İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - psikolog

Sayfa: 1 ... 231 232 [233] 234 235 ... 277
3481
Psikoloji / USLU ÇOCUKLAR KİMİN ESERİDİR: ANNE BABA ÖĞRETMEN
« : 08 Eylül 2011, 12:44:30 ös »
Çocuklar evebeynlerin deyimiyle yaramazlık yaparken çocuğunun psikolojik bir problemi olduğunu düşünen ve soluğu bir uzmanda alan anne baba , nedense içine kapanık , pısırık , kendini ifade edemeyen , utangaç , sosyal fobisi olan çocuğunu psikolağa götürme ihtiyacı hissetmez . Bu tür çocuklar bütün toplum tarafından son derece uslu ve efendi çocuklar olarak algılanır ve kabul edilirler .

http://www.huseyinkacin.com/forum/index.php?topic=841.0

3482
Psikoloji / USLU ÇOCUKLAR KİMİN ESERİDİR: ANNE BABA ÖĞRETMEN
« : 08 Eylül 2011, 12:39:49 ös »
 USLU ÇOCUKLAR, ANNELER, BABALAR, ÖĞRETMENLER
 
 
Çocukların yaramazlığından herkes çok şikayetçidir . Say say bitmez . Anneler , babalar , dayak düşkünü öğretmenler , evebynlerin tamamı bu konuda ortak gibidir . Bir çocuk çocukluğunu yaşamaya kalktımı adı ''yaramaza'' çıkar . Özellikle şehir hayatında çocuklar eskisi gibi değil . Üstüste 12 katlı , 15 katlı binalar ve aman bir yere ses gitmesin endişesiyle çocuklar aptallaştırılarak büyütülür . İnternetten , playsationdan başını kaldırıp sosyalleşemez bile . Televizyonlar yine hep buna hizmet eder . Anne baba tarafından çocuklar itinayla pısırıklaştırılır , ehlileştirilir . Öğretmenler de bu sürecin tamamlayıcısı olurlar .
 
Pısırık , kendini ifade edemeyen çocuk evebeynler ve öğretmenler tarafından diğer çocuklara örnek gösterilir . Bak falanca çocuk ne kadar akıllı ne kadar uslu , sizde uslu olsanıza . Bak ne güzel sizin gibi top oynamıyor bir köşede oturmuş top oynayanları izliyor ve bak ne güzel ortalığı kırıp geçirmiyor . Çocuklar evebeynlerin deyimiyle yaramazlık yaparken çocuğunun psikolojik bir problemi olduğunu düşünen ve soluğu bir uzmanda alan anne baba , nedense içine kapanık , pısırık , kendini ifade edemeyen , utangaç , sosyal fobisi olan çocuğunu psikolga götürme ihtiyacı hissetmez . Bu tür çocuklar bütün toplum tarafından son derece uslu ve efendi çocuklar olarak algılanır ve kabul edilirler .
 
Oysaki eski bir eşcinselin ( bu kelimeyi sevmesemde ) şimdi heteroseksüel bir gencin yani benim kendi tecrübelerimden bizzat yola çıkarak anne babalara bir tavsiyem olacak . Uslu çocuk sağlıklı çocuk falan değildir . Uslu çocuk , gönlünde fırtınalar kopan çocuktur . O uslu çocuk eğerki bir erkekse o çocuk çatışmaları olan çocuktur . O uslu çocuk kızsa belkide tacize uğramış bir çocuktur . Dışarı çıkıp akranlarıyla top oynamayan , sinemeya gitmeyen , herhangi bir aktiviteye katılmayan bir çocuk sağlıklı çocuk olabilir mi ? Sosyal fobisi olan bir çocuk çevresiyle sağlıklı bir iletişim kurabilirmi ? Anne babaları korkutmak istemem ama tedbirli olmalarını isterim . Bir erkek çocuk eğerki akranlarıyla top oynamıyorsa , kızlarla oynuyorsa veya kızlarlada oynaması şart değil , bir köşeye çekilip yalnız kalma eğilimindeyse , içine kapanık ve duygusal sa , kendini ifade etmede ve hakkını savunmada güçlük çekiyorsa o çocuk eğer önlem alınmazsa bir eşcinsel adayıdır . Eşcinsellik te tamamen çocuğun bir tercihi değil , aksine sizin onları bilerek veya bilmeyerek sürüklediğiniz yolun ta kendisidir . Bunlar erkek evlatta eşcinsellik belirtileridir . Kızlar hakkında yorum yapmak istemiyorum , çünkü ben bir erkek çocuk olarak kendi öz tecrübelerimi anlattım . 1 yıl eşcinsel yönelim terapisi aldım ve bu da psikolojik bir sıkıntı  . Kız olsun erkek olsun çocuklarda içe kapanıklık iyi değildir .
 
Velevki eşcinsellik tehlikesini atlattık , çocuk eşcinsel olmadı peki sosyal fobi , hakkını savunamama , pısırıklaşma ve ürkek bir ruh yapısı çokmu iyi birşeydir ? Şüphesiz ki değildir . Bu yüzden tüm anne babalar , evlatlarına karşı sorumluluklarını yerine getirmeli , onun üzerinde fazla koruyucu olmamalı , onun psikolojik , cinsel ve kişilik gelişimini destekleyecek bir pozisyonda konumlanmalılar . Onların sorumluluk almalarını , sosyalleşmelerini , topluma ve kendilerine faydalı olacak bir konuma gelmelerini sağlamalılar . Kişilik yapısında güçlenme olmayan bir çocuk her zaman psikolojik sorunların habercisidir , buda benim bir kardeşiniz olarak , çok acı çekmiş , intiharları düşünmüş , depresyonlara girmiş zamanında tüm bunları yaşayan bir kardeşiniz olarak size tavsiyemdir . Bunların hepsinin kökeninde çocukluk ve anne babayla iletişim bozukluğu vardır . Unutmayınki onları geliştirecek tarzda desteklemeniz hem onun , hem kendinizin hemde toplumun yararına olacaktır .
 

3483
Psikoloji / Ynt: Aile Hukuku ve Evliliğin Psikolojik Boyutu
« : 06 Eylül 2011, 04:49:34 ös »
B İ L İ R K İ Ş İ    R A P O R U



MAHKEMECE İSTENEN HUSUS:

Mahkemece tarafların dinlenerek aralarında mevcut geçimsizliğin kaynağı ve evliliğin devamında tarafların faydasının olup olmadığı hususlarının tespit edilmesi istenmiştir.

http://www.huseyinkacin.com/forum/index.php?topic=111.0 tıklayınız

3484
Psikoloji / Ynt: Narsist kadının ilişkiyle ilişkisi
« : 06 Eylül 2011, 03:11:51 ös »
Kadın Narsisizmi

3485
Psikoloji / Ynt: Narsist kadının ilişkiyle ilişkisi
« : 06 Eylül 2011, 03:11:14 ös »
.

3486
Psikoloji / Narsist kadının ilişkiyle ilişkisi
« : 06 Eylül 2011, 03:10:43 ös »
Narsist kadın

3487
Psikoloji / Paranoid Kişilik
« : 06 Eylül 2011, 03:09:08 ös »
Paranoid Kişilik Bozukluğu

Paranoid Kişilik Bozukluğu, çocukluk veya ergenlik döneminde başlayıp kişinin hayatına yayılan bir kişilik bozukluğudur. Paranoid kişilik bozukluğuna sahip kişilerin gösterdiği en temel özel özellik “güvensizliktir”. İnsan ilişkilerinde mantıklı akıl yürütme yollarıyla aksi iddia edilemeyecek bir güvensizlik yaşarlar. Mantıklı düşünce örüntüleri ve gerçeklik algıları yıkıma uğramış, başkalarının kendilerine zarar vereceği yönünde güçlü paranoyalar geliştirmişlerdir. Bu paranoyalar, kendilerini korumak adına tercih ettikleri yalnızlığı daha belirgin kılar, sosyalleşme sürecinde tehdit edici bir unsur halini alır. Paranoyalar sağlıklı insanların da zaman zaman şüpheci yaklaşımlarından kaynaklı sahip olabileceği düşünce kalıplarıyken,  paranoid kişilik bozukluğu olan bireylerin paranoyaları günlük hayatın işlevini ve kalitesini bozacak derecede yoğundur. Bu durum paranoid durum olarak adlandırılır ve kişilik bozukluğu tanısında odak noktasıdır.

