- Nasıl yani?
Alin Taşçıyan, Hülya Uçansu, Mehmet Açar… Bu hanımlar ve beyler Malatya Film Festivali’nin danışma kurulundalar ve özellikle Alin Hanım, ilk yılından bu yana (ülke sathındaki diğer pek çok yarışma gibi) burayı da gönlünce dizayn ediyor. “Ali Murat Güven varsa, ben yokum”, yalnızca kişisel bir çekilme tehdidinden ibaret değil. Bu ortamların içindeki herkes şunu iyi biliyor ki Taşçıyan oradan çekilirken yıka döke çekilecektir. Onun adının yarışmadan çekilmesi demek, ulusal ve uluslararası yarışma bölümlerine gelecek bir sürü filmin, bunların yönetmenlerinin, programı oluşturan bir dizi aktivitenin düzenleyicilerinin de yaşanan olaydan işkillenip festivali boykot etmesi gibi asla arzu etmeyeceğim bir duruma yol açabilirdi ki buna meydan vermemek için ben yol yakınken kendi edebimle çekildim. Zaten organizasyona dahil olmak için yırtınan taraf da ben değildim. Yazımda da anlattığım üzere, benim jüri üyeliğim, o günlerde Malatya Valisi olan, geçtiğimiz haftalarda ise Kamu Güvenliği Müsteşarı olarak Ankara’ya atanan Mehmet Ulvi Saran Bey’in daveti doğrultusunda oldu. Yoksa, ne benim Malatya’da jüri üyesi olayım diye bir yanıp tutuşmam söz konusuydu, ne de Vali dışındaki diğer Valilik yetkililerinin bana yönelik özel bir teveccühü söz konusuydu. Beni yıllardır düzenli olarak okuduğunu, televizyon konuşmalarımı izlediğini söyleyen Sayın Vali’nin kişisel bir inisiyatifiydi bu… Sonuçta Vali Bey daha üst düzey bir görev nedeniyle kentten alındı, yorgan gitti, kavga da bitti.
- Alin Taşçıyan’ın bu tavrının arkasındaki gerekçe, sizin onunla ilgili yazdığınız şeyler olabilir mi? Gazetede “yazdıklarının enter tuşuna basar basmaz, o yazının önce sizin önünüze geleceğini” yazmıştınız. Bunu kişisel bir tehdit, bir tür savaş ilanı olarak algılamış olabilir mi?
Alin Taşçıyan hakkında hiçbir zaman böyle bir söz söylemedim ve yazmadım. Bu minvalde söylediğim (o da Akit gazetesinin birkaç ay önce Uğur Vardan’ın şahsımı aşağılama girişimi nedeniyle benimle yaptığı bir röportajdaydı) tek şey, “O ve onun gibi düşünen kankalarının benim hakkımda bir kazan kaynatmaya başladıklarında, bunun haberinin bana tez elden ulaştığı”dır. Tekraren belirtiyorum ki, Taşçıyan benim hakkımda benim haberim olmadan aleyhte hiç bir girişimde bulunamaz. Bu gibi olumsuz durumlardan haberdar olabilmek için de illegal yöntemlere ya da zorbalığa başvurmama falan gerek yok. Biz Alin Hanım ile aynı dönemde aynı fakültede (İstanbul Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu Radyo-TV Bölümü) okuduk. Şu anda da Türk medyasını o ve benim kuşağımızdan, çoğu tanıdık olan kişiler yönetiyor. Günümüzde medyanın yönetici koltuklarında oturan arkadaşların büyük bir bölümü İstanbul ya da Marmara İletişim Fakültesi kökenli kişilerdir. Dolayısıyla, ister gazete, ister dergi, isterse de televizyon kanalı olsun, her yerde bir şekilde okuldaşlarımız, sınıfdaşlarımız var. Hele hele onun yazar ve programcı olarak görev yaptığı gazete ve kanalda ziyadesiyle var. Dolayısıyla, ortalıkta aleyhimde bir söz sarf ettiğinde, bunun bana iletilmemesi ya da bizi tanıyan, insanî açıdan seven bazı dostlar tarafından kendisine gerekli tepkinin gösterilmemesi düşünülemez. Taşçıyan’ın yıllarca kendilerine bağlı olarak görev yaptığı bazı üst düzey yöneticileri bu mesleğe 1980’lerin sonlarında ben kazandırmıştım.
