Ruh Sağlığımızın Toplumsal Yansıması Kadına Şiddetin Kökeni:
İçimizdeki Şeytan Annelerimizdir.
Çocuğun omnipotansı annesine aktararak, annesini yeniden “her şey” yapması, anneyi Allah’laştırmak anlamına gelir. Çocuk annenin sevgisini ve korumasını hak etmek için onun kulu olmaya razı hale gelir. Buradaki “ Allah’laştırma “ abartılı gibi gelebilir, ancak o yaştaki çocuğun kendinden beklediklerini annesinden beklemeye başlaması halinde ortaya çıkan durum tam da budur. Çocuğun omnipotansını anneye aktarması ve onun kulu olmayı kabullenmesi, çocuğun narsistik sisteminde muazzam bir dönüşüm anlamına gelir. Çocuk annesinden ihtiyaç duyduğu anlayışı ve himayeyi alabiliyorsa, omnipotansını annesine tam olarak aktarabilir. Bunu yapabilen çocuk annesine haset duymaktan kesin olarak kurtulur. Annesi başkadır, kendisi başkadır; “ o büyüktür, o her şeyi bilendir, o onu yaratmış olan ve onu hayatta tutandır “. Çocuğun anne ile ilişkisinde böyle bir kategorik farklılık koyması, onun daha sonraki hayat döneminde, babasını da kabullenmesinin ve ebeveynlerine eş olmayacağını kavramasının ön hazırlığını oluşturur.
Omnipotansını annesine aktaramamış bir çocuk daha sonra, üç yaş civarında, ödipal karmaşasını sağlıklı olarak çözemez. Ödipal karmaşanın sağlıklı çözümü çocuğun karşı cinsten ebeveynini dürtüsel bir sevgi ile sevmekten vazgeçmesini, onun eşi olamayacağını kabullenmesini gerektirir. Omnipotansını aktaramamış bir çocuk bu vazgeçişi yapamaz, her istediğinin olacağına inanmayı sürdürür. Omnipotansın aktarılması bir insanın fantezilerinin içeriğinin küçülmesini sağlar ve bunun sonucunda “ fantezi sever “ olmaktan “ gerçeği sever “ olmaya giden yolu açar.
Aşırı kısıtlayıcı anneler çocuklarının omnipotansını denemesine izin vermezler. Her şeye müdahale ederek, engel olarak kendilerince çocuklarını tehlikelerden koruduklarına inanırlar oysa ya çocuklarını kendilerinde tutma eğilimindedirler ya da başına bir şey geldiğinde kendilerini çok suçlu hissedecekleri için bu kadar kısıtlayıcıdırlar; yani aslında kendilerini korumaktadırlar. Çocuğa devamlı, “şimdi düşeceksin, elini sıkıştıracaksın, yapma, ona dokunma,” gibi müdahalelerde bulunurlar ve giderek çocuğu korkaklaştırırlar. Korkak çocuk deneyimden kaçınmaya başlar ve deneyimin geliştirici, yeterlilik artırıcı etkisinden hayatı boyunca yoksun kalır. Bir tehlikeyi yaşayarak öğrenmek insanı temkinli ve dikkatli yaparken, bir tehlikeden korkutularak korunmaya çalışmak o tehlikeyi abartmaya ve insanın korkaklaşmasına yol açar. Korkaklaştırılan çocuk omnipotansını annesine yarım yamalak aktarır, bir kısmını da fantezi dünyasında kendisinde tutar.