Paranoid Kişilik Bozukluğu - DSM IV Tanı Ölçütleri

Paranoid Kişilik Bozukluğu (Paranoid Personality Disorder), aşağıdakilerden en az dördünün olduğu ,genç erişkinlik döneminde başlayan ,başkalarının davranışlarını kötü niyetli şeklinde yorumlayıp, devamlı olarak güvensizlik ve kuşku duyma halidir.

1-Yeterli bir temele dayanmaksızın başkalarının kendisini sömürdüğünden , aldattığından ya da kendisine zarar verdiğinden kuşkulanır.
2-Dostlarının ya da is arkadaşlarının kendisine olan bağlılığı ya da güvenilirliği üzerine yersiz kuşkuları vardır.
3-Söylediklerinin kendisine karsı kotu niyetle kullanılacağından yersiz yere korktuğundan dolayı sır vermek istemez.
4-Sıradan sözlerden ya da olaylardan aşağılandığı ya da gözdağı verildiği biçiminde anlamlar çıkartır.
5-Devamlı kin tutar, haksızlıkları, görmezden gelinmeyi ya da onur kırıcı davranışları affetmez.
6-Başkalarınca hissedilmeyen ama kendisince algılanan , karakterine ya da saygınlığına saldırıldığı şeklinde bir yargıya vararak, öfke ya da karşı saldırı ile birden tepki gösterir.
7-Haksiz yere, eşinin ya da arkadaşının sadakatsizliğiyle ilgili kuşkulara kapılır.

Paranoid Kişilik Bozukluğu olan insanların genel tutumları incelendiğinde, iş arkadaşlarının ve yakın arkadaşlarının kendilerine bağlılığı konusunda sürekli şüphe halindedirler. Bu yüzden samimiyet kurmaktan uzak dururlar. Samimi ilişkiler kurduklarında;  bu ilişkideki paylaşımların gelecekte kendilerine koz olarak kullanılacağını düşünürler. Kendilerine yöneltilen kişisel sorulardan hoşlanmazlar, mahremiyet alanları oldukça geniş algılanırlar. Eşlerine, sevgililerine yönelik geliştirdikleri güvensizlik onları sürekli kontrol etme isteği yönünde ortaya çıkar. İkili ilişkilerde sadakatsizliğe uğrama korkuları oldukça fazladır. Bu yüzden çoğu yalnız kalmayı tercih ederler. Eleştiriye aşırı duyarlı oldukları halde insanları eleştirme eğilimleri yüksektir. Suçlanmayı kabul etmezler, suçlamalarda kolayca bulunabilirler. Bu yönleriyle değerlendirildiğinde kullandıkları mekanizma projeksiyon savunma mekanizmasıdır.

Ayırıcı Tanı

Paranoid kişilik bozukluğunda hezeyanlar, halisünasyonlar ve formal düşünce bozukluğu yoktur. Bu yüzden paranoid şizofreniden ayırt edilebilir.

Epidemiyoloji

Bu kişilik bozukluğu toplumun yaklaşık % 0.5- 2.5’inde görülür. Bozukluk erkeklerde kadınlara oranla daha fazladır.

Tedavisi

Durumunu inkar etme ve direnç gösterme söz konusu olduğundan paranoid kişilik bozukluğu olan hastalar bir uzmana başvurmazlar. Kişilik bozukluklarının tedavisi oldukça zordur. Farmakolojik tedavi kişilik bozukluğu tedavisinde ikincil tedavi yöntemidir. En temek ve birincil yöntem psikoterapidir. Fakat kişinin terapiye katılımı kişiye eşlik eden paranoya ve kaygılardan dolayı düşüktür. Tedavi konusunda kötü bir tablo karşımıza çıkmış olsa bile komorbiditesi olan Majör Depresyon, Obsesif- Kompusif Bozukluk gibi bozukluklar tedavinin odağı haline getirilebilir.

Ve son söz Freud’un:

“Güç ve güveni hep dışımda aradım. Ama bunlar insanın içinden gelir. Ve her zaman oradadırlar.”

3488
Somalili çocukların organları böyle çalınıyor!

Somalili çocukların organları çalınıyor! Her uçak en az dört “organ çantası” ile kalkıyor, BM izliyor.
 
 
 
 
 
Tarih 19 Ağustos... Saat 10: 10 ile 10: 15 arası... Bu fotoğraflar Somalili mültecilerin yaşadığı BM kamplarında çekildi. Havalimanında titizlikle korunan 4 soğutucu çantanın içinde ne vardı? Araçların arkasına gizlenen çantaların fotoğraflandığını gören BM çalışanları panikliyor.

Dadaab kampında çadırlar arasında dolaşırken bir babanın “Çocuğumu hastaneye gönderemem, zaten birini gönderdim cesedi çıktı, diğerine kıyamam” sözleri adeta beynimde şimşeklerin çakmasına neden olmuştu.

Yapılacak iş hastaneleri ziyaret etmekti. Öyle de yaptım. İlk durak Degahley'deki MSF'nin (Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü) hastanesinden işe başladım. Kapı etten duvar. Bir dayak yemediğim kalıyor. MSF'nin merkezine yöneliyorum. Tüyleri yeni bitmiş bir delikanlıya hastaneyi ziyaret etmek istediğimi ancak muvaffak olamadığımı anlatıyorum. Onun tepkisi hastanedekilere rahmet okutturacak cinsten; “Bana bak biz burada oyun oynamıyoruz. Safari de yapmıyoruz. Ciddi işler yapıyoruz. Öyle her aklı esen hastaneye giremez.” “Yanımdaki doktor girsin” teklifimi de reddediyor, BM'yi adres gösteriyor. Bizim hastanede neyi görmemizden endişe ediyordu. Dünyanın neresinde bir doktor ya da gazetecinin hastaneye girmesi kimi ne şekilde rahatsız edebilirdi. Bu defa BM temsilcisine bir haber uçuruyoruz. Biz hastaneleri ziyaret etmek istiyoruz. Eğer giremezsek...


ÇANTALARI SAKLADILAR

Bir gün sonra 12.00'de Hagadera'daki hastanedeyiz. Bildiğiniz görüntüler. Paspaslı amcalar işbaşında. Morgu görme talebimiz reddediliyor. 15 dakika sonra kapının önündeyiz. Bu defa BM'nin hastanelerindeki bu tip olayları araştırmaya başlıyorum. Sağolsun Google bu konuda oldukça cömert ve müzevir... Sıralamaya başlıyor. “Kosova'da organ kaçakçılığı, BM soruşturma izni vermiyor”, “Irak'ta organ kaçakçılığı arttı”, “Haiti'de BM görevlilerinin organ kaçakçılığı yaptığı anlaşıldı”, “Somali'de 1993 yılında Mogadişu havalimanına inen 18 doktor organ kaçakçılığı yaptıkları gerekçesiyle kurşunlanarak öldürüldü”, “Pakistan'da BM görevlileri saldırıya uğradı”.... örnekler birbirini takip ediyor.

Bulunduğum yerin çok yakınında BM'ye ait bir havalimanı var. Uçakların biri iniyor diğeri kalkıyor. Kamptaki mevzumuz yine aynı konu. O arada Avrupa Birliği İnsani Yardım uçağı kampın üzerinde alçalmaya başlıyor. Ardından bir başka uçak daha. Kamptakilerden biri, “İşte uçak iniyor. Gidin havalimanına bakın kargo uçağı değil” diyor.

Gidelim bakalım... Uçağın inişi ile birlikte 6 arazi aracı uçağın kuyruk kısmına yanaşıyor. Ömrümün çoğu havalimanlarında geçti. Çalışan bir uçağın motor kısmına aracın park ettiğini görmedim. Elimdeki iki fotoğraf makinesini de hazır hale getiriyorum. Araçların kapılarının açılıp yolcuların uçağa binme hazırlıkları ile birlikte an be an fotoğraflamaya başlıyorum. Tarih 19/08/2011 saat 10:10 ile 10:15. Ellerde kırmızı, mavi çantalar. Hepsi de soğutucu çantalar. Köy minibüsü olsa diyeceğim ki içinde soğuk su, kola falan var. Ama uçakta hepsinden istemediğin kadar zaten var. Aşı da olamaz. Zira aşılar bu çantalarla taşınmıyor. (Fotoğrafları ilgili yerlere gösterip onay aldığım için bu kadar net yazabiliyorum) Fark edilmem uzun sürmüyor. Perdeleme başlıyor. İki çanta araçlardan birinin arkasına gizleniyor. Diğerleri ise kalabalığın arasında kayboluyor. Arka tarafa dolaşıyorum. Tel örgülerin, çalıların arasından üç dört kare fotoğraf alıyorum. UN'nin aracı ile adeta saklambaç oynamaya başlıyoruz. El kol hareketleri işin tadını kaçırıyor. Araca biniyorum. Bu defa tel örgünün bir tarafından onlar bir tarafından biz parelel şekilde hareket ediyoruz. Şoför durumu fark edince onlar havalimanının içinden çıkamadan kaçmaya başlıyor. Makinelerdeki disketleri çıkarıp aracın muhtelif yerlerine gizliyoruz. Dadaab'ın tozlu sokaklarında izimizi kaybettirmeyi başarıyoruz.

