de Allah'ı öğrenmek demektir. "Direkt Kur'ân'dan öğrenelim" lakırdısı pek moda bugünlerde. Öğrenilmez efendim… Direkt Kur'ân'ı Kerim'i okuyarak beş vakit namaz kılmasını bile öğrenemeyiz. Sabahın iki, öğlenin dört, akşamın üç rekât olduğu Kur'ân'da yazmaz. Çünkü Allah insana, insandan tecelli eder. O insanın da en yücesi Muhammed Mustafa'dır. Muhammedsiz Müslümanlık olmaz.

Zahiren sahip olduklarımızı emanet olarak göremeyişimiz neden kaynaklanıyor?

Benlik, enaniyet, ego… adına ne derseniz deyin. Kendimizin bile kendimize emanet olduğu şuurunu edindiğimiz zaman, işimizin de, aşımızın da, eşimizin de, yavrumuzun da bizlere emanet olduğunu ve bizim onlara hizmetle mükellef olduğumuzu idrak etmiş oluruz.

Rasûlullah Efendimiz'in yüceliği nereden kaynaklanır? Gelmiş geçmiş bütün insanlık içinde, insanlığa en büyük hizmeti yapan olduğu için. Çünkü insanlığa Allah'ı öğretmiştir. Ondan daha büyük hizmet olmaz. Yani en büyük "hizmetçi" Rasûlullah'tır; onun için en büyüktür. Kendisi gayet sarih bir şekilde buyurmuştur: "İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır." İnsan evvela kendisine faydalı olacak. Kendine faydalı olmak için aklının değil, imanının istikametinde yürüyecek. Çünkü insanlara iki şey yol gösterir: Biri akıl, biri iman. İman ya haktır, ya batıldır. Hak iman, akıldan daha güzel yol göstericidir. Akıl, batıl imandan daha güzel yol göstericidir. Bunun toplumdaki yansımasını, Batı dünyasındaki Reform hareketinden anlarız. Bundan beş asır öncesine kadar, Batı dünyası batıl bir itikadın peşinde koşmaktaydı ve geri bir toplumdu. Batıl olan itikatlarını geriye atıp akıllarını öne aldılar; yolları aydınladı ve yükseldiler. Yalnız, akılda menfaatperestlik vardır. Başkasının sırtına basma pahasına da olsa, başkasının ayağının altına muz kabuğu koyma pahasına da olsa bir menfaat vardır. Buna rağmen batıl bir inancın peşinde koşmaktansa aklın peşinde koşmak onları yükseltti. Biz ise hak mı batıl mı olduğunu ayırt etmeksizin dini geriye attık, aklı öne aldık; onun için geri kaldık.

Kendimiz de dâhil her şeyin bir emanet olduğu ve ölüm anında, dünya hayatında ehemmiyet vererek arkasında koştuğumuz şeylerin hiçbirinin ehemmiyetli olmadığını anlamış olacağız. Marifet; kafa teneşire vurmadan onu anlamaktır. Çünkü kafası teneşire vuran herkes zaten onu anlıyor.

Şu çok önemli: "Emaneti ehline veriniz" ayet-i kerimesi, Mekke'nin fethedildiği gün, Kâbe'nin içinde geldi. Cenâb-ı Hak bu ayeti, Rasûlullah Efendimiz, Kâbe'nin dışına çıktığında da gönderebilirdi, ama Allah, lisânen değil, fiili durum olarak bu ayetin özel ehemmiyetine dikkat çekmek için, Habib’i (sav), Kâbe'nin içinde put temizlerken gönderdi.

Bu meselelere dikkat etmek için dinimizi "tapınma" dini halinden çıkarmak lazımdır. Çünkü dinimizi "tapınma dini" haline biz getirdik. Bizim dinimiz "yaşama dini"dir. Din, evde seccadenin üstüne, dışarıda caminin dört duvarı arasına, yıl içinde de Ramazan ayına hapsedilecek bir olgu değildir.

Feyiz nedir?

Efendim, biz maddi bir dünyada yaşadığımız ve bir kesafete maruz kaldığımız için izahlarımız da maddi olmaya başladı. Elektrik akımı da enerji de bir tür maddedir. Her şeyi maddeyle tarif ettiğimiz için feyzi de enerjiye benzeterek tarif edebiliriz. Feyiz, enerji gibi maddesel değildir, ama enerjiye benzer. Mesela, bir heyecan anında adrenalin salgımız artıyor. Peki adrenalin nasıl bir enerji sağlıyor? Takatten düşmüş, yorgunken; bir sözle, bir hareketle, bir uyarılışla adrenaliniz yükseliyor ve birden takatiniz yerine geliyor. Feyiz buna benzer. Adrenalin kişilerde tek tek zuhur eder. Feyiz ise bir topluluğa geldiği zaman ayrı ayrı tesir etse de tamamına gelir. İşte onun için ibadetin aslı cemaatle ibadettir. Mesela bir zikir meclisinde bir feyiz gelirse, herkes birden kendinden geçer. Üç beş kişi nara atıyorsa, inanmayın… Şahsi keyfidir o, feyzi değil. Ya sarhoş narası gibi bir naradır veya ortalığı gaza getirmek için söylenmiş bir lakırdıdır. Feyiz geldi mi herkese gelir. Miktarı ve tesiri ayrıdır, o başka mesele.

