Gönderen Konu: Sosyal Psikolog Üstün ÖNGEL - Erkekliğin, Kadınlığın, Geyliğin ve Lezbiyen...  (Okunma sayısı 6548 defa)

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4381
    • Profili Görüntüle
Erkekliğin, Kadınlığın, Geyliğin ve Lezbiyenliğin Sosyal Psikolojik ve Kültürel Kurulumu Üzerine


Üstün ÖNGEL
Sosyal Psikolog

 

Uzak durulan bir sözcük: Seçim

Son yıllarda gey ve lezbiyenliğin (ama daha çok “geyliğin”) doğuştan belirlendiğine dair “varsayımların” ardı arkası kesilmiyor. İşin kötüsü, “varsayımlar”, kesinlik taşıyan bilgilermiş gibi sunuluyor ve kullanılıyor. Genetik biliminin giderek öne çıkması, bu varsayımların artmasının önemli bir nedeni olsa gerek. Fakat, ilginç bir gelişme olarak, gey ve lezbiyenlerin de, bu yönelimlerin doğuştan olduğu bilgisinin varoluşlarının kabulünü kolaylaştıracağı düşüncesiyle, bu varsayımları sahiplendiğini görüyoruz.

Oysa, nasıl kadınlık ve erkeklik, sosyal psikolojik, toplumsal, ve kültürel etkilerin ortasında bedenimizi nasıl kullanacağımıza, varoluşumuzu nasıl gerçekleştireceğimize dair hem erken yaşlarda bizim adımıza verilen, hem de yaşımız ilerledikçe kendi başımıza verdiğimiz kararlarla ve seçimlerle “kuruluyorsa”, geylik ve lezbiyenlik de öyle olsa gerektir.

Doğuştan getirdiğimiz “bedenle” nasıl yaşayacağımız, bir kültürel iklimde sosyal psikolojik deneyimlerle oluşan bir süreç içinde verdiğimiz kararlarla ve yaptığımız seçimlerle belirleniyor. Bu yaptığımız seçimlerin ömür boyu değişebilir olduğunu da unutmamamız gerekiyor.

Carl Wittman, ta 1970'lerde “iradenin” ve “seçim” yapma gücünün cinsel yönelimle ilgili ne kadar önem taşıdığını şu sözleriyle vurguluyor:

“Doğa, cinsel arzu nesnesini tanımlanmamış olarak bırakmıştır. Arzu nesnesinin cinsiyeti bizlere sosyal süreçte dayatılmıştır….. Çocukluk çağında birbirimize yönelik hislerimizi boğmamızı talep edenlere teslim olmayı reddettik. Hakim öğretinin bize aşılanmasına bir şekilde direnme gücü bulduk ve bunu en değerli özelliğimiz ve hazinemiz olarak görmeliyiz.”

—Carl Wittman, “Amerika’dan Sürülenler: Bir Gey Manifesto,” 1970

(Nature leaves undefined the object of sexual desire. The gender of that object has been imposed socially..... As kids, we refused to capitulate to demands that we smother our feeling toward each other. Somewhere we found the strength to resist being indoctrinated, and we should count that among our assets.

—Carl Wittman, “Refugees From Amerika: A Gay Manifesto,” 1970  )

Fakat nedense son yılların gey-lezbiyen sivil oluşumlarına baktığımızda, “seçim” sözcüğünün neredeyse yasak sözcük haline getirildiğini görüyoruz.

Bu yasaklama ya da daha hafif deyişle uzak duruş, gördüğüm kadarıyla şöyle bir kaygıdan besleniyor: Yıllardır eşcinsel yönelimlerin muhafazakâr kesim tarafından reddi, aynı zamanda bu yönelimlerin “istenirse” değişebileceği iddiasıyla da karşımıza çıkıyor. Psikiyatrik/psikolojik müdahalenin de bu cinsel yönelim değişimini sağlayabileceği gibi bir iddia da buna eşlik ediyor (1970'lerin ikinci yarısına kadar psikiyatrik teşhis listesinde “eşcinselliğin” bir “hastalık” olarak tanımlanmış olması da bu süreçte önemle üzerinde durulması gereken bir nokta). Özellikle ergenlik dönemindeki gençlerin bu değişime zorlanması da geçmiş yıllarda sık rastlanan bir durum (bunu günümüzde de oldukça yaygın düzeyde görmek mümkün).

