Gizil Dönem
Hayatın beşinci yılından itibaren fallik/ödipal dönem kapanmaya başlar ve kişilik gelişiminde cinselliğin neredeyse tamamen uykuya daldığı bir dönem başlar. Cinsel dürtülerin açık işaretlerinin olmaması, bir nevi cinselliğin bir köşeye gizlenmesiyle belirlenen bu döneme “gizil dönem” (latans dönemi / latent dönem) adı verilir. Bu dönem on, on iki yaşına kadar sürer. Aslında “gizil dönem” bilinçdışı süreçlerin geçici bir sükûnete kavuştuğu, buna mukabil bilincin hâkimiyetindeki işlevlerin ise son derece aktif olduğu bir dönemdir. Bu yaşlar arasında çocuğun hem bedensel hem de zihinsel gelişiminde önemli mesafeler kat edilir. Biyolojik gelişimle paralel bir biçimde çocuğun algılama kabiliyeti artar, bellek güçlenir, muhakemesi olgunlaşır ve bu sayede çevreyi, dünyayı, evreni, soyut ve somut kavramları, toplumu, kuralları, insanları daha olgun bir biçimde tanıyarak gerçeğe uygun biçimde bir yorum sürecine girer. Bu dönemde çocuk için okul gibi yeni bir pratik sahası da devreye girer, ama şunu belirtmek gerekir ki, okul gizil dönemin ne sebebi ne de gizil dönemin belirleyicisidir; okul sadece sözünü ettiğimiz gelişimin gerçekleşmesine önemli katkılarda bulunur, dünya algısının şekillenmesine katkı sağlar. Bunu şunun için belirtiyoruz ki, okula gitmeyen çocuklarda benzer bir gelişim süreci, okula gidenlerle karşılaştırıldığında belki bir takım unsurların güdük kalmasıyla da olsa, yaşanır. Biyolojik gelişim gizil dönemde uzunlamasına bir belirleyici rol oynadığı gibi, bir sonraki gelişim basamağının da başlangıcını belirler. Gizil dönem ergenliğin başlamasıyla birlikte sona erer ve Psikanalitik gelişim teorisinin en uzun dönemi olan “genital dönem” (Ergenlik Dönemi) başlar.
Genital Dönem (Ergenlik Dönemi)
Biyolojik olarak cinsel fonksiyonların gelişmesiyle birlikte bir takım dürtülerin tekrar uyanışa geçtiği bu dönemde gizil dönem öncesindeki dönemlerde yaşanan çatışmalar, yönelimler, zihinsel gerilimler tekrar gündeme gelir. Ödipal duygular gerçekle ve toplumla bağdaşık şekilde algılanan dünyaya göre yeniden şekillenerek de olsa alevlenir. Önceki dönemlerde tamamen kendisini merkeze koyarak dürtülerini tatmin etme yoluna giden çocuk, ergenlikte zihinsel enerjisini aktaracağı yeni ve gerçek nesneler bulur. Cinsel çekicilik kavramı da bu dönemde ortaya çıkar. Ödipus kompleksinin etkilerinin belirleyeceği bir şekilde karşı cinsle ilişkiler başlar. Toplu faaliyetlere ilgi ve uyum, meslek seçimi, hayat planlama, ideallerin oluşması, yuva kurmaya yönelik düşünceler hep bu dönemde gündeme gelir ve bunların tamamı önceki dönemlerin nasıl yaşandığıyla yakından ilişkilidir. Ergenlik dönemi, oral, anal ve fallik dönemlerde rafa kaldırılan dosyaların tekrar raflardan indirilmesinin ve bu davaların kesin sonuçlara bağlanmasının gerekli olduğu dönemdir. İçeriden baş kaldıran ve dışarıdan hayatın etkisiyle üstüne çullanan bunca sorun karşısında ergenin bir iktidar kurması gerekir. Tabii ki bu çok kolay değildir. birçok genç bu dönemde ciddi problemler yaşayabilir, hatta bu problemlerden bazıları uzun süre devam edebilecek bir takım ruhsal hastalıklara da dönüşebilir.
Genital öncesi dönemlerin belirlediği kalıplar içinde, ergenlik döneminde kişiliğin unsurları katılaşır ve nihai şeklini alır.
