Yazımıza kaldığımız yerden devam edelim.
Evet, Kütahya'yı terk etmiştim.
Yeniden İstanbul'a dönmek üzere Otogar'a hareket etmiş ve ilk seferle (gece saatleri) birlikte yola koyulmuştum.
Usul usul ilerleyen araçta, tekli koltukta ve doğal olarak pencere kenarında dertlerimi dağlara, taşlara, yollara yazmayı tercih ediyordum zirâ beni anlayabilecek canlı bir varlığın olmadığı gerçeğinin gayet farkındaydım.
Ne kadar acı,
Şimdi bir düşünün, sevgili okurlar.
Anneniz var,
Babanız var,
belki kardeşleriniz var ama bunların hiçbirinin sizi anlayabilmeleri ve size çare olabilmeleri mümkün değil.
Durun bir dakika, siz bu senaryoya hiç de uzak değilsiniz.
Siz beni çok iyi anlıyorsunuz.
Öyle ya! Bunun için anlatıyorum zaten bunları.
Hep birlikte anlaşılabilelim diye.
Amacım yaranızı kaşımak değil, aksine gerçekleri dile getirmek.
Nerede kalmıştık...
He evet, nihayetinde sabahın ilk saatlerinde İstanbul'a varmıştım.
Aylardan Mayıs,
Sabah saat 8 suları.
Her an patlayacakmış gibi ağzına kadar doldurulan valizimi ağır aksak bagajdan alıvermiştim, bu otobüsle şehirler arası son yolculuğumu yaptığımın farkında olarak.
Biliyorum, yolculuğu uzun tuttum ama ben böyleyim işte.
Her anı ve zamanı betimlemeyi seviyorum.
Acılarımı, sevinçlerimi yoğurmayı seviyorum.
Sevinç mi dedim ben, o da nesi ?
TDK :"İstenen ya da hoşa giden bir şeyin olmasıyla duyulan duygu."
(Anlayacağınız o duygunun yabancısıyız)
Biz devam edelim.
Cebinde o gün geçer akçesi olmayan bendenizin, evine varmak için kredi kartından başka bir dayanağı yoktu.
Fakat bir gerçek daha var ki limitim de yoktu. (Ayıkla pirincin taşını)
Babamı aramıştım, beni almasını söylemek için.
O ise bir otobüse bin gel demekle yetinmişti.
Şimdi daha da çaresizdim zirâ elimdeki valizle taksi dışında hiçbir vasıtaya binemezdim ya da kendimi bu şekilde şartlandırmıştım.
İnanır mısınız, evime uzaklığı bir saatten fazla olan o yolu elimdeki o ağır valizle birlikte tepmek durumunda kalmıştım.
Biliyorum, valizimin ağırlığından o kadar çok söz ettim ki artık sıkmaya başladı.
Tam da bu noktada bu yolculuğa dair cümlelerime ara vererek nefes almanızı istiyorum.
Özünde size bunları niye anlatıyorum biliyor musunuz ?
Bu köşede yazan bendenizin bu hayattan çektiği kadar en az siz de çektiniz.
Anımsıyorum sizi.
Tutmak istiyorum ellerinizden, siz de bu satırları okurken avuçlarınızda bana da yer açın ve tutunuz ellerimden, lütfen.
Rica ederim, görevim.
Ve yine farkında mısınız, bendeniz konuyu uzattıkça uzatıyorum.
(Bu noktada gözlerim doldu, yer yer gözüyaşlı.)
Nedenini birazdan anlatmak isterim.
Sabredip, asıl gelmek istediğim noktayı biraz sonra sizlerle paylaşmak istiyorum.
Konudan ayrılmadan arayı sonlandırıp devam etmek isterim. Eve varmıştım.
Sizlere annemden, babamdan bahsedecek ya da onlara Kütahya'yı neden terk ettiğime dair anlattıklarımı ve buna karşılık olarak ne tepki verdiklerini anlatacak değilim.
Çünkü anne babalarımızın ne dediklerinin, ne tepki verdiklerinin yine bizim için ne önemi olabilir ki!
Hiçbir acıda ve kederde bizimle beraber gözyaşı dökmeyenlerin hattâ acılarla dolu hayatımıza doğrudan doğruya senaristlik yapanların Allah aşkına bizim için ne önemi olabilir ki !
Evet, eve artık yerleşmiştim.
Hiç kimseye bir şey söylemedim, zaten son dönemde eve sıklıkla gelgit yapıyor olmamdan duruma alışkın olmaya başlamışlardı.
Konuyu hızlandırıyorum.
Mayıs ayından yeni eğitim dönemine kadar (Eylül) toparlanmaya çalıştım.
O gün gelip çattığında yâni Kütahya'ya tekrar dönmem gerektiğinde artık bu gömleğin bu bedene dar geldiğini ve adıma bir şeylerin değişmesi lazım geldiğine inanmam gerekmişti.
Başka da bir seçeneğim yoktu.
Babama durumumu açıp yeni bir yol çizmem gerekti.
Mesaj atmaya karar verdim.
Cinsellikle ilgili sorunlarımı açmak zorundaydım.
Karnıma ağrılar giriyor, yazmış olduğum mesajı iletmek için cesaretimi toplayacağım o anı bekliyordum ve nihayetinde mesajı iletecek iradeyi ortaya koyabilmiştim.