Dolayısıyla, eşcinsel yönelimle ilgili sivil hakların mücadelesini veren birey ve gruplar, “seçim” sözcüğünü, muhafazakârların bunu yıllardır koz olarak kullanmasından duydukları rahatsızlık nedeniyle, kullanmamaya özen gösteriyorlar. “Seçim” ve “irade” vurgularının mücadelelerini zayıflatacağını düşünüyorlar.

Tam da bu noktada, muhafazakârların sesini kesebileceğini düşündükleri başka bir “bilgiye” (varsayımsal bir bilgiye) sarılıyorlar. “Seçim” vurgusunun tam tersini savunan “genetik” iddialar bunlar. Doğuştan getirdiğimiz özelliklerin, bizim irademiz dışında bizi yönlendiren bir genetik altyapının, bizi gey, lezbiyen, travesti, transseksüel olmaya yönelttiğini düşünmeyi yeğliyorlar.

Fakat az sonra örneklemeye çalışacağım üzere, yine muhafazakârların elinden kurtulamıyorlar.

Buna girmeden önce vurgulanması gereken başka bir şey var belki de: Bu genetik iddialar ve doğuştan getirildiği düşünülen özellikler, cinselliği aslında sadece “bedensel/fizyolojik” bir “faaliyete” de indirgeme yanılgısını içinde barındırıyor. O nedenle de, eşcinsellikle ilgili tartışmaların ve mücadelelerin, mevcut erkek egemen yaşam biçimlerinin (siyah-beyaz kurulan, erkekliğe ve kadınlığa değişmez rollerin atfedildiği yaşam biçimlerinin) değişimi ve dönüştürülmesiyle ilgili çok ama çok önemli katkılarını da yok etmiyorsa da büyük ölçüde engellemiş oluyor.

 

Muhafazakârlar ve genetik iddialar

Yukarıda da değindiğim üzere, varsayımlara dayanan genetik iddialar son yıllarda çokça dillendirilmeye başladı. Bu iddialar kabul gördüğünde eşcinsel yönelimlerin de toplum tarafından daha rahatlıkla kabul edilebileceği gibi bir beklenti oluştu.

Bizzat kendileri de gey olan bazı araştırmacılar da bu genetik iddiaları öne sürdüler ve savundular.

Simon LeVay ve Dean H. Hamer, bu araştırmacıların önde gelen ikisi. Scientific American’da 1994 yayımlanan “Erkek Eşcinselliğinde Biyolojik Etkiyle İlgili Kanıtlar” (Evidence for a Biological Influence in Male Homosexuality) başlıklı ortak makalelerinde bu iddiaları enine boyuna tartıştılar (her ikisinin daha önce kendi başlarına yazdıkları makalelerin derlemesi de denebilir buna).

Bu iki araştırmacının bulgularının herhangi bir kesinlik taşımadığını, bulguların sadece bir olasılık olarak görülebileceğini söylemekle yetinmek isterim bu noktada (bu araştırmaların ayrıntılarına başka kapsamlı bir incelemede girmek daha isabetli ve yararlı olacaktır). “Gey geni” tartışmalarının LeVay ve Hamer’in ortak makalesi sonrası nasıl seyrettiği hakkında bilgi edinmek isteyenler, gene Scientific American’da 1995’te yayımlanan “Gey Genlerine Yeniden Bir Bakış: Eşcinselliğin Biyolojisi Üzerine Yapılan Araştırmalara Yönelik Kuşkular Artıyor” (Gay Genes, Revisited: Doubts arise over research on the biology of homosexuality) başlıklı makaleye bir göz atabilirler.

Burada benim dikkat çekmek istediğim başka bir şey: Tam da toplumun eşcinsel yönelimlere bakışını yumuşatacağı düşünülen bu genetik iddiaların, muhafazakârların elinde nasıl bir koza dönüştürülebileceğini örneğiyle göstermek istiyorum.

Muhafazakâr bir siyaset ve kültür dergisi olan Weekly Standard’ın 9 Aralık 1996 tarihli sayısında Chandler Burr adlı bir yazarın “Neden Muhafazakârlar Gey Genini Bağırlarına Basmalılar” (Why Conservatives Should Embrace the Gay Gene) başlıklı yazısı, bu anlamda çok somut bir örnek oluşturuyor.