İşte feyiz böyle bir şeydir. Maddeyle ancak bu kadar anlatılır. Lisan da bir maddedir, bu kadar sığar. Suyun tadını, susuz kalıp da içen bilir.

Akıl kendisini aşan şeyleri kabullenmekte niçin zorlanıyor? Kalpsiz akıl olur mu? Olursa, bu nasıl bir akıl olur?

Büyüklerimiz aklı izah ederken, "akl-ı meaş" ve "akl-ı mead" diye iki tarzda izah etmişler. Birisi sadece menfaati gerektiren şeyleri yapma yollarını gösteren akıl, öteki de biraz daha maneviyatı düşündüren. Ama her hal-ü kârda akıl bir mahlûktur. Her mahlûk gibi evvela menfaatini düşünür.

"Gönül ve aşk meselelerinde akıl, bataklığa düşmüş eşek gibidir; çırpındıkça batar" der Hazreti Mevlânâ.

Akıl şuna benzer: Uçak, havada uçan bir araçtır, fakat bu uçak havalanmak için piste ve tekerleklere muhtaçtır. Aprondan hareket edip piste gidene ve havalanana kadar iki kanadı, pervanesi ve motoru da olsa, fonksiyon olarak o bir uçak değil, tekerlekler üzerinde hareket eden, yere temas eden bir "araba"dır. Ne zaman tekerlekleri yerden kesilir, o zaman uçak fonksiyonunu yerine gelmiş olur. İşte akıl, kişinin yükselmesi için "pist" gibidir. Uçak pisti terk etmezse uçamaz, insan aklı terk etmezse yükselemez.

Kafa ve kalp, dünya ve âhiret, bilim ve din dengesinin bozulma sebepleri nelerdir?

Batıl inançla bilim bir araya gelmez. Dünyanın döndüğünü söyleyen Galilei'nin aforoz edilmesi gibi. Ama hak inançla bilim asla birbirinden ayrı değildir. Türk toplumu olarak özellikle Tanzimat'tan beri Batı kaynaklı ilim tahsil ettiğimiz için, onların kendi içlerindeki "batıl inanç ve bilim" çatışmasını, "batıl" kelimesini kaldırarak, "inanç ve ilim" çatışması halinde anlamaya başladık. Bu bizim yanlışımızdır, hakikatte böyle bir şey yoktur.

Biz ağzımızı hep mübarek olarak görürüz. Güzel söz söylemeli, helal yemeli. Her yemeğin sonu helâdır. Hiç helâdan bahsetmeyiz. Helâsız bir dünya düşünülebilir mi? Her şey lazımdır. Kafa da lazım, gönül de lazım. İnanç da lazım, ilim de lazım. Bunlar birbirine aykırı şeyler değildir. Birbirinin tamamlayıcısıdır. Sindirim ağızda başlar, anüste biter. Anüssüz bir sindirim düşünülemeyeceği gibi, kafasız bir gönül, gönülsüz bir kafa düşünülemez.

Bunu sembolize etmek için eskiden şeyhler ve âlimler, sardıkları destarın ucunu serbest bırakırlardı. Şimdiki gibi, sarık sarıp ucunu içine sokmazlardı. Taylasan denilen bir parça bırakılırdı. Bu parça genellikle meme hizasına kadar uzatılırdı. Bu bir sembolik anlatımdır: "Kafa ile gönül arasında rabıta olacak; kafasız veya gönülsüz adamdan, şeyh ve âlim olmaz" demektir.

Zamanımızda "tearuf"u nasıl anlayıp uygulayabiliriz?

Kur'ân-ı Kerim'i okurken, şimdiki moda tabiriyle, satır aralarını da okumak lazımdır. Kur'ân-ı Kerim'in satır aralarının aydınlatıcısı, Rasûlullah Efendimizin hayat-ı seniyyeleridir. İnsanlar birbirini iyi tanırsa, aslında kimi iyi tanımış olurlar? Mahlûklar birbirini iyi tanırsa, Hâlıklarını iyi tanımış olurlar. Kullar birbirini iyi tanırsa, Rablerini iyi tanımış olurlar. "Ben sizi kabile kabile, meşrep meşrep yarattım ki birbirinizi daha iyi tanıyasınız." İbare burada bitti, şimdi satır arası başlıyor: "Böylelikle beni daha iyi tanıyasınız." İşte bu demektir bu ayetin mânâsı. Tabii bundan ibaret değil, mevzu ile alakalı olanı bu kadar. Hiç kimse hiçbir ayet için "bundan ibaret" diyemez.

