Ayşe Şasa yaşadıklarını yazarak şizofrenlerin dünyasını ötekilere açtı
Sefa KAPLAN
‘‘Akıl Oyunları’’ filminde Russell Crown'un canlandırdığı Prof. John Nash'in şizofresine áşina olanlar bile çarpılıp kalacaklar ünlü senarist Ayşe Şasa'nın yaşadığı şizofreninin tezahürleri karşısında.
Kendi ifadesiyle, ‘‘seralarda büyütülen’’ ve buna rağmen daha yedi yaşında, Çiftehavuzlar'daki köşkün önünde oynarken, bir şişenin içine, ‘‘Ben yalnız bir çocuğum, bunu bulan lütfen beni arasın’’ diye yazıp denize atacak kadar yalnız olan bir ruhun gelip kapısını çaldığı son limandır aslında şizofreni. Tıbbi etik, ‘‘liman’’ kavramına itiraz edecektir hiç kuşku yok ki ama Ayşe Şasa'nın, dile kolay tam 18 yıl süren şizofrenisiyle ilişkisi, ‘‘liman’’ kavramanı haklı çıkartacak ipuçları barındırıyor bağrında. Sözü edilen ‘‘liman’’ kelimesinin de ihtiva ettiği ‘‘iman’’ı bir tahlisiye sandalı gibi kullanabilen Ayşe Şasa'nın bu derin tecrübesinden çıkartılacak çok sayıda ders mevcut.
Zaman zaman iç burkan, zaman zaman da iç burkmakla kalmayıp yürek söken şizofreninin böylesi parlak bir zihni geniş kanatlarının altına alma biçimi, hem bu travma, hem de bu travmanın sebepleri üzerine bir kez daha düşünmeye çağırıyor bizi. Gelenek Yayıncılık tarafından yayımlanan ‘‘Delilik Ülkesinden Notlar’’ isimli kitapta, Şasa'nın bir başka tarafına ışık tutan birbirinden güzel öyküler de var. Hele, ‘‘Nár'ı Nur'a Çeviren Aşk’’ altbaşlığıyla verilen ‘‘Ebrû'ya Düşen Ateş Denizi’’ isimli öykü, en az şizofreninin tezahürlerinin anlatıldığı satırlar kadar çarpıyor insanı.
Tarihçi Prof. İlber Ortaylı'nın önsöz'ünü, şair Hilmi Yavuz'un 'sonsöz'ünü yazdığı ‘‘Delilik Ülkesinden Notlar,’’ memleket aydınının ateşle imtihanının kimileri için ne kadar yakıcı olabileceğini de seriyor gözler önüne.
AKILLILARDAN FARKLI OLDUĞUMUN BİLİNCİYLE AKILLILARI GÖZETLİYORUM
Akıllılar dünyasının bir kıyısında, sisli bir dağ başına çöreklenmiş, dünyayı kendimce anlamlandırmaya çalışan bir deliyim. Akıllılardan çok farklı olduğumun bilincini her an taşıyarak, onları gözetliyorum. Duygularımı ve düşüncelerimi, sürekli, akıllıların dünyasına özgü tarzda kodlamaya çalışıyorum. Başka türlü iletişim kurmak, konuşmak, imkánsız olur. Ben başkalarını gözetlerken, bir başka göz beni gözetliyor. Beni gözetleyen o öteki gözü gözetleyen başka bir göz daha var...
Beynimde sürekli devam eden delilik nöbetlerini, onları izleyen ara zamanları, bitmek bilmeyen iç sorgulamayı, iç hesaplaşmayı, hiç kimseye, doktorlara bile anlatılmayan yanlarıyla kağıda geçirmezsem, gözüm açık gideceğim.
ANNEMDEN NEFRET ETTİM, FELAKETLER BAŞIMA ONUN YÜZENDEN GELMİŞTİ
Polis, binbir korkuyla dolu çocukluk dünyamın en dehşet verici ölüm simgesiydi. Altı yaşımda yasak bir oyun oynarken yakalayan annem, ‘‘Seni iki polis arasında idama giderken görüyorum’’ demişti. O günden bu yana, sık sık bir polis devletinin darağaçlı gölgesi, dalga dalga üzerimden geçiyor. Her seferinde gayret edip sövüyorum. Sövmek korkuyu hep hafifletir ve bu bağlamda, korkuya karşı en emin silahtır. Ama silah hep geri teper. O sövgü de, ‘‘polis kayıtlarına’’ geçer. Ve bu, paranoyanın o ölümcül kısır döngüsü içinde kıyamete dek yinelenir (...)
