Neyse, son duraktan Mecidiyeköy'e servis varmış. Bu arada Hüseyin Bey ile telefonda konuştum ve 13.30'a randevulaştık. O saate kadar oyalandım ve girdim içeriye.
Terapideydi henüz. Beni çağırdı. İçeride benden küçük bir genç vardı. Artık buna alışmıştım. Yine bir başkasıyla birbirimize kendimizi anlatacaktık. Ve öyle yaptık. Bunlar faydalı oluyor, seviyorum. Yalnız olmadığımı hissediyorum ve konu hakkında ilk ağızlardan daha fazla bilgi edinebiliyorum.
15 yaşındaymış. O da annesine çok yakın büyümüş. Annesi ve ablasıyla oturup kalkar, onlarla sohbet edermiş. Annesiyle beraber uyuduğu çok olurmuş. Babasına düşman gibi yetişmiş. Ablasıyla babası tartışmış olsa, direkt ablasının tarafını tutarmış, babasına öfkeyle bakarmış vs..
Terapiye annesiyle gelmiş, annesi dışarda bekliyormuş. Hüseyin Bey onu da çağırdı. İkili ilişkilerde yaptıkları yanlışlardan konuştuk. Mesela bundan sonra cilt temasını kesinlikle yasak etmişler birbirlerine. Böyle olmalıymış.
Bir kaç konudan daha konuştuk ve onlar gittiler, ben kaldım. Bu terapi biraz diğer terapilerin tekrarı gibi oldu ve çok verimli olmadı. Otobüs yolculuğu bana göre değil arkadaş! Rahat edememişim otobüste. Yorgun, uykusuz ve üstelik oruçluydum. Aslında aklımda güzel sorular ve konular vardı ama o sarhoşlukla konuşmak bir yana, doğru düzgün dinleyememiştim bile..
Az sonra bir kişiyi daha çağırdı Hüseyin Bey! Bu kişi 48 yaşında ve doktormuş. Onun durumu çok ilginç geldi bana. Çünkü dışarıdan baktığın zaman mükemmel bir hayatı var. Fiziken iyi görünümlü ve 48 yaşın çok daha altında gösteren birisi. Evliymiş, (yanılmıyorsam) benden büyük üç tane oğlu varmış. Birisi kısa zaman önce evlenmiş. Ve hem huy bakımından, hem de güzellik olarak mükemmel bir hanımı varmış. Aynı okulda okumuşlar ve orada tanışmışlar. "Okulun en güzel kızlarından biri de değildi, en güzel kızıydı." diyor.
Doktor ile de benzer yönlerimiz var. O da ablasına çok yakınmış. Annesi çok küçükken ölmüş ve ona ablası annelik yapmış. Sürekli beraber vakit geçirmişler, ablası onun her ihtiyacını karşılamış, ona kol kanat germiş ve aşırı koruyucu davranmış. Aralarında 15 yaş varmış ablasıyla. Ablasına aşırı bağımlıymış. Eşi çok kaliteli bir insan olduğu halde ablasına benzemeyen yönlerinden dolayı ona kızar, birebir ablası gibi olsun istermiş.
Durumunu sadece ablası biliyormuş doktorun. Aynı benim gibi. Benim hakkımda da çarpıcı bir yorumu vardı:
"Hadi benim hareketlerimden filan az çok bir şeyler anlaşılır da, sende hiç bir şey belli değil. Gay Bar'da görsem seni, direkt 'nerden düşmüş bu buraya!' derim."
Bak bu hoşuma gitti. İnsan en çok kendi sesine yabancıymış. Bu yüzden kendim hakkında yorum yapamıyorum. Dışarıdan, sormadan böyle bir yorum gelmesi güzel oldu. Demek ki bende kalıp var. Bana düşen sadece onun içini doldurmak..