KORKUDAN KONUŞAMIYORLAR

Akşam saatlerinde kamplara haber gönderiyorum. Böyle bir fotoğraf aldık, endişelerimiz var. Sizlere birtakım sorular sormak istiyorum diyorum. Sabah birkaç kişi geliyor. Fotoğraf ve görüntü almamak kaydıyla konuşmaya razı oluyorlar. Ş.Y., “Hastanenin morgunda bir yakınımızın cenazesini gördüm. Göğüs kafesinden göbeğine kadar, göbeğinden de iki yana 15-20 santimlik yarık vardı. Doktorlara sordum, 'doku örneği aldık' dediler. Sonra cesedi kefenleyip verdiler” diyor. Bir başka kişi ise “cenazelerimizi biz yıkamak istiyoruz vermiyorlar. Adeta paketleyip teslim ediyorlar” diyor. Morgdan fotoğraf alabilir misiniz? teklifime ise korku dolu bir cevap veriyorlar. “Maalesef yapamayız. Bu işin açığa çıkması halinde burada en iyi ihtimalle barındırılmayacaklarını söylüyorlar. Hasteneden bir doktora ulaşıyorum, o da konuşamayacağını belirterek, “Ben bir şey görmedim, duymadım bilmiyorum. Başkaları ile konuş” diyor. Başkaları ile de konuşuyorum. Hepsi aynı cümleleri kuruyor.

Şimdi birilerinin Nairobi-Dadaab arasında günde birkaç sefer yapan küçük uçakların ne taşıdığını incelemesi ve yolcuların profilini ve nerelerde çalıştıklarını ortaya dökmesi gerekiyor. Yoksa cevap bekleyen soruların ve BM'ye yönelik ithamların ardı arkası kesilmeyecek!

BM havaalanına her gün, organ taşıdığı tahmin edilen özel jetlerin biri iniyor biri kalkıyor...

İŞTE CEVAP BEKLEYEN SORULAR

Kamplarda görünmeyen bu kadar insan üstelik de günde birkaç küçük uçağın geldiği havalimanını hangi amaçla kullanıyor?

Soğutucu özelliği olan çantalarla organ değilse ne taşınıyor? Ya da içinde bir şey olmayan çanta niye gizleniyor?
 Çantaların fotoğraflanması kimi niye rahatsız ediyor?

Hastanelere giden cesetlerden hangi amaçla doku örneği alınıyor. Bu örnekler nerede kullanılıyor?

Bir doktor ya da gazetecinin hastaneye girmesi niye engelleniyor?

21 yıldır var olan üstelik de dünyanın en büyük mülteci kampı olarak bilinen bir mekandaki sağlık istatistikleri niye yayınlanmıyor?

Cenazeler niye kefenlenmeden sahiplerine teslim edilmiyor?

Hastaneler neden bazı doktor örgütlerinin haricinde başka doktorlar tarafından işletilemiyor?
 Neden BM'nin girdiği her bölgede bu tip olaylar oluyor ve her seferinde soruşturulmasına izin verilmiyor?

Kargo uçağı inmesi gereken alana neden küçük uçaklar iniyor?

Neden UNICEF çocuk ölümlerini mercek altına almıyor?

Bugüne kadar hastanelere giden ve tedavi edildikten sonra taburcu edilen kaç hasta var? Kaç hasta hayatını kaybetti? Ne gibi operasyonlar yapıldı?

Neden kriz bölgesi Somali olmasına rağmen açlıktan ölmek üzere olan insanlar 300-550 kilometre arası yolu yürüyerek Kenya'daki bu kamplara ulaşmak zorunda?

Dünyanın her yerinde savaşta dahil olmak üzere doktorlar dokunulmazlık zırhına sahipken bu insanlar neden Somali yerine Kenya'da faaliyet gösteriyorlar.

Havalimanındaki o araçlar hangi örgütlere ait?

Türkiye

 


3489
EŞCİNSELLİK DEĞİŞTİRİLEBİLİR .‏

 
1.5 sene öncesine kadar bende bir eşcinseldim . Yani hiçbir zaman kabullenemedğim hislerim ve yönelimlerim vardı . Herşeyin kökeni aslında küçük yaşlarda yaşanılan olaylara dayanıyor . 23 yaşında bir ünvste mezunuyum . . Çocukluğum büyük bir aile içerisinde kadınların arasında geçti diyebilirim . Evde tek erkek çocuğu bendim . Abim veya evin içinde benden başta herhangi bir erkekte yoktu . Benle ilgilenmeyen , beni kucağına almayan , parka götürmeyen  bir babanın daha doğrusu Şam babasını erkekten saymazsak tabi .Geniş bir ailede kızlarla beraber büyüdüm , 5 yaşından beri kızlarla , onların bebekleriyle oynadım . Küçükken kadın bedenine özendiğimi , makyaj yapma arzusu taşıdığımı , kadın gibi yürüyüp , kadın gibi konuşmaya özendiğimi gayet net olarak hatırlıyorum . Bu tabi benim suçum değil . Çevremde rol olarak kendisini örnek alacak bir erkek göremeyince erkek çocuk otomatik olarak çevresindeki kadınları örnek alıyor , bu anne veya kızkardeşte olabiliyor . Küçükken bana erkek olduğumu hissettirecek , yani erkeksi kimliğimi geliştirecek bir aktivitede bulunduğumu hatırlamıyorum . Sokaktaki çocuklar top oynarken ben onları çok vahşi ve kaba yaratıklar olarak algılardım , onlara bir yandan benden güçlü oldukları için öfke duyardım , bir yandan da hayran kalırdım . Kişi kendi zıddına aşık olur , kız gibi büyüyen , erkeksi paylaşımları 0 ın altında olan bir çocuktan kızlardan hoşlanmasını beklemek hayal ötesi bir durum . Çocuk yaşlarda çevremdekiler tarafından ''kız gibi bir çocuk'' olarak algılandığım ve bana bu yakıştırmanın etkisiyle geçirdiğim ve giderek artan bunalımlarda cabası . Kadınları rol model alma , baba figüründen yoksunluğun üzerine birde 8 yaşlarında 20 yaşlarındaki bir gencin tacizine uğradım , bunu korkumdan ve etraf ne der diye kimseyede söyleyemedim . Tacizden sonra içime kapandığımı ve dışarı çıkmak istemediğimi hatırlıyorum . Tüm bu travmaların etkisiyle ergenlik çağına girdim . Çok fazla utangaçdım , toplum içerisinde  kendimi hiçbir zaman net olarak ifade edemedim okul çağlarında . En basit bir konuyu topluluk önünde ifade ederken bile kızarır , renkten renge girerdim . Okul çağlarında tüm erkekler bilirki kavga mutlaka olur , mutlaka en sakin çocuklar bile birbirine girer . Ben hiçbir zaman bir kere bile kavga ettiğimi hatırlamam . Kavga ederken bir yerim incinecek ve sakat kalcam diye o kadar korkardımki ve küçük yaşlarda futbol oynarken gözümde güçlü olan erkek figürü , bu seferde kavga ederken benim gözümde güçlüydü . Hem güçlü ve sempatik hemde alabildiğine itici tabiki . Okulda beden derslerinden nefret ederdim , malum beden eğitimi derslerinde erkekler futbola , kızlar voleybola , ben ise cesaret edip futbol oynamaya kalksam elim ayağım birbirine dolaşacak gibi gelirdi . O kadar özgüvensizdimki erkeklerle dostluk kuramazdım , kurduğum nadir erkeklere de kadınsı yönümü gösterirdim ve onları koruyucum ilan ederdim , onların beni bir kız gibi koruyup kollaması , sarıp sarmalaması öyle hoşuma giderdiki anlatamam . Çünkü psikolojik olarak erkeklikle ne kadar alakam vardı tartışılır .
 