Birden annemden nefret ettim. Hayatımdaki bütün felaketler başıma onun yüzünden gelmişti. ‘‘Annem bu kadar katı ve sevgisiz olmasaydı, bana hep bir Nazi subayı gibi davranmasaydı, bütün bu olup bitenler meydana gelmeyecekti.’’ diye düşündüm. Onun bir Alman lisesinden mezun olması, gençliği boyunca Alman sempatizanı olduğunun delili değil miydi? Sonra birden, annemin bir köşeye fırlatılmış ayakkabıları gözüme çarptı. Topukları koşuşmaktan aşınmış, eğrilmiş iki biçare eski ayakkabı. Naziler elinde tutsak zavallı annemin, zavallı ayakkabıları. Bunun üzerine tümüyle çözüldüm. Annemi, ömrümde belki ilk kez, tümüyle affettim.
ORADA BİR KEZ DAHA ANNEMİN GESTAPO BUYRUĞUNDA OLDUĞUNA KANAAT GETİRDİM
Annem beni asık bir yüzle karşıladı. Hasta olduğumu söyleyince, azarlamaya başladı. Geçmiş hatalarımı yüzüme vuruyor, beni, yaşadığım yanlış hayat konusunda muhakeme ediyordu. Daha sonra beni sağlığıma bakmamakla suçladı. Sakin, kendi halinde, hanım hanımcık, annem buna ‘‘leydivári’’ diyordu, bir yaşam tarzı süreceğime, kendimi senaryo yazarak, kitaplar okuyarak yormamı eleştiriyordu.
Orada, bir kez daha annemin Gestapo'nun buyruğunda olduğuna yüzde yüz kanaat getirdim. Her şey başından beri, ta hayatımın başından, çocukluğumdan, ilk gençliğimden, ailemin bana yeterince baskı yapması sağlanarak, daha sonra sapkın hareketlerde bulunmam, sapkın bir üslup tutmam için önceden hazırlanmıştı. Şimdi sapkınlıklarımın cezasını, Evrensel Terör, bir bir verecekti. Benim varlığımda insanlığa, özellikle insanlığın anti-faşist yarısına gözdağı ve ibret dersi verilmek isteniyordu. O anda, Yeniköy'deki evde, annemle benim aramda geçen traji-komik muhakeme sahnesi de bu oyunun ilk basamağıydı ve dünya bir rezil temaşayı ibretle, dehşetle, alayla izlemekteydi. Onurumu savunmak için anneme bir kez daha ‘‘Hastayım’’ dedim. Bu söz üstüne daha da öfkelenen annem, daha üst perdeden bağırmaya başladı, ‘‘Hastaysan, senaryo yazmaktan, TV programlarına çıkmaktan vazgeç, bir köşede zıbar ve otur.’’ Sesini, odada bulunan tüm gizli alıcılara duyurmak ister gibiydi.
ZAMANI GELİNCE DÖŞEMELERE ISI VERİLECEK BEN VE ANNEM CAYIR CAYIR YANACAKTIK
Bu çıkışmaya uzun süre cevap aradım, bulamadım, sonunda çantamı açıp 50 miligramlık bir Melleril çıkardım, ‘‘İlacımı alayım mı anne?’’ dedim. Annem omuz silkip ‘‘Ne yaparsan yap, ben senden bıktım’’ dedi. Bir kez daha yineledim, ‘‘İlacımı alayım mı?’’ Annem bu söz üstüne bir otomat gibi mutfağa gitti, bir bardak suyla döndü, Nazi sansürü altında zorlukla konuşan annemin bu hareketini, tasvip ve teşvik anlamına yorumlamam gerektiğini düşünüp ilacı içtim.
İlacı içer içmez de kızılca kıyamet koptu. Ayaklarımın tabanları, yavaş yavaş döşemeden gelen bir sıcaklıkla kızmaya başladılar. Birden dehşet içinde annemin evinde ısıtma tertibatının yere gömülü olduğunu hatırladım. Demek ki Gestapo bu döşemeleri özel bir amaçla inşa ettirmişti. Zamanı gelince odaların tabanına ısı verilecek, ben ve annem, aşağıdan gelen sıcaklıkla, cayır cayır kızartılacaktık. İkinci Dünya Savaşı'nda yaptıkları deneylerde Naziler, birçok ana-evladı benzer işkencelere tabi tutarak insanların içgüdüleri üstüne bilgi edinmemişler miydi?
