Gönderen Konu: psikanalitik gelişim teorisi  (Okunma sayısı 17302 defa)

alıntı

  • Global Moderator
  • Full Member
  • *****
  • İleti: 142
    • Profili Görüntüle
psikanalitik gelişim teorisi
« : 09 Ağustos 2009, 11:26:55 öö »
Dr. Murat BEYAZYÜZ
Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi 1. Psikiyatri Kliniği

Psikanalitik teorinin temel ilkelerinin üçüncüsü olan dürtüleri açıkladıktan sonra bir sonraki ilkeyi oluşturan varsayımın açıklamasına girişebiliriz. Bu aşamadan sonra cevabını arayacağımız soru dürtülerin kaynağı ve gelişiminin nasıl olduğudur. Bu sorunun cevabı ile de dördüncü ilke ortaya çıkacaktır. İnsan kişiliği zihinsel süreçler tarafından belirlendiği için zihinsel gelişime kişilik gelişimi de denebilir. Freud ve takipçilerinin kişiliğin nasıl geliştiği ile ilgili sorulara cevap arama gayreti psikolojiye önemli bir katkı yapmıştır. Freud kişiliğin hayatın ilk beş yılı içinde büyük oranda geliştiğini, daha sonra oluşan bu kişilik taslağında sadece küçük değişiklikler olabileceğini iddia eder. Tabii ki kati sınır olmamakla beraber beşinci yılını tamamlayan çocuk birçok değişim aşamasını, zihinsel yapılanmasındaki birçok savaşı geride bırakmış olur ve bundan sonraki dönemde kişilik dengeli bir duruma gelir, fakat bu geçici bir denge halidir, zira hepimizin etrafımızda gözlemleyebileceğimiz kadar açık bir değişim ve dinamizm dönemi de ergenlikle birlikte başlar ve bu dinamizm ivmesini kaybederek erişkinliğe kadar sürer ve erişkinlikte tekrar bir denge durumuna kavuşur. Psikanalitik gelişim teorisi insanın zihinsel gelişimi için altı dönem öngörür ve bu dönemler birbirini takip eden bir sıra ile insanın hayatında yaşanır, fakat bu dönemlerin birbirinden kesin sınırlarla ayrıldığını ya da bu dönemlerin başlangıç ve bitişinin kati bir yaş sınırına bağlı olduğunu söyleyemeyiz.

Oral Dönem
Psikanalitik gelişim teorisine göre kişilik gelişiminde “oral dönem” adı verilen ilk aşama, hayatın ilk bir, bir buçuk yılını kapsar. Adından da anlaşılacağı gibi, bu dönemde ağız dürtü boşalmasının esas aracısıdır, yani ağız, dil ve dudaklar başlıca haz organlarıdır. Hemen burada konuya küçük bir ara verip az önce kullanmış olduğumuz “haz” kavramının psikanalitik teorinin terminolojisi içindeki teknik anlamını ortaya koyma ihtiyacını duyuyoruz. Daha önce dürtülerin ortaya çıkardığı enerjinin bir gerilim oluşturduğunu, bu gerilimin boşaltılması gerektiğini, aksi takdirde zihinsel aygıt için tehlike olarak algılanacağını belirtmiştik. Bunu bir elektrik devresi benzetmesi ile de açıklamaya çalışmıştık. Zihinde herhangi bir yere bağlanmaksızın gerilim yaratan enerjinin boşalması ile o enerjiyi ortaya çıkaran dürtü tatmin olur ve bunun sonucunda da “haz” dediğimiz şey ortaya çıkar. Elektrik devresi benzetmesi ile açıklayacak olursak, devreye giren enerjinin yarattığı gerginlik, bu enerjinin bir şekilde, örneğin bir ampul vasıtası ile ışığa çevrilmesiyle devreyi terk eder ve elektrik devresi gerilimden ve dolayısıyla yanmadan kurtulur. Özetleyecek olursak, “haz” enerjinin boşaltılmasıyla gerilimin ortadan kaldırılmasıdır.
Oral dönemde ağız, dudaklar ve daha sonra devreye girecek olan dişlerin besinle teması sürecinde kişilik gelişiminin de ilk dinamizmi başlar. Oral dönemde ağız, dil ve dudaklar esas cinsel ve saldırgan organlardır ve her iki dürtü de bu organlar vasıtasıyla doyuma ulaşır. Oral dönemde iki dürtüye mal edebileceğimiz iki davranış türünün, yani ağza alma ve ısırmanın kişiliğin ilk prototipik özellikleri ile yakından ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bu iki davranışın erişkinliğe doğru projeksiyonlarını yapacak olursak, ağza alma davranışı ile elde edilen hazzın biçim değiştirerek bilgi edinme veya alışveriş ile elde edilmeye çalışılması söz konusu olabilirken ısırma davranışı ile tatmin edilen dürtünün ileride başkalarına karşı yıkıcı, kırıcı tepkilerle, iğneleyici bir mizah duygusu ile veya tartışma düşkünlüğü ile elde edilmeye çalışıldığını görebiliriz.
Oral dönemde, zihinsel işleyiş neredeyse tamamen bilinçdışının egemenliğindedir. Bilinçdışındaki dürtülerin hemen doyuma kavuşturulması, gerilimin ortadan kaldırılması gereklidir. Çocuk oral dönemde anne ile tam bir ortak yaşam ilişkisi içinde olduğu ve anne bütün dürtülerin doyurulma vasıtası olduğu için zihinsel enerjinin neredeyse tamamı annenin zihinsel imgesine yatırılır. Yani bu dönemde zihinsel enerji tomarı “anne” ile ilgili psikolojik nesneye bağlı kateksisten ibarettir. Bu dönemde ortada olan bağımlılık yaşamın ileriki evrelerinde de bir eğilim olarak varlığını sürdürür, kişinin kaygı yaşadığı veya kendini güvende hissetmediği dönemlerde tekrar ayan beyan hale gelebilir. Kişiliğin toplumsal yönü açısından bu dönemde sürekli alıcı konumda olan çocuk, bir taraftan almayı, istediğini elde etmeyi öğrenirken diğer taraftan da sürekli alan olmanın ikinci sonucu olarak vermeyi ve verebilmeyi de tanır.
Oral dönemde bakım veren annenin (veya onun yerine geçen kişinin) hayatın ilk yıllarında çocuğun ihtiyaç duyduğu bakımı vermesindeki eksiklikler veya bu bakımın verilmesindeki doğru olmayan tutumlar, çocuğun bütün gelişimini sekteye uğratabileceği gibi hayatın sonraki dönemlerini de etkileyebilir. Bu dönemdeki kusurlu organizasyonun ileriye doğru etkisi, “aşırı ağızcılık” olarak da adlandırılan aşırı bağımlılık, sürekli alıcılık, edilgenlik şeklinde olabilir. Ama bu dönemde verilmeyi ve dolayısıyla vermeyi de fazlasıyla öğrenebilen bir çocuk, annenin emziren rolünü benimseyip sürekli veren bir kişilik yapısı da geliştirebilir. Bunlardan hangisinin gerçekleşeceğini önceden kestirmek imkânsız olmakla birlikte, genetik, biyolojik ve çevresel şartların belirleyici bir rolünün olabileceği savı da güçlenen kanıtlarla desteklenebilir.
Oral dönemin sonuna doğru, bağımlı olarak başladığı hayatının, bağımlı olduğu kişilerce tutarlı bir biçimde korunması ve gözetilmesi sonucunda çocukta “özgüven” duygusunun gelişmesi beklenir. Bu dönemde gelişecek olan özgüven, erişkinlik döneminde kişinin kendisine ait zihinsel imajın da ana iskeletini teşkil eder.