 
Ergenlik çağına girdiğimde cinsel arzularım iyice artmıştı , derslerimi hiçbir zaman aksatmadım , okulumu başarılı bir dereceyle bitirdim . Ama bir yandan da pornoya yöneldim , internette gay pornoları izlemek tek eğlencem haline gelmişti . Yine msn ve sohbet siteleri üzerinden kurulan arkadaşlıklar birbirini izledi . En başlarda utangaçlığmın ve biri görürde ne olur halim korkularının verdiği tutukluk , cinsel arzuların artmasıyla yerini buluşmalara bırakmıştı 18-19 yaşlarında . Derken birkaç yılım ''aşk'' ve ilgi arayışıyla geçti . Ne kadar cinsel dürtülerim yoğunlukta olsada esas istediğim şey beni sarıp sarmalayacak , yalnızlığımı , beceriksizliğimi , ezikliğimi ve zayıflığımı unutturacak güçlü bir erkek figürüydü . Aslında o güçlü erkek benmişim , ta kendimmiş . Ben diğer erkekler kadar değil , hatta birçok erkekten de daha erkekmişim bunu tabi psikolojik terapiler sürecinde anlıyosun ve o sahte benliğinden ve ezik yanından sıyrılıyorsun . 22 yaşlarımda artık eşcinsel yaşam beni o kadar bunaltmıştı . Bu doğuştan gelen bir durummuydu ? Öyleyse neden ben ? Bula bula benimi buldu , banamı layık görmüştü Allah bu hastalığı ? Benim ona ne zararım dokunmuştu . İnternet elimin altındaydı , bu konuyla ilgili pekçok iddia vardı kimi sözde psikolog ve uzmanlar bunun doğuştan gelen bir durum olduğunu savunuyorlardı . Oysaki eşcinselliğin geni yoktu . Genlerden yana emindim . Sonra hormonlarımı ölçtürdüm , hormonlarım gayet sağlıklı ve normal bir erkekten bile daha dengeli çıktı ? Öyleyse geriye tek bir seçenek kalıyordu . Sorun psikolojik . Tedavimi Hüseyin Kaçın beye yaptırmadım . Ama ona ve forumuna çok güvendim siteyi (www.escinselterapi.net) inceleyince . Tedavimi başka bir dernekte kadın bir cinsel terapiste yaptırdım . Allah ondan razı olsun diyebilirim , bana maddi olarak ve anlayış olarak kimsenin göstermeyeceği kolaylıkları gösterdi . Önce neden eşcinselim sorusunu sorduk beraber ve bunu keşfettik . Ben ilk gittiğimde çok depresyondaydım ve intiharı düşünüyodum sürekli . Önce kendimle barışmayı öğrendim , depresyondan çıktım ve sosyal fobiyle ilgili terapiler gördüm . Bu 4 ayı geçkin sürdü . Daha sonra psikologumun davranışçı terapi , hipnoz terapi ve fantazi çalışmaları gibi birçok teknik uyguladıkları bir süreç geçirdim . İlk 6 ay her hafta gittim , 6 ay sonunda epey bir değiştim , hemcinslerime ilgim devam ediyordu ama karşı cinsede büyük bir ilgi duyuyordum . Daha yürümem gereken yolum vardı . 6 ay sonrası kimi zaman 15 günde bir kimi zaman ayda 1 uzmanımın önerdiği gibi terapilere gelerek büyük bir değişim geçirdim . Anladımki ben aslında hiçbir zaman eşcinsel değilmişim , zaten benim durumumda olanlara yalancı eşcinsel deniliyormuş . Bunun gibi bilgiler edildim. Terapi süreci bıyunca eşcinselikle ilgili pek çok şey öğrendim .  Mesela kendimi yalnız hissettiğim anlarda uzmanımın bana yüzde 12 i eşcinsel var Türkiyede demesi beni umutlandırıp yalnız olmadığımı hissettirmişti . Gençlere tavsiyem doğuştan diyenlere kulak asmayın . Bu gelişimsel bir problem aşabilirsiniz inandıktan ve istedikten sonra herşey kolay . Kendi tercih etmediğiniz birşey için acı çekmeyin , ana babamızın yaptığı hataların sonucu bazen böyle ağır olabiliyor ama değişim mümkün . Ben tedavi ücretim için işe girdim , çalıştım , insan başlarda parayı bahane ediyor ama inanınki istedikten sonra parayı da hallediyorsunuz . Şimdi huzurlu ve mutluyum . Kız arkadaşım var, bazen onu aldatmamak için kendimi zor tuttuğumu hissediyorum o kadar ki kızlara ilgim var . Erkeklere olan ilgimi sorarsanız , daha önce bir erkek gördümmü altüst olurdum . Şimdi hiçbir erkekle kafamda cinsel fantazi kuramıyorum , zevk almıyorum , hayal etmiyorum . Sadece yakışıklı bir erkek görünce sevimli geliyor ama cinsel açıdan arzulayamıyorum . Bu sevimli gelmesi de sadece geçmişten kalan bir alışkanlık .  Değişim gerçekten mümkün inanın , isteyin ve yılmadan yürüyün , yürüyün , yürüyün ve cinsel kimliğinizi bir ödül gibi çekip alın .
 

3490
Hastalıklara sebep olan beslenme alışkanlıklarımız

5 MART 2011’de Kansere Umut Vakfı’nın
İstanbul Sultangazi’de
“KANSERE SEBEP OLAN BESLENME ALIŞKANLIKLARIMIZ”
konusunda düzenlediği toplantıda
Prof. Dr. Kenan DEMİRKOL’UN konuşması.



Karaciğer yağlanması, Ama ne tür bir yağlanma? Alkolizm dışı bir yağlanma. O yüzden biz buna alkol dışı karaciğer yağlanması deniyor. Ve alkol dışı karaciğer yağlanması, özel tipli bir siroza neden oluyor. Atatürk’ün öldüğü siroz hastalığı var ya. Özel bir tipte siroz hastalığı, kriptojenik siroz deniyor buna. Amerika’da son otuz yıl içinde üç kat artan karaciğer kanserinin de kriptojenik siroz sonucu olduğu belirtiliyor. Yani sonuçta Amerika’da son 30 yılda üç kattan fazla görülen karaciğer kanserinin sebebi mısır şurubudur. Bu, bu kadar açıkken bizim bakanlığımız dün yaptığı açıklamada hiçbir bilimsel kanıt sunulamamıştır diyor. Benim 110 tane bilimsel yayın kullanarak yazdığım, on yedi sayfalık raporu da çiğneyerek bunu yapmış. 17 sayfalık rapor gönderdim onlara. 110 tane de literatür ekledim. Ama neoliberalizmdeki iktidarlar sermayenin iktidarıdır; vatandaşın iktidarı değildir. Yurttaşın iktidarı değildir…