O yüzden, geçmiş bazı sözlerimi ya da yazdıklarımı hiç kimsenin egzajere etme hakkı yoktur. Ben ne dediğimi ve niye dediğimi çok iyi biliyorum, “Orada burada aleyhimde konuşursan, meslekî dayanışma geleneklerine, en basit insanî nezaket kurallarına aykırı bir şekilde hakkımda atıp tutarsan ya da sinema sektörüyle ilişkili platformlarda herhangi bir olumsuz girişimde bulunursan, bu konudaki sözlerin ve davranışların bana sen daha bilgisayarının kapatma düğmesine basmadan ulaşır” derken kastettiğim şey odur. Yoksa, MİT’de ya da JİTEM’de gizli bağlantılarım falan yok, kendi meslekî çevresinde belli bir saygınlığa sahip sivil bir yurttaş aleyhinde kurulmak istenen tezgâhları nasıl haber alırsa ben de öyle haber alıyorum.
- “SİYAD’a kendileri gibi düşünmeyenlerin üye olamayacağını” söylüyorsunuz. Oysa biz ideolojik olarak farkı kanatta olanların da üye olduğunu biliyoruz SİYAD’a… O isimlerin durumunu nasıl açıklıyorsunuz?
“Bizde her renkten, her kesimden üye var. İddia edildiği gibi tek cepheli bir yapılanmamız yok.” Bu, hem SİYAD’ın şimdiki Mao’cu başkanı Tunca Arslan, hem Alin Taşçıyan, hem de dernekteki yönetici zümreyi oluşturan kadronun diğer üyeleri tarafından eleştirilere cevap verirken sıklıkla kullanılan bir argümandır. Ki tarihsel sürecin gösterdiği üzere, baştan aşağıya kuru sıkı bir cevaptır.
Özellikle, bu konudaki eleştirilere cevap yetiştirirken sık sık politik yelpazenin daha milliyetçi-muhafazakâr kanadına yakın kişiler olan Coşkun ağabeyin (Çokyiğit), Nihal’in (Bengisu Karaca), Rasih’in (Yılmaz) ya da Elif’in adlarını (Tunca) sömürme yoluna giderler. Tabii, ben de doğal olarak bu savunmayı yemem. Çünkü, her zaman altını çize çize belirttiğim üzere, SİYAD 2005’den önce başka bir yerdir, 2005’den sonra ise bambaşka… Referans olarak gösterilen bu gibi meslektaşların tamamına yakını da Atilla Dorsay döneminde üyeliğe kabul edilmişlerdir. 2005’den, yani Dorsay ustamızın yönetimdeki geniş çaplı egemenliği sona erip “onursal üye” pozisyonuna çekilmesinden sonra bambaşka bir yapılanmaya bürünmüştür meslek örgütümüz… Sözgelimi, ben, adım kadar eminim ki Yeni Şafak sinema sayfasını 2005’de değil, 2000 yılında hazırlamaya başlasaydım, 2002’de de bu derneğe üyelik için başvursaydım, Dorsay usta ve tıpkı onun gibi ağırbaşlı, tarafsız, adayların politik kimliğini değil mesleğe verdikleri emeği önceleyen bir duruşa sahip yönetim ekibi beni daha ilk toplantıda üyeliğe kabul ederdi. Bırakın dernek üyeliğine kabulü, gereken çabayı sergilediğimde yönetim organlarına dahi seçilirdim. Fakat, Mehmet Açar yönetimiyle birlikte başlayan “adamına göre muamele” dönemi Murat Özer ve nihayet Tunca Arslan’da zirve noktasına ulaştı.
SİYAD günümüzde artık emeği ve kıdemi önemseyen gerçek bir meslek örgütü değil, büyük ölçüde politize olmuş bir yapılanmadır. 2005 sonrasında kavgasız dövüşsüz, sırf meslekteki kıdemine, bir mevkutede düzenli olarak sinema üzerine yazıp çizmesine ya da programlar yapmasına bakılarak üyeliğe kabul edilmiş bir tek milliyetçi-muhafazakâr görüşlü arkadaşımız yok. Olamaz da zaten, çünkü derneğin başında “Hayatım boyunca bilimsel sosyalizme inandım ve o çizgide yaşadım” diyen, politik kimliğini o sanatsal platformda bu kadar alenî bir şekilde ifşâ etmekten hiç çekinmeyen biri var. “2000’e Doğru”dan, “Aydınlık” çizgisinden gelen biri benim gibi neye neden inandığını çok iyi bilen, düşüncelerinde ilkeli ve kararlı birine mi saygı gösterecek? Adam, daha adımızı duyduğunda cin çarpmışa dönüyor. Geçtim dernekteki varlığımıza tahammül etmesini…
