Gönderen Konu: Düşünce ve Sistem  (Okunma sayısı 4270 defa)

visnesuyu

  • Newbie
  • *
  • İleti: 19
    • Profili Görüntüle
Düşünce ve Sistem
« : 07 Mart 2013, 03:23:29 öö »
Düşünce ve Sistem

   Hepimizin bildiği bir soru vardır '' Yumurta mı tavuktan çıktı yoksa tavuk mu yumurtadan? '' diye. Ben de bu soruya benzer şekilde '' Dinlediğim müzik tarzı mı benim psikolojime etki eder yoksa psikolojim mi dinlediğim müziği belirler? '' diye sordum kendime. Tabi ki net bir cevap almak pek de mümkün bir şey değil. Psikolojik ve inançsal olarak çöküntü yaşadığım dönemlerde Türk sanat müziği dinlemeye başlamıştım içki içerken. Fakat farkettim ki ben Türk sanat müziği dinlemeye devam ettikçe içki içmem de devam ediyor. Türk sanat müziği dinlemeyi bırakınca içkiyi de bıraktım. Ama buna tam ters açıyla da bakmak çok mümkün nihayetinde. Lise yıllarımda alternatif rock türüyle ilgilenirken şuanda klasik müzikle iç içe yaşar hale geldim. Fakat klasik müzik, alternatif rock gibi vazgeçebileceğim bir özellik değil. Çünkü klasik müziği o zamanlarda da rock türünden daha fazla seviyordum fakat çevremdeki yaşıtlarım malesef ki bu tür müzik türünü '' yaşlı '' diye tabir ettiğimiz insanların yada bir takım zengin tayfasının dinliyor olduğunu düşünmekteydiler. Haliyle çevresel baskıdan dolayı siz de onların garipsemeyeceği bir müzik türüne yöneliyorsunuz. Fakat farkettim ki rock dinlemek bana göre değildi. Çünkü seçtiğim parçalar klasik müziği olgusuna aitmiş gibiydi. Nihayet üniversite yaşamımın başlamasıyla imrendiğim bir olguyu tamamlama isteğini gerçekleştirme fırsatı elime geçti. Özgün alışkanlıklar edinme olgusu. Hani filmlerde görmüşsünüzdür hep, bir baş karakter vardır her sabah kalkar aynı şeyleri yapar ve bunlar belli bir düzen içerisindedir. Çok monoton görünür aslında çekiciliğinin yanında. Bir yandan hiç böyle düzenli hayatınız olmadığını düşünürsünüz, bir yandan da bunu devam ettirecek kadar monoton yaşayamayacağınızı düşünürsünüz. Fakat aynadaki tabloya objektif olarak bakarsanız o adamla tek farkınız onun sizden daha düzenli bir monotonluk sergilemesidir. Siz de monotonsunuzdur fakat düzensiz monotonluk sizi aldatır bu konuda. Kimimiz işi için, kimimiz okulu için kalkıyoruz belli bir vakitte. Yapmamız gerekenler belli çoğu zaman, yeni arayışlara girmek istesek bile '' global monoton sistem '' nedeniyle hayatımıza kazandırmak istediğimiz o yeni olguyu gerçekleştirecek zaman bulamıyoruz çoğu zaman. Bu sisteme istemeden giriyorsunuz ve çıkmanız mümkün olmuyor ne yazık ki. Hayatlarımızın kısa bir özetini ele alalım hatta. 5-6 yaşına gelirsiniz okula başlamanız gerekir çünkü okuma yazma öğrenmeniz şarttır. Daha sonra istemeseniz de belirli şeyleri öğrenmek zorunda kalırsınız. Mesela hayatın içinde sürekli işe yarayacağı söylenen ama kesirleri dahi öğrettikleri şeklinde hayatımızın içerisinde bulamadığımız bir sistemle karşılaşırsınız. Bunları saçma bulup yapmak istemediğinizde de kimse sizin farklı alanda başarılı olabileceğinizi düşünmez hemen '' gerizekalı '' damgasını yersiniz. Çünkü matematik yapabilmek yada fen ilimlerinde