Anal Dönem
Oral dönemin sonlanmaya başlarken, çocuğun, bağımlılıktan kurtulma yolunda ilk hamleleri başlar. Öncelikle kendi benliğini kendisi dışında kalanlardan ayrı ve farklı olarak algılama ile başlayan bu dönemde, bağımlılıktan kurtulma süreci, yavaş yavaş, yürüme, konuşma, bağımsızca düşünme ve davranma gibi bedensel gelişimin sunduğu imkânlarla da desteklenir. “Anal dönem” diye adlandırdığımız bu zihinsel gelişim evresinde sindirim kanalının diğer ucu, yani anüs, bu bölgedeki kasların istemli kontrol mekanizmalarının egemenliğine girmesi ile dürtülerin doyurulma organı haline gelmeye başlar. Anüs bölgesinde, fiile dökülen süreçler (dışkının tutulması ya da dışarı atılması) bilinçdışındaki dürtülerle yakından ilgilidir. Anüs bölgesindeki gerilimin dışkılama ile giderilmesi veya dışkının boşaltılmayıp tutulması haz veren etkinliklerdir.
“Anal dönem”de çocuk için ilk ciddi eğitim dönemi de başlar. Her yaştaki eğitimde olduğu gibi, bu dönemde de eğitimin verilme şekli önem arz eder ve bu dönemde çocuğa tuvalet eğitimi verenlerin tutumu kişilik gelişiminde önemli rol oynar. Çocuk, hayatının ikinci yılında dışkısını veya idrarını boşaltmaktan alacağı hazzı ertelemesi gerektiğini öğrenir. Çocuğun bu öğrenme sürecinde, çevrenin çocuğa yaklaşımına göre bazı kavramların zihinsel tasavvurları da şekillenmeye başlar. Çocuğun dışkısını veya idrarını tutabilmesi kadar doğru yerde bırakabilmesi mühimdir ve bu iki başarı da birbirine yakın derecelerde takdir edilirse dengeli bir doğru-yanlış terazisi de çocuğun zihninde oluşmaya başlar. Oral dönemde tamamen bilinçdışı diyebileceğimiz süreçlerle, kendi iç dünyasının kurallarıyla-belki de kuralsızlığıyla- yaşayan çocuk bu dönemde toplumun kabulleri ile tanışır; iyi, kötü, doğru, yanlış, ayıp, günah gibi kavramlar tam manalarıyla olmasa da çocuğun zihninde yer etmeye başlar ve bu protoplazmik değer yargıları ileride “vicdan”ı oluşturmak üzere yavaş yavaş katılaşmaya, şekillenmeye doğru yol alır.
Az evvel de belirttiğimiz gibi, bu dönemde çevrenin çocuğun tuvalet eğitimi konusunda takındığı tutum, çocuğun ileride sahip olacağı kişilik özelliklerine önemli etkilerde bulunur. Bu dönemin de ileriye yönelik projeksiyonları iki ayrı yön izleyebilir, çünkü bu dönemde çocuğa verilen tuvalet eğitimi yalnızca dışkının tutulmasını öğrenmekten ibaret değildir. Dışkısını tutmayı öğrenen çocuk, doğru zamanda ve doğru yerde dışkılamayı da öğrenir. Bu nedenle tuvalet eğitimi verenlerin katı ve cezalandırıcı tutumlar takınmaları, çocuk tarafından sadece dışkının tutulması gerektiği yönünde bir mesaj olarak algılanır ve çocuk cezadan korunmak için bedeninin izin verdiği ölçüde dışkısını tutar ve hatta çocuğun sindirim sitemi işlevleri de bundan etkilenir. Bu tutumların zihinsel süreçlerdeki etkileri de diğer davranış biçimlerini şekillendirir. Katı ve cezalandırıcı tutum nedeniyle çocuk “tutucu” kişilik özellikleri edinmeye başlar, bu sistem ile dürtü tatmini yoluna gitmeye programlanan çocuk ileriki hayatında baskıcı, inatçı, aşırı titiz, cimri, aşırı düzenli olabilir. Ama işler her zaman bu şekilde seyretmeyebilir. Çevrenin katı tutumuna ayak uydurmak yerine direnen çocuklar, dışkıyı en olmayacak yerlerde bırakma alışkanlığı da geliştirebilirler. Bu davranış biçiminin doğrudan doğruya anal dönemin bir özelliği mi yoksa çocuğun yeni karşılaştığı baskıcı tutum nedeniyle dışkı gibi bir probleminin olmadığı oral döneme bir geri dönüşü mü olduğu konusu tartışılabilir, ama biz bu davranış şeklinin oral döneme kaçış olsa bile anal dönemin bir özelliği olduğunu kabul edebiliriz, çünkü bu davranış anal dönemde gerçekleşiyorsa, oral dönemin dışkılama ile ilgili tutumlarının anal döneme taşınması da anal dönem içinde gösterilen bir tepkidir ve anal dönemde geliştirilebilecek davranış çeşitlerinden biridir. Tuvalet eğitimine karşı, dışkısını bırakma şeklinde tepki veren bir çocuğun gelecekteki tepkileri büyük oranda de bu dairede şekillenecektir. Sık ve çabuk tepki gösterme, yıkıcı, zarar verici davranışlar, öfke patlamaları, dağınıklık, düzensizlik bu özellikler arasında sayılabilir. Ayrıca bu davranış şekli ikili dürtü varsayımının cinsellik kutbundan ziyade saldırganlık kutbu ile de ilişkilendirilebilir. Katı ve cezalandırıcı tutumun kişiliğe iki ana etkisi anlaşıldıktan sonra, dışkının tutulması kadar bırakılmasını da özendiren bir tutumun, hatta bu ikisinden ikincisine daha çok ağırlık veren bir çevrenin çocuğun kişiliğine nasıl bir etkide bulunacağının anlaşılması zor değildir. İçinde birikenleri boşaltmak bir bakıma çocuğun ilk üretim fiilidir ve bunun teşvik edilmesi çocukta üretime yönelik bir kişilik özelliğinin de gelişmesinde rol oynayabilir. Övgüye mazhar bir dışkı üretme isteği ile katı tutumlara karşı tepkisel olarak ortaya çıkan dışkıyı bulaştırma isteğinin erişkinlikteki izdüşümleri birbirine benzer örtülere bürünebilir, mesela dışkıyı bulaştırma isteği tuvallere boyaları saçarak resimler vücuda getirme kılığına girebilir ve aynı kılık dışkı üretme isteği için de ideal olabilir. Bu ikisi arasındaki fark ancak psikanaliz çalışması ile ortaya çıkarılabilir, bu nedenle her ressam için tipik bir anal dönem özelliği öngörmek doğru bir yaklaşım olamaz.

Fallik Dönem
Üç yaşına doğru, dürtülerin doyumu için cinsel organlar aracı hale gelmeye başlar. Cinsel organlar da, daha önce oral dönem ve anal dönemde esas rolü oynayan organlar için söylediğimiz gibi, hem saldırganlık hem de cinsellik dürtülerinin doyumuna aracılık ederler, yani cinsel organlar dahi salt cinsellik dürtüsü ile sınırlı değildir. Gelişimin bu aşamasına “fallik dönem” adı verilir. Bu dönem, adını Yunancada penis anlamına gelen “phallus” kelimesinden alır ve bu döneme penisle ilgili bir isim verilmesinin sebebi, bu dönemde penisin hem kız hem de erkek çocuklar için başlıca ilgi nesnesi olmasıdır. “Fallik dönem”de çocuk farklı iki cinsiyet olduğunu fark ederek cinsel organlara dikkatini yoğunlaştırır ve farklı cinsiyetlerin farklı cinsel organlar tarafından belirlendiğini anlamaya başlar. Fallik dönemde cereyan ettiğini söylediğimiz iki süreç, yani cinsel organların dürtü doyumuna aracılık etmeye başlaması ile çocuğun farklı cinsiyetler olduğunu fark etmesi ve hatta kendi cinsiyetini tanıması arasında zamansal bir ilişki veya bir sebep-sonuç ilişkisi kurmak için psikanalitik teori ne yazık ki yeterince aydınlatıcı ve açık değildir. Böyle bir ilişki kuramasak da, biyolojik cinselliğin “kimlik” oluşumundaki esas rolünü bu dönemde oynadığını söyleyebiliriz. Fallik dönemde, artık kendisinin tamamen çevreden ve diğer insanlardan farklı bir varlık olduğunu idrak eden çocuk, artan merak duygusu ve öğrenme yetileri sayesinde bu varoluşuna da şekil vermeye başlar. Oral dönemde tamamen amorf olan kişilik, fallik dönemin katkılarıyla faz değiştirir ve var oluşun, ayrı bir varlık oluşun bilinci gelişirken “kişiliğin ve kimliğin nasıl olacağı” yönünde bir sorgulamanın getirileri ile mayalanır. Bu sorgulamanın etkisiyle çocuğun, kendi bedenine, cinsel farklılıklara, anne-baba rollerine, çevredeki insanların arasındaki ilişkilere, hâsılı çevredeki her şeye karşı bir merak ve öğrenme arzusu doğar. Fallik dönemdeki öğrenme ile anal dönemdeki öğrenmenin birbirinden tamamen farklı olduğunu da vurgulamak gerekir, zira anal dönemdeki tuvalet eğitimindeki öğrenme sürecinde çocuk tamamen pasif bir konumdadır ve bilgiyi de tıpkı anne sütü gibi, herhangi bir muameleye tabi tutmaksızın, olduğu gibi almak ve kabul etmek zorundadır; fallik dönemdeki öğrenmede ise çocuk öğrenme sürecinde çoğunlukla aktiftir; sorular sorar, eşyaları karıştırır, etrafını inceler, gözlemler yapar, sorularına bulduğu cevapların doğruluğunu sınar ve elde ettiği sonuçları hızla biriktirmeye başlar. Bu yaşlarda öğrenilen cinsel ayrılıklar ve cinsiyete mahsus roller ile cinsel kimlik duygusu gelişir ve insan yavrusunun toplumsal hayata adaptasyonu için önemli bir mesafe kat edilir. Tuvalet eğitimi ile birlikte oluşumu başlayan iyi-kötü, doğru-yanlış, sevap-günah terazileri cinsellikle ilgili yasaklar ve değerlerin öğrenilmesiyle güçlenir. Ama burada da çevrenin takınacağı tutum gelecekteki kişilik için belirleyici olabilir. Şöyle ki, bu dönemde cinsel organları hedef alan tehditler, suçlamalar veya ceza söylemleri, ileride meydana gelecek çekingen, girişkenlikten uzak, ürkek bir kişiliğin temelini atar. Aynı şekilde ekseriyetle erkek çocuklar için geçerli olmak üzere, cinsel organlara, penise, atfedilen yüksek değer, erkekliğin bir cinsiyet çeşidi değilmiş de bir üstünlükmüş gibi empoze edilmesi de gelecekteki arsızlığın, gözü karalığın, sosyal uyum bozukluklarının, empati yoksunluğunun da sebebi olabilir. Kız çocuklarda da namus kavramının adım başı dile getirilmesi, sürekli korunması gereken ve hatta sürekli tehdit altında bir cinsel organ tasavvurunun gelişmesine neden olarak, örneğin, edilgen, ürkek, etrafını sürekli benliğine yönelik bir tehdit olarak algılayan bir kişiliğin oluşmasına yol açabilir. Burada verdiğimiz örneklerin sadece basit taslaklar olduğunu, kişilik gelişiminin çevreden ne şekilde ve ne derecede etkileneceğinin birçok faktör tarafından belirlendiğini, bizim burada diğer değişkenleri sabitleyerek, konunun anlaşılması için iki boyutlu akıl yürütmeler yoluyla bu örnekleri verdiğimizi belirtmemiz gerekir.

