Dr. Murat BEYAZYÜZ
Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi 1. Psikiyatri Kliniği
“Yazılı sözcüğün ve yazılı kültüre hâkim olup onu aktarabilme becerisinin iktidarın kaynağı olduğunu anlamıştı.”
“Anlamıyor musun, engizisyoncular bizim onların bildiklerini bilmemizi istemiyor!”
“Papazların, Venedikli sahafların raflarından ‘2 soldi’ye satın alınabilecek olan bir bilgi üzerinde tekel hakkı iddia etmeleri, ona yersiz hatta saçma geliyordu.” (Carlo Ginzburg, “Peynir ve Kurtlar”)
Sistemli bir ifade biçimini kullanarak işlev görmesi bakımından hukuk bütün tabiat bilimlerinden daha uzun bir tarihe sahiptir. Aristo’nun tabiat filozofları olarak adlandırdığı ilk bilginlerin kâinatı yorumlayışlarında yerleşik hale gelmiş hukukun ve adaletin etkilerini görmek mümkündür. Mesela Antik Yunan filozoflarının ikincisi olan Anaksimandros her şeyin başlangıçta “apeiron”dan ayrılarak oluştuğunu, her şeyin özünde de “apeiron”un olduğunu söyler ve ürettiği tabiat kanununu şöyle ifade eder: “Varolan şeylerin ilkesi apeiron’dur. Şeyler ondan meydana gelir ve zorunlu olarak onda ortadan kalkarlar; çünkü onlar zamanın sırasına uygun olarak birbirlerine karşı işlemiş oldukları haksızlıkların kefaretini öderler.” Felsefe tarihçisi Jaeger’e göre bu görüşün altında, Anaksimandros’un yaşadığı devirde devlet ve toplumun adalet fikri üzerine oturtuluşunun etkisini görmek mümkündür. Hukuk mefhumu ile arasındaki tabii ilişki sebebiyle ondan tam olarak ayrılamayan, hatta sık sık karıştırılan adalet mefhumu ise tarihinin incelenmeye müsait olması bakımından hukuktan daha az cömerttir. Bazen adaletin hukuka uygunlukla ifade edildiğine şahit oluruz, bazen bu ifade oldukça zayıf görünür gözümüze ve üretilmiş hukukun her zaman adil olmayabileceğinden bahsedebiliriz. Aydınlanmacı filozofların hemen tamamı adaletin prensibi olarak hukuki kaidelerin herkese, her durumda eşit bir biçimde uygulanmasını kabul ederken; aydınlanmanın uzantısı olan modernite her insanın hukuk karşısındaki durumunun yahut da her insanın içinde bulunduğu durumun birbirine tamamen eş olamayacağından hareketle, hüküm verecek olanın hükme mevzu olan durumun özel şartlarını kendi bilgisi ve muhakemesi ile değerlendirmesi ve bu değerlendirmeye göre karar vererek, hukukun adaleti sağlamakta teorik olarak eksik kaldığı noktaları pratikte kendi yorumu ile gidermesi şeklinde bir formül bulma yoluna gitti. Acaba gerçekten tam da böyle mi oldu? Hukukun adaleti tesis etmek maksadıyla hüküm verene açık bir kapı bırakabilmek için kesin ifadeler kullanmaması şeklinde kasti bir adım hukuk tarihinde atıldı mı? Bu sorunun yanıtlanabilmesi, hukuk tarihi ve hukuk felsefesi disiplinlerinin bir arada çalışmasını gerektirir ve cevabının bulunması da çok kolay değildir.