GESTAPO, ŞEHRİ HAVAYA UÇURMAK İÇİN BENİ KULLANIYORDU
Annemin yatak odasına koşup yatağın üzerine uzandım. Beynim bir pervane gibi çalışıyordu. Kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Elimle kalbimi yokladım. Çıkardığı mekanik seslerden, onun sentetik bir pompa olduğuna bir kez daha kanaat getirdim. Demek beni itmek istedikleri Büyük Yanlış, karnımdaki Melleril biçimli atom bombasıydı. Demek bütün bu oyun, bu korkunç son için hazırlanmıştı. Hayatımın bir döneminde Sartre'ı okumuş olmanın cezasını çekiyordum. ‘‘İnsan her davranışında, insanlığın tümünden sorumludur’’ der egzistansiyalistler. Allah'ın zavallı bir kulu olan ben, bu tür sorumluluk iddialarıyla nasıl da gülünç olmuştum. Gestapo eliyle düzenlenmiş sentetik organlar ve sentetik bir kaderle, insan başka insanlardan nasıl sorumlu olabilir? Şimdi ne yapacaktım? Korku içinde, annemi çağırdım. Annem içerden ‘‘Ne var?’’ dedi. Uzun süre cevap vermedim. Sonunda, ağzını aramak amacıyla, ‘‘Tuvalete gitmek istiyorum’’ dedim. Annem bir süre cevap vermedi. Daha sonra sesi duyuldu, ‘‘Tuvalet boş, gidebilirsin.’’ Sesi yumuşaktı. Bir süre düşündüm. İdrarımı yatağa bıraksaydım, radyasyonun acuna yayılmasını yine de engellemiş olamayacaktım. Helaya mı gitseydim, yatağı mı ıslatsaydım? İnsanlığın bütün geleceğini ilgilendiren böyle bir soru, sentetik bir insana nasıl bırakılırdı? Bu ne korkunç bir şakaydı. Tipik bir Nazi şakasıydı. Acı içinde kıvranıyor, bir yandan düşünmeyi sürdürüyordum. Gestapo yehri havaya uçurmaya karar verdiyse, sonunda nasılsa uçuracaktı. Bu kadar amansız güçler karşısında insanlığın tüm geleceğini benim gibi bir aslan asker Şvayk nasıl savunabilir?
TAM SİGARAYI YAKACAKKEN DEHŞET DALGASI YAYILDI: NAZİLER ARKADAŞLARIMI ÖLDÜRÜP SİGARA YAPMIŞLARDI
Çantamdan bir sigara çıkardım. Tam yakacakken, içimdeki ses büyük bir alarm verdi. ‘‘Sakın içme.’’ Sigarayı daha yakından inceledim. O an, yeni bir dehşet dalgası iliklerime kadar yayıldı. Naziler arkadaşlarımı öldürmüşler, sigara haline getirmişlerdi. Elimde tuttuğum sigara, beyaz bedeni ile, bir idam mahkumunu sembolize ediyordu. Sigarayı içersem, arkadaşlarımı ‘‘içmiş’’ olacaktım. Ayrıca, içeceğim her sigara karşılığında bir kurban daha idam edeceklerdi. Kibriti ve sigarayı fırlattım. Dayanılmaz bir gerilim içinde kıvranmaya başladım. Naziler nikotine olan tiryakiliğimi kullanmaya başlamışlardı. Allah beni imtihan ediyordu.
BESMELE ÇEKİP ELLERİMİ YIKADIM, AĞZIMI ÇALKALADIM VE BİRDEN KALAKALDIM
Namaz kılmayı düşündüm. Yeniden tuvalete gidip musluğun önünde durdum. Besmele çekip ellerimi yıkadım, üç kere ağzımı çalkaladım ve birden öylece kalakaldım. Abdest adabını tümüyle unutmuştum, hatırlamıyordum. Korkunun etkisi miydi, Naziler belleğimi mi dondurmuşlardı? Yeniden başladım. Yeniden duraladım. Hatırlayamıyordum. Abdest almayı unutmuştum. Ancak, aynı anda, ağzıma dolan suyun huşu verici etkisi bütün vücudumu kaplamaya başlamıştı. Suyu yüzüme çarpmaya başladım, ferahlatıcı etki arttı, ‘‘Allah beni koruyor’’ diye düşündüm. Allah, su aracılığıyla bana iyiliği telkin ediyor, tevekkül göstermemi buyuruyordu.