İhlâs ile iktidar telif edilebilir mi?

Telif edilmemiş olsaydı, Hulefa-i Raşidin ve Ömer ibn-i Abdülaziz Hazretleri gibi zevat olmazdı. Biraz örnek ve abide şahsiyetler hakkında fikir edinirsek, ihlâs ile iktidarın pekâlâ bir arada olabileceğini öğreniriz.

Müslümanları birbirine bağlayan "nurani bağlar" nelerdir?

Tek Allah, tek peygamber, tek kitap, tek kıble… Daha ne istiyoruz? Mesela, kıbleye yönelmeyi yeterince kavradığımızı söylemek pek kolay değildir. Çünkü bir camiye gittiğimizde, birbirimizin arkasında, saflar halinde durduğumuzu görürüz. O safların hepsini teker teker Kâbe'ye yaklaştırın ve tam Kâbe avlusuna sokun. Birbirine sırtını dönmüş saflar mı göreceksiniz, yoksa bir nokta etrafında halka olmuş saflar mı göreceksiniz? Bir nokta etrafında halka olma hususunda Hazreti Mevlana, "Aradan Kâbe'yi kaldır, birbirine doğru secde edersin ey insanoğlu" der. Bunu da anlamak için birazcık göz sahibi olmak lazımdır. Yine aynı sözü söyleyeceğim: Bunu anlamak için dinimizi tapınma dini olmaktan çıkarmak lazımdır. "Yedim aşı, kıldım beşi, yattım aşağıya" kafasıyla Müslüman olunmaz.

Ağır gelmesin… Hazret-i Peygamberin sözlerinden bir milim dışarıda bir laf asla söylemiyorum. Buyuruyorlar ki, "Sizin davranışlarınıza bakıp da Müslümanlığa özenen insanlar yoksa imanınızı gözden geçirin." Bugün insaf ile bakalım Müslümanlara. Bir yabancı, bizim bu halimize bakıp Müslümanlığa özeniyor mu? Peki, daha önce başka dinlere mensup olup da Müslümanlığı kabul eden bu kadar insan var. Hiçbiri Müslümanlara bakarak Müslüman olmuyor; Müslümanlığı tetkik ederek oluyor. 1978'den beri yurtdışına gidiyorum. Müslüman olmuş, belki 1000' den fazla din kardeşimizi tanıyorum. Hiçbirisi bize bakarak Müslüman olmadı. Hepsi kaynak tetkik ederek oldu.

Kur'ân-ı Kerim'de kendisi hakkında, "Benim Habib'imin (sav) hayatında sizler için alınacak güzel örnekler vardır" buyrulan, dolayısıyla her hareketi örnek ittihaz edilmesi lazım gelen bir peygamberin ümmeti olduğumuzu unutmuşuz. Cebinde ayna ve tarak taşıyan, yani zahir itibariyle çok tertipli olan bir peygamberin ümmeti olduğumuzu unutmuşuz.

"Taş atan bizden, taş attıran bizden değildir." Bunu da erbabı anlasın.

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4382
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #26 : 28 Ağustos 2009, 12:23:32 ös »
Vefâ, sadece İstanbul'da bir semt adı değildir. Vefâ îmânın, irfanın, ahlâkın en önemli göstergesidir. Hz. Peygamberimiz ahde vefâsızlığın, sözden dönmenin münâfıklık alâmeti olduğunu beyân buyurmuştur.
Hz. Mevlânâ da vefâya çok önem vermiş, eserlerinin pek çok yerinde "Vefâya yemin olsun ki..." ibâresini kullanarak vefânın, üzerine yemin edilecek yüce bir duygu, bir varlık olduğunu bize öğretmeye gayret etmiştir.
Vefâ, aynı zamanda kadir kıymet bilmek demektir. Hz. Mevlânâ, kendisinde mevcûd bulunan ilâhî aşkın ortaya çıkmasına vesile olan Hz. Şems-i Tebrizi'nin kadr-i kıymetini bilmiş ve bütün şiirlerinde onun ismini, Şems-i Tebriz mahlasını kullanarak bu kadirbilirliğini ortaya koymuştur.
Şems-i Tebrizi Hazretleri'ni biraz da olsa tanıyoruz. Mesnevî-i Şerifi de öyle... Ama Mesnevî'nin yazılmasına sebep olan Hüsâmeddîn Çelebi Hazretleri'ni pek tanımıyoruz.
Gelin, bu sohbetimizde bir vefâ örneği gösterelim de bize Mevlânâ'dan Mesnevî'yi kazandıran Hüsâmeddîn Çelebi'den bahsedelim. Hem zaten Mesnevi kitabının bir adı da Hüsâmînâme'dir. Bu lâkab, bizzat Hz. Mevlânâ tarafından verilmiştir. Mesnevî-i Şerifin 6. cildinin başında Hz. Mevlânâ der ki:
Senin gibi bir yücenin çekiciliği ile dünyada Hüsâmînâme dolaşmaya başladı.
Efendim, bilindiği gibi astronomi ilminde bir çekicilik, cazibe kudretinden bahsedilir. Güneş'in cazibesiyle Dünya'mız ve gezegenler Güneş'in etrafında, Dünya'nın cazibesi, çekiciliği ile Ay da Dünya'nın etrafında dönmekte. Böyle bir benzetme ve çok yüksek bir edebî ifâde ile Mesnevî'nin Hüsâmînâme olarak dünyada dolaşmaya başladığını söylüyor Hz. Mevlânâ. Bir başka yerde de diyor ki Hüsâmeddîn Çelebi'ye hitaben:
Kasdemez el fazı o razı tü est
Kasdemez inşâj avaz t tü est
 