Hukukun tarihi macerasındaki gizli niyetleri deşifre etme işini başkalarına bırakıp, insanın zihin işleyişi ile daha yakından ilgili olan bir konuya geçelim. Hukukun bir işleyiş usulü olarak “yorum”u kullanması hukukun modernliğiyle ilişkili midir? Hukukta “yorum paradigması” ne kadar iş görür? Hukukta “yorum” yalnızca bir yöntemden mi ibarettir, yoksa daha farklı bir idealin aygıtlarından yalnızca biri midir? Bütün bu sorulara ayağı yere basan cevaplar arama iddiasının gülünç olacağını peşinen kabul etmekle birlikte bu soruların cevabını bulmak için önce zihnimizi belirlenmişliklerden ve manipülatif teorilerden kurtarmamız ve ortalığı biraz dağıtmamız gerektiğini ve cevap ararken düşeceğimiz gülünç durumun belki de bu dağınıklıktan kaynaklandığını belirtmemiz gerekiyor.
Bir işleyiş usulü olarak “yorum”, ne hukukun ürettiği bir yöntemdir, ne de hukukun modernite ile birlikte kullanmaya başladığı bir aygıttır. “Yorum” dediğimiz faaliyet, insan zihninde her an, her durum karşısında işleyen bir mekanizmadır. En geniş manasıyla “yorum”, karşılaştığımız durumu daha önceki zihin kayıtlarımızı kullanarak anlamlandırmaktır. Bir anlamlandırma süreci herkesin zihnindeki kayıtların benzerliği sonucunda her zihinde aynı yorumu uyandırdığında da nesnel bir anlamın var olduğu yanılsamasına düşeriz. O halde yorumlama süreci biz farkında olmadan zihnimizde kendi algoritmasıyla işleyen otonom bir süreçtir diyebiliriz. Bu durumda, neredeyse bir buçuk asırdır düşünce tarihi içinde gelişip serpilen hermenötik akımının geç kalmış bir keşif olduğunu, yeni bir icat olmadığını da özellikle vurgulamamız gerekiyor. “Bütün başlangıç problemleri metafiziktir” diyen Nietszche’yi haklı çıkaracak bir şekilde hermenötik kavramının kökenini de teolojik bir alanda buluruz. Hermenötik, ismini tanrıların habercisi olan Hermes’ten alır. Tanrılar insanlara iletmek istedikleri mesajları Hermes’e verirler, fakat Tanrıların lisanı insanların lisanına benzemez, dahası belki de Tanrılar Hermes’e yalnızca bir “anlam” verirler ve Hermes bu anlamı insanlara iletebilmek için bir ifade kullanmak zorundadır. Bir “öz” olan anlam, bir “form” olan ifade ile taşınır. O halde Hermes’in getirdiği haberler, yani tanrıların mesajlarının anlamı ancak yorumlanarak bulunabilir. Burada biraz önce söylediğimizden daha farklı bir yorum biçimiyle karşı karşıyayız: Bilinçli bir faaliyet olarak yorum yahut da yorum bilimi. “Anlamı açık olmayan herhangi bir durumu, eylemi, oluşu veya ifadeyi bir akıl yürütme yöntemi kullanarak anlamlandırma” diyebileceğimiz bu tür bir yorum faaliyeti elbette ki birçok tartışmayı da beraberinde getirir. Bu tartışmaların ne olduğu üzerinde değil de bu tartışmaların bize açtığı kapılar üzerinde yeri geldikçe durmak kaydıyla asıl tartışma alanımıza doğru ilerleyelim.