Çocuğun omnipotansını annesine aktaramamasının önemli bir nedeni de annenin çocuğun her istediğini yapma eğilimi göstermesidir. Bu anneler çocuğun her istediğini yapmayı “sevgi” olarak tanımlama eğilimindedir; çocuğun istediği bir şey olmadığında ağlamaya başlamasına katlanamazlar. Aslında kendileri, istedikleri bir şey olmadığında fazla öfke duyan ve isteklerinin yapılmamasını sevilmemek olarak yorumlayan yapıdadırlar. Kendileri ruhen çocuksu oldukları için çocuklarını büyütmeyi beceremezler. Büyütme ilişkisi bir hiyerarşi içerir; büyüten, hiyerarşik olarak daha yukardadır. Bu tip anneler çocuklarıyla hiyerarşik bir ilişki oluşturamazlar. Annenin çocuğun her istediğini yapmaya çalışması, bir anlamda çocuğun hizmetinde, emrinde olması, çocuğun omnipotansını annesine aktarabilmesini engeller; çocuk bu koşullarda kendi omnipotansına inanmayı sürdürür.
Omnipotansın anneye aktarılamamasının bir diğer nedeni de annenin evde ezilmesidir. Büyük ailelerde aynı evin içinde yaşlı kuşak da yaşıyorsa, sıklıkla anneden çok babaannenin sözü geçer. Bu durumda anne çocuğuyla ilgili olarak bile yetkili değildir; zaten anneye de çocuk ya da hizmetçi muamelesi yapılmaktadır. Çocuk, bulunduğu ortamdaki bu ilişki biçimlerini büyük bir kesinlikle algılar ve annesini kendi dünyasının “Allah”ı yapamaz.
Her istediği yapılmaya çalışılan çocuklar omnipotanslarını annelerine aktaramazlar ve kendilerini omnipotan zannederler. Bu çocuklar etraflarındaki herkesin onlara borçlu olduğunu ve kendilerinin her istediğini yapmak zorunda olduklarını sanırlar. Sanki bütün dünya onları mutlu etmek zorundadır. Bu algı bir yandan çocuğun narsisistik sisteminin şişkin kalmış olmasından -omnipotan fantezilerin sürmesi bu sonucu doğurur- bir yandan da anne babanın zaten çocuğa borçluymuş gibi davranmalarından kaynaklanır. Bu çocuklar doğal olarak sevilmeme korkusu taşımazlar. Sevilmeme korkusu taşımamak dışarıdan bakıldığında şımarıklık dediğimiz hale yol açar. Şımarıklık, herhangi bir nedenle geçici olarak oluşmuş bir durum değilse, çocuğun bir karakter özelliği haline geldiyse, bu çocuk ilerde karakter bozukluğu gösterecektir.
Bu dönemde anne babanın ayrılmış olması çocuğa mutlaka yansır. Çoğunlukla anne çocuğa karşı çok zaaflı ve şımartan bir anne olmakla çok mükemmeliyetçi ve hırpalayıcı olmak arasında gidip gelecektir. Annenin çocuğa yatırımının çok büyük olduğu bir başka durumda ise, çocuk, annenin kendisini hiçbir zaman bırakamayacağını, onu kendisine istediğini algılar; Lacan’ın deyişiyle, “annesinin arzusunun nesnesi” olur. Çocuk annesine böyle sonsuz bir güven duyarsa, kişiliğin gelişmesi durur. Bu duruma sapkınlıklarda rastlanır. Sapkınlıklarda anne, çocuğuna hayrandır, neredeyse âşıktır. Ona karşı büyük bir zaafı ve dürtüsel yatırımı vardır. Çocuk bu durumda kendisinin muazzam, hatta kutsal birisi olduğuna ve kendisini geliştirmesine gerek olmadığına karar verir. Ruhsal ve dürtüsel gelişmesi durur. Çocuk ruhen ve dürtüsel olarak hep 2 yaş civarında kalır. ( Öfkeden Sevgiye Üç Hakim Duygu, Dr. Erdoğan Çalak )
Kadına şiddetin çözümü ne erkek sorunudur ne de kadın sorunudur. Kökeninde anne babaların çocuklarını yetiştirme sürecinde çocuklarını sağlıklı ya da bilinçli yetiştirmek ve sevmek yerine çocuklarıyla nikahlanırcasına ilişki kurmalarından kaynaklanmaktadır. Bu tarz ebeveyn ilişkileri bilinç düzeyinde sevgi olarak bilinçdışındaysa öfke olarak yaşanmaktadır. Kendileri ruhen çocuksu oldukları için çocuklarını psikolojik açıdan sağlıklı büyütmeyi beceremezler. İstedikleri olmadığında fazla öfke duyan ve istedikleri yapılmadığı takdirde sevilmediklerini düşünen kişilik yapısına sahiptirler.