Tepki o kadar mâkul, o kadar sağlıklı idi ki yıllardır ben bunun için mi acı çekmişim diye içten içe hayıflanmıştım.
Sevindim ama buruk bir sevinç!
Yazımı yazdığım şu dakikalarda 1 saati devirmiş bulunmaktayım.
Şu an sabah ezanı okunuyor.
Rabbim hepimizin yardımcısı olsun (AMİN) diyerek tekrar devam edelim.
Babam durumu kabullenmiş, özel bir hastane için randevu aldığını ve psikolog ve psikiyatrist gözetiminde iyileşebileceğime inanmaya başlamıştı.
Yaklaşık 20 terapi psikolog'a gittim.
1,5 sene gibi bir süre içinde ilaçlar kullandım.
(Allah bir daha muhtaç etmesin, daha da hasta etti)
Psikolog sadece günü kurtarıyor, asıl meselelerime hiç dokunulmuyordu.
Zaman kaybından başka bir şey ifade etmeyen bu süreç, beni başka arayışlara itmeye mecbur kılmıştı.
Aradığım kişiyi bulmuştum.
O kişi Hüseyin Kaçın'dan başkası değildi.
5 yıl önce art arda 3 terapiye gelip sonrasında bıraktığım zamanlarda Sayın Kaçın, çözüm olarak gördüğüm son ve tek adresti.
Kendisiyle yeniden iletişime geçmiş ve terapilere yeniden başlamak istediğimi iletmiştim.
Başladık ama bu süreç hiç de kolay ilerlemeyeceği benziyordu.
Öyle de oldu.
1 gün evvelden terapi için kendisini arıyor, belirlenen saat için anlaşıyor ama ertesi gün gitmiyordum/gidemiyordum.
Bu arada resmen Kütahya'daki serüvenim bitiyor ve İstanbul'a yatay geçiş yapıyordum.
(Terapilerden önce oldu bu hadise)
Evet, 1 hafta gidiyor, 2-3 hafta ortadan kayboluyordum.
Bunu birkaç kere tekrarladım.
O psikoloji ile bunların yaşanıyor olmasını yadırgıyor değilim ama oldu işte.
Tahammül eden Sayın Kaçın'a teşekkür ediyorum.
Zaman zaman 1-2 kez anne babam da eşlik etti terapilere.
Babamla yüzleşebilmek adına Hüseyin Bey, terapilerde bana yardımcı oluyor ancak ben karşılık veremiyordum.
Ben yorgun,
Ben güçsüz,
Ben ürkektim.
Terapilerde en büyük sorunumun esasında obsesyonlarımın olduğu konusunda birleştik.
Mesele babaaanne imiş.
Şeytan ayrıntıda gizli.
Aynı binada kalıyoruz.
Karşılıklı dairelerde.
Detaya girecek değilim, sorun o, bunu anlamanız yeterli.
Tam 10 terapi, yanına şeytanın dahi uğramadığı o kadının hakkından gelmek mümkün olmadı.
Ta ki bir gün akşam vaktine kadar.
29 Aralık 2020.
Resti çekmiş ve onu evden kovmuştum.
O günden bu yana evimize adım atamıyor.
Evet kurtulmuştuk.
İlk kez gücümü hissetmeye başlamıştım.
Sonrasında yarım yamalak da olsa babama da hesap sormaya başladım.
Her şey çorap söküğü gibi gelişmeye başlamıştı.
Ve annem...
Onunla sadece duygu yüklü bağlarımı koparmak yeterliydi.
Onun bilinçli bir şekilde yapılmış bir hatası yoktu.
O sadece ezildi, hor görüldü. Başka bir şey değil.
Bu sıralarda yatay geçiş yaptığım üniversitede bir sınıf arkadaşıma âşık olmuştum.
Öküz olduğunu bilmiyordum çünkü geviş getirmiyordu.
Özelimi açtığımda kavradım, tibet öküzü olduğunu.
Uzak olsun, anlatmak bile istemiyorum.
Bir süre sonra bir başkasına aşık olmuş ama onunla da yıldızlarımız barışmamıştı.
En azından kendisini nefretle anmıyorum.
Beni bir nebze anlayan biriydi.
Allah selamet versin.
Evet, yatay geçiş yapmış olduğum üniversite'den devam edelim.
Burada muafiyet sorunları yaşıyor ve sorunu çözmeyen bir idareyle karşı karşıya kalıyordum.
Sorunu çözemeyince tekrar başka bir üniversiteye (şehir dışı) geçiş yapmak durumunda kaldım ve muafiyet sorununu çözdüm.
Eveeeet.
Yazımın ortasında beni gözüyaşlı kılan bir durumdan söz etmiş ve sebebini anlatacağımı ifade etmiştim.
Ama o konuya dair anlatacaklarım başlı başına bir yazının konusu.
Dolayısıyla beni hoş görün, olur mu 😞
Adına şiirler yazdığım, çok güçlü hisler beslediğim ve hatta meslekî anlamda bana kendimi keşfettiren birini anlatmak için gerçekten zamana ihtiyaç var.
Bu yazıyı 2 saatin sonunda sizlerle paylaşıyorum.
Devamı bir sonraki köşemde sizlerle olacak.
Hoşçabakın zatınıza...