Hukuk her zaman kanunlar anlamına gelmese de hukukun da bir takım ifadelerde vücut bulduğunu söyleyebiliriz. Hukuk yahut da kanun bir ifadedir. O halde önce basit, ilkel bir yorumlama sürecine her zaman girdiğini rahatlıkla iddia etmek mümkündür. Fakat hukukta bir yöntem olarak yorumun kullanılmasını ilişkilendirebileceğimiz bir gelişme süreci söz konusu olabilir mi? Farklı bir düşünce havzasına atlayabilmek için bu sorunun cevabını çok dikkatli bir biçimde vermemiz gerekiyor. Şöyle ki, hukukun yorumlanabilirliği asla hukukun vardığı bir nokta olarak görülemez, zira insanoğlunun kullandığı en eski kanun olan “Lex Talionis”, yani “kısas kanunu”, “bir suçlunun, başkasına yaptığı kötülükle cezalandırılması” şeklinde bir ifadede vücut bulur. İlk bakışta gayet açık görünen bu ifadenin de yorumlanabileceğini, Türkçenin ilk mizahi sözlük yazarı Ali Bey Lehçet’ül Hakayık isimli sözlüğünde ince bir alayla bize gösterir. Ali Bey “kısas”ın anlamını şöyle açıklar: “Diyelim ki ben rızası olmaksızın bir kadını öptüm, o halde benim cezam da rızam olmaksızın o kadının beni öpmesidir.” Herhalde “Lex Talionis” hakkında burada hacimli bir yorum felsefesi tartışması yapsaydık durumu Ali Bey’den daha iyi anlatamazdık. Bununla beraber Ali Bey’in yorumu bizim başka bir unsuru daha fark etmemize yardımcı olabilir. Aslında “Lex Talionis”in kullandığı ifade oldukça açıktır, fakat her durum için yeterli olmaktan uzaktır. Ali Bey’in yaptığı da Talion’u yorumlamak değil, bir durumu Talion’a göre yorumlamaktır ve bu yorumun ürünü de Talion’un yetersizliğini, her durumda tatbik edilebilir olmadığını bize gösterir. Fakat yine de Talion yorumlanabilir olmaktan azade değildir. Söz gelimi, bir adam bir başkasına taş atarak onun ölmesine sebebiyet verdi, bu adamın cezası kendisine bir taş atılması mı olacaktır, yoksa ceza neticeye göre mi belirlenecektir? Dahası, taş atanın niyeti Talion’da bir anlam taşır mı? Basit bir ifadenin anlamı üzerinde bile bu kadar spekülasyon yapabiliyorsak bir ifadenin anlamlandırılması üzerinde de düşünmemiz gerekir.
Pragmatizmin de kurucusu olan Amerikalı filozof Charles Sanders Peirce bir ifadenin iki ayrı anlamı olduğunu söyler. Bu anlamlardan ilki, lisandan köken alan anlamdır, yani ifadenin kullandığı lisanın belirlediği, o lisan içinde anlamlı olan kelimelerin o lisanın söz dizim kurallarına uygun bir biçimde yan yana gelmesi sonucunda ortaya çıkan anlamdır. İkinci anlam ise psikolojik anlamdır ve ifadenin bir zihinde uyandırdığı duygular tarafından belirlenir. Bu sınıflandırmaya göre birinci anlam somut, ikinci anlam ise soyuttur. Mesela, “Ahmet geldi” ifadesinin birinci anlamı gayet açıktır, fakat ikinci anlamı Ahmet ile aramızdaki ilişkiye göre değişebilir. Ahmet’in gelmesi iyi bir anlama da gelebilir, kötü bir anlama da, hatta Ahmet’i tanımıyorsak anlamsız bile olabilir. Peirce, esas felsefesi olan pragmatizmden de bekleneceği üzere, “ifadelerin işe yarayan anlamlarıyla”, daha doğrusu “anlamı işe yarayan ifadelerle” ilgilenmek gerektiğini söyler. Peirce’nin teorisi ilk bakışta akla yatkın görünse de psikoloji bilimi bizi bu tasnife itiraz etmeye zorlar, zira zihnimizde birbirinden bağımsız çalışan, Peirce’nin tarif ettiği gibi iki ayrı anlamlandırma makinesi yoktur. Bütün anlamlandırma biçimleri birbiriyle değişken bir biçimde ilişki içindedir. Kullandığımız lisanın kelimeleri, bu lisan içindeki bir ifadede