Dürtülerin nasıl geliştiği ve şekillendiği sorusuna cevap verebilmek maksadıyla anlattığımız bu gelişim teorisinin ışığında tekrar dürtüleri, dürtülerden kaynaklanan zihinsel enerjiyi ve bu enerjinin yatırıldığı nesneleri ele alacak olursak; bir gelişim döneminde herhangi bir nesneye ve dürtü doyurma biçimine bağlanmış olan zihinsel enerji, bir sonraki dönemde bu nesnelerden yavaşça ayrılır ve yeni dönemin nesnelerine ve doyum araçlarına doğru kayar. İnsanın gelişimi boyunca zihinsel enerji nesneden nesneye bir akış durumundadır. Fakat önceki nesnelere yatırılmış enerjinin tamamının çekilip yeni nesneye aktarıldığını söyleyemeyeceğimiz gibi, önceki nesnedeki enerjinin ne kadarının yeni nesneye aktarılacağını da bilemeyiz. Eski nesnede bir miktar enerji kalır ve bu kalan enerjinin miktarı davranışlarımızdaki bazı yönleri belirleyebilir. Bu belirleyicilik, soyut bir ifadeyle, dikkat çekici boyutta ise bu normal dışı olarak nitelendirilebilir. Hemen bir örnekle açıklamaya çalışalım. Bir kişinin oral dönemde anne nesnesine bağladığı enerjinin daha sonra yeni nesnelere doğru kaymadığını düşünelim, bu kişi yetişkinlikte de, anne nesnesine bağladığı zihinsel enerji nedeniyle başka ilişkileri başlatmakta ve sürdürmekte zorlanıyorsa bunu normal dışı olarak görebiliriz. Psikanalitik teoride döneme özgü zihinsel nesnelere yatırılan enerjinin dönemin değişmesiyle birlikte yeni nesnelere yeterli seviyede aktarılamadığı durumlara “saplanma” (fixation) denir. Verdiğimiz örnekteki kişinin oral döneme, dolayısıyla zihinsel enerjisinin oral dönem nesnelerine saplandığını söyleyebiliriz. Her ne kadar normalde de bütün ilksel nesnelere bir miktar enerji saplanmış olarak kalsa da, “saplanma” terimi genellikle normal dışı bir durumu anlatmak için kullanılır.
Gelişim dönemleri boyunca zihinsel enerjinin ileriye doğru, yeni zihinsel nesnelere kaydırıldığını söylediysek de, zihinsel enerjinin akışı her zaman lineer ve tek yönlü değildir. Zihinsel enerji, çeşitli faktörlerin devreye girmesiyle, bazen geriye doğru, yani eski nesnelere doğru da kayabilir. Zihinsel enerjinin yeni nesnelerden çekilip tekrar eski nesnelere bağlanmasına “Gerileme” (regression) denir. Saplanmadan farklı olarak, gerilemede yeni nesneye yatırılmış bir enerjinin geri dönüşü söz konusu olmakla beraber, gerileme saplanma ile yakından ilişkilidir, zira gerileme genellikle saplanılmış, kendisindeki enerji hiçbir zaman yeterli seviyede yeni nesneye aktarılamamış olan nesneye doğru olur. Yeni nesneler veya yeni doyum araçları eskileri kadar haz vermezse eski nesneye doğru kısa devreyi tamamlayacak biçimde bir enerji kaçışı olur.
Zihnin Yapısal Modeli
Buraya kadar anlattıklarımızın ışığında insan zihninin bir şemasını çizecek olursak karşımıza nasıl bir şekil çıkar? Bu sorunun cevabını verirken, bir diğer varsayımı da ortaya koymuş olacağız: Yapısal zihin modeli.
Psikanalitik teorinin, anlatmaya çalıştığımız varsayımları gözümüzün önünde yalnızca “bilinçlilik” sınırı ile bölünmüş bir zihin şeması canlandırıyor ve bütün zihinsel süreçlerin bilinçli veya bilinçdışı olduğu yönünde bir kanaat uyandırıyor, fakat bütün süreçler bu ayrım çizgisi ile belirlenmiş değildir. Freud’un da sonraları fark edip vurguladığı diğer bir ayrım çizgisi de “bilinç öncesi”ni “bilinç”ten ve “bilinçdışı”ndan ayıran sınırdır. Freud, birbirinden deneysel olarak da ayrı olduğu gösterilebilen iki farklı “bilinçli olmayan süreç” olduğunu göstermiştir. Bunlardan ilki, bilince çıkması daha kolay olan, adeta bilincin elinin ulaşabileceği yerde ama elinde olmayan süreçlerdir. Unuttuğumuz şey tamamen bilinçdışına atılmış bir şey değildir, bilince yakın bir noktada, bilincimizin ona ulaşabilmek için küçük bir efor sarf etmesini gerektirecek bir konumda yerleşmiştir. İşte bu konuma “bilinç öncesi” diyoruz. İkinci süreç ise tamamen bilincin ulaşamayacağı noktada konumlanmış olan, bilincin dikkati ile ulaşılıp bilinç seviyesine çıkarılamayan süreçlerdir. Bu süreçlerin bilince çıkması zihinsel işleyişte bazı kuvvetler tarafından güçlü bir biçimde engellenir. İşte “bilinçdışı süreçler” ifadesi bu süreçler için kullanılır. Bu durumda bilinçli olmayan süreçler arasındaki bu farklılık bu süreçlerin yapısal bir zihin modelindeki yerleşiminde de belirleyici olacaktır ve bilinç öncesi dediğimiz sürecin bilinçdışından çok bilince yakın bir noktada düşünülmesi gerekir.
