Kitap“ CEMİL MERİÇ Kimdir?” Diye Sormak...
Cemil Meriç kimdir? Ansiklopedilere veya biyografi kitaplarına bakarsanız bu sorunun cevabı, “Mütercim ve yazar; 1916’da Hatay Reyhanlı’da doğdu” şeklinde başlar ve aynı üslupla devam eder. Böyle bir başlangıç sadece “Cemil Meriç nedir?” sorusunun cevabı olabilir, fakat “Cemil Meriç kimdir?” sorusu çok daha farklı bir cevap bekler. Kendisine soracak olursanız, alacağınız cevap şudur: “Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi.” Bu cevap da tatmin edici değildir. Meriç kimdir? Meriç’i tanıyan, okuyan bir insan bu soruyu neden sorar? Bu soruyu sorar, çünkü Meriç’i okuyup hayranlıktan arınmış bir gözle ona bakmak neredeyse imkânsızdır. Bu hayranlığın, onu daha yakından tanıma arzusunu doğurması da kaçınılmazdır. Meriç’i daha iyi anlamak, daha yakından tanımak nasıl mümkün olabilir? Daha tümdengelimci bir soru soralım: Bir düşünürü, bir filozofu, bir aydını anlamanın ve tanımanın –daha akılcı bir ifadeyle, önce tanımanın, sonra anlamanın- yolu nedir?
Ünlü Fransız felsefe tarihçisi Émile Bréhier, bir filozofu anlamak ve açıklamak için, onun kim olduğu, hangi çağda yaşadığı, yaşadığı çağın özellikleri ve başından geçenler üzerinde durmanın hatalı bir yaklaşım olduğunu iddia eder. Bréhier’ye göre bir filozofu anlamak değil, bir felsefi düşünceyi anlamak şeklinde bir amaç ön planda olmalıdır. Antik felsefe üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan bir başka felsefe tarihçisi, Jonathan Barnes Bréhier’den daha da katıdır. Ona göre, bir filozofun düşüncelerini açıklamak için, o filozofun biyolojisi, psikolojisi, eğitimi, mensubiyeti hakkında bilgi sahibi olmaya gerek olmadığı gibi, ait olduğu toplumun özellikleri de bu açıklama çabasında gereksizdir. Hatta Barnes, bu tip bilgilerin, filozofların felsefelerini aydınlatmaktan çok, daha da kapalı hale getireceğini söyler.
Bu iddialara itiraz etmemiz pekâlâ mümkündür. Her gün içinde bulunduğumuz psikiyatri pratiği bu iki büyük felsefeciye karşı koyma cüretini bize veriyor. Bir insanın, yalnızca o anda ortaya koyduğu düşünceler çerçevesinde değerlendirilmesi mümkün olsaydı, biz psikiyatristler birçok hastanın, yalnızca ilginç fikirleri olan birer insan olduğunu düşünmek zorunda kalırdık. Ama psikiyatri pratiğinde böyle bir yaklaşımın imkânı yoktur, çünkü bir insanın ortaya koyduğu düşünceler, önce o insanın geçmişi bağlamında, sonra onun içinde yetiştiği kültür, aldığı eğitim ve öğrendiği bilgiler bağlamında ele alınmalıdır ki bu düşüncelerin bozulmuş bir beyin işlevinin ürünü olup olmadığı anlaşılabilsin. Böyle bir akıl yürütme tarzı, hasta insanlar ve onların sakat düşünceleri için kullanıldığı gibi, sağlıklı fertlerin düşüncelerini yorumlarken de pekâlâ kullanılabilir.
Bir çölün ortasında insan iskeletleri ve şehir kalıntıları bulacak olsak yalnızca bir zamanlar burada bir takım insanların yaşadığını tespit edip bu insanların kurduğu şehrin sınırlarını anlamaya çalışmayız. Zaten merakımızı bu kadar sınırlı tutmak, bize o çölün geçmişini anlamakta çok büyük bir fayda da sağlamaz. Böyle bir manzara karşısında ister istemez bu insanların kim olduklarını, neden bu çölün ortasına kadar gelip şehir kurduklarını, bu çölün onlar buradayken de çöl olup olmadığını ve bu çölü çöl yapan sebeplerin bu insanların ölümüyle ilgili olup olmadığını, bu insanların ne kadar süre burada kaldıklarını, nelerle meşgul olduklarını, ne yiyip içtiklerini, nasıl bir medeniyet kurduklarını ve diğer medeniyetlerle nasıl bir ilişkileri olduğunu da merak ederiz. Asıl böyle bir merak o çölün tarihini, o insanların macerasını ve o şehrin hikâyesini elde etmemize yardımcı olabilir.