yer alan vurgular, hâsılı bir ifadeyi anlamamızı sağlayan bütün unsurlar güçlü veya zayıf bir biçimde duygularımızla da mutlaka bağlantılıdır. İşte bu sebeple salt lisandan kaynaklanan anlam yahut da salt psikolojik anlamdan bahsetmek mümkün değildir; bununla birlikte Peirce’nin yine pragmatik bir kolaylık sağlamak için bu tasnifi yaptığını kabul edecek olursak bu teoriden istifade etme şansımız artar. Bir ifadenin lisandan kaynaklanan anlamı, Peirce’ye göre aynı dili kullanan her insan için aynıdır, fakat psikolojik anlam oldukça değişkendir. Peirce’nin tasnifine sadık kalarak yolumuza devam edecek olsak bile bir ifadenin her zaman herkes için aynı anlama gelmeyebileceği gerçeğiyle her adımda karşılaşabiliriz. Bir ifade açık oldukça, ondan aynı anlamı çıkaranların sayısı artar, zira açık bir ifade insan zihninde daha ilkel bir süreçle anlamlandırılır ve insanların ilkel zihin süreçleri birbiriyle büyük benzerlikler gösterir. Hatta en açık ifadeler lisandan bile bağımsız olarak her insan tarafından aynı şekilde anlamlandırılabilir. Mesela yaralanan bir insanın ağzından çıkan “ah” sesi de bir ifadedir ve bu ifade herkesin zihninde aynı şekilde yorum bulur. İfade açıklığını kaybetmeye başladıkça orantı da tersine döner, yani ifade muğlâk hale geldikçe ondan aynı anlamı çıkaranların sayısı azalır, ortaya çıkan anlamların sayısı da artar. İşte burada, anlamların sayısının artmasına sebep olan süreç Peirce’nin psikolojik anlam dediği şeydir. İfadenin açıklığını kaybetmesi, Peirce’nin anlam kategorilerinin de birbirine girmesine sebep olur ve onun sistemi içinde psikolojik anlam, lisandan kaynaklanan anlamın esas belirleyicisi haline gelir. Psikoloji biliminin itirazını da göz önünde bulundurarak durumu tekrar formüle etmeye çalışacak olursak; bir ifade ne kadar açıksa o ifadenin anlamı konusunda o kadar çok fikir birliği olur ve fakat ifade muğlâklaştıkça o ifadenin zihinde anlamlandırılmasında rol oynayan eski kayıtların sayısı çoğalır ve bu sayı çoğaldıkça ifadenin anlamı ile ilgili kombinasyonların sayısı da artar. Muğlâk bir ifadeyi anlamlandırma sürecimize, o ifadeyle karşılaşma anımızdaki duygusal durumumuz, hayat görüşümüz, zevklerimiz, meraklarımız, siyasi perspektifimiz, mazimiz, gelecek planlarımız, hınçlarımız, hırslarımız, ideallerimiz, yani zihnimizde deveran eden her türlü düşünce dâhil olur. Bütün bunların büyük oranda şahsımıza münhasır olduğunu düşünecek olursak ürettiğimiz anlamın nesnel olmaktan çok uzak olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Buradan da şu sonuca varabiliriz: Anlam dediğimiz her şey aslında bir yorumdur ve ifade tam olarak açık olmadıkça bütün anlamlar da yorum olarak kalmaya mecburdur.
Bir ifadenin tam olarak açık ve anlaşılır olup olamayacağı üzerinde, özellikle hermenötikle birlikte birçok felsefi tartışma yapılmıştır. Bu tartışmaların bize faydalı olan ürünlerini kullanacak olursak istisnasız herkeste aynı anlamı, yani aynı yorumu uyandıracak bir ifadenin olması mümkün değildir. Hermenötiğin mühim isimlerinden biri olan Gadamer’e göre her zaman mümkün olan başka bir yorum veya yorumlar vardır ve bunların birbiriyle üstünlük yahut da doğruluk yarışına sokulmaması, bilakis bu mümkün yorumların bir potada eritilmesi gerekir. Gadamer’den yola çıkarak şu sonuca da varabiliriz: Bir yorumun doğru veya yanlış olduğunu ifade etmek mümkün olmakla birlikte anlamsızdır.