Chandler Burr, “Ayrı Yaratılış: Cinsel Yönelimin Biyolojik Kaynaklarının Araştırılması” (A Seperate Creation: The Search for the Biological Origins of Sexual Orientation” adlı bir kitabın da yazarı aynı zamanda. Bu kitaptaki, “Genetik Müdahaleyle Homoseksüelliği Heteroseksüelliğe Nasıl Dönüştürebiliriz?” (How Genetic Surgery Can Change Homosexuality to Heterosexuality) başlıklı bölüm ise özellikle dikkat çekici. Öylesine dikkat çekici ki, Chandler Burr, ileri yaşlardaki erkek eşcinsellerden (muhtemelen “içselleştirilmiş homofobinin kurbanı” erkek eşcinsellerden), “bu değişime hazırız, bu cerrahi müdahaleyi istiyoruz” diye mektuplar bile alıyor, bu yazıları yazmasının ardından.

Özetle, Chandler Burr’ün argümanı, madem böyle bir gey geni bulundu, o halde bu gene müdahale de edebiliriz ve geyleri “straight” (streyt) yapabiliriz, yapmalıyız şeklinde (başka bir deyişle buna, geyleri “ıslah etme girişimi” de denebilir).

Oysa, George Eberr adlı bir nöroloğun da net bir şekilde ortaya koyduğu üzere, ne böyle bir gen bulunabilmiş durumda, ne de kromozom yapısında bu iddiaları kesinlik taşıyan bir şekilde doğrulayacak veriler mevcut. Halihazırda varsayımlar bilimsel kesinliğe ulaşabilmiş değil ve bence böyle bir bilimsel kesinliğe ulaşılması da pek mümkün değil.

Dolayısıyla, ne gey araştırmacılar Simon LeVay ve Dean Hamer’in iddiaları doğrulanmış durumda, ne de özellikle muhafazakâr Chandler Burr’ün bir hevesle genlere müdahale edelim demesinin herhangi bir geçerliliği var.

Bu bölümü kapatırken, özellikle vurgulamak istediğim başka bir şey daha var: Son yıllarda genetik iddiaların insanla ilgili neredeyse her konuda karşımıza çıktığını görmekteyiz. Medyanın da bu “şıpın işi” çözümlerin üstüne atladığı ve halkı sürekli yanlış yönlendirdiği de bir gerçek. Gün geçmiyor ki “mutluluk geni bulundu” benzeri bir haber çıkmasın gazetelerde. İnsanlık adına bu indirgemeciliğin geleceğimizi ciddi biçimde tehdit ettiğini söylemek mümkün. Benim genetik üzerine araştırmalar yapanlara ve bu varsayımları çoğu zaman tereddütsüz benimseyen ve yayanlara tavsiyem, sosyal ve psiko-sosyal konulara bulaşmadan önce, genetik araştırmaların insanın fizyolojik sorunlarına dair bulduğu (varsa bulduğu) çözümlere odaklansınlar. Örneğin, AIDS’e çare bulsunlar, kansere çare bulsunlar, veya henüz çaresi bulunmamış birçok başka tıbbi sorunun çaresini bulsunlar. Eğer bu konularda başarı sağlayabilirlerse, ancak ve ancak ondan sonra insanın sosyal ve psiko-sosyal boyutlarına el atsınlar. Bu boyutlara hiç el atmasalar daha iyi ya, neyse...

 

Sosyal psikolojik ve kültürel süreçler

Genetikle ilgili iddiaların halihazırda sadece varsayımlara dayandığını söylediğimizde, haklı olarak psiko-sosyal ve kültürel süreçlerle ilgili elimizde ne gibi somut bilgiler olduğu sorulacaktır. Ayrıntıya girmeden söyleyebilirim ki, varsayımlarla konuşmamıza gerek bırakmayacak kadar tatmin edici araştırma bulgusuna sahibiz.

En başta şu temel veriler dikkatimi çekiyor. Gey-lezbiyen oranı 2’ye 1 olarak çıkıyor araştırmalarda. Gerçi gey-lezbiyen grupların sözcüleri bu verilerin sağlıklı olmadığını, zira lezbiyenlerin deşifre olmadan, olmaya gerek duymadan yaşamlarını sürdürdüklerini söylüyorlar; bunun doğru olabileceğini kabul etmekle birlikte, eşcinsel yönelimlerin aynı zamanda bir erkek egemen yaşam biçimi protestosu olarak da ortaya çıktığını gördüğüm için, bu yönelimlerin erkek eşcinselliğinde daha yüksek oranlarda olduğunu da düşünme eğilimindeyim.