iyi bir yeteneğe sahip olmak demek '' zeki '' olmak demektir. Burada şunu da unutmayalım asla sistem sorgulanmaz acaba bizim öğrettiklerimiz doğru da öğretme sistemimiz mi yanlış diye. Sadece sorgularmış gibi yapıp hemen hemen her sene eğitim sistemi değiştirilir. Sizin istediğiniz değil sistemin ne istediği önemlidir. Böylece sınavlar size liseye gitmenizin şart olduğu konusunda baskı yapar ve gitmek zorunda kalırsınız. Çünkü liseye gitmezseniz üniversiteye de gidemezsiniz. Lisede de seçim şansınız yoktur pek aslında. Ya matematik fen sınıflarını seçersiniz ya eşit ağırlığı yada yabancı dilleri yahut meslek liselerinde iseniz seçmek zorunda olduğunuz bölümleri. Ama kağıt üzerinde var oldukları halde bir sanat bölümü seçemezsiniz, bir beden eğitimi bölümü seçemezsiniz. Çünkü size '' sorulmuştur(!) '' liseye girmeden önce nelerden hoşlandığınıza dair. Bu yüzden istediğiniz bölüm gittiğiniz okulda yoksa bu sizin hatanızdır. Yada öyle bir hakkınız bile yoktur bazen, çünkü siz doktor olmalısınızdır yada mühendis. Uzatmadan gelelim lisenin bitimine. Artık bir bölüm seçmeniz gerekmektedir ve bu bölüm ve hedefler doğrultusunda çalışmalısınızdır çünkü üniversiteye gitmeden saygı göremezsiniz toplumdan. Bu kadar mı peki? Tabi ki hayır. Üniversiteye gidersiniz eğer devlette bir mevkiye gelmek istiyorsanız ayrı bir derttir. Özelde çalışmak istiyorsanız ayrı bir derttir. Biri sınav ister diğeri de üniversite adı ve çeşitli gereksiz sertifikalar. Bir boğaziçi işletme fakültesi mezunuysanız yeterdir iyi bir şirket için bu. Çünkü dersleriniz başarılıysa işiniz de başarılı olmalıdır (!). Fakat nitelik? O da nedir ? Hadi diyelim ki herhangi bir üniversiteden ve herhangi bir bölümden mezun oldunuz diyelim, bu sefer de evlilik, erkekler için askerlik, birikim yapma, ev alma, araba alma gibi sorunlar çıkar karşınıza. İşinizde üstlerinizle sorunlar çıkar daha sonra. Hep ileride daha mutlu bir hayat geçireceğinizi düşünerek yaşarsınız. Ah iyi bir para kazanayım sonra rahatım, ah emekli olayım da sonra rahatım, ah şu çocuklar mezun olsun evlensinler de sonra rahatım. En sonunda da ah bir ölsem de rahatlasam demeye başlarsınız. Ama sizi o yaşlara getiren tek şey hayallerinizdir, umutlarınızdır. Umudu kalmayan bir insanın intihar etmesi kaçınılmazdır. Ah şu sistem.
    Gelelim asıl konumuza. Üniversiteye girince kendime belli alışkanlıklar edinmeye başladım daha doğrusu İngilizce'de '' Regular '' olarak bahsettiğimiz fakat Türkçe'de nasıl söylenir tam olarak bilemediğim kavramı edinmeye başladım. Öncelikle dinlemek istediğim müzikle başladım bu olaya. Klasik müzik merakım oluştu hemen, hem yaşıtlarımdan farklı kılıyordu beni, hem duyguların müziğe aktarılışı gibi bir his uyandırıyordu. Ben de bir liste oluşturmaya karar verdim, derken uzun bir araştırmadan sonra listem tamamlanmak üzereyken bir vidyo paylaşım sitesinde karşılaştığım '' The best of Tchaikovsky '' adlı videodaki müzikleri görünce, derleyip toparladığım bütün listeyi ortadan kaldırdım ve sadece Tchaikovsky parçalarını dinlemeye başladım. Her sabah binanın kapısından