“Yapısal Zihin Modeli” adı verilen modele göre, insan zihni üç temel birimden oluşur: İd, ego ve süperego. Bu birimlerin nasıl ve nereden geliştiğini anlatmadan önce, bu birimlerin gördüğü işlevleri birer cümleyle anlatırsak, birimlerin nasıl geliştiği ile ilgili savlar daha rahat anlaşılabilir. “İd”, daha önce bahsettiğimiz dürtülerin konumlandığı yer olarak düşünülebilir. “Ego”, insanın gerçek dünya ile ilişkisini yürüten, bu dünyanın gereklerine göre davranmayı belirleyen birimdir. “Süperego” ise, değer yargılarını, ahlaki önyargıları, “vicdan” diye de adlandırdığımız, doğru-yanlış kavramlarının, zaman zaman gerçeklikten uzak bir biçimde de olsa kendi kendini yargılama mekanizmalarının organıdır.
İd
Dürtülerin doğuştan geldiğini varsayan psikanalitik teoriye göre, dürtülerin hegemonyasındaki zihin alanı olan “id”, insanın doğarken beraberinde getirdiği birimdir. Hatta insan doğduğunda, “id” aynı zamanda zihinsel aygıtın tamamıdır. Buradan da rahatlıkla anlaşılabileceği gibi diğer birimler, yani “ego” ve “süperego” sonradan gelişir. Dürtülerin konumlandığı yer olduğu için “id” aynı zamanda daha önce de bahsettiğimiz zihinsel enerjinin de kaynağını oluşturur ve bu kaynak diğer iki birimin de ihtiyaç duyduğu enerjinin meydana çıktığı yerdir. Nesnel gerçeklerle bağı olmayan, tamamen kendi kuralları (veya kuralsızlığı) çerçevesinde çalışan “id”, içinde oluşan enerjinin birikmesine karşı son derece duyarlıdır. Daha önce dürtüler konusunu anlatırken sözünü ettiğimiz, enerji, gerilim ve gerilimin giderilmesi yoluyla haz elde edilmesi şeklindeki ilksel sürecin yaşandığı coğrafya olan “id”, Freud’un tanımıyla “haz ilkesi”ne göre çalışır. “Haz İlkesi”, “id”de gerilim yaratan enerjinin bir an önce boşaltılması ve haz elde etmek için bütün isteklerin o anda ve orada yerine getirilmesi isteğini anlatır.
“İd”in içeriğinde, doğuştan gelen dürtülerin dışında, sonradan “id”in bünyesine katılan unsurlar da bulunur. Bu unsurları, çocukluk çağından başlayarak, hayatın her dönemi boyunca bilinçaltına itilen yaşantılar, deneyimler ve duygular oluşturur. “İd”e sonradan eklenen bu unsurlar da “id”in kurallarına tabi olurlar ve “id”in diğer içerikleriyle karışırlar ve sürekli bir devingenlik gösterirler.
Ego
“İd”in özelliklerini bu şekilde özetledikten sonra, “id”den gelişen diğer birimlerin gelişimine ve özelliklerine geçebiliriz. Aslında, bu birimlerin gelişimi veya yerleşimi birbirinden bağımsız değildir ve yetişkin insanın zihinsel süreçlerinin yansıması olan davranışların tamamı bu üç birimin arasında cereyan eden türlü çatışmaların, kargaşaların ve uzlaşmaların bir neticesidir. Bu gerçek göz önünde bulundurulduğunda, zihinsel birimlerin birbirinden bağımsız bir şekilde anlatılması, anlaşılabilirlik açısından ne kadar gerekliyse, bu birimlerin birbirinden ayrı düşünülmemesi ve davranışları belirlemede her birimin değişen oranlarda katkıda bulunduğunun her zaman akılda tutulması da o derece elzemdir.