Her ne kadar felsefi olarak, tamamen açık bir ifade mümkün olmasa da ifadede açıklık için çaba sarf etmenin anlamsız olduğunu söyleyemeyiz. Özellikle hukukta, hukukun işleyen bir sistem olabilmesi için daima ifadenin açıklığı için çabalamak gerekir, zira aksi takdirde herkesin kendi zihninde kendine has bir adalet duygusu varken bir sistem olarak hukukun inşa edilmesi anlamsızlaşır. Bunu biraz daha açıklayacak olursak; herkesin zihninde nesnel olmayan bir “hak” ve “adalet” anlayışı vardır. Herkes haklılığına inanarak mahkemelere başvurur, fakat hukuk sistemi bu bireysel “hak” ve “adalet” anlayışlarına tabi değildir. O halde herkesin, kendi zihin kayıtlarına göre yorumlayabileceği kadar muğlâk bir kanun metninin problem çözme konusunda akamete mahkûm olacağı kolaylıkla öngörülebilir. Bu durumda bir hukuk metninin nasıl olması gerektiğini de tartışmak gerekir. Hukuk metninin hangi prosedürler izlenerek oluşturulacağı konusu burada tamamen konumuzun dışındadır, fakat hukuk metninin düzenleme, problem çözme veya amir bir hükümde bulunma işlevini tam olarak yerine getirebilmesi ve herhangi bir tıkanmanın yaşanmaması için hukukun kullandığı ifadenin anlam, lisan ve yorum bağlamında nasıl oluşturulması gerektiği tam da bizim buraya kadar yaptığımız akıl yürütmelerin hedef konularından birini oluşturur.
Hukukta mutlak bir kusursuzluk tam olarak mümkün olmamakla birlikte hukukun işleyen, iş gören, aksamayan bir sistem olabilmesi için kusursuzluğun hedef olması, bu kusursuzluğa yaklaşabilmek için de esas yöntemin hukuki ifadede tam bir açıklığa kavuşma şeklinde belirlenmesi gerekir. Tam bir açıklık varılması imkânsız bir hedef olsa da ona sürekli daha da yaklaşılabileceğini düşünebiliriz. Burada kullandığımız “sürekli daha da yaklaşma” ifadesinin bir harekete, durağanlıktan uzak bir oluş kipine delalet ettiği açıktır. O halde “sürekli oluş halinde bir metin” fikrinin kusursuzluk yolunda işimizi kolaylaştıracağını düşünebiliriz. Metinde açıklık yoluyla kusursuzluğa varmayı hedefleyen bir hukuk sistemini zihnimizde tasarlayacak olursak böyle bir sistemin her şeyden önce ihtiyaç duyduğu araç “devingen hukuk yazımı”dır. Yani hukuk metni, yazımı tamamlanmış ve nihai şeklini almış değildir, açıklığın sağlanması için her an yeni bir ilaveye, bir virgüle, bir şerhe, bir olumsuzlamaya veya anlamı keskinleştirecek bir müdahaleye hazırdır. “Devingen hukuk yazımı”nın olduğu hukuk sistemi de hiçbir zaman tam olarak oluştuğu iddiasında bulunmayan, her an kendi üzerine eğilip kendi aksaklıkları veya muhtemel eksikleri üzerinde çalışarak, hızlı ve çevik biçimde yenilenebilen ve daimi biçimlenme süreci içinde olan, ama her halükarda bu biçimlenmeyi metin üzerinden yapan bir sistemdir. “Devingen hukuk yazımı” yöntemi ile, ifade anlama daha da yaklaştırılır ve anlamla ifade arasındaki açıklık sürekli kapatılmaya çalışılır.