Dolayısıyla da tek başına bu 2’ye 1 oranının bakmamız gereken bir kültürel boyuta işaret ettiğini düşünüyorum.

Ayrıca, bir başka şey de bu konu bağlamında çok dikkat çekici geliyor bana. Dean Hamer, eşcinselliğin biyolojik kaynaklarını irdelerken, bu biyolojik kaynakların sadece erkek eşcinseller için geçerli olduğunu da iddia ediyor. Tuhaf bir şekilde, erkek eşcinselliğinin biyolojik kaynakları olduğu iddiasındaki Dean Hamer, lezbiyenliğin tamamiyle çevre etkisiyle kültürel süreçlerde oluştuğunu iddia ediyor. Bunun nasıl olabileceği doğrusu benim kavrayış ve anlama kapasitemi aşıyor. Böyle bir şeyin olabilirliğini, yani geylik için biyolojik kaynakların var olup, lezbiyenlik için bu kaynakların var olmamasını, anlamlı bir şekilde açıklayabilecek biri varsa, buyursun anlatsın bizlere.

Sempozyumda yaptığım, zaman sınırlılığı ve yasak sulara dalmanın bende yarattığı belirgin gerginlik nedeniyle de hiçbir şeye benzemeyen konuşmam sırasında en çok tepki aldığım konuya geldi sıra. Cinsel yönelimlerin değişebilirliği konusuna (değişimin kişinin kendi başına yaşayacağı doğal süreçlerle ve/ya psikolojik yardım –“terapi”- ilişkisi ile sağlanabileceğine). Her iki yönde de olabilecek bir değişimden söz ediyorum aslında. Yani, heteroseksüellikten homoseksüelliğe geçişin de her zaman ve her yaşta olabileceğini, homoseksüellikten heteroseksüelliğe geçişin de. Genetik belirlenimciliğin ve indirgemeciliğin ise bu iradi değişimlerin önünü kesiyor olduğunu görüyorum.

Tabii odaklandığımız konu itibariyle sadece homoseksüellikten heteroseksüelliğe geçiş hakkında konuşuyormuşum gibi algılanıyor rahatlıkla. Sempozyum konuşmam sırasında da maalesef bu algıyla oluşan refleks tepkilerle karşılaştım. Oysa vurgulamaya çalıştığım, ama o gün hakkıyla iletemediğim, cinsel ilgi ve yönelimin, cinsel kimliğin, ve cinsiyet rolünün, tüm toplumsal-kültürel etkilerle kuşatılmış olsak bile neticede bireysel seçimlerimizle ve kararlarımızla vücut bulan varoluşsal süreçler olduğuydu.

Meselenin özü şu: Birtakım araştırmalar gösteriyor ki, doğuştan olduğu düşünülen, genetik bir altyapısı olduğu düşünülen homoseksüellik, eğer kişi isterse, psiko-sosyal süreçlerle değişebiliyor. Bu psiko-sosyal süreçler bir yardım ilişkisi desteği ile de hayat bulabilir, kişinin kendi başına bu süreci yaşamasıyla da (“terapi” sözcüğüne başvurmuyorum; “yardım ilişkisi” demeyi tercih ediyorum; aslında, “terapi”nin orijinal anlamı, antik Yunan’da “eşlik etme, yardım etme, hizmet etme” imiş; “eşlik etme” özellikle en çok benimseyebileceğim anlamı; fakat günümüzde maalesef “terapi” “tedavi” ile eşanlamlı kullanılıyor ve “iyileştirme” odaklı yaşanıyor; bunu kabul edebilmem mümkün değil; orijinal anlamına dönebilme olanağımız olsa, ki artık yok bence, “terapi” sözcüğünü kullanmayı çok isterim; neticede bunun yerine “yardım ilişkisi” demeye devam edeceğim, en azından şimdilik).