(devamı var)
« Son Düzenleme: 08 Ağustos 2010, 10:47:45 ös Gönderen: alıntı »

alıntı

  • Global Moderator
  • Full Member
  • *****
  • İleti: 142
    • Profili Görüntüle
Ynt: psikanalitik gelişim teorisi
« Yanıtla #1 : 09 Ağustos 2009, 11:27:49 öö »
Ödipus Kompleksi
Fallik dönem, psikanalitik teorinin en temel kavramlarından biri olan Ödipus Kompleksi’nin de ortaya çıktığı dönemdir. Freud, psikanalitik çalışmasının erken safhalarında, bazı hastalarının bilinçdışı süreçlerinde, karşı cinsten olan ebeveyne yönelik ensest arzuların, aynı cinsten olan ebeveyne karşı ise saldırgan arzuların bulunduğunu ortaya çıkarır ve o dönemde psikanalitik teori hasta analizlerinden elde edilen verilerle ilerlediği için Ödipus kompleksinin sadece anormal zihinsel işleyişle ilgili olduğunu düşünür. Daha sonraları ise bu kompleksin normal gelişimin bir parçası olduğunu, teorisinin hastalar kadar sağlıklı insanları da kapsadığını öne sürer. Psikanalitik teoriye göre ebeveyne yönelik bu tür istekler ve bu isteklerin sebep olduğu çatışmalar ile ortaya çıkan zihinsel süreçler bütün insanlar tarafından yaşanır.
Ödipus kompleksi, farklı cinsten olan ebeveyne karşı cinsel duyguların ortaya çıkması ve bu cinsel duyguların nesnesine daha yakın konumda olan aynı cinsteki ebeveyne karşı ise saldırgan duyguların baş göstermesi ile başlar. Hatta, bu kompleks bu söylediğimizin tam tersi şeklinde de cereyan edebilir, yani aynı cinsten olan ebeveyne karşı ensest duygular ve karşı cinsten olan ebeveyne karşı saldırgan duygular da ortaya çıkabilir ve bu duruma da “Ters Ödipus Kompleksi” denilir. Böyle bir iddia, kulağa ilk çalındığında ilkinin uyandırdığı hayreti, dehşet duygusuna çevirebilir belki, ama bütün bu söylenenlerin saçma olduğunu düşünmeden önce çocukların zaman zaman ne kadar saçma istekler dile getirdiklerini, oyunlarındaki anlamsız gibi görünen hareketlerini ve kurgularını düşünürsek belki bu dehşet duygusunun yerine daha rasyonel bir tutum koyabiliriz. Ödipus Kompleksi, ebeveyne karşı çocuğun zihninde gelişen çift yönlü bir dürtü ve duygu sürecidir. Kompleksin bir tarafında, saldırganlık dürtülerinin hedefi olan babayı ortadan kaldırma ve annenin yanında babanın yerini alma isteği yer alırken diğer tarafında ise bu defa anneye yönelen saldırgan dürtülerin etkisi ile anneyi bertaraf etme ve babanın yanında annenin işlevlerini görme isteği yer alır.
Prefallik, preödipal olarak da adlandırılan fallik dönem öncesi durumlarda olduğu gibi fallik dönemin başında da en yüksek oranda kateksis annenin zihinsel imajına bağlıdır. Fallik dönemin başında çocuk kendi bedeninin de çok farkında olmadığından annenin zihinsel tasavvuruna bağlanan zihinsel enerji kendi beden imajına bağlanan enerjiden bile çok daha fazladır. Anneye bağlanan bu yüksek miktarda kateksis nedeniyle hem kız çocuk hem de erkek çocuk, anneyi paylaşmak zorunda kaldıkları babanın zihinsel imajına libido yerine destrudo dediğimiz saldırganlık dürtüsünden kaynaklanan enerjiyi bağlar. Bu süreç erkek çocukta ekseriyetle bu şekilde devam ederken ödipal dönemde kız çocuk için bu durum değişiklik gösterir.
Erkek çocukta, bu döneme kadar her türlü dürtüsel gerilimini gideren annenin bütün sevgisini ve beğenisini kazanma, bunun için de babanın tam olarak yerini alma, babanın anneye verdiklerini verme isteği ortaya çıkar Erkek çocuk büyümüş olduğu, anne için babanın gördüğü fonksiyonu görebileceği düşüncesi içindedir. Çocuğun, anne ve baba arasında geçenleri doğuştan bildiğini iddia eden teorisyenler olmakla birilikte baştan beri söylediğimiz gibi, çocuğun cinsel ilişkinin şeklini bilmesi cinsel dürtülerin doyumu için şart değildir. Çocuk, fizyolojisinin bir sonucu olarak bedeninin gösterdiği tepkilerden, anne ile olan duygusal temasında hazzın hangi organı tarafından beynine iletildiğini fark eder. Çocuk ve yetişkinlerin psikanalizlerinden çocukların anne-baba arasında geçen cinsellikle ilgili hayallerinin oldukça çeşitli olduğu bilgisi elde edilmiştir. Her gece babanın yaptığı gibi, anne ile bir odaya kapanmak dahi cinsel bir fantezi olabilir. Fallik dönem ilerledikçe, çocuk cinsel organının ne şekilde uyarıldığını ve kendisine haz verdiğini öğrenir ve fantezileri de, cinsel organına dokunulması, cinsel organını gösterme şeklinde değişim gösterebilir. Çocuğa göre, baba yaptığı için yapılması gereken bir diğer önemli görev de anneye bir bebek verebilmektir ve çocuğun nasıl dünyaya geldiği ile ilgili yoğun merak ve hayaller bu dönemin karakteristiğidir. Bunu çocukların bu dönemde sordukları sorularda da görmek mümkündür. Çocuğun anne ile ilgili bu isteklerinin yanında, zihninde rakip olarak gördüğü babaya ve hatta yine anneyi paylaşmak zorunda kaldığı kardeşlerine karşı da onları ortadan kaldırma isteği ortaya çıkar. Anneye yönelik cinsel dürtülerden köken alan duygular ve babaya karşı kıskanç ve öldürücü istekler çocukta bir takım zihinsel çatışmaların ortaya çıkmasına sebep olur. Her ne kadar babaya karşı devasa nefret ateşleri iç dünyada yansa da bunların akislerinin dışarıdan görülmesi tehlikeli olabilir ve çocuk bu nefretinin hedefi olan babanın üstünlüğünün, gücünün, kudretinin farkında olduğu için sürekli babasından bir tehlike gelebileceği kaygısı içindedir. Bu gelişim döneminde, çocuğun zihinsel gezegeninde olup bitenlerden bihaber olan babanın cezalandırıcı tutumlar benimsemesi çocuğun kişiliğinde önemli etkiler yapar. Kendi kıskançlığının doğurduğu nefrete bir yol çizemeyen çocuk, babasında da kendisine karşı aynı nefretin olduğunu farz eder ve “saldırgan” babanın intikam almasından korkar. Babadan gelecek intikam hamlesinin de bütün bu sürece sebep olan cinsel organlarına yönelik olacağı, bu dönemde cinsel dürtülerin aracısı olan cinsel organlarının babası tarafından ortadan kaldırılacağı endişesini yaşar. Psikanaliz teorisinde bu duruma “iğdiş edilme kompleksi” (“kastrasyon kompleksi”, “Hadımlık kompleksi”) adı verilir. Çocuğun etrafta penisi olmayan insanları, yani kadınları gözlemlemesiyle de bu korku rasyonelleşir. Bu dönem içindeki çocuklar üzerinde yapılan gözlemler, ödipal dönemdeki erkek çocukların sık sık cinsel organlarını kontrol etmelerinin, penisleriyle oynamalarının, penislerini göstermek istemelerinin ve hatta penisle ilgili konuşmaktan hoşlanmalarının altında, penisin varlığının, yerinde durduğunun, yani kesilmediğinin tasdik ettirilmesi ihtiyacının olduğunu düşündürmektedir. Çocuk bazen penisle ilgili bu korkusunu vücudunun başka organlarına da yansıtabilir; vücudundaki küçük rahatsızlıklar, yaralanmalar, ağrıya sebep olan durumlar karşısında büyük kaygılar duyabilir. Bu kaygılar da ileride, vücuda yönelik hafif hassasiyetlerden, “hastalık hastalığı”na kadar birçok zihinsel rahatsızlığa eğilimli bir zihinsel yapının gelişmesini kolaylaştırabilir. Keza iğdiş edilme korkusunun yansımaları çocuğun karşı cinsten yaşıtlarıyla ilişkilerinde de görülebilir. Kız çocuklar hakkında, işledikleri bir kabahat nedeniyle penislerini kaybettikleri kanaatine varan bir erkek çocuk, kızları aşağılık ve değersiz gördüğü veya onların kaderine ortak olmaktan çekindiği için kızlardan uzak durabilir ve bu tutum yetişkinlikte de devam edebilir.