Evet, diğer terapilerin yanında bu sönüktü ama yine de geldiğime fazlasıyla değdi. Bu iki örnek aklımdan hiç çıkmayacak. Bir de Hüseyin Bey'in şu sözü:
-"Ben şimdi sana acısam, 'vah vah, yazık çocuğa, zorluklar yaşamış, ailesinden de ilgi görmemiş, vah vah tüh tüh' desem, sana iyilik mi yapmış olurum, kötülük mü?" Burada kahkahayı basmıştım. Aşırı hoşuma giden bir soruydu.
-"Kötülük" diye cevap verdim.
- "Belki içimden üzülebilirim ama bunu sana yansıtmamam gerekir."
Doğru. O zamana kadar öyle bir beklenti içinde olduğumu sezmiş olmalı. Okuduğum diğer hikayelerden de anladığım kadarıyla; biz danışanlar kendimizi en özel sanıyoruz. Psikoloğumuzdan "ben"imle özel olarak ilgilenmesini, derdimize kendi derdi gibi üzülmesini, diğerlerinden daha fazla ilgilenmesini, en fazla "ben"imle ilgilenmesini istiyoruz. Neticede benim acılarım daha özel! Abelard’ın "Dünyadaki bütün insanlar en büyük acıyı kendilerinin çekmiş olduğuna inanırlar. Oysa bilmezler ki en büyük acıyı ben çekmişimdir." diye bir sözü var. Bizimki de aynı mantık. Başta kızıyordum Hüseyin Bey’e ."Ben adama neler neler anlatıyorum, davranışına bak" diye.
Aslında diğerlerine bakınca benimki hiç bir şey ama yine de öyle düşünülüyor işte.. Ama bunu yenice aştım. Eskiden bu durumu mantıken kabul etsem de kalben kabul edemiyordum. Evet doğrusu buydu ama yine de en fazla ilgi bana gösterilmeliydi işte... Ama şimdi bunu her yönden kabul ettim.
Çıkışta Hüseyin Bey'in danışanı Ayşe ile buluşacaktık. Çıktım ve Cevahir Alışveriş Merkezi'nin önünde buluştuk. Oraya girdik ve iftarımızı yaptık. Yine orada birer kahve içtik ve uzunca sohbet ettik. Kahve içerken Hüseyin Bey aradı ve danışanlarından Vişne Suyu yazısının yazarının İstanbul'da olduğunu, istersem görüşmemi söyledi ve numarasını verdi. Numarayı aradım ve konuştum. Ama İstanbul'dan gitmiş. Telefonda bilgi alış verişi yapacaktık ama o an uygun olmayacağını düşündüm ve daha sonra görüşmek üzere kapattım. Ayşe ile biraz daha oturup ayrıldık ve ben pansiyona gittim. Gece deliksiz uyumuşum. Ertesi gün öğleden sonraya bilet aldım. Sonra Murat'ı arayıp "uygunsan görüşelim" dedim. Otobüsün hareket vaktine bir saat kala otogarda buluştuk ve onunla da sohbet ettik biraz. Ve otobüse bindim, hedef memleket..
Otobüste Vişnesuyu'nun yazarı olan vatandaşı aradım ve uzunca konuştuk. 18 yaşındaymış, bu sene üniversiteye gidecekmiş vs.. Onun haricinde eşcinsellikle ilgili birikimlerimizi, iç dünyamızı, yaşadıklarımızı aktardık birbirimize. Allahım! Hepimiz mi birbirimize benziyoruz? Hiç istisna yok mu? Gerçi farklılıklar vardı. Onun ailesi aşırı korumacı, benimki aşırı vurdumduymaz. Ama ucu yine aynı yere çıkıyor: Bir erkek rol model yerine kadın ile daha çok vakit geçirmek ve onu örnek almak. O annesiyle birlikteymiş hep, ben ablamla..
Bu arada, önceki yazılarımda bahsettiğim kız, olmadı. Mücadele etmeme lüzum olmayacak şekilde. Detaya girmek istemiyorum ama o defter kapandı. Ona hakikaten aşıktım. Aklım ve kalbim onunla meşguldü. Artık önümüze bakacaz.