Bu kişilerin, üye kabulünde adayların önüne onca sırat köprüsünü dikmelerini örtbas eden bir tavır içinde olması, bu gibi ayrıntıları yakalayamayacağımızı sanmaları komik bir durum elbette… Bugün SİYAD’ın en pozitif, en yapıcı, en saygın ve de en üretken üyelerinden biri olan Star gazetesi sinema yazarı Serdar Akbıyık’a daha bundan birkaç yıl önce yaptığı başvuruda “Meslekî yeterliliği yok / Sağcı eğilimleri var” gibi gerekçelerle red kararı çıkmasını unutmamızı falan istiyorlar herhalde… Aynı şekilde, Dernekler Kanunu’na göre bir derneğin yönetim kurulunun resmî bayramda toplanıp karar alması yasak iken, Yeniçağ gazetesi sinema editörünün başvurusunu 30 Ağustos tarihli bir karar tutanağıyla reddedişlerini de pas geçmemizi bekliyorlar. Bunlar, bir çok şeyi bilmedikleri gibi hukuk da bilmezler. Bütün hayatları kendi dar dünyalarıdır, onun dışındaki bir dünyayı tanımazlar. Kafalarını kumun içinden biraz olsun çıkarabilmeyi başarsalardı, her şeyden önce, benim gazetemde yaptığım alaycı eleştiriler üzerine yıllar sonra kıpırdanıp düzeltme ihtiyacı hissettikleri o berbat internet sitesinden birazcık utanırlardı. Hani, Uğur Vardan derneğe yeni üye kabulünde milleti habire yokuşa sürmesinin gerekçesini orada burada “derneğin klasını yüksek tutmak” olarak açıklıyor ya, SİYAD gibi “ciddi” bir meslek örgütünün sitesinde de 2008 yılına gelindiğinde 2003 yılından kalma fosilleşmiş haberler duruyordu. Klaslık resmî internet sitesinden başlıyor, 30 Ağustos’ta yönetim kurulu karar tutanağı hazırlamaya kadar uzanıyor vesselam… Eh, doğal olarak bizim gibi avâmî tiplerin de bu çapta bir klaslığı yakalamaları çok zor…
Tarafgir muameleye daha başka örnekler mi istiyorsunuz… SİYAD’ın da üyesi olduğu uluslar arası FIPRESCI örgütü, kuruluş tüzüğünde “sinema yazarlığı”nın tanımını, sinema yazarlarının yerel ölçekteki meslek örgütlerine üye kabul edilişindeki temel kıstasları son derece berrak bir dille açıklarken, bizde sanki bankadan mobilya kredisi çekiliyormuşçasına iki adet kefil istenmesi gibi acıklı uygulamalar da işin cabası… Adamların sinema yazarlığı-programcılığı yapan birinden istedikleri şeye bir bakın. Dernekte en az beş yıllık üyeliği bulunan ve üstüne üstlük bir de yönetim organlarında görevli olan iki kişi “Tanırım, bizdendir, iyi çocuktur, buraya gelirse huzurumuzu kaçırmaz” anlamına gelen bir dilekçe verecek, bizim klaslığa meftun paşalar da bunun üzerine lütfedip muhkem kalelerine giriş köprülerini üfleye püfleye aşağıya indirecekler. Ne yani, sözgelimi, o şartlara sahip üyeler arasından beni dostça seven, sayan ve benim için imza vermeyi kabul edecek iki tane kıdemli isim bulamazsam benim sinema yazarlığı unvanım ortadan mı kalkıyor? “Yok” hükmünde mi oluyorum?
Bir adam, hayatını profesyonel olarak sinema yazarlığından kazanıyorsa, bu doğrultuda periyodik bir yayında yazıp çiziyorsa, ya da çağın getirdiği yeni pozisyonlardan biri olarak televizyonda-radyoda-internet ortamında bu doğrultuda kreatif programlar yapıyorsa, o kişi hiçbir tartışmaya mahal bırakmaksızın profesyonel bir sinema yazarıdır, editörüdür, film eleştirmenidir. Hattâ, bana göre sinema yazarı, sinema tarihçisi, film eleştirmeni sayılabilmesi için bu işten düzenli para kazanıyor olmasına bile gerek yok. Salt bu alana entelektüel bir emek veriyor ve kalıcı nitelikte eserler ortaya koyuyorsa bu bile yeterli… Bırakın büyük tirajlı ulusal gazeteleri falan, nitelikli site/blog yazarları da bu kapsama dahildir.