Babadan gelebilecek tehlike yüzünden kendi istek ve arzuları ile başı derde giren çocuk diğer taraftan da bu istek ve arzularının annesinin ilgi ve sevgisinin azalmasına yol açmasından korkar. Bütün bu korkularla baş edemeyen çocuğun yapabileceği çok fazla şey yoktur, bu korkulara sebep olan arzularından kurtulması gerekir ve bilinçdışı, bütün zihinsel süreçlerin adeta bodrumu olduğundan, çocuk bütün bu arzularını bastırarak bilinçdışına uğurlar. Dürtülerin küçümsenemeyecek gücü böyle bir bastırma manevrası sırasında her şeyi alt üst edebilir. Anneye duyulan arzu ile babaya duyulan nefret ve intikam istekleri bastırılırken zihinsel enerji yatırımlarında ciddi bir değişiklik ortaya çıkar. Daha önceki kondansatör örneğimiz üzerinden anlatacak olursak, “anne” adlı kondansatöre bağlanmış olan “libido” tipi enerji ve “baba” adlı kondansatöre bağlı olan “destrudo” tipi enerji geri çekilir, ama bu enerjiler herhangi bir şekilde boşalamadığı için ve önceki dağıtım elektrik devresini tehdit ettiği için yeni enerji dağılımı alternatifleri devreye girer. Anneye sahip olma isteğinin reddedilmesi ile birlikte anneye saldırgan dürtülerin enerjisi bağlanır, yani bir bakıma kedi uzanamadığı ciğere “murdar” der. Bununla beraber daha önce babaya karşı duyulan nefret ve onu ortadan kaldırma isteklerinin yerini, babanın kudretiyle baş edilemeyeceğinin idrak edilmesi ile birlikte baba tarafından sevilme ve babanın önem verdiği annenin tehlikeden uzak konumuna sahip olma isteği geçer. Bu şekilde de gerilim çözülemez, çünkü baba için annenin yerini almak, kadın olmak, yani cinsel organdan yoksun olmak manasına gelir, dolayısıyla bu istekler de iğdiş edilme korkusunu körükler. O halde bu duyguların da bastırılması gerekir. Erkek çocuk, gerek bedensel, gerek cinsel yönden yeterli olmadığını fark ettiğinde bütün bu zihinsel çatışmaları, arzularını bastırarak veya daha sonra bahsedeceğimiz çeşitli “savunma mekanizmaları” kullanarak bertaraf eder. Babayla dövüşmek yerine ona benzemeye çalışan erkek çocuk, onunla özdeşleşme yoluna gider ve annesini babasına bırakır ve zamanı gelince kendi kadınını bulma düşüncesiyle Ödipal açmazdan çıkar. Daima bir saldırgan olarak görülen babayla kurulan bu özdeşim sayesinde çocuğun annesine karşı beslediği arzuların yerini daha masum ve sınırlandırılmış sevgi duyguları alır. Bu sürece psikanalizde “Saldırganla özdeşim” denir.
Normal dediğimiz durumlarda erkek çocuklar ödipal dönemi bu şekilde atlatırlar. Kız çocuklardaki ödipal gelişimin farklı seyri ise şöyle olur. Kız çocukta, annesi için erkek rolü oynama isteği iğdiş edilme korkusuna yol açmaz, çünkü başlangıçta bir penise sahip değildir. Enerjisinin neredeyse tamamını yatırdığı annesi için babadan daha iyi bir erkek olabilme yeterliliği, penis eksikliği nedeniyle kendisinde bulamayan kız çocuğu, bu gerçeği idrak ettikten sonra kendisini eksik ve aşağı hisseder. Bu utanç duygusu beraberinde, kendisindeki eksikliğin doğurduğu bir kıskançlığı getirir. Buna psikanalizde “penis kıskançlığı” denir. “Penis kıskançlığı” erkek çocuklardaki “iğdiş edilme korkusu”nun kız çocuklardaki karşılığıdır. Kız çocuk için bu noktadan itibaren kondansatörlerdeki enerji dağılımında dalgalanmalar başlar. Öncelikle anneye yatırılan “libido” enerjisi, annenin kendisini eksik bir biçimde dünyaya getirmiş olduğu düşüncesi ile “destrudo”ya dönüşür, yani kız çocuk annesinden nefret etmeye başlar. “penis kıskançlığı” ile başlayan umutsuzluk ve öfke duyguları nedeniyle anneden koparılan “libido” türü enerji mecra değiştirir ve babaya yönlendirilir, annenin yanında babanın yerini alamayacağını kabullendikten sonra, babanın yanında annenin yerini alma isteği duyar. Bu isteklerin dışavurumu olan çocuksu davranışlar da engellenince bu arzular da bastırılır ve kız çocuk sıklıkla sevgi nesnesi olarak tekrar anneye döner. Bu gelişim döneminin çocuğun zihin topografisine yaptığı etkiler, ömür boyu sürecek olan bilinçdışı çatışmalara sebep olur. Kız çocuk, bir penise sahip olma isteğine karşı büyüyüp erişkin olduğunda dahi devam edecek bir direnç gösterir. Penis yokluğunun yarattığı gerilim çocuk sahibi olma ile ödünlenebilir. Erkek bir çocuk dünyaya getirmek de bu gerilimin çözülmesine büyük katkıda bulunur.
Ödipus kompleksinin çözüme kavuşturulması sürecinde çocuk, toplumun kabulleri ile de daha yakın bir biçimde yüz yüze gelir. Baba korkusu veya kız veya erkek çocuktaki ödipal arzuların doğurduğu sevgiyi kaybetme korkusu ile birlikte toplumsal vicdandan da korkmaya başlayan çocuk toplumun değer yargıları doğrultusunda vicdanını da şekillendirir.
Ödipus kompleksi hayatın beşinci yılının sonuna doğru çözümlenir yahut da bu dönemin arzuları bastırılır. Tabii ki her gelişim döneminde olabileceği gibi ödipal dönemde de bir takım aksaklıklar veya normalin marjları dışına taşan durumlar yaşanabilir. Bu tip durumlar da erişkinlikteki kişilik özelliklerinde potluklara yol açabilir. Fallik dönemde ödipal kompleksi çözüme kavuşturamayan veya yeterli düzeyde bastıramayan kişilerin hayatında bir takım ödipal eğilimler bilinçli ya da bilinçdışı olarak görülebilir ve bunlara karşı da çeşitli savunma mekanizmaları geliştirilebilir. Bu türden eğilimlere yukarıda birkaç örnek vermiştik. Bu örnekleri burada tekrar etmek yerine, ödipal dönemin ve bu dönem içinde yaşanan Ödipus ve iğdiş edilme / penis kıskançlığı komplekslerinin gündelik hayattaki birçok davranışımızla, ilişkilerdeki tutumlarımızla, iş hayatımızla, otorite ile olan ilişkilerimizle ve hatta devlet ve kanunlar ile olan ilişkilerimizle yakından ilgili olduğunu söyleyerek fallik dönemle ilgili açıklamalarımızı noktalayabiliriz.