Baba faktörü üzerinde yoğunlaştığım kadar "abla" ile de ilgiliyim bu aralar. Evet; ablam ile ilişkimiz eskisi gibi bağımlılık şeklinde değil. Şu anda arkadaş gibiyiz ama hâlâ hayatıma müthiş etkisi var. Varmış yani. Bu kadar olduğunu ben de bilmiyordum. Bir rüya gördüm:
Turist kadının tekiyle odaya çıkmışız, kapıyı kitlemişim, yavaş yavaş kıvama geliyoruz, tam dudaklarına uzanacam odanın kapısı çalınıyor. Ben bir telaş kızı yatağın altına saklıyorum ve kapıyı açıyorum. Gelen ablammış. İçeri giriyor, ben de yatağın üzerine oturup ayaklarımla kadının saklandığı yerin önünü kapatmaya çalışıyorum. Ablam odadan bir şey alıp çıkarken bir kaç saniye durup kadının olduğu yere dikkatlice bakıyor ve sonra çıkıp gidiyor. Muhtemelen durumu anlıyor ama ben anlayıp anlamadığından emin olamıyorum. Çok fena utanıyorum ve ter basıyor beni.. Ve bir sex fantezisi daha burada sona eriyor.
Rüyalar bilinçaltının dışa vurumudur. Gerçek hayattaki korkularımızın, endişelerimizin su yüzüne çıkmasıdır. Durumumu ablam biliyor ve benim için dua ediyor, bu ayrı konu ama, hâlâ zihnimde onun beni ayıplayacağı, ahlaksızlıkla suçlayacağı korkusu var. Bu zincirden hâlâ kurtulamamışım.
Bazen beni elalem ile kıyaslayıp övüyor. Onlar şu şu yanlışları yapmışken ben kendimi bunlardan uzak tutmuşum. Kötü arkadaşlardan, kötü alışkanlıklardan uzak durmuşum. Aferin bana!
Dışarıdan bakıldığında çok güzel övgüler. Belki gerçekten de öyle ama bana bunların zararı oluyor. Onun gözündeki yerimi muhafaza etmek için hareketlerime, duygu ve düşüncelerime zincir vuruyorum. Bir kız hayali kurarken ablamın da bir kız olduğunu unutmamalıydım. Onun gibi birinin kardeşi karı kız düşkünü olmamalı vs... Bunun sonucunda iyice pasifleşiyorum. Çekingenleşiyorum, haya abidesi oluyorum. Oysa haya en fazla kadına yaraşır, erkeğe ise cevvaliyet yaraşır.
Hislerimi yeterince anlatabildim mi bilmiyorum ama işin ucunda ortaya malum tablo çıkıyor işte. Evet; kadınla ilişki sınırlamasını (büyük ölçüde) kaldırdım beynimde. Bunun etkilerini de görüyorum. Ama ablam hâlâ rüyalarıma hükmediyor. Ondan 'ahlaksız' damgası yiyeceğim korkusuyla rüyam yarıda kesilebiliyor. Rüyalar... Çoğu zaman bir rüyadan daha fazlasıdır onlar. Aslında hayatın kendisidir bir çok zaman. Rüyalarda özgür olduğunuz zaman hakikaten özgürsünüzdür. Değilseniz gerçekte de kırmanız gereken zincirler vardır. Rüyalarda özgür olabilmek veya olamamak... İşte bütün mesele bu.