Son yıllarda tanıma bahtiyarlığına eriştiğim bir Enver Gülşen var örneğin… Kendisi Bursa’da yaşayan bir mühendistir. Muazzam bir sinema düşünürüdür, Sinemanın Hakikati ve Hakikatin Sineması adlarında iki esaslı kitabın da yazarıdır. İlk sinema yazılarını da bundan birkaç yıl önce Yeni Şafak internet sitesinde benim aracılığımla yayımlamıştı. Bu güzel adamın yolunu açanlardan biri olmaktan dolayı gurur duyuyorum. Enver, geçimini sinema yazarlığından sağlamıyor, fakat gerek kitapları, gerekse bloğuyla saygı duyulası bir sinema kültürü üretip duruyor yıllardır…
SİYAD’da en son film eleştirisini 20 yıl önce yapmış, ya da aslî işi üniversite öğretim üyeliği olan yığınla sektör dışı üye varken, Enver Gülşen’i, İhsan Kabil’i, Yusuf Kaplan’ı, Mahmut Nedim Hazar’ı hangi kalıba oturtacağız? İhsan Kabil gibi umman bir adamı kendi dışında tutmaktan utanıp sıkılmayan bir örgütlenmeye dönüştü SİYAD ki aslında Giovanni Scognamillo ustayı ancak 80 yaşında “onursal üye” olarak kaydetmeyi akıl etmelerinden sonra bu tutumlarına artık hiç şaşırmıyorum.
Velhasıl, böylesine absürd giriş şartları ülkemizde muhtemelen bir masonluğa kabul edilişte var, bir de SİYAD’da… Başka da hiçbir meslek örgütünde formel bazı kurallar haricinde bu tür komiklikler göremezsiniz. Kefaletle sinema yazarlığına kabul ediliş… Pöh!
Sonuçta, Bunları unutmak ya da görmezden gelmek mümkün değil… Tam aksine, bunlara baktıkça gördüklerimi, haklarında bildiklerimi her fırsatta ve her ortamda tekrarlayacağım ki sinemaseverler Türkiye’de sinema yazarlığının nasıl laçka bir meslek örgütü eliyle temsil edildiğini çok iyi bilsinler. Benim açımdan hava bütünüyle hoş, hayatımda bir kez bile SİYAD’a başvuruda bulunmadım. Bırakın başvurmayı, bunu düşünmedim bile… Çünkü, oraya düz bir üye olarak girsem, içeride göreceğim adaletsizlikler karşısında isyan edeceğimi, onların da beni üç ay sonra üyelikten atacaklarını peşinen biliyorum. Benim asıl üzüntüm, “Derneğe herkes alınmamalı, klasımız azamî düzeyde korunmalı” deyip sonrasında içeriye yaş ortalaması 22 olan bütün bir Boğaziçi-Mithat Alam tayfasını doldurmaya kalkışan Uğur Vardan kafalı adamlar nedeniyle, bu gibi meslekî örgütlenmelere girmeyi kendisi için bir motivasyon vesilesi yapmış genç kuşak yazarların o kapıyı her zorlayışlarında politbüro üyeleri tarafından refüze edilecek olduklarını bilmekten kaynaklanıyor. Nitekim ediliyorlar da…
Murat Tolga Şen gibi, an itibarıyla SİYAD çatısı altında bulunanların en az yarısından daha sahici “sinema yazarı” olan on numara bir adamı reddetme pişkinliğini gösterdiler örneğin… O Murat Tolga ki gıpta uyandırıcı entelektüel donanımıyla, hem okuyana keyif veren yüksek kalibreli yazı dili, hem de ekran/kürsü hitabetiyle, en önemlisi de bu sektörde zor bulunur insanî kalitesiyle bizden sonraki kuşağın yüz aklarından biridir. Fakat, gelin görün ki politbüroya kendini asla beğendiremedi. Muhtemelen, arada sırada benimle aynı panellerde yan yana konuşmalar yaptığı içindir! Çetenin bir üye adayının üzerini çizmesi için çoğu kez bu bile yetip artıyor.
Sözgelimi, Ege Görgün ile karşılıklı yazışmalarla başlayıp belli bir zaman sonra çok uygarca bir düzleme taşınan kişisel dostluğumuzun (ki sinemaya tutkuyla bağlı oluşumuzun haricinde, her ikimiz de tamamen farklı dünyaların adamlarıyız), onu SİYAD üyeliğinden attıktan sonra Tunca Arslan’ın diline pelesenk olduğunu da gözlemlemiştim. “Öyle üyelerimiz var ki solcuyla solcu, sağcıyla sağcı oluyorlar” derken kastettiği şey Ege Görgün’ün bana her gördüğü yerde uygar bir insana yaraşır şekilde “selam vermesi”, yalnızca iki-üç yıl içinde en az bir sinema dergisi kadar popülarite kazanan sitesinin sütunlarında yazılarıma gerek duydukça yer açan demokrat bir kimlik sergilemesiydi. Böyle bir demokratlık da doğaldır ki Mao’cu Tunca’ya, has dostları Alin’e ve Uğur’a fazla gelir, bünyelerini zorlar. O arkadaşların dünyasında, insanca ilişkiler söz konusu olduğunda bu tür esneme payları bulamazsınız. Gerici mi gerici, faşo mu faşo… Bitti! Bundan ötesi asla yoktur.