Ne olur çocuklarınızı mısır şurubundan uzak tutun. Hem şekerden uzak tutun ama özellikle de yani gofret, bisküvi kek dışardan alacağına az şekerli bir keki evde kendin yap. Yani ambalajlı bir ürün sunmayın çocuklarınıza. Bugün gıda sanayisinde sadece ve sadece aksi belirtilmediği takdirde mısır şurubu kullanılıyor. Dondurmalarda o kullanılıyor, hazır aldığınız baklavanın şerbeti bile mısır şurubundan. Kartal’da onun fabrikası var Ülker’le Cargill firmalarının ortak kurdukları bir fabrika. Baklava şerbeti bile oradan geliyor. Çocuklarınıza illa tatlı bir şey yedirecekseniz, ne olur evde kendiniz yapın ve olabildiğince az şekerli yapın. Çünkü total olarak da şeker zararlı zaten, yani insanın zarar görmeden günde tüketebileceği şeker miktarı 30 gram dolayındadır. 30 gram, 8 kesme şekeri yapar. Ama bu şekerin içinde ne yazık ki meyve de var, bal da var, yani siz kahvaltıda bir tatlı kaşığı bal yediyseniz, hakkınız 7 ye düştü. Bu hakkınızı ağırlıklı olarak meyve olarak değerlendirin. Eğer bugün hiç şeker yememişseniz, bal dahi yememişseniz, çayınıza hiç şeker koymamışsanız, başka hiçbir şeker kaynağı da yoksa, 8 kesme şekerin karşılığı 300 gram portakal veya 300 gram elma veya 400 gram kiraz veya vişne veya 100 gram kadar muz, incir veya üzüm yiyebilirsiniz. Ama sadece 100 gram. Yani mandalina zamanı koy hanım önüme bir kilo mandalinayı ben bunu yiyeyim bu sağlıklı değil. Siz sınırsızca sebze yiyebilirsiniz ama meyve sınırlı yemeniz lazım. Meyvenin fazlası da şişmanlatır. Ve zararlıdır, karaciğer yağlanması yapar….. Yani meyve tek başına bile hem karaciğer yağlanması, hem karın tipi şişmanlık yapabilir. Karın tipi şişmanlığın çok özel bir yeri vardır. Bağırsak çevresindeki iç organların çevresindeki yağlar hormonal etkin yağlardır ve bu hormonal etkin yağlar ne yazık ki kanser oluşumunda da, kalp-damar hastalığı oluşumunda da etkindir. O yüzden eşit bir şişmanlık, yani kollar bacaklar her taraf eşit ama karın büyümemiş. Bu şişmanlığa çok itirazım yok. Ama karın tipi şişmanlık eşittir şeker hastalığı, eşittir kalp hastalığı, eşittir kanser. O yüzden göbekler inecek. Göbekler inmediği sürece sağlıklı olma şansımız yok. Göbekleri indirmek içinde şekerden uzak duracağız. Çünkü en çok karın tipi şişmanlık yapan früktozdur. Bizim yediğimiz pancar şekerinin de yarısı früktozdur. Yediğimiz meyvenin şekerinin de yarısı früktozdur. Biz früktozu azaltmak zorundayız. Karın tipi şişmanlığı, dolayısıyla kalp hastalığı, kanser, inme gibi hastalıklardan kurtulmak istiyorsak karnımız inecek.


- Esmer şeker hakkında ne düşünüyorsunuz?

- Bakın bütün şekerler esmerdir. Üretim aşamasında karamelize olur. O yüzden esmerdir ama yıkandıkça üzerindeki karamel atılır, rafine edildikçe beyazlaşır. Yani senin dediğin esmer şeker, yediğin beyaz şekerin üretimdeki bir önceki aşamasıdır. Sadece ticari bir tuzak. Daha yüksek fiyata satabilmek için ticari bir tuzak……

Şimdi karaciğer yağlanmasının önemli bir bölümü selim seyredebilir. Yani her hangi bir sorun yaratmadan da insan ömrünü bununla sürdürebilir. Ama bir bölümü yine hatalı beslenmenin devam etmesi koşuluyla, yağlı karaciğer iltihabına dönüşebilir. Alkol dışı yağlı karaciğer iltihaplanmasıdır bu hastalığın adı. Ciddi karaciğer yetersizliği, siroz karaciğer kanseri aşamasıdır. Bazen yağlı karaciğer iltihabı olmadan da sadece yağlı karaciğer aşamasında da bazı hastalıklar çıkabilir ama yağlı karaciğeriniz varsa iki yol var sizin önünüzde; biri nispeten hayatınızı idame edeceğiniz bir yol öbürü de ölümdür. O yüzden ne yapıp yapıp karaciğer yağlanmasını tedavi ettirmelisiniz. Bunun da temelinde şekeri tümüyle sıfırlamanız geliyor. Ancak iki yıl gibi bir süre içinde toparlayabilirsiniz……

Şeker kesmeyi dile getirdiğimiz zaman karaciğer yağlanması açısından, o zaman nişastayı da kesmemiz lazım. Çünkü nişasta, daha ağzımızda çiğnendiğinde tükürükle glikoza dönüşür. Şekerdir; yani nişasta da şekerdir.

- Kolesterolün karaciğer yağlanmasıyla bir ilgisi var mı?

- Kolesterol olmazsa hayat olmaz. Bütün hormonlarımızın ham maddesi kolesteroldür. O yüzden zaten anne sütünde kolesterol çok yüksektir. Çocuğun hormonlarının üretilmesi için başlangıçta anneden aldığı kolesterole ihtiyacı vardır. Kolesterol masum bir maddedir. Ama oksitlenirse oksikolesterole dönüşür ve damar sertliği yapar. Peki oksitleyen ne? Şeker. Yedikten sonra şeker trigliseride dönüşür. Yağdır o ve o trigliseritten kolesterolü oksitleyerek damar sertliği yapar bir. İki ayçiçeği yağı, mısır özü yağı veya margarinden elde edilen trans yağ asitleri kolesterolü oksitler ve böylece damar sertliği oluşur. Üç, yapay yemle beslenen hayvanların sütünde de iç yağı vardır. Damar sertliği yapıcı doymuş yağ asitleri vardır, bunlar kolesterolü oksitler ve hasta eder bizleri. Şimdi hayvanın merada otlarsa ayçiçeği yağı mısırözü yağı margarin kullanmazsan şekeri de azaltırsan senin damar sertliği olma şansın kalmıyor. Kolesterolün ne olursa olsun. Ama bu bilgi kolesterol ilacı üreten Amerikan şirketlerinin işine gelmiyor. Bugün yılda sadece kolesterol ilacı satımından 50 milyar dolar elde ediyorlar. O yüzden de Amerikan tıbbı bize ne emrediyor? Kolesterol ilacı ver diyor. Bakın gazetelere yansıyan bir gerçek var. Nasıl bizim Sağlık Bakanlığımız bir bilimsel kurul kurdu, Amerika’da da böyle bir bilimsel kurul kuruldu ve “Normal kolesterol düzeyi kaçtır?” sorusuna bilim kurulu yanıt versin istendi. Ve de normalin çok altı bir değer, 200 mü kabul ediliyor normal,150 gibi bir değer ileri sürdüler. Sonradan ortaya çıktı ki bilim kurulunda yer alan 9 öğretim üyesinin dokuzu da ilaç şirketlerinden rüşvet almışlar.

- Hocam kızartmalarda ne tip yağ kullanmak gerekir?

- Kesinlikle zeytinyağı, kesinlikle.

- Peki, zeytinyağının yanma derecesi ayçiçeği yağından yüksek midir?

- 240 derece, ayçiçeği yağından çok daha yüksektir. Tava ısısı normal şartlarda 180 dereceyi çok az aşar. O yüzden rahatlıkla zeytinyağını kullanabilirsiniz ama dumanlaşma derecesi diye teknik jargonda adlandırılır sızma zeytinyağını kullandığınız zaman çok daha düşük derecelerde dumanlanma görürsünüz. O su buharıdır. Su buharıdır ve içindeki bazı organik maddeler yanar, koku maddeleri tat maddeleri yanar. O yüzden o, yağın yandığı anlamında değildir. Ne olur yanılmayın. Yağ yanmıyor. İçindeki bazı koku, renk maddeleri yanıyor. 240 dereceye kadar dayanan bir yağdır……

- Bir dinleyicinin elindeki pet şişeden su içtiğini gören hoca,

- Şimdi içtiğiniz su ile neler elde ettiğinizi de gözden geçirelim ve bu günkü toplantıyı kapatalım. O polietilen tereftalat maddesinden üretilmiş yani pet şişenin içindeki stalatlar suyun içine karışmış bulunuyor. Ayrıca o plastiği yumuşatmak için antimon denen bir ağır metal kullanılmıştır o da suyun içine karışıyor dolayısıyla siz hem stalat, hem de antimon içmiş oldunuz şu anda. Peki, ne yapar bunlar size? Bunlar hormon bozucular diye geçer. Sizin vücudunuzda bir takım hormonal bozukluklar yaratır. Bu hormonal bozuklukların bir bölümü, örnek, östrojen etkisini göstererek 5 yaşında çocukların adet görmesine sebep olur. İki buçuk yaşında bir çocuk getirdiler Lüleburgaz’dan adet görüyor. İki buçuk yaşında. Hamile bir kadın östrojen etki gösteren bir hormonal bozucuyu aldığı zaman, o madde özellikle bu 19 litrelik su bidonlarında onlar polikarbon denen bir plastiktir ve ham madde olarak Bisfenol-A denen bir maddeden üretilir. Bisfenol-A’nın meme kanseri yaptığı 1930 yılından beri bilindiği halde ve 130 tane bilimsel yayın olduğu halde bunun hakkında hala biz o bidonlardan su içmeye mahkum bırakılıyoruz.