Zihnimde böylesi prangalar hâlâ var, evet. Ama her şeye rağmen kadınlarla ilgili fantezilerimi artık daha rahat yapabiliyorum. Erkekle ilişki fikrini yok ettim, çok nadir aklıma geliyor, geldiği zaman da yön değiştirip farklı şeyler düşünüyorum. Hatta çoğu zaman bundan iğreniyorum. Mesele şu ki; galiba kadınla ilişki düşüncesinin yolunu tamamen açmak, erkekle ilişki düşüncesinin yolunu tamamen kapatmaktan daha zor olacak. Cinsel yönden şu an kadın daha baskın ama duygusal yönden erkek daha baskın. Daha önce bir kız vardı aklımda. Aklım ve kalbin onunla doluydu, meşguldü. Şu an boş. Tabii hayat boşluk kabul etmediği için bazen kalbim dolmaması gereken şeylerle doluyor. Olmaması gereken kişilerden ilgi, alaka, sevgi bekliyorum. Bu kişilerle ilgili asla cinsel fantezim yok. Sadece ilgi bekliyorum. Bu ne derece normal bilemiyorum. Belki de normal bir erkeğin başka bir erkekten bekleyebileceği şeyler bunlar. Çünkü şu an avareyim, çevremde fazla insan yok ve gezmeye tozmaya ihtiyacım var. Bu durum kızların duygusal yönünü bilmiyor olmamdan kaynaklanıyor da olabilir. Bu yüzden amacım bir kızın ruh dünyasının detaylarına inmek. Uygun zamanı bekliyorum.
Evet ne diyorduk; belki de arkadaşlarımdan bu beklentim normal. Bu aralar ona da kafa yoruyorum. Çünkü şöyle bir gerçek var; normal bir erkekte %10 kadınlık hormonu, normal bir kadında da %10 erkeklik hormonu bulunduğu gibi, her erkekte aslında biraz eşcinsellik vardır. Yüzde şu kadar veya bu kadar. Ama var. Bununla ilgili hatırladığım bazı şeyler var:
*Arkadaşım beni ısrarla doğum günü partisine çağırıyor, benimse o saatte çalışmam gerekiyor. "Ben gelemem" diyorum, "hayır olmaz gelmen lazım" diyor. "Neden ki? Ben olsam ne değişecek olmasam ne değişecek?" dediğimde şu cevabı veriyor: "Sen olunca kendimi güvende hissediyorum."
*Lisedeyiz, 4-5 tane sınıf arkadaşıyla bir arada muhabbetliyoruz. Aralarında sarışın, temiz yüzlü, kısa boylu, vücudu düzgün erkek güzeli denilebilecek birisi var. Bir ara diğer arkadaşın birisi onun vücuduna fena bir bakış atıp diyor ki: "şu anda belini sarmamak için kendimi zor tutuyorum".. Kimse olaya takılmıyor, muhabbet kaldığı yerden devam ediyor ama bu olay benim zihnime yerleşiyor.
*Yeni bir pembe t-shirt almıştım, saçları yaptırmış, o gün kendime feci derecede özen göstermiştim. 4 arkadaştık ve önemli bir yere gidecektik. 2 tane motosiklet vardı, ikişer bindik. Bir ara diğer motosikletteki arkadaşın birisi benimle ilgili bir şey söyledi ama tam anlamadım. "Ne dedin?" diye sordum, gülerek motorundaki diğer arkadaşı işaret etti ve: "Ya bizim arkadaş biraz oğlancı da, 'Alperen ne kadar yakışıklı olmuş, kız olsam verirdim' diyor." dedi. O arkadaş ona tepki göstererek: "Nee! Bunu sen dedin ya az önce" dedi, şakaya vurduk, güldük ve konu kapandı.
Bu arkadaşların o zaman ve şu anda hepsinin de sevgilisi var ve normal hayatlarına devam ediyorlar. İşte o olayları ben, her insanda bulunan yüzde bilmem kaçlık eşcinselliğe bağlıyorum.