Pîşimen avaz et avaz-t hodast
Aşıkez maşuk haşaki keycü dast
(Onun, yani Mesnevî'nin sözlerinden kastım ancak senin rızandır. Senin hatırın için ve hoşnutluğunu kazanmak için söyledim. Bu sözleri Mesnevî'de inşâ' edişim, senin sesini duyurmak içindir. Çünkü benim için senin sesin, Hudânın sesi gibidir. Âşık ve maşuk, haşa hiç ayrılmayacağına göre, sesleri de ayrılmaz.)
Hz. Mevlânâ'nın Senin hatırın için... demesi, şu gerçekten dolayıdır: Mesnevî-i Şerif yazılmadan önce Hz. Mevlânâ'nın irşâd halkasına, sohbet meclisine dâhil olanlar tefsir, hadîs, fıkıh, kelâm gibi şer'î ilimlerin yanı sıra -tabi tasavvuf konuları da okuyorlar idi- tasavvuf konularında özellikle Feridettin Attar Hazretlerinin İlâhinâme, Esrarnâme ve Mantık-ut Tayr isimli eserleri ile Hakîm Senâi'nin Hadikatül Hakîka ve Seyrul İvat isimli eserlerini özellikle okurlardı. Çünkü Hz. Mevlânâ Şeyh Attar'ı tasavvufun ruhu, Senâi'yi ruhun gözleri olarak tarif ederek ululamıştır. İşte Hüsâmeddîn Çelebi o eserler gibi bir eser yazmasını Hz. Mevlânâ'dan niyaz ettiğinde Hz. Mevlânâ "Senin gönlündeki, benim gönlüme de gelmişti zaten." buyurarak sarığının kıvrımları arasında bulunan yazılı bir kâğıdı çıkarıp Hüsâmeddîn Çelebi'ye verdi. Bu kâğıttaki yazılar Mesnevî-i Şerifin ilk 18 beyti idi. Hz. Mevlânâ tarafından bizzat yazılmış ve başının üstünde taşınmış olduğu için herkes tarafından baş üzere taşınması gereken ilk 18 beyit.
Efendim, baş üzere deyince aklıma geldi, söylemeden geçemeyeceğim. Sultan Ahmet Camiini yaptırması ile tanınan Sultan I. Ahmet Han, ki aynı zamanda Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri'nin dervişidir, her gün sabahleyin bir kâğıda "Muhammed" diye yazar ve sarığının kıvrımları arasına iliştirirdi. Yani derdi ki: "Benim ululuğum taç sahibi olmakta değil senin ism-i şerîfini her gün başımda taşımakladır Ya Resûlallah!"
Ve o Sultan Ahmet Han "Resûlullah'ın kabrinin kandillerinde zeytinyağı yanmak lâyık değildir." deyip Türbe-i Resûlullah'a kandilde yakılmak için gül yağı vakfetmiştir.
Efendim aşkın göstergeleri çok... Biz konuya dönelim.
Hz. Mevlânâ ilk 18 beyti Çelebi'ye verdikten sonra buyurdu ki: "Eğer sen yazarsan ben söylerim ve istediğin gibi, öyle bir kitap ortaya çıkar."
Ve Hz. Mevlânâ camide, medresede, handa, hamamda, sarayda, bahçede söyledi, söyledi... Hüsâmeddîn Çelebi Hazretleri de yazdı, yazdı... Tam 3990 beyit. Ve 3990'da bir hâl ortaya çıktı. Tarih o sıralarda 1261 idi. Hüsâmeddîn Çelebi Hazretleri'nin refikası, zevcesi vefât etti ve Hz. Çelebi'de bazı hâller zuhur etti. Allah dostlarının, Allah erlerinin bizim aklımızın ermeyeceği bazı hâlleri vardır, buna kısaca "cezbe" denilip geçiliverir, işte Hüsâmeddîn Çelebi Hazretleri'nde öyle bir hâl zuhûr edince Mesnevî-i Şerifin yazılması bir ara durdu. O hâl zuhûr edince Çelebi'de değil yazacak, kalem tutacak hâl bile kalmadı.
Çün be mi'râcı hakayık reftebüt
Bi bahareş gonca han şugüfte büt
Hz. Mevlânâ böyle buyuruyor Mesnevî-i Şerifin 2. cildinin başında. (O, hakikat mi'râcına yükselmişti, burada değildi. Bahar olmadan gonca açılmaz. Onun içindir ki o bahar, Hüsâmeddîn Çelebi, burada yokken benim söz goncalarım açılmadı.)