Bisfenol-A hamile bir kadının karnındaki çocuğun beynindeki cinsiyet ayrım merkezine gittiğinde çocuğun homoseksüel olma olasılığı çok yükseliyor.

Meme kanseri riski çok yükseliyor erkekse prostat kanseri riski normal bunla temas etmemiş insana göre 3 kat artıyor. Yani musluk suyu için Allah aşkına.

- Arıtıcılar hocam?

- Paranız varsa arıtıcı kullanın. Ama paranız yok arıtıcı alamıyorsunuz, musluk suyu için. Musluk suyu İstanbul’da kullandığınız plastik şişedeki su hangisi olursa olsun 100 kat iyidir. İSKİ’nın her ay İstanbul’daki bütün su havzalarının sağlık raporları internette yayınlanıyor. Biz geçen sene NTV’de bir su programı yapmıştık ve NTV Yıldız Teknik Üniversitesinde piyasadan topladığı suları bakteriyolojik incelemeye gönderdi. Hepsinde mikrop çıktı. Hepsinde istisnasız. Yani siz sağlıklı olsun, temiz olsun çocuğum mikropsuz su içsin diye mikroplu suyu paranızla içiyorsunuz. Bıraktım vazgeçtim mikroptan, kanser yapıyor. Almanya’da geçen sene ocak ayında Avrupa birliğinin gıda güvenliği merkezi vardır EFSA ocak 2010a kadar Bisfenol_A’nın sağlık sakıncası olmadığını iddia ediyordu. Ama toplum baskısıyla mayıs ayında biz bu işi araştıracağız dediler ve ekim ayında biberonlarda Bisfenol-A’nın kullanımını yasakladılar. Tamam, da biberonda yasakladın e çocuğuna Bisfenol-A’lı su bidonundan su katmıyor musun mamasını hazırlarken? Isı ve zaman etkisiyle plastiğin defalarca kullanılmasıyla Bisfenol-A’nın suya geçiş oranı çok artıyor. Şimdi su ısınmaz ki diyeceksiniz. Arizona’da yapılan bir çalışmaya göre şehirlerarası su nakli sırasında kamyon içerisindeki su 80 dereceye kadar ısındığı saptanmıştır. 80 dereceye ısınan su o plastikten ne kadar madde çözüyor biliyor musunuz? Sizi de sülalenizi de kanser etmeye yeter. Antalya’da yazın açık havada duran suyun derecesi kaç acaba? Banyo bile yapamazsın o kadar sıcak suyla. Ne olur musluk suyu kullanın. Bırakın şu plastikleri.

- Hocam bazı yiyecekleri plastik poşetlere koyup buzluğa atıyoruz . bu da sakıncalı mı?

- Şimdi bakın naylon folyo polietilen denen bir maddedir ve polietilenin bu güne kadar bir sağlık sakıncası saptanmamıştır. Daha büyük sorun yoğurt kapları. Mesela bazen çay içiyoruz köpük gibi bardaklardan veya uçağa bindiğimizde şeffaf cam gibi çıt diye kırılan plastik bardaklar var hem o polystryne hem köpük gibi olan bardaklar da polystryne onlardan stryne çayımıza geçiyor o da kanser yapıyor.

Şimdi plastik yoğurt kaplarında, ben anlata anlata zannediyorum bazı firmalar artık polipropilen kullanmaya başladı. Kabın altına baktığımız zaman veya yanına baktınız zaman bir üçgen göreceksiniz. Üç oktan oluşan bir üçgen. Bu geri dönüşüm işaretidir. O üçgenin içinde bir sayı yazar. 5 numara polipropilendir altında da zaten PP yazar. Yoğurt alırken artık markaya göre değil kullandığı plastiğe göre tercihinizi yapın. Ben her yoğurt almaya gittiğimde maalesef aynı firma farklı marketlere farklı plastik gönderebiliyor. Daha ucuz marketlere adi plastiklerde, lüks semtlerdeki marketlere daha kaliteli plastikte gönderiyor. Ne acı. Yani ayırım yapıyor.

- Yani hocam üçgenin içinde 5 mi yazması lazım?

- Evet polipropilen

- 1,5 litrelik su şişelerinde 1 yazıyor.

- Evet, işte o PET polietilen tereftalat, kötü, 1 numara kötü. Evde 19 litrelik bidonların altına bakın. Onda da 7 yazar. 7 diğer plastikler anlamına gelir. Diğer plastiklerin içinde 6-7 farklı plastik vardır bunlardan bir tanesi de polikarbondur onun için üçgenin altında PC kısaltması vardır.

3491
Eşcinsellik tedavi edilebilir bir hastalık mı?

12 Aralık 2008
Sefa KAPLAN

Özgür bir tercihin mi yoksa çocuklukta yaşanan travmaların sonucu mu olduğu hálá tartışılan eşcinseliğin tedavi edilebilir bir hastalık olduğu ve pek çok kişinin psikoterapi sonucu eşcinsel eğilimlerinden vazgeçtiği iddia edildi.

ABD’de uzun yıllar Eşcinsellik Üzerine Ulusal Araştırma ve Tedavi Birliği NARTH’ın başkanlığını yürüten Dr. Joseph Nicolosi’nin Türkçe’ye de çevrilen "Erkek Homoseksüeller İçin Onarım Psikolojisi" isimli kitabı, eşcinselliğin nasıl tedavi edilebileceğini anlatıyor. Türkiye’de de eşcinselleri tedavi etmeyi amaçlayan klinikler mevcut.

DÜNYANIN muhtelif yörelerinde uzunca bir süre erkek eşcinselliğinin doğal bir tercihin sonucu olup olmadığı tartışıldı. Karşı tezler, eşcinsel eğilimlerin çocuklukta yaşanan muhtelif travmaların, baba figürü eksikliğinin vb. sonucu olduğunu iddia ediyordu. Aradan geçen yıllarda, eşcinsellik insan haklarının bir parçası olarak çeşitli memleketlerde yasalara dahil edildi, pek çok ülkede eşcinsel evliliklere izin verildi ancak bütün bunlar çıkış noktasındaki tartışmayı durdurmadı. Hatta, bir adım daha ileri gidildi ve "Eşcinsellik bir hastalıksa, neden tedavi edilmesin" aşamasına kadar gelindi.

Hiç kuşkusuz eşcinsel gruplar yahut kendilerini sadece eşcinsellerin insan haklarından sorumlu görenler bu fikre müthiş tepki gösteriyor ama Türkçe’ye yeni çevrilen "Erkek Homoseksüeller İçin Onarım Psikolojisi, Yeni Bir klinik Yaklaşım" isimli kitap (Çeviren: Ebru Morgül, Kaknüs Yayınları), konuyu bir kez daha gündeme getirdi. Üstelik, kitabın yazarı öyle bir çırpıda bir kenara bırakılabilecek bir isim de değil. Dr. Joseph Nicolosi, uzun yıllar ABD’de Eşcinsellik Üzerine Ulusal Araştırma ve Tedavi Birliği NARTH’ın başkanlığını yapmış, şimdi de Kaliforniya’daki Thomas Aquinas Psikoloji Kliniği’ni yönetiyor.

Dr. Nicolosi, "Homoseksüel olduğu halde ’gey’ etiketini ve bu etiketin ima ettiği her şeyi reddeden erkekler" var" diye başlıyor söze. Böyle olunca da, "homoseksüellik (eşcinsellik)" ile "gey"lik iki ayrı kategori haline geliyor. "Bu erkekler" diyor" diyor Dr. Nicolosi, "psikolojilerinde yadsıyamayacakları bir ’homoseksüel’ yönleri olsa da ’gey’ kavramının işaret ettiği yaşama biçimini ve değerleri benimsemiyorlar: Bu yüzden de değer yargıları ile cinsel eğilimleri arasında çatışma yaşıyorlar. Bu tür erkeklerin kişilik gelişimi öyküleri homoerotik arzularla yüklü olmasına rağmen, bu duygulara boyun eğmek yerine homoseksüel yönelimlerinin üstesinden gelmeyi hedefliyorlar."