çıkarken başlatıyordum müzikleri ve artık hergün aynı noktalarda aynı parçaları denk getirmeye başladım. Örneğin bir simitçinin önünden geçerken parçanın aynı bölümü de denk gelmeye başlamıştı ve sadece dinlemekle kalmadım. Elimle ve yürüyüşümle de ritim tutmaya başladım. Bu bir rutindi artık benim için. - Regular'ın karşılığı ''Rutin'' olabilir belki ama yine de tam ifade etmez kanaatimce- Bu rutinler sizin hayatınızı monotonluğa sürüklüyor gibi görünebilir belki ama size özgün olduklarından dolayı kişiliğinizi de kazanmanızda gayet etkili rol oynuyorlar bence. Çünkü aslında siz monotonluğa girmekten çok monoton sistem içerisinde kendi dünyanızı yaşayabileceğiniz bir ortam oluşturuyorsunuz. Bu müzik rutininde eksik bir şey vardı fakat. Biri bana Tchaikovsky kimdir, nasıl yaşamıştır gibi sorular sorsa verebilecek cevabım yoktu sadece müziklerini açıklayabilirdim. Tchaikovsky dünyaca kabul edilen büyük bestekarlar arasında yer alıyor fakat düşünceme göre bütün hepsinin üstadı sayılır. Müzikler beste yapılmak için yapılmamıştı sanki duyguları ifade etmek için yapılmışlardı. Tchaikovsky'yi diğerlerinden farklı kılan bir özellik de bence, çoğu diğer bestekarlar gibi aynı müzik ritmini farklı notalar ve varyasyonlarla kullanmayıp müziklerini özgün tutuyor olması. Bir Beethoven'ı dinlediğimde ihtişamlı parçalar yanında sadece bestelenmek için bestelenmiş parçalara rastladım sürekli fakat Tchaikovsky söylemek istediklerini müzikle ifade ediyordu sanki. Yolda giderken insanlar bana deli gözüyle baksalar şaşırmam açıkçası çünkü duyguları hissetmeye başladığınız zaman sizin de mimikleriniz ve jestleriniz değişiyor. Ağlamaklı durumdayken müzik değişince bir anda kendinizi mutlu bir pozisyonda bulabiliyorsunuz. Fakat mutlu pozisyonların çok olmaması da dikkat çekiyor. Tam mutluluk da diyemeyiz aslında bu olguyu umut diye adlandırmak daha doğru oluyor sanki. Peki ya hayatı nasıl geçmişti Tchaikovsky'nin acaba? Bunu araştırmam bana bir düşünce kazandırdı aslında. Çünkü '' kişinin dinlediği müzikle yaşamı doğru orantılıdır. '' düşüncem Tchaikovsky'nin hayatını araştırmadan ortaya çıkmazdı sanıyorum ki. Bastırılmaya çalışılan eşcinsellik neticesinin ortaya çıkması sonucunda baskı altına alınanTchaikovsky, bu baskıların üzerine evleniyor ve 9 aylık bir evliliğin sonucunda intihar girişiminde bulunuyor. Bulunduğu ortamdan kaçıyor. Birçok intihar girişiminde bulunuyor ve 53 yaşında büyük ihtimalle intihar sonucunda yaşamını yitiriyor. Her zaman savunduğum bir düşünce daha anlamlandı aslında. Eşcinseller diğer insanlardan daha yüksek oranda çoklu düşünmeye sahiptir. ve hatta çoklu zeka kuramının da eşcinsellerde olma oranı daha yüksektir. Çünkü sistemin normal olarak tabir ettiği kişiler sorgulama yapma şansı bulamaz fakat eşcinseller sorgulamak zorundadırlar çünkü sistem hayatlarını reddetmektedir. Din gereği eşcinsellik yasaktır, toplum tarafından ayıplanır. Doğru yada yanlış bu tartışılır. Fakat bir gerçek var '' normal '' diye tabir edilen insanlardan eşcinselleri anlamayı beklemek büyük bir hata olur. Çünkü birinin eşcinsel olduğunuzu