İlksel zihinsel yapı olarak kabul ettiğimiz “id”den farklılaşarak gelişmeye başlayan ilk yapı “ego”dur. Freud, egonun gelişimindeki başlangıç noktasının, superegonunkine göre çok daha erken bir aşamada olduğunu iddia eder. Ego, ilksel zihinsel yapıdan hayatın ilk altı ayı içinde ayrılmaya başlar ve sınırların çok önemli bir bölümü hayatın üçüncü yılında son şeklini alır, fakat “süperego”nun taslak şeklindeki sınırları ancak beş-altı yaş civarında fark edilebilir ve bu yapının kesin sınırları hayatın en azından onuncu yılına kadar belirsizdir. Gerçek dünya ile ilişkilerin yürütülmesi ile ilgili zihinsel süreçleri içeren “ego”nun, yetişkin bir insanda, hareket etmekten konuşmaya, hissetmekten tepki vermeye kadar her türlü davranışta belirleyici bir rolü vardır. Çevre ile her an yoğun bir ilişki içinde olan bir yetişkinin aksine dünyaya yeni gelmiş bir bebeğin çevre ile ilişkileri son derece sınırlı ve monotondur, dolayısıyla yetişkin bir “ego”da bulunan entegrasyon sistemlerine de ihtiyaç yoktur. Çevre sadece “id”in dürtülerini doyurduğu için önemlidir. Çocuğun çevre ile hızlı bir etkileşim sürecine girmesi ve sinir sisteminin gelişmesi bir takım karmaşık entegrasyon sistemlerine ihtiyaç duymasına sebep olur. “ego” işlevleri tedricen şekillenmeye başlar. “Düşünme” kavramının ilk yapıtaşları olan, algı, bellek, duygu gibi zihinsel süreçlerin gelişimi, genetik yapının, biyolojik gelişmenin, çevrenin, ilk deneyimlerin ve ilk zihinsel nesnelerin etkileri doğrultusunda devam eder.
“Ego”nun oluşmaya başladığı ilk zamanlarda insanın kendi bedeniyle ilgili deneyimleri büyük önem taşır. Bu deneyimlerin zihinsel süreçlerdeki rolü aslında hayat boyu devam eder. Bedenin bu önemi, hayatın erken dönemlerinde, hem dürtülerin doyurulmasına aracılık etmesinden hem de ilk elem yaşantılarının sebebi olmasından kaynaklanır. Bunun bir sonucu olarak da zihinsel enerjinin bağlandığı ilk nesnelerden biri ve en önemlisi, insanın kendi bedeninin zihinsel temsilidir.
“Ego” gelişimi sürecinde, bedenden sonra çevre ile ilgili deneyim ve yaşantıların esas rolü başlar. Çevredeki nesneler, ego gelişimindeki en önemli rollerini “özdeşim” adını verdiğimiz mekanizma aracılığıyla oynarlar. “Özdeşim”, düşüncelerin, davranışların, tepkilerin, duygu dışavurum tarzlarının başka bir kişi, hatta daha geniş manada, başka bir nesne ile aynı şekilde olması sürecidir. Kişinin özellikle hayatın erken dönemlerinde çevredeki bir nesne gibi olmaya eğilimi vardır ve bu eğilim ego işlevlerinin gelişiminde belirleyicidir. Etraftaki nesnelerle kurulan özdeşimler katı ve kalıcı değildir, yeni özdeşimlerin, yeni deneyim ve yaşantıların etkileri sonucunda, zamanla ilk hallerinden farklılaşırlar ve belli bir noktada, kişiye özgü bir terkip -karışım- halini alarak, egonun esas görüntüsünü oluştururlar. Özdeşim kurma eğilimi normal bir zihinsel süreç olarak, hayatın ilk yıllarında daha yoğun olmak üzere, ileri yaşlarda da devam eder. Bununla birlikte, hayatın ilk zamanlarındaki özdeşimlerin kişilik gelişiminde daha kati önemi olduğunu da vurgulamak gerekir.