(devamı var)
« Son Düzenleme: 08 Ağustos 2010, 10:47:59 ös Gönderen: alıntı »

alıntı

  • Global Moderator
  • Full Member
  • *****
  • İleti: 142
    • Profili Görüntüle
Ynt: psikanalitik gelişim teorisi
« Yanıtla #2 : 09 Ağustos 2009, 11:29:21 öö »
Gizil Dönem
Hayatın beşinci yılından itibaren fallik/ödipal dönem kapanmaya başlar ve kişilik gelişiminde cinselliğin neredeyse tamamen uykuya daldığı bir dönem başlar. Cinsel dürtülerin açık işaretlerinin olmaması, bir nevi cinselliğin bir köşeye gizlenmesiyle belirlenen bu döneme “gizil dönem” (latans dönemi / latent dönem) adı verilir. Bu dönem on, on iki yaşına kadar sürer. Aslında “gizil dönem” bilinçdışı süreçlerin geçici bir sükûnete kavuştuğu, buna mukabil bilincin hâkimiyetindeki işlevlerin ise son derece aktif olduğu bir dönemdir. Bu yaşlar arasında çocuğun hem bedensel hem de zihinsel gelişiminde önemli mesafeler kat edilir. Biyolojik gelişimle paralel bir biçimde çocuğun algılama kabiliyeti artar, bellek güçlenir, muhakemesi olgunlaşır ve bu sayede çevreyi, dünyayı, evreni, soyut ve somut kavramları, toplumu, kuralları, insanları daha olgun bir biçimde tanıyarak gerçeğe uygun biçimde bir yorum sürecine girer. Bu dönemde çocuk için okul gibi yeni bir pratik sahası da devreye girer, ama şunu belirtmek gerekir ki, okul gizil dönemin ne sebebi ne de gizil dönemin belirleyicisidir; okul sadece sözünü ettiğimiz gelişimin gerçekleşmesine önemli katkılarda bulunur, dünya algısının şekillenmesine katkı sağlar. Bunu şunun için belirtiyoruz ki, okula gitmeyen çocuklarda benzer bir gelişim süreci, okula gidenlerle karşılaştırıldığında belki bir takım unsurların güdük kalmasıyla da olsa, yaşanır. Biyolojik gelişim gizil dönemde uzunlamasına bir belirleyici rol oynadığı gibi, bir sonraki gelişim basamağının da başlangıcını belirler. Gizil dönem ergenliğin başlamasıyla birlikte sona erer ve Psikanalitik gelişim teorisinin en uzun dönemi olan “genital dönem” (Ergenlik Dönemi) başlar.

Genital Dönem (Ergenlik Dönemi)
Biyolojik olarak cinsel fonksiyonların gelişmesiyle birlikte bir takım dürtülerin tekrar uyanışa geçtiği bu dönemde gizil dönem öncesindeki dönemlerde yaşanan çatışmalar, yönelimler, zihinsel gerilimler tekrar gündeme gelir. Ödipal duygular gerçekle ve toplumla bağdaşık şekilde algılanan dünyaya göre yeniden şekillenerek de olsa alevlenir. Önceki dönemlerde tamamen kendisini merkeze koyarak dürtülerini tatmin etme yoluna giden çocuk, ergenlikte zihinsel enerjisini aktaracağı yeni ve gerçek nesneler bulur. Cinsel çekicilik kavramı da bu dönemde ortaya çıkar. Ödipus kompleksinin etkilerinin belirleyeceği bir şekilde karşı cinsle ilişkiler başlar. Toplu faaliyetlere ilgi ve uyum, meslek seçimi, hayat planlama, ideallerin oluşması, yuva kurmaya yönelik düşünceler hep bu dönemde gündeme gelir ve bunların tamamı önceki dönemlerin nasıl yaşandığıyla yakından ilişkilidir.  Ergenlik dönemi, oral, anal ve fallik dönemlerde rafa kaldırılan dosyaların tekrar raflardan indirilmesinin ve bu davaların kesin sonuçlara bağlanmasının gerekli olduğu dönemdir. İçeriden baş kaldıran ve dışarıdan hayatın etkisiyle üstüne çullanan bunca sorun karşısında ergenin bir iktidar kurması gerekir. Tabii ki bu çok kolay değildir. birçok genç bu dönemde ciddi problemler yaşayabilir, hatta bu problemlerden bazıları uzun süre devam edebilecek bir takım ruhsal hastalıklara da dönüşebilir.
Genital öncesi dönemlerin belirlediği kalıplar içinde, ergenlik döneminde kişiliğin unsurları katılaşır ve nihai şeklini alır.

Dürtülerin nasıl geliştiği ve şekillendiği sorusuna cevap verebilmek maksadıyla anlattığımız bu gelişim teorisinin ışığında tekrar dürtüleri, dürtülerden kaynaklanan zihinsel enerjiyi ve bu enerjinin yatırıldığı nesneleri ele alacak olursak; bir gelişim döneminde herhangi bir nesneye ve dürtü doyurma biçimine bağlanmış olan zihinsel enerji, bir sonraki dönemde bu nesnelerden yavaşça ayrılır ve yeni dönemin nesnelerine ve doyum araçlarına doğru kayar. İnsanın gelişimi boyunca zihinsel enerji nesneden nesneye bir akış durumundadır. Fakat önceki nesnelere yatırılmış enerjinin tamamının çekilip yeni nesneye aktarıldığını söyleyemeyeceğimiz gibi, önceki nesnedeki enerjinin ne kadarının yeni nesneye aktarılacağını da bilemeyiz. Eski nesnede bir miktar enerji kalır ve bu kalan enerjinin miktarı davranışlarımızdaki bazı yönleri belirleyebilir. Bu belirleyicilik, soyut bir ifadeyle, dikkat çekici boyutta ise bu normal dışı olarak nitelendirilebilir. Hemen bir örnekle açıklamaya çalışalım. Bir kişinin oral dönemde anne nesnesine bağladığı enerjinin daha sonra yeni nesnelere doğru kaymadığını düşünelim, bu kişi yetişkinlikte de, anne nesnesine bağladığı zihinsel enerji nedeniyle başka ilişkileri başlatmakta ve sürdürmekte zorlanıyorsa bunu normal dışı olarak görebiliriz. Psikanalitik teoride döneme özgü zihinsel nesnelere yatırılan enerjinin dönemin değişmesiyle birlikte yeni nesnelere yeterli seviyede aktarılamadığı durumlara “saplanma” (fixation) denir. Verdiğimiz örnekteki kişinin oral döneme, dolayısıyla zihinsel enerjisinin oral dönem nesnelerine saplandığını söyleyebiliriz. Her ne kadar normalde de bütün ilksel nesnelere bir miktar enerji saplanmış olarak kalsa da, “saplanma” terimi genellikle normal dışı bir durumu anlatmak için kullanılır.
Gelişim dönemleri boyunca zihinsel enerjinin ileriye doğru, yeni zihinsel nesnelere kaydırıldığını söylediysek de, zihinsel enerjinin akışı her zaman lineer ve tek yönlü değildir. Zihinsel enerji, çeşitli faktörlerin devreye girmesiyle, bazen geriye doğru, yani eski nesnelere doğru da kayabilir. Zihinsel enerjinin yeni nesnelerden çekilip tekrar eski nesnelere bağlanmasına “Gerileme” (regression) denir. Saplanmadan farklı olarak, gerilemede yeni nesneye yatırılmış bir enerjinin geri dönüşü söz konusu olmakla beraber, gerileme saplanma ile yakından ilişkilidir, zira gerileme genellikle saplanılmış, kendisindeki enerji hiçbir zaman yeterli seviyede yeni nesneye aktarılamamış olan nesneye doğru olur. Yeni nesneler veya yeni doyum araçları eskileri kadar haz vermezse eski nesneye doğru kısa devreyi tamamlayacak biçimde bir enerji kaçışı olur.

Zihnin Yapısal Modeli
Buraya kadar anlattıklarımızın ışığında insan zihninin bir şemasını çizecek olursak karşımıza nasıl bir şekil çıkar? Bu sorunun cevabını verirken, bir diğer varsayımı da ortaya koymuş olacağız: Yapısal zihin modeli.
Psikanalitik teorinin, anlatmaya çalıştığımız varsayımları gözümüzün önünde yalnızca “bilinçlilik” sınırı ile bölünmüş bir zihin şeması canlandırıyor ve bütün zihinsel süreçlerin bilinçli veya bilinçdışı olduğu yönünde bir kanaat uyandırıyor, fakat bütün süreçler bu ayrım çizgisi ile belirlenmiş değildir. Freud’un da sonraları fark edip vurguladığı diğer bir ayrım çizgisi de “bilinç öncesi”ni “bilinç”ten ve “bilinçdışı”ndan ayıran sınırdır. Freud, birbirinden deneysel olarak da ayrı olduğu gösterilebilen iki farklı “bilinçli olmayan süreç” olduğunu göstermiştir. Bunlardan ilki, bilince çıkması daha kolay olan, adeta bilincin elinin ulaşabileceği yerde ama elinde olmayan süreçlerdir. Unuttuğumuz şey tamamen bilinçdışına atılmış bir şey değildir, bilince yakın bir noktada, bilincimizin ona ulaşabilmek için küçük bir efor sarf etmesini gerektirecek bir konumda yerleşmiştir. İşte bu konuma “bilinç öncesi” diyoruz. İkinci süreç ise tamamen bilincin ulaşamayacağı noktada konumlanmış olan, bilincin dikkati ile ulaşılıp bilinç seviyesine çıkarılamayan süreçlerdir. Bu süreçlerin bilince çıkması zihinsel işleyişte bazı kuvvetler tarafından güçlü bir biçimde engellenir. İşte “bilinçdışı süreçler” ifadesi bu süreçler için kullanılır. Bu durumda bilinçli olmayan süreçler arasındaki bu farklılık bu süreçlerin yapısal bir zihin modelindeki yerleşiminde de belirleyici olacaktır ve bilinç öncesi dediğimiz sürecin bilinçdışından çok bilince yakın bir noktada düşünülmesi gerekir.
“Yapısal Zihin Modeli” adı verilen modele göre, insan zihni üç temel birimden oluşur: İd, ego ve süperego. Bu birimlerin nasıl ve nereden geliştiğini anlatmadan önce, bu birimlerin gördüğü işlevleri birer cümleyle anlatırsak, birimlerin nasıl geliştiği ile ilgili savlar daha rahat anlaşılabilir. “İd”, daha önce bahsettiğimiz dürtülerin konumlandığı yer olarak düşünülebilir. “Ego”, insanın gerçek dünya ile ilişkisini yürüten, bu dünyanın gereklerine göre davranmayı belirleyen birimdir. “Süperego” ise, değer yargılarını, ahlaki önyargıları, “vicdan” diye de adlandırdığımız, doğru-yanlış kavramlarının, zaman zaman gerçeklikten uzak bir biçimde de olsa kendi kendini yargılama mekanizmalarının organıdır.