*Belki de en çarpıcı olanı: 7-8 yaşlarımdayken, benden 6-7 yaş büyük olan akrabamla ava gitmiştik. Dolaştık, yorulduk ve dinlenmek için oturduk, sohbet etmeye başladık. Daha doğrusu o konuşuyor, ben dinliyordum. Bir ara şaka yapar tarzda, şehvetli bir bakışla arkama dokundu. Sonra da ne tepki verecek diye yüzüme baktı. O sahneyi iyi hatırlıyorum. Buna öyle bir bakış fırlatmışım ki, irkilip geri çekildi, sonra yüz şekli normale döndü. Bakışlarım fenaydı küçükken. "Alperen bi karardımıydı gün battı sanırsınız" derdi bizimkiler. Şimdi düşünüyorum da, ben orada biraz gevşek davranmış olsaydım her şey olabilirdi. Gerçi bu olaydan etkilenmişliğim yok ama yine de bir ibret vesikası olarak aklımda. Çünkü bu kişi şu anda evli ve bir çocuğu var.
Bunları düşünürken Radikal’den Orhan Kemal Cengiz'in yazısına rastladım. (
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1098302&Yazar=ORHAN-KEMAL-CENGIZ&CategoryID=97 ) Yazının ana fikriyle ilgili değilim ama dikkatimi çeken noktalar var.
“(…)Yani kişinin eşcinsel bir tarafı var ama bu tamamen ‘bilinç dışına’ itilmiş.
Freud, örneğin Dostoyevski’nin bu anlamda ‘latent’ bir eşcinsel olduğunu ileri sürer. Freud’a göre Dostoyevski’nin sözde ‘sara’ krizleri falan bu bastırılmış arzuların ifadesidir.
Freud’dan sonra da bu konu epey bir tartışıldı. Amerika’da Kinsey ve arkadaşlarının yaptığı mülakatlar, aslında saf heteroseksüellik veya saf homoseksüellik diye bir şey olmadığını, toplumun büyük çoğunluğunun bu skalanın bir yerlerinde durduğunu gösteriyor.”
Ve en çok dikkatimi çeken yeri:
“Bu konuda benim en çok prim verdiğim teori psikanaliz ve sosyolojiyi fevkalade başarılı bir şekilde harmanlamış olan Craib’in ‘psikolojik biseksüellik’ teorisidir. Craib, insanların cinsel yönelim anlamında ‘heteroseksüel’ ve ‘homoseksüel’ olmalarının yanı sıra , aslında herkesin bir biçimde psikolojik olarak biseksüel olduğunu öne sürer. Belki de hemcinslerimizle derin dostlukları mümkün kılan doğamızda böyle bir yan olmasıdır.”
Özellikle son cümleye takıldım: “Belki de hemcinslerimizle derin dostlukları mümkün kılan doğamızda böyle bir yan olmasıdır.”
Olabilir. Mantıklı. Fikrimce bu, akla cinselliğin gelmeye başladığı andan itibaren sorun olmaya başlıyor. Bu konuda araştırmalarım ve gözlemlerim devam ediyor. Acaba insanın hemcinslerinden beklentileri nereye kadar normal kabul edilir? Hemcinsler arasındaki ilişkiler nereye kadar ilerleyebilir, duygusal beklentiler tam olarak nerede sorun teşkil etmeye başlar? Araştırıyorum ve düşünüyorum.
Bu arada; üniversiteye gidiyorum. Bir kaç gün sonra yolculuk var. Ben üniversiteye İstanbul'a gitmek istiyordum ama olmadı. Yine de bulunduğum şehirden uzak bir yere gidiyorum. Çok matah bir bölüm değil ama olsun. Sonuçta artık üniversiteliyiz. Hüseyin Bey önceki terapilerinin birisinde "Sen sıradan vatandaş Alperen olarak bir hiçsin. Bir ağırlığın olsun istiyorsan üniversite okumalısın. Okuduğun bölüm çok önemli değil ama üniversitelilik aşamasından geçmelisin." dediğinde manzara gözümün önüme çok net gelmemişti ama şimdi çok iyi anlıyorum. Olay şu ki; babamın bile benimle konuşma şekli, bana bakışı değişti. Önce doğru dürüst yüzüme bile bakmazdı, üniversite kazandıktan sonra "nasıl gideceksin oğlum, neyle geleceksin oğlum, orda nerde kalacaksın oğlum, bir şeyler lazım mı oğlum..." şeklinde bir ilgileneceği tuttu adamın. Çevremdeki diğerleri de çok farklı değil. "Ye kürküm ye" misali. Hayat bundan ibaret hacı.