Anneler, kadın olarak kocalarıyla ilişkilerinden kaynaklı mutsuz bir hayat yaşadıkları takdirde çocuklarıyla evlenmişçesine annelik yapmaktadırlar. Bir erkek çocuğunun duygusal olarak annesiyle evlenmişçesine güçlü duygusal bağları varsa evlendiğinde eşiyle sorunlu ilişkiler yaşaması kaçınılmaz olacaktır. Kadına şiddetin gerçek suçlusu aslında anne babalardır. Türk aile yapısında güçlü bağlar kurmak adı altında ebeveynlerce uysallaştırılmış çocuklar yetiştirilmektedir. Ahlak adı altında, vicdan adı altında, merhamet adı altında çocukların özgürleşmeleri engellenmenin de ötesinde yok edilmektedir. Özgürlüğünü büyüme ve yetişme süreçlerinde kaybetmiş bireyler kişilik bunalımlarını aşamadıklarında kişilik bozukluğunu bir yaşam tarzına dönüştürerek hayatlarını sürdürmektedirler. Kişilik bozukluğu olan birey, işinde ve ilişkilerinde mutsuz; geçmişinde bunalımlı, geleceğinde karamsar bir hayat yaşamaktadır. Mutsuz insanların şikayet odaklı yaşamlarında ahlak baskısı ya da din kisvesi altında obsesif yani katı kuralcı eleştirel bir bakış açısı söz konusudur. Kişilik bozukluğu olan insanların hayatlarını baskın ideolojik düşünceler yönetir. Kendi düşmanınızı kendiniz yaratıp, düşmanınıza küfrederek hayatınızı sürdürüyorsanız nevrotik ya da psikotik bir yapınız var demektir. Kendiniz gibi düşünmeyen birisine küfrediyorsanız ruh sağlınızı gözden geçirmeniz gerekir. Kemalist, laik bir birey olarak sabahtan akşama değin dindar insanları eleştirmek adına küfür kusmuklarınızı özgür düşünce adıyla yansıtıyorsanız; dindar bir birey olarak ateist, sol, laik insanlara sabah akşam küfretmeyi cennete gitmek adına sevap kazanmak zannediyorsanız ruhsal olarak hasta olmak bakımından farkınız yok demektir. Türk aile yapısında yüzde yirmi oranında kişilik bozukluğu olan, yüzde altmış oranında kişilik bunalımı olan, ancak yüzde yirmi oranında sağlıklı olan bireyler yetişmektedir. Ruhsal olarak hasta olan dindarların ve laiklerin kavgasıyla ülkenin geleceğini karartmaktan öte sağlıklı çözümler üretmemiz gerekir.