İd
Dürtülerin doğuştan geldiğini varsayan psikanalitik teoriye göre, dürtülerin hegemonyasındaki zihin alanı olan “id”, insanın doğarken beraberinde getirdiği birimdir. Hatta insan doğduğunda, “id” aynı zamanda zihinsel aygıtın tamamıdır. Buradan da rahatlıkla anlaşılabileceği gibi diğer birimler, yani “ego” ve “süperego” sonradan gelişir. Dürtülerin konumlandığı yer olduğu için “id” aynı zamanda daha önce de bahsettiğimiz zihinsel enerjinin de kaynağını oluşturur ve bu kaynak diğer iki birimin de ihtiyaç duyduğu enerjinin meydana çıktığı yerdir. Nesnel gerçeklerle bağı olmayan, tamamen kendi kuralları (veya kuralsızlığı) çerçevesinde çalışan “id”, içinde oluşan enerjinin birikmesine karşı son derece duyarlıdır. Daha önce dürtüler konusunu anlatırken sözünü ettiğimiz, enerji, gerilim ve gerilimin giderilmesi yoluyla haz elde edilmesi şeklindeki ilksel sürecin yaşandığı coğrafya olan “id”, Freud’un tanımıyla “haz ilkesi”ne göre çalışır. “Haz İlkesi”, “id”de gerilim yaratan enerjinin bir an önce boşaltılması ve haz elde etmek için bütün isteklerin o anda ve orada yerine getirilmesi isteğini anlatır.
“İd”in içeriğinde, doğuştan gelen dürtülerin dışında, sonradan “id”in bünyesine katılan unsurlar da bulunur. Bu unsurları, çocukluk çağından başlayarak, hayatın her dönemi boyunca bilinçaltına itilen yaşantılar, deneyimler ve duygular oluşturur. “İd”e sonradan eklenen bu unsurlar da “id”in kurallarına tabi olurlar ve “id”in diğer içerikleriyle karışırlar ve sürekli bir devingenlik gösterirler.

Ego
“İd”in özelliklerini bu şekilde özetledikten sonra, “id”den gelişen diğer birimlerin gelişimine ve özelliklerine geçebiliriz. Aslında, bu birimlerin gelişimi veya yerleşimi birbirinden bağımsız değildir ve yetişkin insanın zihinsel süreçlerinin yansıması olan davranışların tamamı bu üç birimin arasında cereyan eden türlü çatışmaların, kargaşaların ve uzlaşmaların bir neticesidir. Bu gerçek göz önünde bulundurulduğunda, zihinsel birimlerin birbirinden bağımsız bir şekilde anlatılması, anlaşılabilirlik açısından ne kadar gerekliyse, bu birimlerin birbirinden ayrı düşünülmemesi ve davranışları belirlemede her birimin değişen oranlarda katkıda bulunduğunun her zaman akılda tutulması da o derece elzemdir.
İlksel zihinsel yapı olarak kabul ettiğimiz “id”den farklılaşarak gelişmeye başlayan ilk yapı “ego”dur. Freud, egonun gelişimindeki başlangıç noktasının, superegonunkine göre çok daha erken bir aşamada olduğunu iddia eder. Ego, ilksel zihinsel yapıdan hayatın ilk altı ayı içinde ayrılmaya başlar ve sınırların çok önemli bir bölümü hayatın üçüncü yılında son şeklini alır, fakat “süperego”nun taslak şeklindeki sınırları ancak beş-altı yaş civarında fark edilebilir ve bu yapının kesin sınırları hayatın en azından onuncu yılına kadar belirsizdir. Gerçek dünya ile ilişkilerin yürütülmesi ile ilgili zihinsel süreçleri içeren “ego”nun, yetişkin bir insanda, hareket etmekten konuşmaya, hissetmekten tepki vermeye kadar her türlü davranışta belirleyici bir rolü vardır. Çevre ile her an yoğun bir ilişki içinde olan bir yetişkinin aksine dünyaya yeni gelmiş bir bebeğin çevre ile ilişkileri son derece sınırlı ve monotondur, dolayısıyla yetişkin bir “ego”da bulunan entegrasyon sistemlerine de ihtiyaç yoktur. Çevre sadece “id”in dürtülerini doyurduğu için önemlidir. Çocuğun çevre ile hızlı bir etkileşim sürecine girmesi ve sinir sisteminin gelişmesi bir takım karmaşık entegrasyon sistemlerine ihtiyaç duymasına sebep olur. “ego” işlevleri tedricen şekillenmeye başlar. “Düşünme” kavramının ilk yapıtaşları olan, algı, bellek, duygu gibi zihinsel süreçlerin gelişimi, genetik yapının, biyolojik gelişmenin, çevrenin, ilk deneyimlerin ve ilk zihinsel nesnelerin etkileri doğrultusunda devam eder.
“Ego”nun oluşmaya başladığı ilk zamanlarda insanın kendi bedeniyle ilgili deneyimleri büyük önem taşır. Bu deneyimlerin zihinsel süreçlerdeki rolü aslında hayat boyu devam eder. Bedenin bu önemi, hayatın erken dönemlerinde, hem dürtülerin doyurulmasına aracılık etmesinden hem de ilk elem yaşantılarının sebebi olmasından kaynaklanır. Bunun bir sonucu olarak da zihinsel enerjinin bağlandığı ilk nesnelerden biri ve en önemlisi, insanın kendi bedeninin zihinsel temsilidir.
“Ego” gelişimi sürecinde, bedenden sonra çevre ile ilgili deneyim ve yaşantıların esas rolü başlar. Çevredeki nesneler, ego gelişimindeki en önemli rollerini “özdeşim” adını verdiğimiz mekanizma aracılığıyla oynarlar. “Özdeşim”, düşüncelerin, davranışların, tepkilerin, duygu dışavurum tarzlarının başka bir kişi, hatta daha geniş manada, başka bir nesne ile aynı şekilde olması sürecidir. Kişinin özellikle hayatın erken dönemlerinde çevredeki bir nesne gibi olmaya eğilimi vardır ve bu eğilim ego işlevlerinin gelişiminde belirleyicidir. Etraftaki nesnelerle kurulan özdeşimler katı ve kalıcı değildir, yeni özdeşimlerin, yeni deneyim ve yaşantıların etkileri sonucunda, zamanla ilk hallerinden farklılaşırlar ve belli bir noktada, kişiye özgü bir terkip -karışım- halini alarak, egonun esas görüntüsünü oluştururlar. Özdeşim kurma eğilimi normal bir zihinsel süreç olarak, hayatın ilk yıllarında daha yoğun olmak üzere, ileri yaşlarda da devam eder. Bununla birlikte, hayatın ilk zamanlarındaki özdeşimlerin kişilik gelişiminde daha kati önemi olduğunu da vurgulamak gerekir.
“Özdeşim” ile ilgili olarak buraya kadar söylediklerimizden, özdeşimin daima sevilen, beğenilen, arzu edilen nesnelerle, yani “libido” türünden zihinsel enerjinin bağlandığı nesnelerle kurulduğu gibi bir anlam çıkabilir, ama gerçek bundan farklıdır. Şöyle ki, ilginç bir biçimde, saldırgan dürtülerden kaynaklanan “destrudo” tipi zihinsel enerji ile yüklenmiş nesnelerle de özdeşim kurulabilir. Mesela, bir köpek tarafından ısırıldıktan sonra oynadığı oyunlarda köpek rolünü alarak, kendisini ısıran köpek gibi havlayıp, etrafa saldıran bir çocuğun davranışında bu tip bir özdeşim görülebilir. Saldırgan dürtülerden kaynaklanan enerji ile yüklenmiş nesnelerle kurulan özdeşime, “saldırganla özdeşim” adı verilir.
“Ego”, “id”in üzerinde, bir meyve kabuğu gibi oluşur ve meyvenin asıl gerçek tarafını, “öz”ünü örterek, onun dış dünya ile temasını, hem ondan dış dünyaya çıkışları, hem de dış dünyanın ona etkilerini sınırlayacak şekilde engeller. Yani, “ego”, sadece “id”i kontrol altında tutmakla kalmaz, aynı zamanda dışarıdan gelen uyaranları algılayıp yorumlayarak, bu uyaranların etkilerinden de zihinsel aygıtı korur.
Dürtülerin doyurulması konusunda tavizsiz biçimde “haz ilkesi”ne göre çalışan “id”in arzuları gerçek dış dünya ile her zaman uyumlu olmadığı için “ego”ya ihtiyaç duyulur ve bir nevi aracı konumda olan “ego” “gerçeklik ilkesi”ne göre çalışır. “İd”deki dürtülerin gerçek dünyanın sınırları çerçevesinde doyurulması işini yüklenen “ego”, “gerçeklik ilkesi”nin bir gereği olarak, “id”de oluşan gerilimin hemen boşalmasını engelleyerek, uygun zamanda ve yerde, uygun bir nesne aracılığıyla boşaltılmasını sağlar. “Ego”nun denetimi ile “haz ilkesi”nin önüne geçici bir set çekilir, fakat uygun bir durumda “gerçeklik ilkesi”nin de onayıyla “haz ilkesi” tekrar devreye girer ve “id”deki gerilim boşaltılır.
Hep bilinçli bir zihinsel birim olarak düşündüğümüz “ego”, “id”deki ihtiyaçları görüp anlayabiliyorsa neden “ego” vasıtasıyla “id”deki durumlardan bilinçli olarak haberdar olamıyoruz? Az önce “ego”nun bir meyve kabuğu şeklinde oluştuğunu söylemiştik. Bu benzetme üzerinden bu sorunun cevabını vermeye çalışalım. Bir meyve kabuğunun, dışa bakan bir tarafı olduğu gibi, meyvenin özüne, asıl kısmına bakan bir yüzü daha vardır, zaten kabuk da meyvenin özü dediğimiz kısmından gelişir. Meyve kabuğunun dış kısmı, bize içeriyle ilgili gerçek bir algı vermeyebilir. Mesela, karpuzun dışında gördüğümüz yeşil kabuk, karpuzun içinin kırmızı olduğuyla ilgili bir ipucu vermez; dahası bu dışarıdan yeşil olarak gördüğümüz kabuğun iç kısmı da yeşil değildir. “Ego”nun da dış ve iç olarak nitelendirebileceğimiz iki kısmı olduğunu düşünebiliriz. “Ego”nun iç kısmı sürekli “id” ile temas halindedir ve bu iç kısım da dışarıdan gördüğümüz kısımdan farklı olarak bilinçli zihin süreçlerinin algılama alanının dışındadır. Yani, “ego”nun bilinçli ve bilinçdışı olmak üzere iki bölümü vardır. “Ego”nun bu iki kısmı arasında da sürekli bir ilişki vardır, ama bu ilişki “ego” alanının bilinçdışı kısmında, bilinç sınırının öncesinde gerçekleştiği için bu ilişkiden de haberdar olamayız. “Ego”nun bilinçli olan kısmı, zihinsel yapının yürütücü işlevlerinden sorumludur. “Ego”nun bilinçdışında olan iç kısmı ise daha sonra anlatacağımız “savunma mekanizmaları”nı uygulama görevini üstlenmiştir. “Ego”nun iç kısmı, bilinçdışındaki dürtülerin baskısına “savunma mekanizmaları” aracılığıyla karşı koyar ve adeta bir protokol bilirkişisi gibi davranarak, bu dürtülerin belli kurallar çerçevesinde “ego”nun bilinçli kısmına geçmesine izin verir.