Burada sadece iki kaynağa atıfta bulunacağım, bu değişimin olanaklı olduğuyla ilgili somut veriler sunan. Birisi, Joseph Nicolosi’nin “Erkek Eşcinselliğinde Onarıcı Terapi”(Reparative Therapy of Male Homosexuality) adlı 1991 tarihli kitabı. Kitabın başlığı hoşuma gitmedi, zira “onarım” vurgusu ortada “bozulmuş” bir şeyin olduğuna işaret ediyor, ki eşcinselliğin böyle görülmesini hiçbir zaman kabul edemem (tam da bu nedenle, yani işin içine “terapi” girince sürecin ahlaki zaafları ister istemez ortaya çıktığı için, mesleki pratiğimde bu tür uygulamalar içine girmeyi çok olağanüstü durumlarla karşılaşmadığım takdirde arzu etmiyorum). Fakat öyle ya da böyle bu değişimin olanaklılığını göstermesi açısından burada kaynak olarak atıfta bulunuyorum

İkinci kaynak çok daha temiz bir yaklaşım örneği sunuyor. 1970’li yıllarda eşcinselliğin psikiyatrik hastalıklar listesinden (DSM adlı teşhis el kitabından) çıkarılması için de yoğun mücadele vermiş olan Robert L. Spitzer’in çok yakın tarihli bir araştırması bu. “Homoseksellikten Heteroseksüelliğe Geçiş Yaptığını Söyleyen 200 Kişi” başlıklı araştırmayı ilk kez 2001 yılında bir kongrede sunmuş Spitzer ( 200 Subjects Who Claim to Have Changed Their Sexual Orientation from Homosexual to Heterosexual. Presentation at the American Psychiatric Association Annual Convention. New Orleans, May 9, 2001). Sonra da bu ay içinde “Cinsel Davranış Arşivi” adlı bilimsel dergide aynı çalışma yayımlanmış. (Archives of Sexual Behavior, Vol. 32, No. 5, October 2003, pp. 403-417).

Araştırma 200 kişiyle mülakatı içeriyor ve bu kişiler kendi başlarına homoseksüellikten heteroseksüelliğe geçiş yapmış ve en az beş yıldır da bu şekilde yaşayan kişiler. Spitzer’in eşcinselliğin psikiyatrik hastalıklar listesinden çıkması için mücadele vermiş birisi olması, konuya nasıl baktığını görmemize yeterli bence. Şunu söylemeye çalışıyorum: Bu türden değişimin olabilirliğini savunmak, insanın, muhafazakârların değişimi şart gören ve dayatan yaklaşımlarının içinde yer aldığı anlamına gelmez.

Tam da bu noktada şunu savunabilmeyi doğru buluyorum, hem kendi adıma hem eşcinsellerin sivil haklarıyla ilgili mücadele verenler adına: “Bunu seçtik, birileri nasıl erkek olmayı, kadın olmayı seçtiyse, biz de gey olmayı, lezbiyen olmayı, travesti, transseksüel olmayı seçtik; herkes de değişebilir, biz de. Ama istersek. Kimse kimseye bir şeyi dayatma hakkını kendine görmesin.”

Bu değişimin olabilirliğiyle ilgili verilerin benim için iki açıdan büyük önemi var: Bir, genetik iddiaları olduğu gibi çürütüyor; iki, her iki yönde de değişimin olabilirliğinin önü kapanmamış oluyor.

Konunun “ahlâki” boyutlarına hiç girmeye gerek görmüyorum aslında; fakat, hem sempozyum sırasındaki tepkilere hem de bu yazıyı okurken oluşabilecek olası tepkilere baktığımda, kısaca da olsa buna değinmem gerektiğini düşünüyorum. Çok temel bir şey olduğu için gereksiz yere yazıyorum duygusu taşıyorum ama yine de burada tekrarlamak gerek galiba: Bu “değişim” hiçbir koşulda genç veya yetişkine dayatılmamalı. Yukarıda  parantez içinde de ifade ettiğim üzere, mesleki pratiğime ilişkin bir tercih olarak da buraya not düşmek isterim ki, bu türden talepler bireysel iradeyle karşıma çıktığında bile, böylesi homoseksüellikten heteroseksüelliğe değişim amaçlı çalışmalara olağanüstü koşullar dışında girmeyi arzu etmiyorum.

Bu noktada şöyle bir “yanlış” kanıya da değinmek isterim. Bilhassa eşcinsel yönelimli dostlardan sıkça duyduğum bir argüman var: “Değiştim” diyene aldırmayın siz, o aslında hâlâ içinde bu yönelimi taşıyor. Ya da, sonradan heteroseksüellikten homoseksüelliğe geçiş yapanların, bu yönelimi sonradan edindikleri doğru değil, onlar aslında küçüklükten beri bunu içlerinde zaten taşıyorlardı, ancak şimdi ortaya çıkıyor.