Filozoflar veya düşünürler de, geçmişe bakarken rastladığımız sıra dışı antitelerdir ve biz bu filozoflara ve düşünürlere bakarken yalnızca düşüncelerini ele alacak olursak kaçırdığımız birçok bilginin yanında, en başta onların düşüncelerinin ne olduğunu doğru bir biçimde tespit etmekten uzaklaşırız. O halde bir düşünürü veya filozofu yalnızca ortaya koyduğu düşünce bağlamında, kesitsel olarak anlamaya çalışmak, bir şeyi anlama yolunda seçilen kolay bir yoldur ve bu kolay yolun sonundaki bilgi bize gerçeğin yalnızca bir yüzünü göstermeye muktedir olabilir.
Bir düşünürü tam manasıyla anlayabilmek için yalnızca onun hayatının kronolojisi ile yetinemeyiz. Onun ataları, doğduğu topraklar, içinde yetiştiği aile ve toplum, yaşadığı ülkenin ve dünyanın macerası da elimizin altında bulunmalıdır. Bir düşünürü, bir filozofu, bir aydını içinde yaşadığı toplumdan farklılığı belirler ki bir düşünce adamına değer biçebilmek için önce bu farklılığının belirlenmesi gerekir. Yalnızca bu farklılığın ortaya konulabilmesi için bile o toplum hakkında vasati bir bilgiye ihtiyaç vardır.
Düşünce bir zihin faaliyetidir ve zihnimiz bir dolap gibi birbirinden tamamen ayrı bölmelere ayrılmış değildir. Biyolojik olarak zihin faaliyetlerimizi belirleyen süreçlerin hepsi değişken derecelerde birbiriyle bağlantılıdır. Edindiğimiz tecrübeler şimdiki düşüncemizin oluşumuna doğrudan veya dolaylı olarak katılır. Entelektüel faaliyet de zihnin bu biyolojik işleyişinden ayrı bir biçimde düşünülemez. Felsefi veya siyasi bir düşünce ortaya koyan bir zihin, bu düşünceyi ilham gibi mistik bir vasıtayla üretmez; ortaya koyulan yeni düşünce bellekteki eski bilgiler üzerinde bir takım işlemlerin yapılması sonucunda şekillenir. Gök cisimlerinin döndüğünü bilmeyen biri, birdenbire bu gök cisimlerinin yörüngesinin elips şeklinde olduğunu iddia edebilir mi? Bir düşünür de kendisini farklı kılan düşünce mahsulünü, daha önce elde ettiği düşünce tohumları üzerinde çalışarak ortaya koyar. Düşünürün bu tohumları nasıl elde ettiği, bu tohumlar üzerinde nasıl çalıştığı ortaya koyulan mahsulün anlaşılması yolunda ihmal edilebilecek ayrıntılar değildir.
Bu metodolojik temeli belirledikten sonra tekrar “Cemil Meriç kimdir?” sorusuna dönebiliriz. Onun kendisini nasıl tanımladığına tekrar göz atalım: “Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi.” Şimdi bu tanımın neden tatmin edici olmadığını açıklamaya çalışalım. Meriç “hayatını” bir şeye adadığını söylüyor. Meriç’in “hayatım” dediği şey nedir? Bu sadece biyolojik bir var oluş değildir şüphesiz; o halde nedir? Meriç neden “hayat”ını bir şeye adamıştır? Hayat ille de bir şeye mi adanmalıdır, yoksa Meriç’i hayatını bir şeye adamaya mecbur eden veya iten başka sebepler mi vardır? Meriç hayatını Türk irfanına adadığını söylüyor. Türk irfanı dediği şey nedir? O irfanın, Meriç yaşarken içinde bulunduğu durum nedir ve Meriç’in hayatını Türk irfanına adamasının altında bu durumun rolü var mıdır? Meriç neden münzevidir? Hayatını Türk irfanına adamasına rağmen neden yalnızdır? Meriç neden mütecessistir, onun böyle bir meraka kapılmasının arkasında ne vardır? Meriç neden fikir işçisidir? Neden fikir ustası değil de fikir işçisi olarak kendisini tanımlamaktadır?