(devamı var)
« Son Düzenleme: 08 Ağustos 2010, 10:48:28 ös Gönderen: alıntı »

alıntı

  • Global Moderator
  • Full Member
  • *****
  • İleti: 142
    • Profili Görüntüle
Ynt: psikanalitik gelişim teorisi
« Yanıtla #3 : 09 Ağustos 2009, 11:30:06 öö »
Süperego
“Süperego” gündelik lisanımız içinde düşünecek olursak “vicdan” diye tabir ettiğimiz kavrama karşılık gelir. “Vicdan” kavramını tanımlamak da çok kolay değildir, çünkü “vicdan” bize bir şekilde kendini hissettirir, ama onu tam olarak kavrayamayız ve dahası zaman zaman gerçekliğe uzak düşer. “Süperego”yu zihinsel süreçlerin tavizsiz bir müfettişi olarak görebiliriz. “Süperego”nun işlevlerini özetleyecek olursak; “süperego”, isteklerin ve davranışların muhakemesini ahlaki yargılara göre yapar ve uygunlukları konusunda onay mercii gibi davranır; sürekli olarak “ego”yu eleştirel gözle denetler, “ego”nun her türlü işlevinde yanlış arar; “süperego” zihinsel süreçlerin iç denetim mekanizması olduğu gibi, aynı zamanda zihinsel süreçlerin bağımsız hâkimi olarak da “ego”yu cezalandırabilir; daha önceki davranışların gözden geçirilmesi sürecinde “ego”yu hataların düzeltilmesi yönünde zorlar ve son olarak da bütün bunları gerçekleştirdiği nispette tatmin bulur ve yine “ego” aracılığıyla kişinin kendi kendini beğenmesi ile bu tatmin “haz” olarak yaşanır. “ego”, “id”den kaynaklanan dürtülerin doyuma kavuşturulmasını ertelemeye çalışırken, “süperego” bu dürtülerin doyurulmasını tamamen engelleme gayreti içindedir.
“Süperego”nun gelişiminin ilk silik izlerini “fallik dönem” öncesi dönemlerde bulmak mümkündür. Hayatın erken dönemlerinde çocuğun bakımını sağlayan kişilerin ahlaki değerleri, çocuktan beklentileri, çocuğa dayatılan yasaklar çocuğun zihinsel yapılanmasında yeni bir birimin oluşumunu başlatır. Bu dönemlerde çocuk, kural ve yasakları tamamen dış kaynaklı olarak algılar, yani bunlar çevrenin, dış dünyanın belirlediği şeylerdir ve çocuk bu algının etkisi ile uyduğu her kurala aslında sadece pasif olarak boyun eğer veya çevresindeki “libido” yüklediği kişileri sevindirmek ve bu sayede bu nesneler vasıtasıyla dürtülerini daha fazla doyurabilmek için onların isteklerini yerine getirir. Henüz zihinsel yapının içinde bu kural ve yasaklar yerleşik değildir. Ödipal dönemde anne ve babaya karşı ortaya çıkan cinsel veyahut saldırgan dürtüler, ödipal dönemin sonunda, bastırılır veya reddedilir ve bu duyguların yerini, bu duyguların hedefi olan kişilerle özdeşim alır. Dürtülerinin başına bela açacağını düşünen ve bu nedenle “iğdiş edilme” korkusunu da yaşayan çocuk, anne babasındaki, kendi istek ve arzularını kabul etmeyen ahlaki değerleri kendi zihinsel yapısına dahil eder. Buna psikanalitik teoride “içe alma” (internalization) denir. Bu “içe alma” süreci “süperego”nun ilk çekirdeğini oluşturur ve bütün hayat boyunca “süperego” bu çekirdeğin etrafında şekillenir.
“Süperego”nun oluşumuyla birilikte, “ego”, “id”den kaynaklanan dürtülerle mücadelesinde bir destek kazanmış olur, fakat durum bu kadarla sınırlı kalmaz; “id” kaynaklı dürtülerle mücadele eden “ego”ya destek sağlayan “süperego”, aynı zamanda “ego”nun özgürlüğünü de kısıtlar. Şöyle ki, “ego” dürtülerin doyumunu erteleyip, uygun yer ve zamanda onları doyuma kavuşturmaya çabalarken, bu dürtülerin doyurulması yönündeki gayretleri süperego tarafından engellenmeye çalışılır. Yani “süperego”nun da “ego”dan beklentileri vardır ve bu beklentiler genelde “id”in beklentileri ile örtüşmez. Böyle bir durumda “ego” dürtüleri doyuma kavuşturabilmek için bir arabulucu rolü oynamak zorundadır. Zihinsel süreçleri bilinçli olma durumlarına göre sınıflandıracak olursak, “süperego”nun da bilinçdışı bir birim olduğunu söylememiz gerekir. “Süperego”nun da bilinçdışı bir gerilim yarattığını ve hatta bu gerilimi gündelik hayatımızda “vicdan azabı” olarak adlandırdığımızı da belirtelim.
Sağlıklı bir zihinsel işleyişte “id”, “ego” ve “süperego" birbirleri ile denge ve uyum içindedirler. Bu birimler arasında, oluşum süreçlerinde ortaya çıkabilecek nitel veya nicel farklılıklar, farklı kişilik türlerinin ortaya çıkmasına sebep olur. “Süperego”nun çok gelişmesi utangaç, duygularını ifade etmekten kaçınan kişilik özelliklerine sebep olabilirken, diğer birimlerin zayıf kalması nedeniyle “id”i daha güçlü olan bir kişide bencil, kendi çıkarını ve haklarını sürekli ön planda tutan kişilik özellikleri ortaya çıkabilir. Tabii ki kişilik türleri bu örneklerle sınırlı değildir ve zihin birimlerinin birbirine göre kuvvet farklılıklarının belirleyeceği birçok kişilik örneği vermek mümkündür.