öğrendiği zaman soracağı sorulardan ilkleri şunlardır ; '' Nasıl olurda benim gibi karşı cinsinden hoşlanmazsın? '' , '' Nasıl anladın hemcinslerinden hoşlandığını? '' yada '' Ne zaman anladın eşcinsel olduğunu? ''. Ona şu soruyu sorduğunuzda anlamsız bulur cevabınızı: '' Sen ne zaman yada nasıl karar verdin karşı cinsinden hoşlandığını ? ''. Haliyle sorgulamak zorunda kalan eşcinsel birey, bir de dini inancı olan biriyse çıkmazların içine düşüyor. Çünkü dini inancı var, inandığı din bunu reddediyor fakat duygularına hakim olması da elinde olan bir durum değil. Uzun süreli sorgulamalar, iç çatışmalar sonucunda ya eşcinselliğini bir imtihan olarak görüp bunu bastırmaya çalışıyor yada dine karşı öfke duyup eşcinsel kimliğiyle barışık yaşıyor. Bir de yeni çıkmış bir olgu var tabi. Çok saçma bir olgu bana göre. Hem dinimi yaşıyorum hem de eşcinselliğimi diye bir düşünce var bu aralar yaygın olan. Saçma çünkü, siz bir dini kabullenirken içindeki kuralların bütününü kabul etmiş sayılırsınız. Kuralları çiğnerseniz dinden çıkmazsınız fakat başta kabul ettiğiniz kuralları reddederseniz haliyle o dinin mensubu olmaktan da çıkarsınız. Bir insanın hem dinimi kabul ediyorum hem de eşcinsel olarak yaşamayı uygun görüyorum demesi, bir kimsenin kapı açık fakat aynı zamanda da kapalıdır demesine benzer. Tabi krem peynire tapıyorsanız bunu bilemem.

   Tchaikovsky ile yaşamlarımızdaki bu ortak noktaları gördükten sonra müziklerinin neden çok anlamlı geldiği artık zihnimde temiz bir hal aldı. Bir şeye karşı takıntı oluşturduğunuz zaman hep o şeyle ilgili şeyler gözünüze çarpar ya hani. Acaba eşcinselliği de takıntı haline getirdiğim için mi Tchaikovsky dinlemeye başladım diye düşünmeden de edemiyorum. Fakat düşünün ki karşınızda bir hemcinsinizi gördüğünüz zaman ondan hoşlanıyorsunuz ve dini inançlarınız yüksekse, herhalde bunların takıntı olmaması için evden dışarı çıkmamanızdan başka çare kalmaz. Diyelim ki bir şekilde bastırdınız bu duygularınızı, kötü bir durumla karşılaştığınızda hemen bu duygularınız harekete geçmeye başlıyor tekrardan. Sakladığınız yerden fırlıyor aniden. Bu da sık sık depresyonlara girmenize neden oluyor. Duyar gibiyim bazılarınızı, dinine bağlı insan, onun gereklerini yerine getiren insan nasıl depresyona girer diye. Şöyle ki peygamber olmadığıma göre, dinimin gerekliliklerini yerine getirmeye devam ettirdiğim halde, karşılaştığım sorunlar bastırılmış eşcinsellik durumunu tetikliyor ve bu size iki seçenek sunuyor. İnandığınız şeye yalvarmak yada bu durumu görmezden gelmeye çalışıp kendinizi bu düşüncelerden alıkoymaya kalkmak. İkisini de yapsanız bazen eski alışkanlıklarınıza geri dönüyorsunuz ama eşcinsellerle konuşmak gibi. Hele ki konuştuğunuz bu kişiden hoşlandığınızı hissettiyseniz işte bu sizi içinden çıkılmaz bir duruma sokar. Yine bazılarından duyar gibiyim, cinsellik hayatın küçük bir kısmı peki neden takıntı yapıp kendini depresyona sokuyorsun ki. Çünkü sorguluyorum ve inancımla, hislerim çelişince bu çıkmaz beni zorluyor. İnancımı haklı buluyorum her seferinde fakat hislerimi de yok edemiyorum.