Yani? Yanisi basit, tedavi olmak istiyorlar. ABD, Avrupa ve şimdi sıkı durun, Türkiye’de bu amaçla kurulmuş klinikler var. Bu kliniklere başvurarak, hetoroseksüel kimliğe kavuşmak istediğini söyleyen kişiye, bir dizi psikoterapi yapılıyor, daha sonra grup tedavisine alınıyor. "İlk grup toplantısında" diyor Nicolosi, "Gey olmayan homoseksüel erkeklerin çoğu, kendileriyle aynı mücadeeyi paylaşmakta olan diğer erkeklerle daha önce hiç oturup konuşmamışlardır." Bunlardan birisi, terapistin "Neden gey olmak istemiyorsun" sorusuna şu cevabı verecektir: "En önemli nedenlerinden biri, evlenip çoluk çocuk sahibi olmayı gerçekten çok istiyorum. Gey yaşam tarzının sonunda insanı yalnızlığa götürdüğünü biliyorum."

Doğal olarak burada, psikiyatri tarihindeki temel bir olgudan da söz etmek gerekiyor. Geçtiğimiz yüzyılın önemli bir bölümünde, eşcinsellik, "kişilik bozukluğu" olarak kabul görüyordu. Ancak, 1973’te Amerikan Psikiyatri Derneği (APA), 1990’da ise Dünya Sağlık Örgütü (WHO), eşcinselliği ’psikiyatrik bir bozukluk’ sınıfından çıkardı. Ama, terapi sürecinden geçen eşcinsellerden birisinin şu sözü söylediğini de hatırlatalım: "Uzun yıllar gey olduğumu sandım. Sonunda anladım ki gerçekte ben gey değil, homoseksüellik problemi olan heteroseksüel bir erkektim."

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/10552781.asp

3492
Eşcinsellik tedavi edilebilir bir hastalık mı?

    "Eşcinsel olmayı kabul etmek demek; size çocuk yaşta cinsel tacizde bulunan insanı haklı çıkartmak demektir."

 

Sitede daha önce yazdığım yazılara bakınca gülmekten öte önce sinirlenirdim;Bana ait olduğunu kabullenemezdim,şimdi bakıyorum o yazılara da kaygılı bir çocuğun dışlanmışlığını hissettiren basit yazılar.Bu yazımda da çok farklı bir şey yazmayacağım ama bir şeyler eksik kalacak telaşım yok,rahat rahat yazabiliyorum duygularımı...

 

Eşcinselliğin psikolojik cinsel bir sapma olduğunu destekleyen bir örnek benim hayatım

Hayatımı daha ayrıntılı anlatmak ve net bir tablo çıkarmak benim de işime gelir;zira kafama taktığım bir sorunu çözümleyemeden üstünden geçersem ben de problem yaratıyor

 

Ben 8 çocuklu bir ailenin en küçük ferdi olarak dünyaya geldim;kalabalık bir aileydik 4 kız 4 erkek anne baba ve büyükaanne olarak.Güneydoğunun güzel bir şehrinde ve ama problemli bir ailede dünyaya gelmiştim.Olacakları Allah biliyordu ya!

 

Babam, ben ilk okulu bitirene kadar şehir dışında çalıştı,bu yüzden babamla çocukluğuma dair tek bir anım yoktur.Arada seferden döndüğünde çeşitli oyuncaklar alır bizi bu şekilde tatmin etmeye çalışırdı ama abim babamın getirdiği oyuncaklar yüzünden bile benimle rekabete girerdi;onca kavgadan sonra hep onun dediği olurdu,bu tartışmalardan sonra tuhaf olan şey ağabeyimle ben konuşmadığımız halde o önce konuşmaya başlar ve hiç bir şey olmamış gibi davranırdı.Bu durum benim çok zoruma giderdi.”Nasıl olur da hiçbir şey olmamış gibi davranır” derdim kendime hep.Onunla kavgalarımız ben üniversiteye başlayana kadar devam etti,o yine pervasız halini devam ettirdi.Gerçi onun bu kadar kızgın ve şiddet yanlısı olmasının sebebi küçükken geçirmiş olduğu menenjitten kaynaklanıyor ve tabi annemim onu sürekli bu endişesinden dolayı şımartmasından.Misafir çocuklarını ısıran gelin görün kardeşine ne yapar.

 

Ben ilk okul 1.sınıfa başladığımda öğretmen ailemi çağırmış ve bir sene daha beklememi söylemiş;boyum o zamanlar çok kısa olduğunda öğretmen ezildiğimi ve diğer çocuklar tarafından dışlandığımı söylemiş her neyse ben 1.sınfın 1 dönemini bitirip ayrıldım okuldan.

 

Aynı sene başka bir şehre taşındık.7 yaşına ayak basmıştım.Geldiğimiz bu şehirde de pek huzur bulamadık açıkcası.Annem o sene çok ciddi migren krizlerine giriyordu,ben o telaşlı halimle annem ha öldü ha ölecek diye korkudan tir tir titrerdim.Annem çok yere başvurduysa da çare bulamadı;bu hastalığının babama olan öfke ve nefretinden kaynaklandığını bir tek bilen ben değildim elbet ama o bu nefretinden hala vazgeçmiş değil,Hani benim de umrumda değil.Onların evliliklerinden bu yana süren 30 yıllık kavgaları herkesi canından bezdirmişti.Son kavgalarında ben patlayınca daha kavga etmemişlerdi;galiba üzülmüşler!!!

 

Yıllardır sessiz sedasız okulunu,derslerini ve masumane(!) sevdiği öğretmenlerini anlatmaktan başka hiçbir sorun yaratmayan bu çocuğa ne olmuştu da bu cinnete benzer bir tavır sergilemişti o son kavgada?

 

Ben 7 yaşını bitirirken şehirden ayrılıyorduk,memlekete dönecektik.Bu memlekette başlayan içe çekilme kendi memleketimde de devam edecekti.Daha dün gibi hatırlarım,gittiğimiz bu memlekette bazı arkadaşlar saçım uzun olduğundan kız mısın erkek misin diye sorarlardı.Ben cevaptan ziyade sorunun şaşkınlığından ne diyeceğimi bilemezdim.

 

Babamın yoğun ısrarlarıyla tekrar memlekete dönmüştük.İlk okul ikinci sınıfa başlamıştım.Hayat fena gitmiyordu anne babam dinmek bilmeyen kavgalarına rağmen;alıştık diyorduk.Bir küsüp bir barışıyorlar;ya annem evden ayrılıyor ya babam;ama eni sonu akrabalar araya girer tekrar bir araya gelirlerdi.Akraba demişken bahsetmeden geçemeyeceğim.Ben bu yaşıma kadar akrabalarımın varlığını hiç hissetmedim;aile ilişkilerimize destek olmaktan ziyade köstek olurlardı.Akraba değil akrep derler ya aynen doğru.

Anne babamı da çok suçlayamam,onlarda istemedikleri bir evlilik yapmışlar.Annem daha 15,babam 17 yaşındayken evlenmişler,Annemin babası da annemden nefret edermiş,babamda baba görmemiş.Buralar da böyle olaylar sıradan aslında.

 

Ben 8 yaşın verdiği çocukluk heyecanıyla sürekli sokakta arkadaşlarla oynardım gece yarılarına  kadar.Derslerim de çok iyiydi,zeki bir çocuktum,ilk okul 5 e kadar sürekli 5 lerle doluydu karnem.Sokak gezmelerim çok olunca haliyle üstüm başım çok kirlenirdi,sıklıkla banyoya girerdim,annem,ablam ve bazen yengem yıkardı beni.Yıkanırken kadınların benim vücudum ve cinsel organımla dalga geçmeleri sık yaşadığım bir durumdu.

 

Ben hayatım boyunca unutamayacağım acı tecrübeyi yine bu hiç sevmediğim mekanda yaşadım.Geçenlerde vizyona giren bir filmde geçen sözün ıspatıydı yaşadığım.”İnsanlar yaptıklarınızı unutabilir ama hissettirdiklerinizi asla”. Diyordu film,öyle de oldu.Evlatlarını başı boş sevgisiz ,ilgisiz bırakan,para sevdasından başka derdi olmayan,hır gür etmekten çocuklarının halini hatrını sormayan bir anne babanın 2.erkek evladı 4.erkek evladı üzerinde cinsel hakimiyet kurmuş ve beni korkularımın yaratacağı  hayal dünyasına itmişti.İlginç bir şeye dikkat çekmek isterim.O yaşta bir çocuk babasının yani erkeksi gücün rekabeti yerine abisiyle cinsel bir rekabete girmiştir.Bu dengenin değişmesi eşcinselliği tetikleyen en önemli unsur.Çoğu eşcinsel bu kritik virajdan geçmiştir fakat hatırlayamaz çünkü bu tür taciz ve tecavüzler bir tür kendini suçlama psikolojine bürünüyor.Yani bize zarar veren şahıs yerine “bu benim hatam” diyip kendi içimize çekiliyoruz.Abime karşı yıllarca hiç nefret beslemedim,besleyemedim;olmadı,elimde değildi;olağan bir şey gibiydi,sanki her evde yaşanacak bir hadise gibiydi,bu tür şeyler herkesin başına gelirdi ve ben susmalıyım,kaderime razı olmalıyım.Hala hata onda diyemiyorum tam anlamıyla.