Çün ziya el hak Hüsâmeddîn anân
Baz gerdanîde ez ağc asoman
(Hakk'ın ışığı olan Hüsâmeddîn mânâ göklerinin yüceliğinden bu âleme döndü, işte o zaman Mesnevî'ye yeniden başlandı.)
Çün zi derya sui sâhil bağz keşet
Çengi şir-i Mesnevî basağz keşet
(Çünkü o, Hüsâmeddîn Çelebi, deryâdan sâhile döndü, Mesnevi şiirinin çengi yani Mesnevi sazı yeniden akort edildi.)
Efendim, Mesnevî'nin birinci cildinin yazılması sırasında Hz. Mevlânâ gibi bir kaynaktan beslenen, 4000'e yakın beyitle beslenen Hüsâmeddîn Çelebi o öğretiden, o besiden aldığı manevî gıda ile yüceldi ve maneviyat göklerine yükseldi. Tasavvufta "mahv hâli" denen bu hâl Vahdet Âlem'ine doğmak demektir. Bunun içindir ki İdris-i Muhtefî Hazretleri Ben bu hâle gelecek / Üç kez doğdum aneden diyor.
Tabi bu "reenkarnasyon" değildir.
İşte bu mahv hâlinden sahv hâline, Vahdet Âlemi'nden Kesret Âlemi'ne döndükten sonra Mesnevî'nin yazımına devam edildi fakat aradan iki seneye yakın zaman geçmişti. "Niçin?" diye sorulursa cevap yine Hz. Mevlânâ'dan:
Müddeti in Mesnevi tehir şüt
Mühleti bayest tahun şir şüt
(Şu Mesnevî'nin yazımı bir süre geç kaldı, tehîr edildi. Kanın süt olması için belli bir zaman geçmesi lâzımdır.)
Mesnevî-i Şerif ile meşgul olan pek çok büyüğümüz bu gecikme, ara verme olayını Resûlullah Efendimiz'e Kur'ân'ın indirilmesindeki vahyin bir ara kesilmesine benzetirler, bu ayrı bir bahistir.
Evet, biz Mesnevî'nin kâtibi diyebileceğimiz Hüsâmeddîn Çelebi Hazretleri için Mesnevî'nin dibacesinde yani ön sözünde Hz. Mevlânâ tarafından Çelebi hakkında neler söylendiğine bir göz atalım, isterseniz. Şöyle başlar:
Li istidai seyyidî ve senedi ve mutemedi ve mekâne ruhumin cesedi
Bu sözlerle başlayan Mesnevî'nin dibacesinde Hz. Mevlânâ şöyle anlatıyor Hüsâmeddîn Çelebi'yi:
Mesnevî'yi bir istek bir arzu üzerine yazdım ki o talebin sahibi cesedimdeki ruhum gibi olan efendim, güvendiğim, bugün de gelecekte de manevî gıdam, âriflerin kendisine uyduğu, hidâyete ve yakîne ermişlerin rehberi, kalp ve akıl sahiplerinin güvenci, âcizlerin imdâdına koşucu, yaratılmışlar içinde Allah'ın emâneti ve en saf, temiz olanı, Allah'ın peygamberine tavsiye ettiği kıymeti gizli, yüksek kişilerden olan o "Hüsâmül Hakkı veddîn" yani hakkın ve dinin keskin kılıcı, arş hazinelerinin anahtarı, yer definelerinin sahibi ve koruyucusu, faziletler, erdemler sahibi Hasan oğlu, Muhammed oğlu Hasan'dır ki "Ahi Türk Oğlu" diye tanınır. O, bu vaktin Bayezîd-i Bestamî'si, zamanın Cüneyd-i Bağdadî'sidir.
Hz. Mevlânâ'nın böylesine övdüğü Hüsâmeddîn Çelebi için biz başka ne söyleyebiliriz?
Hz. Mevlânâ kendisini bir dinleyen ve bir anlayan yani bir Hüsâmeddîn Çelebi bulduğu için yirmi beş bin küsur beyitlik Mesnevî'yi söyleyebilmiş. Öyle bir dinleyici bulmasa idi söyleyebilir mi idi? Bu suâlin cevâbını düşünmek lâzım.
Ve bizler Hüsâmeddîn Çelebi bulmalıyız. Bulmalıyız ki Hz. Mevlânâ'nın ona söylediklerini anlayabildim. Bir başka deyişle Hüsâmeddîn Çelebi'den Hz. Mevlânâ'ya yol bulalım. Yoksa Mesnevî-i Şerif e kurt, tilki, tavşan, aslan masalı diyen, diyebilen ilim ve terbiye fukaralarının derekesine düşeriz.
Maçu çengâmu tü zahme mizenet
Zari ezmâni tü zari bi kûnet
 