Psikososyal Etkileşim
Şimdiye kadar, bir kadavranın vücudunda çalışır gibi zihinsel süreçleri sürekli tek bir kişiyi merkez alarak incelediysek de, psikanalitik teori, insanın, içinde yaşadığı toplumla sürekli bir etkileşim ve alış veriş içinde olduğunu, insanın hem içinde yaşadığı toplumdan etkilendiğini, hem de toplumu etkilediğini ileri sürer ve bu etkileşimi de insanın varlığının psikososyal yönü olarak ele alır.
Aile, bireyin karşılaştığı ilk insan topluluğudur. Yani ilk toplum algısı, aile ile birlikte oluşur. Hayatın daha ileriki aşamalarında insan, mahalle, şehir, okul, işyeri gibi çeşitli ortamlarda daha farklı toplumsal gruplarla temas etmeye başlar ve bu insan toplulukları ile etkileşim içine girer. Bu etkileşimler kişinin zihinsel süreçlerinde belirgin izler bıraktığı gibi toplumun devamlılığı için kişiye bir takım görevler de yükler. Her ne kadar bireyin toplum üzerindeki etki gücü, toplumun birey üzerindeki etki gücüne göre daha zayıfsa da iki yönlülüğü konusunda şüphe duymayacağımız bu etkileşimin en genel örneğini “süperego” oluşumunda bulabiliriz. Freud, ödipal dönemde başlayan içe alma süreci ile oluşan “süperego”nun aslında anne babaların “süperego”sundan başka bir şey olmadığını söylemiştir. “Süperego”nun sürekli kopyalanarak nesiller boyunca aktarılması ile toplumun ahlaki değerleri oluşur ve toplumları hızlı değişimlere karşı koruyan bir savunma sistemi de böylece gelişir.
Psikanalizle ilgili bu ilke, insanın içinde yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemeyeceğini, insanın zihinsel süreçlerinin, laboratuar ortamındaki hayvanlar gibi izole edilmiş bir biçimde, içinde yaşadığı toplum göz önünde bulundurulmaksızın incelenemeyeceğini vurgulaması açısından oldukça önemlidir ve insan psikolojisi ile ilgili her türlü düşüncede mutlaka akılda tutulmalıdır.

Anksiyete (Bunalım, Bunaltı)
İnsanın psikososyal yönü ile birlikte temel varsayımlarımızı tamamlamış oluyoruz. Buraya kadar genellikle zihinsel işleyişin bir şemasını çizmeye çalışmakla birlikte zaman zaman bu işleyişteki arızaların sonuçlarıyla ilgili de örnekler verdik, fakat psikanalitik teori içinde normal olup olmaması sadece nicel bir temele bağlanan bir kavramı ise sona bıraktık. “Anksiyete” dediğimiz bu kavramın zihinsel işleyişteki rolünü ve etkilerini vücudumuzdaki birçok mineralin rolü ve etkilerine benzetebiliriz. Mesela, demirin az olması da, çok olması da biyolojik varlığımızı olumsuz yönde etkiler. Diğer teorilere geçmeden önce, zihinsel işleyişin daha iyi anlaşılabilmesi için “anksiyete” kavramı üzerinde de kısaca durma ihtiyacını hissediyoruz.
Latince kökenli “anksiyete” kelimesini “bunaltı”, “bunalım” veya “kaygı” olarak Türkçe’ye çevirmek mümkünse de bu kelimelerin gündelik hayatımızdaki anlamları ile “anksiyete” kelimesinin psikanalitik teori içindeki anlamı birbirleri ile tam olarak örtüşmediğinden biz “anksiyete” kelimesini kullanmayı tercih edeceğiz. Her ne olursa olsun kavramın bir tanımını yapmak gerekirse, “anksiyete”yi, hoş olmayan özellikleriyle diğer duygulanımlardan ayrılan bir duygulanım şekli olarak, çok genel bir çerçevede tanımlayabiliriz
Dış dünya, dürtülerimizi doyurabileceğimiz, çeşitli gıdalarla donatılmış bir bahçedir, fakat bu bahçede bir takım tehlikeler de mevcuttur ve bu bahçenin ürkütücü bir tarafı da vardır. “Ego” dediğimiz ruhsal aygıt, “id”in zorlayıcılığına karşı koymakta güçlük çektiğinde ya da dış dünyanın tehlikeleri ile karşılaştığında “anksiyete” dediğimiz durumu yaşar. İnsanın hayatında ilk yaşadığı travma olması açısından doğum, aynı zamanda ilk anksiyetenin de sebebidir. Travmanın şiddeti önemli olmakla birlikte travmatik yaşantıların zihinsel süreçlere etkisini esas belirleyen “ego”nun gücüdür. Gerek “id”den kaynaklanan, gerekse de dış dünyadan gelen yoğun uyaranlarla zayıf bir “ego”nun baş etmesi, bu uyaranlara hakim olabilmesi mümkün değildir. Travma şiddetini sabit kabul edecek olursak da “ego” gücü ile anksiyetenin yoğunluğu arasındaki ters ilişkiyi görebiliriz.
Tehlike durumlarında ise tehlikenin gelmekte olduğu sezildiğinde “haberci anksiyete” dediğimiz anksiyete türü doğar. “Haberci anksiyete”yi bir “ego” işlevi olarak da görebiliriz, çünkü bu anksiyete sayesinde yaklaşmakta olan tehlikeye karşı hazırlık yapılır veya yaklaşan tehlikeden kaçmanın yolları aranır. “Haberci anksiyete”, travmaya maruz kalındığında ortaya çıkan anksiyeteden şiddet olarak daha hafiftir ve bu tür bir anksiyete normal olma sınırına daha yakındır. “Haberci anksiyete” normal işleyişte önemli bir rol üstlenir.
İçten ya da dıştan gelen uyaranlar karşısında “ego” içine düştüğü anksiyeteden kurtulmak için sürekli hamleler yapar. “Ego”nun anksiyeteyi gidermek için uyguladığı mantığa uygun yöntemler yetersiz kaldığında ise “ego”nun bilinçdışı kısmı “id”den gelen uyaranları engellemek ve zihinsel yapı için daha zararsız hale getirmek için “savunma mekanizmaları” dediğimiz, gerçekçilikten uzak, bilinçdışı işleyen yöntemleri kullanmaya başlar.
Klasik psikanalizle ilgili söyleyeceklerimiz burada bitiyor. Tabii ki birçok ayrıntıyı atladık ve okuyucumuza temel bir bilgi vermeyi amaçladığımız için değindiğimiz birçok konuyu da özetlemek zorunda kaldık. Psikanalitik teorinin bizim yazdıklarımızdan çok daha geniş olduğunu, bizim sadece okuyucumuza, psikanalitik teori haritasında hızlı bir şehir turu attırdığımızı hatırlatıp klasik psikanaliz ekolünden çıkan diğer üç teoriyle ilgili açıklamalarımıza geçebiliriz.

EGO PSİKOLOJİSİ
“Ego psikolojisi” olarak adlandırılan teori, yukarıda anlattığımız ilkeler üzerinde kurulmuştur ve “klasik psikanaliz” olarak bilinen teorinin doğrudan bir devamı olarak kabul edilebilir. Freud’un ölümünden sonra bazı psikanalistler insan davranışının yalnızca dürtülerle açıklanamayacağını, zihinsel aygıt içindeki çatışmalardan bağımsız, özerk “ego” işlevlerinin de olduğunu vurguladılar. Freud’un kızı Anna Freud “Ego ve Savunma Mekanizmaları” adlı çalışması nedeniyle bu akımın öncüsü olarak kabul edilebilir, fakat bazı düşünceleri ile Anna Freud’dan da ayrılan Erik Erikson, Heinz Hartmann, ve David Rapaport gibi psikanalistler “ego psikolojisi” teorisinin asıl temsilcileridir.
“Ego psikolojisi” teorisi, insan davranışlarının tümünün iki ilkel dürtü ile açıklanmasını uygun görmez. Bu teori, bu dürtülerin varlığını, etkilerini ve önemlerini inkar etmemekle birilikte, insan davranışında öğrenme gibi, adaptasyon yeteneği gibi başka süreçlerin de rol oynadığını ileri sürer.
“Ego psikolojisi” teorisi uyum kapasitelerine ve savunma mekanizmalarına ayrı bir önem atfeder ve kişiliğin gelişmesini bu yetilerin gelişmesi olarak da yorumlar. Savunma mekanizmalarını etkin bir biçimde kullanamayan ya da az gelişmiş savunma mekanizmaları kullanan bir “ego” zayıf bir “ego”dur. Freud birkaç savunma mekanizması tanımlamakla beraber, dikkatini bilinçdışı bastırma üzerinde yoğunlaştırmıştır. Anna Freud ise babasının savunma mekanizmaları üzerindeki çalışmalarını daha da genişleterek birçok savunma mekanizması tanımlamıştır. Daha sonra Anna Freud’un listesi, başka psikanalistler tarafından daha da genişletilmiştir.

Dr. Murat BEYAZYÜZ
Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi 1. Psikiyatri Kliniği
« Son Düzenleme: 08 Ağustos 2010, 10:48:52 ös Gönderen: alıntı »