“Özdeşim” ile ilgili olarak buraya kadar söylediklerimizden, özdeşimin daima sevilen, beğenilen, arzu edilen nesnelerle, yani “libido” türünden zihinsel enerjinin bağlandığı nesnelerle kurulduğu gibi bir anlam çıkabilir, ama gerçek bundan farklıdır. Şöyle ki, ilginç bir biçimde, saldırgan dürtülerden kaynaklanan “destrudo” tipi zihinsel enerji ile yüklenmiş nesnelerle de özdeşim kurulabilir. Mesela, bir köpek tarafından ısırıldıktan sonra oynadığı oyunlarda köpek rolünü alarak, kendisini ısıran köpek gibi havlayıp, etrafa saldıran bir çocuğun davranışında bu tip bir özdeşim görülebilir. Saldırgan dürtülerden kaynaklanan enerji ile yüklenmiş nesnelerle kurulan özdeşime, “saldırganla özdeşim” adı verilir.
“Ego”, “id”in üzerinde, bir meyve kabuğu gibi oluşur ve meyvenin asıl gerçek tarafını, “öz”ünü örterek, onun dış dünya ile temasını, hem ondan dış dünyaya çıkışları, hem de dış dünyanın ona etkilerini sınırlayacak şekilde engeller. Yani, “ego”, sadece “id”i kontrol altında tutmakla kalmaz, aynı zamanda dışarıdan gelen uyaranları algılayıp yorumlayarak, bu uyaranların etkilerinden de zihinsel aygıtı korur.
Dürtülerin doyurulması konusunda tavizsiz biçimde “haz ilkesi”ne göre çalışan “id”in arzuları gerçek dış dünya ile her zaman uyumlu olmadığı için “ego”ya ihtiyaç duyulur ve bir nevi aracı konumda olan “ego” “gerçeklik ilkesi”ne göre çalışır. “İd”deki dürtülerin gerçek dünyanın sınırları çerçevesinde doyurulması işini yüklenen “ego”, “gerçeklik ilkesi”nin bir gereği olarak, “id”de oluşan gerilimin hemen boşalmasını engelleyerek, uygun zamanda ve yerde, uygun bir nesne aracılığıyla boşaltılmasını sağlar. “Ego”nun denetimi ile “haz ilkesi”nin önüne geçici bir set çekilir, fakat uygun bir durumda “gerçeklik ilkesi”nin de onayıyla “haz ilkesi” tekrar devreye girer ve “id”deki gerilim boşaltılır.
Hep bilinçli bir zihinsel birim olarak düşündüğümüz “ego”, “id”deki ihtiyaçları görüp anlayabiliyorsa neden “ego” vasıtasıyla “id”deki durumlardan bilinçli olarak haberdar olamıyoruz? Az önce “ego”nun bir meyve kabuğu şeklinde oluştuğunu söylemiştik. Bu benzetme üzerinden bu sorunun cevabını vermeye çalışalım. Bir meyve kabuğunun, dışa bakan bir tarafı olduğu gibi, meyvenin özüne, asıl kısmına bakan bir yüzü daha vardır, zaten kabuk da meyvenin özü dediğimiz kısmından gelişir. Meyve kabuğunun dış kısmı, bize içeriyle ilgili gerçek bir algı vermeyebilir. Mesela, karpuzun dışında gördüğümüz yeşil kabuk, karpuzun içinin kırmızı olduğuyla ilgili bir ipucu vermez; dahası bu dışarıdan yeşil olarak gördüğümüz kabuğun iç kısmı da yeşil değildir. “Ego”nun da dış ve iç olarak nitelendirebileceğimiz iki kısmı olduğunu düşünebiliriz. “Ego”nun iç kısmı sürekli “id” ile temas halindedir ve bu iç kısım da dışarıdan gördüğümüz kısımdan farklı olarak bilinçli zihin süreçlerinin algılama alanının dışındadır. Yani, “ego”nun bilinçli ve bilinçdışı olmak üzere iki bölümü vardır. “Ego”nun bu iki kısmı arasında da sürekli bir ilişki vardır, ama bu ilişki “ego” alanının bilinçdışı kısmında, bilinç sınırının öncesinde gerçekleştiği için bu ilişkiden de haberdar olamayız. “Ego”nun bilinçli olan kısmı, zihinsel yapının yürütücü işlevlerinden sorumludur. “Ego”nun bilinçdışında olan iç kısmı ise daha sonra anlatacağımız “savunma mekanizmaları”nı uygulama görevini üstlenmiştir. “Ego”nun iç kısmı, bilinçdışındaki dürtülerin baskısına “savunma mekanizmaları” aracılığıyla karşı koyar ve adeta bir protokol bilirkişisi gibi davranarak, bu dürtülerin belli kurallar çerçevesinde “ego”nun bilinçli kısmına geçmesine izin verir.
(devamı var)