Maçunayîmu neva dermağzetest
Makûhîmu şada dermağ zedest
(Biz, çeng gibiyiz. Mızrap vuran sensin. O hâlde işitilen inilti bizden değil, sazı çalanın iniltisidir. Ve biz ney gibiyiz. İçimizdeki hava ve dışarı vurulan nevâ, sedâ sendendir. Biz dağ gibiyiz. Bizden duyulan ses yankıdan, aksisedâdan ibârettir.)
Hz. Mevlânâ'nın da, Hüsâmeddîn Çelebi'nin de, bütün velîlerin de himmetlerini niyâz ederek, hoş olun, hoş kalın efendim...

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4382
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #27 : 28 Ağustos 2009, 12:24:25 ös »
Agaç Hiç Ağlar mı?

       Aziz dostlar, sohbetimize  Hz. Mevlânâ'nın bir rubâisiyle başlayalım isterseniz.

 
Bişnev tu zî ney çehâ çehâ migûyed
Esrâr-ı nühüft-ü Kibriya migûyed
 
Rûh zerd ü derûn tehî vü ser dâdebedâd
Bî nutk u zebân Hudâ Hudâ mîgûyed
 
Dinle şu neyi. Bak neler neler söylüyor
O, yüceler yücesinin sırlarını anlatıyor.
 
Yüzü sarı, içi boş, başını havaya vermiş de
Dilsiz dudaksız, Hüdâ Hüdâ diyor.
 
Bir kamış parçasından "Hüdâ" sesini duyabilmek. Hz. Mevlânâ bir başka yerde kudümü tarif ederken, Bakır bir tas, bunun üzerine kuru bir deri gerilmiş, kuru iki değnekle vuruluyor. Öyleyse bu Allah sada'sı nerden geliyor? diyor. Bakırdan, deriden ve değnekten Allah sada'sını duyabilmek. İşte kendi varlığından geçip Hakk ile Hakk olan bu nimete eren kullar için Hakk sada'sı, her zerreden dudaksız ve kulaksız olarak işitilebilir. Ve bu işitme sadece insanlar için de değildir.
Fehm kerde ân nidâ bi gûş u leb
Fehm kerde ân nidâ râ çûb u seng
 
O nidâ'yı kulaksız ve dudaksız olarak ağaç da anlar, taş da.
Her zerreden gelen Allah sadâ'sını ağaçlar, taşlar nasıl anlar? diye soracak olanlara yine Hz. Mevlânâ cevap veriyor:
Zançi goftem men zî fehm-i seng û çûb
Der beyâneş kıssa-i hoş dâr-ı hûb
veya
Zançi goftem âgehî-i çûb u seng
Der beyâneş kıssa bişnev bî dereng
Taşın ve çubuğun yani kuru dallarında anlayış sahibi olduğunu söylemiştim ya, bunun izahı için anlatacağım kıssayı can kulağı ile dinle ve ezberle.  Dedikten sonra şu kıssayı anlatmaya başlıyor Mesnevî-i Şerif.
Üstün-ü hannâne ez hecr-i Rasûl
Nâle mized hemçu erbâb-ı ukûl
 
İnleyen sütun -direk- Resulün ayrılığı ile akıl sahipleri gibi -yani insanlar gibi- ağladı, inledi.
 
Der meyân-ı meclis-i vâ'z ân çûn ân
Keyvez âgehgeşt hem pir u cevân
 
Vaaz meclisinin ortasında öyle bir inledi ki o iniltiyi orada bulunanların, ihtiyarından gencine, hepsi duydu.
 
Goft Peyâmber çi hâhî ey sütün
Goft, cânem ez fîrâkat geşt hûn
 
Peygamber (S.A.V.) sordular: Ey direk niçin inliyorsun? Ne istiyorsun?
Direk dedi ki: Senin ayrılığından dolayı canım öyle bir yandı ki içim kan doldu.
 