   Mesela özgün bir noktam daha var ve bu açıkçası hoşuma gidiyor. Yazılarımda birbirinden dolaylı yoldan ilişkili birkaç konu arasında sürekli geçiş yapmayı seviyorum. Bu yazıda birden fazla konuyu iç içe işledim mesela. Genellikle ucu açık konu bırakmam, en azından ucu açık gibi görünenleri dolaylı yoldan anlatım yapan yazılarla ilişkilendirerek sonuçlandırmaya çalışırım. Hani sistem diye bahsettik, yazmak için de birçok kural var, okumak için de. Sürekli duyduğum şeylerden biri de şu; çok oku ki iyi yazasın. Fakat şu soruları cevaplamıyor bu denilen şey. Kime göre iyi? Neye göre iyi ? Peki kurallara göre yazsam fakat yazma fiilinden zevk almasam ne anlamı kalır ki yazı yazmamın. Hani sanat için sanat ve toplum için sanat diye iki tür düşünce vardır. Ben iki düşünceyi de desteklemiyorum, ben kendim için yazıyorum. Yazmayı sevdiğim için yazıyorum. Kuralların canı cehenneme. Ben kendi kurallarımı kendim koyarım çünkü yazı yazmak benim dünyam. Dışardan bu dünyayı görmelerine engel olmam belki ama kesinlikle buna müdahale etmelerine izin vermem. Ne diyorduk? Kurallara uymaya çalışıp roman yazmaya kalktım bir zamanlar bu sefer de eleştirildim konu iyi değil diye. Kurallara uymadım konu güzeldi bu sefer de ama betimleme yapmadığım için eleştiri aldım bu sefer. Sonra farkına vardım ki betimleme yapmamak eğer bir okur varsa daha mantıklı. Örnek olarak ben bir insanı tasvir edersem, okur da bu insanı tasvirdeki gibi canlandıracak zihninde. Peki ya ben fiziksel olarak tasvir etmezsem bu kişiyi sadece yaşadıkları olsa? Okur hayalindeki kişiyi kendisi oluşturur ve hikayeye daha rahat katılır böylece. Bu sayede her okur için iki yazar olmuş olur. Birincisi kitabı genel hatlarıyla oluşturan yazar, ikincisi de kitapta okuduklarını adeta senaryoya döker şekilde zihninde sahneleyen yazar. İşte gerçek yazar bence bunu gerçekleştirebilen yazardır. Bir de bir şeye daha dikkat ettim, eğer bir yazıda bir olay çok uzun süre devam ediyorsa yada kavranılabilecek bir olay örgüsü varsa bu yapıtı okuyamıyorum. Bir türlü sonuna ulaşamıyorum. Bu yapıya uygun bir şey daha keşfettim ve onları bir kez daha takdir ettim. Özellikle Amerikan dizi sektöründe öne çıkan dizilerde görebiliyoruz ki ana olay örgüsünün arkasında her bir bölümde birbirinden farklı şeyler işlenmeye çalışılıyor. Aynı benim yazılarımda kullandığım üslup gibi üç-dört olay aynı anda ilerliyor ama karışık şekilde. Örneğin bir A karakteri birinci bölümde ortaya çıkıyor. İkinci bölümde B karakteriyle ilgili bir olay oluyor. Dört karakter varsa şayet beşinci bölümde A karakteri tekrar karşımıza çıkıyor fakat altıncı bölümde A karakteri olmuyor. İşte Amerikan dizilerinin bu kadar kaliteli hissettirmesinin sebebi de bu. Eğer bir okuyucu kitlesi oluşturmak istiyorsanız. Yazdığınız yazıda bu taktiği uygulamalı, okuyucunun zihnini çalıştırmalı ve olayların sonunda hepsini birleştirmesine izin vermelisiniz.

   Özetlersek durumu, dinlenilen müzik, izlenilen dizi-film, okunulan yazılar vs. hepsinin insanın oluşturduğu ve kendine göre şekillendirdiği şemalardan ibaret olduğunu görürüz. Sahiplenme ve sahiplenilme duygusunu da bu kavramlar içerisinde yaşar insan. Gerek müzikteki duyguları sahiplenir, yaşar. Gerek bir filmdeki karakter gibi olmayı hayal eder ve onu sahiplenir. Gerekse okuduğu bir yazıdaki olayları zihninde canlandırarak bu duyguları yaşar. Aslında insan farkında olmadan da hayal gücünü çok iyi kullanmaktadır. Fakat söylendiği gibi asıl sorun toplumdaki hayal gücünü kullanama değildir. Hayallerini gerçekleştirebilecek umudunun azalması ve hayallerini sadece sanal olgularda yaşamasıdır.



Görüş ve Öneriler için : visnesuyu94@gmail.com

Görüşlerinizi iletirseniz sevinirim