Bu iki argümanın da herhangi bir geçerliliği olduğunu düşünmüyorum. En başta, insan varoluşunu kaba bir indirgemecilikle siyah-beyaz algılamanın kabul edilir bir yanını göremiyorum. Cinsel yönelimleri geniş bir “yelpaze” içinde değerlendirmemiz gerektiğini, bu yelpaze içinde de her türlü değişimin süreç içinde olabilirliğini görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Erkek veya kadın olmanın da binbir çeşidi var, bu iki ana cinsel yönelim dışında kalan cinsel yönelimlerin de.

Fakat yaşadığımız sosyal ve kültürel iklimler, bu “çeşitliliğe” ve “esnekliğe” genellikle pek sıcak bakmıyorlar (tam da bu nedenle, geylik-lezbiyenlik ve diğer cinsel yönelimlerin, hakim siyah-beyaz erkek egemen dünyayı dönüştürme gücünü çok ama çok önemsiyorum). Öylesine sıcak bakmıyorlar ki, en başta çocuk yetiştirme biçimlerimiz sürekli bu siyah-beyaz dünyayı besliyor.

Örneğin henüz iki ve üç yaşındaki çocuklara sorulduğunda bile, erkek ve kız çocukların özellikleri çok keskin ayrımlarla tanımlanıyor:

Hem erkek hem kız çocuklar, kızların özelliklerini şöyle tanımlıyor

-          oyuncak bebekle oynamayı sever

-          anneye yardım etmeyi severler

-          çok konuşurlar

-          hiçbir zaman vurmazlar

-          “yardıma ihtiyacım var” derler

-          büyüyünce hemşire ya da öğretmen olurlar

Hem erkek hem kız çocuklar, erkeklerin özelliklerini ise şöyle tanımlıyorlar:

-          arabalarla oynamayı severler

-          babaya yardım etmeyi severler

-          inşa etmeyi, yapıp bozmayı severler

-          “seni dövebilirim” derler

-          büyüyünce patron olurlar

« Son Düzenleme: 07 Kasım 2010, 10:49:48 ös Gönderen: alıntı »

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4381
    • Profili Görüntüle
Çocukların bu kadar erken yaşlarda bile bu cinsiyet rolleriyle ilgili kalıp yargılara ulaşabiliyor olması şaşırtıcı gelebilir birçoğumuza. Gelmesin. Çocuk doğduğu andan itibaren her türlü etkiye o kadar açık ki ve ebeveynler başta olmak üzere yetişkinler çoğu zaman farkında bile olmadan öyle çok mesaj iletiyorlar ki çocuğa, çocuk erken yaşlardan itibaren kültürel birçok şeyi öğrenmiş oluyor. Şaşırtıcı gelmesin dedim ama, ilk duyduğumda benim de çok şaşırdığım bir başka araştırma sonucu var. Yine üç yaşlarındaki siyahi çocuklara beyaz oyuncak bebek mi yoksa siyah oyuncak bebek mi istersin diye sorduklarında, çocukların verdikleri cevap beyaz oyuncak bebek oluyor.

Siyahi anne-babanın siyahi çocuğu, çevresinde de hep siyahi insanları görüyorken, neden beyaz oyuncak bebeği tercih etmiş olabilir dersiniz? Sebebi çok basit; çünkü beyazların egemen olduğu bir dünyada, TV'lerde de hep beyazların görüntüsüyle karşılaşan çocuk, bir de çevresindeki siyahi yetişkinlerin beyazların dünyasında alt konumda olduğunu fark ediyor ve beyazlık onun için arzu edilir bir şeye dönüşüveriyor. Amerikalı pop şarkıcısı Michael Jackson gibi siyahi sanatçıların tenlerini beyazlaştırmak için neler yaptığını gördüğümüzde bu hiç de yabana atılacak bir arzu olmasa gerek.

Bu erken yaşlarda oluşan tercihler bir başka konuyu da irdelememize zemin sağlıyor aslında. Eşcinselliğin doğuştan gelen bir şey olduğunu savunanlarca deniyor ki, biz kendimizi bildik bileli böyleyiz. Yani çevre etkisi, deneyimlerimiz, anne-baba tutum ve yaklaşımları, cinsel yönelimimizi belirleyen şeyler değil, biz doğuştan böyleyiz. Bu durumda sorulması gereken soru şu: Biz yetişkinler en erken kaç yaşımızı hatırlıyoruz? Beş? Dört? Üç? Üç yaşını ve öncesini hatırlayanımız var mı? Var mı sahiden ben iki yaşındayken de böyleydim diyecek biri?