Mesnedet men budem ez men tahtî
Ber ser-i minberu mesned sahtî
Direk diyordu ki: Ben senin dayanağındım, bana dayanıyordun. Beni bıraktın da yeni bir dayanak yaptın ve ona dayanıyorsun. Yani işte bu ayrılıktan dolayı inliyorum.
Aziz dostlar, Hz. Mevlânâ burada bir tarihî olayı aktarıyor. İzninizle o olayı hatırlatayım. Resulullah Aleyhisselâtu Vesselam, Medine'ye hicret buyurduktan sonra Hâlid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el-Ensârî yani Eyüb Sultan Hazretlerinin (R.A.) evinde misafir olarak ikamete başladılar. Hicretin yedinci ayında Eyüb Sultan Hazretlerinin evinin batı istikametinde boş bir arazi vardı, bu boş arsa Sehl ve Sehîl isminde iki yetim kardeşe aitti. Efendimiz (S.A.V.) orada bir mescid ve kendisi için de bir hücre - odacık yapılmasını arzu buyurunca o iki kardeş bu arsayı bağışlamak istediler ise de Efendimiz (S.A.V.) yetim hakkı yememek örneği göstermiş olmak için, o arsayı para ile satın aldı. Paranın da alındığı kaynak Hz. Ebubekir (R.A.)idi. Arz ettiğim gibi Hicretin yedinci ayında o arsa üzerinde inşaata başlandı. Taş temeller üzerine kerpiç duvarlar örülerek inşaat bitirildi ve üzeri hurma dalları ile kapatıldı. Bu ilk Mescidde mihrab ve minber yoktu. Tavanı tutmaya yarayan sekiz adet direk vardı. Bu direklerin, daha sonra o direkler isimlendirilmiştir, bir tanesine tövbe direği veya Ebû Lubâbe direği, bir tanesine de Şerir Direği denir idi.
Resulullah (S.A.V.) en çok tövbe direğine yakın bir mahalde namazı kılar ve kıldırırlardı. Daha sonraki inşaatlarda o yer tesbit edilmiş olduğundan ilk mihrab sonra oraya yapıldı. Yani Halife Velid bin Abdülmelik zamanında, daha sonra halife olacak olan Ömer ibn-i Abdülaziz'in valiliği sırasında o yer mihrap olarak tespit edildi ve mescidin genişleme inşaatı yapıldı. İşte ilk mihrap o zaman yapılmıştı. Gerçi Hz. Osman (R.A.)'ın hilâfeti zamanında da bir mihrap yapıldığı rivayeti var ise de çok kuvvetli bir rivayet değildir. İlk minber ise bizzat Resul-ü Ekrem Efendimizin (S.A.V.) emirleriyle yaptırılmıştır, işte Mesnevî-i Şerifte anlatılan olay, bu minber ile ilgili.
Hz. Peygamberimiz (S.A.V.), Mescid-i Şerifte Cuma Hutbesi gibi, vaaz gibi sebeplerle konuşacağı zaman ayağa kalkar, mübarek yüzünü ashabına döner ve öyle konuşurdu. Bu mescidin tavanını tutmaya yarayan direklerin dibinde konuşulmaya müsait bir yer yoktu. Onun için Efendimiz (S.A.V.), hiçbir yere dayanmadan, kıble duvarına yakın bir yerde bütün cemaati görebileceği ve cemaatin de onu görebileceği bir yerde durur ve konuşmalarını ayakta, bir yere dayanmadan o tarzda yapardı. Resulullah Aleyhisselâm, peygamberâne nezaketinden ve inceliğinden dolayı hiç kimseye arkasını dönmediğinden, bu konuşmaları yapma sırasında duvara da dayanamadığından -yer müsait değildi çünkü- ayakta durarak konuşması zat-ı seniyyelerini üzeceği endişesi ile ashabtan bazı zevat, kendilerine bir dinlenme yeri temin etmek için Şerir Sütunu diye anılan sütunun yakınına bir hurma direği, daha doğrusu bir hurma kütüğü koydular ve Efendimiz (S.A.V.) konuşurken hiç olmazsa sırtını bu kütüğe dayasın da biraz daha az yorulsun diye düşündüler ve bunu kabul etmesi için kendilerine niyaz ettiler. Yüksek ahlâkı gereği hiçbir rica ve talebi geri çevirmeyen Resul-ü Kibriya, okuyacağı hutbe ve vaazları bundan sonra bu hurma kütüğüne yaslanarak okumaya başladı. Bu hâl beş sene kadar sürdü. Hicretin sekizinci yılı sonlarında Müslümanların çoğalmış olması, cemaatin kalabalıklaşmış olması sebebiyle cemaatin arka tarafında kalanlar Efendimizin (S.A.V.) o güzel yüzünü iyice göremez oldular. Ve tekrar ricacı olarak dediler ki: Ya Resulullah, size bir minber yaptıralım müsaade buyurursanız, bir kürsü yaptıralım oraya çıkın da, arkada kalanlar da cemalinizi görsünler. Efendimiz, tabi bu ricayı da kabul buyurdu. Saîdeoğulları kabilesinden Said bin As'ın kölesi Bakum, çok iyi bir marangozdu. Bu marangoz üç ayaklı, üç basamaklı ve sırt dayamaya mahsus yeri olan bir kürsü yaptı. Bu ahşap kürsüden Efendimiz (S.A.V.) vaaz etmeye ve hutbelerini okumaya başladı. İşte, Efendimiz (S.A.V.) ilk defa bu kürsüye çıktığında, yani hurma kütüğünden ayrıldığında, biraz evvel Mesnevi lisanından arzetmeye çalıştığım hâdise meydana geldi. O hurma kütüğü herkesin duyabileceği bir şekilde yüksek sesle ağlamaya, inlemeye başladı. Merhamet, şefkat, mürüvvet kaynağı olan Resul-ü Ekrem (S.A.V.) hemen minberden indi ve o ayrılık acısı ile inleyen hurma kütüğüne sarıldı, onu kucakladı, teselli etti. Ashab-ı Kiram'ın ileri gelenlerinden Câbir bin Abdullah Hazretleri bu hâdiseyi anlatırlarken "Efendimiz hurma direğini kucakladığında direk, tıpkı ağlayıp ağlayıp da anasının kucağına çıktığı zaman susan, ama eski ağlamasının tesiriyle nefesi hıçkırıklı olan bir bebek gibi hıçkırıyordu." buyuruyor. Bu hâdise Enes bin Mâlik, Abdullah ibn-i Abbas, Ebu Saidi-l Hudri, Abdullah ibn-i Ömer gibi ashabın büyükleri tarafından da hep anlatılmıştır. Tabiînin ulularından ve tasavvufun önderlerinden Hasan-ı Basrî Hazretleri (K.S.)de bu hâdiseyi sık sık anar ve Yazıklar olsun bize ki Resulullah ( S.A. V) muhabbetinde bir kütük kadar olamadık, diye ağlardı. O, Hasan-ı Basrî böyle söylerse biz ne söyleyelim?
İsterseniz biz hâdiseye dönelim. Efendim, o ahşap minber çeşitli tarihlerde yedi defa tamir edildi, yenilendi. Nihayet Hicretin 578. yılında tamir kabul etmez derecede çürüdü ve yıkıldı. Kalıntısından teberrüken sakal tarakları yapıldı ve dağıtıldı. Daha sonra Mescid-i Saadet'e çeşitli minberler yapıldı. Fakat bugünkü mermer oymalı güzel, zarif minber Sultan III. Murad Hanın, Mescid-i Nebevi'ye hediyesidir; projesi, çizimi de Mimar Koca Sinan'a aittir. Peki, o hurma kütüğü ne oldu? Biz tekrar Mesnevî-i Şerife kulak verelim.
Goft hâhî ki turâ nahl-i konend
Meşrik u garbi zî tû mîbe çinend
 