Böyle bir formülü ortaya atarken “devingen hukuk yazımı” ile “devingen hukuk üretimi” arasındaki ince farkı da belirleme ihtiyacı doğar. “Devingen hukuk yazımı” adını verdiğimiz yöntemi kullanan hukuk sisteminde “anlam” sabittir ve devingenlik, anlamı tam olarak ortaya koyma çabası etrafında cereyan eder. Yani, kanun metnine eklenecek bir virgül, metni daha anlaşılır kılacaksa, bu virgülün eklenmesi için bir kanun değişikliği prosedürü yaşanmaz. Bununla beraber “devingen hukuk yazımı” dediğimiz yöntem, yeni bir anlamın ortaya koyulmasında bir kolaylık sağlama ve kanun üretimini hızlandırma çabasına karşılık gelen “devingen hukuk üretimi”nden ayrılır. “Devingen hukuk üretimi” bir “anlam”ın üretilmesindeki çevikliği ve hatta hukukun yetersiz kaldığı noktalarda “yorum”u kullanarak yeni anlamların üretilmesini ifade ederken “devingen hukuk yazımı” “anlam” üretme konusunda değil, “anlam”a biçilen gömleğin, tam olarak “anlam”ın üzerine oturtulması yolunda bir kolaylık getirmeyi amaçlar. “Devingen hukuk yazımı”nı kullanan bir sistemde, kanun değişikliği tek bir anlama gelmez. Şöyle ki, yeni bir “anlam”ın üretilmesi ile ifadenin mevcut “anlam”ın vücuduna göre biçimlendirilmesi, rötuşlanması arasında fark vardır ve biri yoktan var etme, diğeri ise var olanı mükemmelleştirme olan iki süreç aynı prosedüre tabi tutulamaz. Bir örnekle açıklayacak olursak; “Askerlik süresi bir yıldır” diyen bir kanun maddesi olduğunu farz edelim. Bu maddeyi “Askerlik süresi iki yıldır” şeklinde değiştirmek “anlam”ı değiştirmektir, fakat bu maddeyi daha da açık hale getirme gayreti içinde, dört yılda bir, 366 gün süren bir yılın yaşandığını göz önüne alarak söz konusu kanun maddesi karşısında herkesi eşit kılmak için ifadeyi “Askerlik süresi 365 gündür” şeklinde düzenlemek ise metni açık hale getirmek, yani “anlam”ı belirginleştirmektir. Şimdi bu iki değişikliğin de aynı prosedüre bağlanmasına lüzum olmadığı açıktır. Bizim burada “devingen hukuk yazımı” dediğimiz yöntem yazılmış bir metnin oluşumunu tamamlamadığını kabul eder ve metni açıklaştırmak için izlenen farklı bir prosedür ile çalışır. Yeni bir metnin yoktan var edilmesi sırasında “devingen hukuk yazımı” yalnızca zamanını bekler, ortaya bir metin çıktıktan sonra devreye girer ve üretimde söz konusu olan katı prosedürler, metnin sürekli oluşumunu kısıtlamaz. Özetleyecek olursak, ana çerçevesini çizmeye çalıştığımız hukuk sisteminde, bir kanun hükmünün değiştirilmesi veya yeni bir kanun hükmünün üretilmesi ile bir kanun metninin açıklaştırılması aynı anlama gelmez ve aynı katı prosedürlere tabi kılınmaz. “Devingen hukuk yazımı” yönteminin teknik ayrıntıları bu yazının amacının dışında olmakla beraber, bu yöntemin hukukun üretiminin hemen ardından devreye girmesi ve başlangıçtaki “anlam” ifade içinde kaybolmadan veya seçilemez hale gelmeden çalışmaya başlaması gerektiğini ilk şiar olarak belirleyebiliriz. Kanun metni üretildiği anda, metni üreten kişiler karşısında anlam ve ifade bağlamında septik ve eleştirel bir duruşa geçen yöntemimiz metni üreten kişilerin pratikte nasıl bir durumu öngördüklerini sorgular ve bu sayede ilk mühim katkısını metin kanun haline gelmeden önce yapar. Bunun yanında “devingen hukuk yazımı”nın “anlam”ın ne olduğunu bilen yegane kurum veya bir yüksek mahkeme olmadığını, bilakis anlamın tam olarak ne olduğunu sorgulayan ve ifadeyi bu anlamı tam olarak açıklayacak hale getirmeye çalışan bir yöntem olduğunu da vurgulamamız gerekir. Bir müessese olarak “devingen hukuk yazımı” “bilen” değil, “sorgulayan” ve “şüphe eden”dir.