Üniversiteye gideceğim için mutluyum. Bulunduğum ortamdan uzak kalmam gerekiyor. Evet; belki çok sevdiğim bir insan ama, galiba en çok da ablamdan uzak kalmam gerekiyor. Etki alanından çıkmam lazım. 15 yaşındaki o gencin annesiyle cilt temasını kesmesi lazım geldiği gibi benim de bir süre ablamla iletişimden uzak kalmam fayda var.
Üniversiteden ümitliyim. Az önce sevgili edinmek için "uygun zamanı bekliyorum" derken bunu kastediyordum. Aslında burada da var aradığım kız ama bir kaç gün sonra buradan ayrılıyorum. Gözden uzak olanın gönülden de uzak olacağına inanıyorum vesselam. Orada karşıma aşık olacağım bir kız çıkacak bence. Bunu hissediyorum.
Ayrıyeten bir de şunu söylemek istiyorum. Bu eşcinsellik konusunda görüştüğüm bir eşcinsel bana "benim kadınlara olan ilgim sıfır" demişti. "mesela mastürbasyon yaparken erkek üzerine düşününce her şey yolunda gidiyor, ereksiyon halindeyken düşüncelerimi kadın üzerine yoğunlaştırmaya çalışıyorum ve o anda penisim sönüyor."
Bunun üzerine çok düşündüm ve şöyle bir tespitim oldu. Ne kadar doğru bilemiyorum:
Erkek düşüncesiyle sertleşen penis başka bir düşünceye geçince o şekilde kalmaz. Yanlış girilen yoldan doğru sonuca ulaşmayı beklemek olmaz. Ama düşünceyi en baştan kadın üzerine bina edince olumlu gidiyor.
Yanlış inşa edilen bir binayı düzeltmek onu yeniden inşa etmekten daha zor değil midir zaten? Hayal meyal bir hikaye hatırlıyorum. Yanılmıyorsam şöyleydi:
Eski zamanda birbirini tanımayan iki kişi bir ney hocasının yanına gitmiş ve ondan kendilerine ney çalmayı öğretmesini istemişler. Sonra bunun ücretini sormuşlar.. Hoca birinci adama sormuş:
-Sen daha önceden ney üflemek hakkında bir şey biliyor musun?
-Hayır. İlk defa sizden öğreneceğim.
-Tamam. Senin ücretin 5 altın.
Sonra ikinci adama dönmüş:
-Peki sen biliyor musun?
-Ben çok az biliyorum.
-Tamam, demiş hoca. Senin ücretin de 10 altın.
İtiraz etmiş ikinci adam:
-Nasıl olur, demiş. Hiç bir şey bilmeyenden 5 altın alırken benden nasıl 10 altın alıyorsunuz?
Hoca cevaplamış:
-5 altın bildiğini unutturmak için, 5 altın da yenisini öğretmek için.
Bizler de şu an cinselliğe dair hiç bir şey bilmemekten daha sakat durumdayız aslında:” Yanlış biliyoruz”. Fantezilerimizi, kriterlerimizi, günah-sevap anlayışımızı yanlışlar üzerine bina etmişiz. Bunları yıkmak, en baştan inşa etmekten daha zor, biliyorum. Ve bizler zora talip olduk her şeyimizle..Kesin inandığımız zaman kapılar açılıyor ama.. Mesafe kat ediyor olduğumuzu görmek motivasyonumuzu artırıyor. Allah hepimizin yardımcısı olsun.