Yâ daran âlem hâkat servi koned
Tâ Ter u tâze bîmânî tâ ebed
 
Resulullah Aleyhisselâtu Vesselam direği kucaklayarak teselli edip susturduktan sonra sordu: Sen bu kurumuş hâlinden yeniden yemiş, meyve verecek hâle dönmek ve yemişinden doğudakilerin de batıdakilerin de yemelerini mi istersin, yoksa öteki âlemde bir cennet selvisi olarak sonsuza kadar hep terü taze kalmak mı istersin?
Goft ân hâhem ki dâim şod bekâş
Bişnev ey gâfıl kem ez çûbi mebâş
 
Direk dedi ki : Dâima bakî olanı isterim. Yani yeniden canlanmayı değil, âhirette canlanmayı isterim. Ve Hz. Mevlânâ burada bir öğüt veriyor : Bişnev ey gafil Ey gafil kişi dinle, dinle de bir kütükten daha değersiz olma. Yani, ebedî nimetleri elinden kaçıracak kabahatler yapma.
Ân sütün râ defn kerd ender zemîn
Tâ çi merdûn haşr kerdet yevm-iu dîn
 
Ve Resul-ü Kibriya, Din Günü'nde -yani kıyamette- insanlar gibi dirilsin ve ebedî hayatı yaşasın diye o ağacı gömdürdü. Hem nereye gömüldü o ağaç, bilir misiniz aziz dostlar? Resulullahın (S.A.V.) minberinin altına. Ve hâlâ orada. Birkaç adım ötesinde de Resulullah (S.A.V.).
Ağaç hiç ağlar mı? Böyle şey olur mu? diyenler varsa eğer İsra Suresi'nin 44. âyetini inceleyiversinler vesselam.