O halde, üç yaş öncesini hatırlayamayacağımızda hemfikirsek, o ilk üç yılda yaşadığımız deneyimleri nereye koyacağız? Hiç yaşanmamış mı varsayacağız? Olabilir mi böyle bir şey? İşte yukarıda örneklerini verdim, üç yaşında bile çocuklar erkek ve kız olmaya çok farklı şeyler yüklüyorlar. Nasıl öğreniyorlar bunu? Doğuştan mı böyleler yoksa bu üç yıl içinde psiko-sosyal ve kültürel etkilenmeler sonucu mu bu değer yargılarını geliştiriyorlar? Sorunun cevabını vermeme gerek yok sanırım.

Başka ilginç bulgular da var cinsel ilgi ve yönelim, cinsel kimlik, ve cinsiyet rollerinin psiko-sosyal süreçlerle nasıl oluştuğunu gösteren.

Bu bulgulara geçmeden önce bir ara not olarak şunu da vurgulamak isterim: Cinsel ilgi ve yönelim, cinsel kimlik, ve cinsiyet rollerini birbirleriyle alakasız şeylermiş gibi değerlendirenlere çok sık rastlıyorum. Elbette bunların her biri ayrı şeylerdir, tek başlarına ele alınabilirler. Fakat bunların hiçbiri diğerinden bağımsız varolan unsurlar da değildir. Aralarında da belli bir tutarlılığın olması bireyin iç dengelerini koruması adına önem taşır. Tutarlılık derken, bir dönem sosyal psikolojide epeyce revaçta olan tutarlılık kuramlarının öne çıkardığı gibi bir tutarlılıktan söz etmiyorum. Biliyoruz ki, sözgelimi cinsel yönelimi temelde eşcinsel olan biri, toplumsal alanda erkek kimliğiyle yaşamını sürdürebiliyor. Yani cinsel yönelimi ve cinsel kimliği uyum içinde yaşamıyor. Fakat, bu tutarsızlık çok da rahat taşınan bir şey değil o birey açısından baktığımızda. Çeşitli zorlukları var. Belli bir “yabancılaşma” duygusunun da buna eşlik edeceği rahatlıkla söylenebilir. Neticede, bu tutarsızlıklar çok uç noktalarda yaşandığında, bireyin kişilik örüntüsünde de ciddi çatlaklar olabileceğini düşünmemiz gerek.

Bir yandan tam tutarlılık diye bir şeyin savunulamayacağını (böyle bir şey bireyin değişim potansiyelinin de önünü kapatır), bir yandan da uç noktalarda yaşanan tutarsızlığın bireyin yaşamını sekteye uğratacak dengesizlere yol açacağını söylemek yanlış olmaz sanırım. Dolayısıyla, başka birçok konuda olduğu gibi, cinsellikle ilgili konularda da, bu unsurları, yani cinsel ilgi ve yönelimi, cinsel kimliği, ve cinsiyet rollerini, birbirlerinden tamamen ayrı unsurlar gibi ele almayı doğru bulmuyorum. Bireyin varoluş serüveni içinde bu unsurların birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde hayat bulduğuna bakmanın insanı anlamamız için daha elverişli olduğunu düşünüyorum.

Gelelim yukarıda sözünü ettiğim bulgulara…

Büyüdükçe hem kızlar hem erkekler giderek artan sayıda cinsiyete göre rol benimseme seçimleri yapmakta. Ancak erkekler tutarlı bir şekilde daha fazla bu tür seçimler yaparlar. Neden? Çünkü, birincisi, iki cinsiyet için de “erkeksi” faaliyetleri, “kadınsı” faaliyetlere üstün tutan talihsiz bir eğilim var (erkek dünyasında yaşıyoruz, unutmayalım); ikincisi, birçok kültürde erkeklerde kadınsı davranışlara karşı tabular, kızlarda erkeksi davranışa karşı tabulardan daha kuvvetlidir (gene erkek dünyasında olduğumuzu hatırlayalım).