Bütün bu soruların cevabını bulmadan “Cemil Meriç kimdir?” sorusunun cevabını da bulmak mümkün değildir. Bu kitap tabii ki bu cevapların tamamını ortaya koyma iddiasında değil, ama onu bizim tanıdığımız Cemil Meriç yapan psikolojik süreçleri ortaya çıkarmaya çalıştığı ve bu soruların bir çoğuna da ışık düşürebildiği söylenebilir. Cemil Meriç coğrafyası hangi psiko-jeolojik hareketlerin sonucunda şekillenmiştir? Elinizde tuttuğunuz kitap Cemil Meriç’in hayat hikâyesini anlatmak veya eserlerini yorumlamak için yazılmadı. Bunlar zaten fazlasıyla yapılmıştır. Burada kaleme gelen amaç Cemil Meriç’i meydana getiren ve kökleri doğumundan öncesine dayandırılabilecek psikolojik süreci incelemektir.
Aslında psikobiyografi, melez bir tür olarak ilk anda bilimsellik çağrışımı yapmasına rağmen edebiyatla da yakından bağlantılıdır. Cemil Meriç, Osmanlı’nın yıkılışına ve küller arasından yeni bir devletin doğuşuna tanıklık etmiş, tarihimizin en duygu yüklü zamanlarında yaşamış, hem düşünce dünyasını hem kendisini muhteşem bir dil becerisiyle anlatmayı başarabilmiş, bu coğrafyadan çok ender çıkan simalardan biridir. Hayatı ve kişiliği, yaşadığı zamanların da etkisiyle, çarpıcı özelliklerle doludur. Peki Cemil Meriç, psikoloji ve edebiyatın kesiştiği bir alanda, yani “psikobiyografi”de nerede durur? Türkçedeki ilk psikobiyografilerden olan çalışmasında Dr. Murat Beyazyüz bu soruyu, bizim için aydınlatıyor. Üstelik bunu Freud’un Dostoyevski, Erikson’un Gandhi için yazdığı psikobiyografilerle aynı bilimsel kalitede yapıyor.
Dr. Murat Beyazyüz “Meriç kimdir?” sorusunu yepyeni bir bakışla cevaplamaya çalışırken karşılaşılması ihtimal dâhilinde olan sorunlarla baş etmeye nereden başladığını da dile getiriyor. Elinizdeki Cemil Meriç psikobiyografisi, bir düşünürü yalnızca ortaya koyduğu düşünceler bağlamında ele almanın dar kalıplarından sıyrılarak, Meriç’in dünyasını atalarından, doğduğu topraklara; içinde yetiştiği aile ve toplumdan yaşadığı ülkenin ve dünyanın macerasına genişletiyor. Meriç’i meydana getiren ve kökleri doğumundan öncesine dayandırılabilecek süreçleri nasıl ele aldığını gösterebilmek için oldukça çapraşık olan psikanalitik teorileri okuyucu için de “anlaşılabilir” hale getirmesi bile elinizdeki kitabı başlı başına “fevkalade” diye nitelememiz için yeterli. “Cemil Meriç kimdir?” sorusuna yeni ve orijinal bir cevap sunan kitap Meriç’in hayatında, daha önce hep etrafında dolanılan ama içine girilmeyen alanlara nazikçe sokulmayı başardığı için de ilgiyi ayrıca hak ediyor.
Dr. Murat Beyazyüz’ün kitabından sonra Cemil Meriç yeni okuyucular kazanacak, eski Cemil Meriç okuyucusu ise, üstada ve eserlerine bakışlarının büyük ölçüde değiştiğini görecekler.
Erol GÖKA