Friedrich Nietzsche ve annesi arasındaki duygusal pekişme, kız kardeşi üç kendisi beş yaşındayken babasının ölümüyle başlar. Anne Franziska Oehler, iki çocuğunun da sorumluluğunu yüklenecek ve onların iyi eğitim alabilmeleri için tüm gücüyle çabalayacaktır. Nietzsche ailesi, iki hala ve bir büyükanne ile birlikte aynı evde yaşadılar. Friedrich, kadın-egemen bu aile ile bir süre yaşadıktan sonra, 1858 senesinde, saygın ve prestijli bir yatılı okul olan Schulpforta’ya kabul edilerek aile evinden ayrıldı. Yatılı okulda, annesi ve kızkardeşi ile sürekli olarak mektuplaşmaya başladı. Nietzsche, öncelikle annesinden ve sonra ailesinden yalnızca bedensel olarak kopmuştu. Annesini her şeyden haberdar ediyor ve hattâ bir nevi ona hesap veriyordu. Anne Franziska’nın kanatlarının altında olmaktan Nietzsche, hiç de şikâyetçi görünmez. Annesine duygusal bağımlılığını içten içe sürdürmektedir. 1869’da, henüz yirmi beş yaşındayken, Basel Üniversitesi’nde profesörlüğe atanır. Annesiyle bu süreçte de yazışmayı sürdürür. En başına buyruk, en bağımsız çağında dahi Nietzsche annesine yazmayı kesintisiz sürdürür. Gezdiği yerlerden yediği yemeklere kadar annesine bilgi verir ve onu her zaman hasretle anar. Nietzsche, her zaman annesi Franziska’nın eteklerine sığınabileceğinin bilincinde ve belki de bunun güveniyle yaşadı.
Ruh Sağlığımızın Toplumsal Yansıması Kadına Şiddetin Kökeni:
İçimizdeki şeytan annelerimizle duygusal bağımızın kopmaması demektir. Küresel Sistem, kapitalizm, modern toplum, postmodernizm, derken aile sistemimiz çöküş sürecindedir. Sosyolojik olarak tanımladığımızda toplumu oluşturan en küçük toplumsal birim yani toplumun en küçük yapı taşı AİLE‘dir. Ailenin çöküşünün toplumsal yansımasının bir çok sonuçlarından en önemlisi de kadına şiddetin artmasıdır. Kadına şiddetin artmasını durdurmak adına yasalarla “ öyle mi çözelim yoksa böyle mi çözelim? “ derken çözmek bir yana çözümsüzlüğün artması söz konusudur. Ailemizin çöküşüyle deist, ateist, biseksüel nesillerin artması psikolojik olarak bunalımlı bir süreçten geçtiğimizi gösterirken sosyolojik olaraksa toplumsal sancılı bir dönüşümün yaşanacağı umudumuzu arttırmalıdır.
Yasalarla kadınlar sözde korunmak adına kutsandıkça içimizdeki şeytan annelerimizin artmasıyla toplumsal olarak müslüman aile yapısı bilinci oluşturamadığımız oranda bizimde Friedrich Nietzsche’lerimiz, Arthur Schopenhauer’larımız, Franz Kafka’larımız yetişecektir. ( Kadınları seven ama evlenmeye cesaret edemeyen erkekler )
Türkiye’de yakın gelecekte dünyanın en yalnız insanları olarak yetişecek olan deist, ateist ve biseksüel genç nesillerimizin içindeki Friedrich Nietzsche’lerimiz “ Tanrı Öldü “ diye haykıracaklardır. Omnipotans, Tümgüçlü yani Kadiri Mutlak olan, dindarlıktan uzak olduğu oranda çocuk tanrı’lar neslimizi ailelerimizde anne babalar olarak ve okullarımızda ise öğretmenler olarak el birliği ile yetiştiriyoruz.
Tanrı’yı öldüren Friedrich Nietzsche midir yoksa çocuğunun özgürlüğünü öldüren annesi Franziska Oehler midir?
“Ölümsüz, diri olan Allah'a güven, O'nu överek tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olarak kendisi yeter.”
Allah, ölümsüz olandır.
https://www.habervakti.com/ruh-sagligimizin-toplumsal-yansimasi-kadina-siddetin-kokeni-ve-icimizdeki-seytanOkursanız:
Dindar nesil değil çocuk tanrılar nesli
Egemen Güçler Ekini ve nesli bozmaya başladılarsa, Köle kadınlar efendilerini doğurmaya başlamışsa ahir zaman yakın demektir. Dünyanın, insanlığın son günleri; kıyamete yakın yıllar ve günlerdeyiz. O mutlu günlerimiz mazide şimdi…
https://www.habervakti.com/dindar-nesil-degil-cocuk-tanrilar-nesli-makale,1193.html