KUVAYİ MİLLİYE ATLARI, DİKKAT KESİLDİM EVET NAL SESLERİ BUZDOLABININ İÇİNDEYDİ
Annemin yatağına uzandım. Başucumda bir kitap vardı. ‘‘İstiklal Savaşı'nda İttihatçıların Rolü.’’ Besbelli oraya benim için konmuş, gerçekleri açıklayan bir kitaptı bu. Belki annem, mahsus okumam ve birtakım şeyler hakkında, gerçek tarih hakkında bilgi edinmem için koymuştu oraya. Sayfaları çevirdim, okumaya başladım. Tek cümlesini anlayamıyordum. Ya zekám tümüyle çökmüştü, Türkçeyi anlayamıyordum, ya da kitap Çince yazılmıştı. Kalktım, mutfağa geçtim. Mutfaktaki masanın başına oturdum. Birden, buzdolabından gelen bir sese kulak verdim. Uzaktan uzağa, nal sesleri geliyordu. Dağlardan, tepelerden, ovalardan gelen, yüzlerce, binlerce atlının sesi. ‘‘Kuvayı Milliyecilerin atları.’’ Dikkat kesildim. Evet, buzdolabından nal sesleri geliyordu. Bilincimde yeni bir umut doğdu. Allah tarafından, tarihte her şeyin iki kere cereyan edeceği, Milliyecilerin ikinci kez başkaldıracakları mı müjdeleniyordu? Bana bir şekilde ‘‘Dayan, umut var’’ mı demek isteniyordu? Sisli, hülyalı dağbaşlarını ve binlerce atlıyı çağrıştıran buğulu bir ses.
İnsanlığın başına korkunç bir çorap örmek için özel olarak yetiştirilmiştim
Ben ‘‘bu iş için seçilmiş’’ bir kobaydım. 1940 yılında annemle babam, Hitler'in üstün ırk teorisini doğrulamak için bir araya getirilmişlerdi. Annem çok zekiydi, babam çok iradeli. Gestapo onları bu iş için özel olarak seçip birleştirmiş, ben hasıl olmuştum. Ben, altı yaşımda geçirdiğim bademcik ameliyatı sırasında Gestapo tarafından yarı yarıya biyonik hale getirilmiştim. Genzimde, burnumda beynimde radarlar, radyo istasyonları, görünmez film ekranları ve netliğini bilmediğim nice aygıtlar vardı. Kalbim, özel olarak takılmış sentetik bir pompaydı. Uzaktan kumanda ile yönetiliyor, uzak mesafelere, uydulara, gizli mesajlar gönderiyordum. Ben, Hitler, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Rusya arasında, İkinci Dünya Savaşı'nda imzalanmış, özel ve çok gizli bir anlaşmaya hizmet etmek için, insanlığın başına korkunç bir çorap örmek için, özel olarak husule gelmiş ve yetiştirilmişim.
Çocukluğum boyunca ailemin bana özel olarak tuttuğu Yahudi ve Alman bakıcılar, beni bugün için yetiştirmişlerdi. Pavlov, bizzat Pavlov, o büyük Sovyet bilim adamı, Hitler'in emrine girerek benim şartlanmamı adım adım yönetmişti. Türk olmam bir tesadüf değildi. Dünyayı yok edecek evrensel kargaşanın anahtarının bir Türk'ün bedeninde olması tesadüf değildir. Türkiye sırf bu iş için -benim doğup yetiştirilmem için- İkinci Dünya Savaşı'nın dışında tutulmuştu. Türkler bir bakıma en dirençli, bir bakıma en lanetli ulustu. Dünya savaşı Ortadoğu'da patlak verecekti. İnsanlık, özel olarak yetiştirilmiş bu aygıt -ben- vasıtasıyla, adım adım kıyamete doğru yuvarlanacaktı. Ancak bu deney tek taraflı bir amaç gütmüyordu. Benim davranışlarımın tümünden ulaşılacak sonuca göre, ya kıyamet kopacak, ya da insanlar, nicedir özledikleri ölümsüzlüğe kavuşacaklardı. Bu deney olumlu sonuçlanırsa, başta Hitler ve Stalin olmak üzere, bütün tarih büyükleri ve bütün insanlığın ölüleri, o ana kadar ayrı bir uzamda sürdürdükleri bekleyişe son vererek yeryüzüne ineceklerdi. Her şey, bütün insanlığın gözü önünde cereyan edecekti. O anda, uzaydaki uydular aracılığıyla, bütün insanlık beni izliyordu
kaynak:
hurriyet.com