Bununla ilişkili bir başka bulgu: 4-5 yaşındaki erkek çocuklar, kimse seyretmediği zamanlar, yani bir yetişkin yanlarında olmadığı zamanlar, daha çok kadınsı oyuncak ve faaliyetlerle ilgileniyorlar (oyuncak bebekler, ruj ve ayna, saç tokalar vb.). Diğer yanda ise, kızlar için bir seyredenin olup olmaması pek bir fark yaratmıyor.

Babalar, özellikle erkek çocuk çocuklar söz konusu olduğunda annelere oranla daha fazla cinsiyete göre rol benimseme davranışlarından kaygı duyuyorlar. Oğulları “kadınsı” oyuncaklarla oynadığı zaman babalar tepki gösterirken ve hemen müdahale ederken, anneler tepki göstermiyorlar.

Tüm bunlar birleştiğinde çocuğun çok küçük yaşlardan itibaren cinsiyet rollerini ayrıştırmaya ve kendine uygun olanı da benimsemeye başladığını görüyoruz.

Tam da bu noktada “özdeşleşme” konusuna girmemiz gerekiyor. “Özdeşleşme” öyle sanıldığı gibi öncelikle “psikanalizin” konusu değildir. Tamamiyle sosyal psikolojinin ana konularından birisidir. Örneğin sosyal psikolojik araştırmalar gösteriyor ki, sıcak ve şefkatli yetişkinler, bu özelliğe sahip olmayan yetişkinlerden daha fazla taklit ediliyor. “Erkeklik” testlerinde yüksek puan alan erkek çocukların, babalarıyla daha sıcak ve sevecen ilişkileri olduğu görülüyor.

Anne baskın olduğunda, kız çocuklar babaya oranla anneyle çok daha fazla özdeşleşiyorlar, erkek çocuklar ise cinsiyet rolünü edinmede zorluk çekebiliyorlar.

(Bu bölümde yer alan psikolojik araştırmaların hepsi herkesin de rahatlıkla ulaşabileceği Sosyal Yayınlar’dan çıkan iki ciltlik Psikolojiye Giriş kitabında yer alıyor.)

Dolayısıyla, cinsel yönelimlerdeki farklılaşmanın da, çocuğun erken yaşlardan itibaren yetiştiği ortamdaki deneyimlere, bilhassa anne-babasıyla ilişkisinde neler yaşamış olduğuna bakarak anlaşılması mümkün.

Erkek bedenindeki çocuğun özdeşleşemediği bir erkek cinsiyet rolü ve kimliği, dişi bedenindeki çocuğun özdeşleşemediği bir kadın cinsiyet rolü ve kimliği, meseleyi bence özetliyor. Özdeşleşemediği dedim ama, belki daha doğrusu “özdeşleşmediği” demek olacak. Çünkü, bu farklı cinsel yönelimlerin aynı zamanda, geyler için bir tür erkeklik protestosu, lezbiyenler için de kadınlık protestosu olduğunu düşünme eğilimindeyim. Ben bu erkekliği kabul etmiyorum, istemiyorum, ben bu kadınlığı kabul etmiyorum, istemiyorum, diyor sanki gey ve lezbiyenler. Bu anlamda da, erkek egemen kültürde bu siyah beyaz cinsiyet rollere kendilerini hapsedenlere de ciddi bir tokat atmış oluyorlar, uyanmaları için.

Sonuç yerine uzatmadan diyebilirim ki, bu siyah-beyaz kurulan cinsel kimliklerin ve cinsiyet rollerinin ortasında, geylik ve lezbiyenlik, toplumların geleceği açısından çok önemli bir işlevi de üstleniyor, kimi zaman belki tam da farkında olmadan.

Tam farkında olsalar, “seçim” sözcüğünden bu kadar uzak dururlar mıydı, genetik iddialara bu kadar kendilerini kaptırırlar mıydı diye sorasım geliyor.

Seçimlerimiz, nerden geldiğimizi, nerede durduğumuzu, ve nereye yöneliyor olduğumuzu bilinçle değerlendirerek hayat bulabilir. Aksi halde, bunlara seçim de denemez.

Ele aldığım konunun tartışmalı kısımlarıyla ilgili satır aralarında görüşlerimi olabildiğince netleştirmeye çalıştığımı düşündüğüm için, yazıyı bitirirken bir özetleme yapmaya gerek duymuyorum ve okuyucuyu satır aralarını tekrardan dikkatli okumaya davet ediyorum.

 

 


psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4381
    • Profili Görüntüle