 

Yaşadığım bununla sınırlı değil.Aile içinde çok sayıda psikolojik problemi olan kardeşlerim vardı,abim ve  ablam uzun yıllar bizi panik atak krizleriyle hop oturup hop kaldırmıştı,gece yarısı gelen ambulanslar beni öyle tedirgin ederdi ki.Yine birgün ortaokul yıllarındayken anne babamın akrabalar arası kavgadan mahkemeye kadar gidecek bir tartışmasının ortasında kalmıştım.Annem ve diğer kardeşlerim evden ayrılmışlardı,ben babam ve benden büyük ablam kalmıştık.Babam biz evde yokken misafirliğe gitmiş,annem de iki büyük ağabeyimi doldurarak babamı dövmeleri için ikna etmiş,misafirlikten bize telefon gelince ablam çığlığı koparmış ve ben belki korkuyla büyüyen hayal dünyamı daha bir derine gömmüştüm.Abilerim babamı dövmüş haberini alınca benim için babamın fethedilmeye ve rekabete girilecek bir yanı kalmamıştı;O zaten baştan kaybetmişti.Burada ilginç bir detayı yine belirtmek isterim,ben bu dönemlerde heteroseksüel eğilimler göstermeye yeni yeni başlamıştım ama bu olaylardan sonra o eğilim yerini homoseksüel eğilimlere bıraktı

 

Bu olayda yine akrabaların araya girmesiyle son bulmuştu.Yıllarca birbirine surat asan ,kavga etti edecek bir halde pusuda bekleyen bir ailenin en küçük ferdiydim ben, alıngandım ya da bu hale  geldim.8.sınıf bitmiş sbs sınavlarına girmiştim yine aynı ilde iyi bir Anadolu öğretmen lisesini kazanmıştım.

 

Depresyonla o yaz tanışmıştım.Yoğun stres altından kalkmak için nur cemaatlerin birine takılmaya karar vermiştim.Şehir dışında bir okuma programı ayarlanmıştı ;ben de gitmek istemiştim.Programın başında bulunan kişi bir vakıf(evlenmeyen ve kendini dine adıyan kişi)abi! idi.Daha ilk gittiğimde tuhaf tuhaf tavırları vardı.İnsanlara sarkıntılık ettiği bilindiği halde yine de ses çıkarılmıyormuş,bunu sonradan öğrendim.Bu vakıf herif,gittiğimiz medrese de ben uyurken (-ki aslında uyumuyordum) beni taciz etmişti,daha sonra birkaç hareketi daha oldu,sonra ayrıldım zaten ordan.

 

Lisede derslerim yine iyiydi.Gülen cemaatine takılıyordum;onların dershanelerinde  uzun dönem kaldım.Kendime baba adayı bulma telaşım bu kurumlarda daha yoğun bir hal almıştı.İlk sene sınavı kazanamadım,ikinci sene eğilimlerimden dolayı ne yana kaçacağımı şaşırmış bir halde dershane hocama durumumu açtım olmadı,birkaç psikiyatra gittik ;çare yoktu.Ben ikinci senemde İstanbul dolaylarında bir şehirde tıp fakültesi kazanmıştım.Ama hiç mutlu değildim.Çare arıyordum ama hiçbir yerde yoktu,ümidimi kaybedip çıldıracağım bir günde internette gördüğüm bir yazı beni çok etkilemişti,o yazı vesilesiyle Psikolog Hüseyin Kaçını aradım.

 

7 ay oldu yaklaşık bugün geldiğim noktada memnunum,tam anlamıyla iyileşmedim ama biliyorum o gün yakın.Terapilerde zorlansam da çok memnunum,zor ve sıkıntılı günler atlattık ama çok bir yolum kalmadı,esaretimin ve korkularımın bağları bir bir çözülüyor.Terapinin ilk günlerinde öyle kötüydüm ki varoluşsal sıkıntılar dahi çekiyordum,yanılmıyorsam son terapiydi;Psikologa onu görebildiğimi ve karşısında oturduğumu söylemiştim;bunlar garip gelebilir ama insanın korkuları hayal dünyasını inşa ediyorsa bir çocuk için varlığı reddetmek içten bile değil

 

Yaz olduğundan ailemle beraberim 2 ay ara verdim terapilere doğal olarak.Babamla belki çocukluktaki gibi olmayacak ama bir rekabete girmeye çabalıyorum.Annemi reddettim önce ,onunla çok ciddi kavga ettim;hatta öyle bir kavgaydı ki ona bağırırken ben ben değildim desem kesinlikle yeridir .İlk geldiğim günler babama karşı çocuk gibi davrandım,ona koz verdim,yakında onunla rekabete gireceğim ve ben o zaman kendi gücüme kavuşacağım.Ona olan nefretim büyük ölçüde azaldı;ama sevgi zor şey;o hemen elde edilmiyor .Hem onu çok da sevmek zorunda değilim;yani güçlü olanı sevmek bir çocuk için zaruri bir şey ama bu gücü sevmeyle eşdeğer bir durum değil,sevilecek bir güç varsa o babamın olmayacak kendi gücüm olacak buna eminim ve yapmayı istiyorum.Sona çok yaklaştım.Bu terapileri eğilimlerinden memnun olmayan herkese içtenlikle önerebilirim;içiniz rahat olsun

3493
Genel Tartışma / Türkiye antidepresanda rekora koşuyor
« : 20 Ağustos 2011, 03:14:38 ös »
Türkiye antidepresanda rekora koşuyor

Metin Münir
mmunir@milliyet.com.tr





Son altı yıl içerisinde Türkiye’de antidepresan ilaç satışları yüzde yetmiş oranında arttı.
İlaç endüstrisinden aldığım verilere göre 2005-2010 yılları arasında satışlar 20 küsur milyon kutudan 34 milyon kutuya yükseldi.
Bu, aynı dönemde toplam ilaç satışlarında meydana gelen artışın iki mislidir.
Ne oluyor? Ülkede ruh hastalıkları salgını mı var?
Cevap, soruyu kime sorduğunuza bağlı.
İlaç endüstrisine göre, son yıllarda sağlık reformları daha çok insanın ilaç ve sağlık hizmetlerine ulaşmasını sağladı. Doktora gidemeyen veya ilaç alamayan ruh hastalarına yol açıldı. İlaç satışları bu nedenle arttı.
Bu pek inandırıcı bir açıklama değil.
Eğer ilaç kullananlar artıyorsa, iyileşenlerin de artması, dolayısıyla yıllar içinde ilaç kullanımının azalması gerekir. Ama tam tersi oluyor.
Artışın iki esas nedeni var. Birincisi endişe, depresyon ve benzer hastalıkların tanımının birçok ruh halini kapsayacak şekilde genişletilmesidir. İkincisi, sinir hastalıklarının tedavisinde en son düşünülecek şey olan ilacın ilk başvurulan çare haline gelmesidir.
Bunda ilaç firmalarının doktorlara sağladıkları teşviklerin büyük katkısı var.
Oysa salt hap ile tedavi çağdışı bir tedavi yöntemidir.
Son görüşlere göre, ilaç psikolojik hastalıkların tedavisinde yeterli değildir. Bazı düşüncelere göre hiç işe yaramıyor. Bazılarına göre ise düpedüz zararlıdır. Hastanın psikanalize tabi tutulması, yeni bir hayat perspektifi kazandırılması gerekir.
“Bunu yapmazsanız ilaç hiçbir işe yaramaz” diyor deneyimli bir psikiyatrist. “İlacı kestiğiniz anda hasta eski haline döner.”
İlaç vermek doktorun işine geliyor. “On dakikada teşhisini koyuyor, ‘al bakalım ilacı’ diyor. Ne kadar çok hasta bakarsa o kadar çok para kazanıyor. Ne kadar çok ilaç yazarsa ilaç şirketlerinden çıkarı da o kadar büyük oluyor.”
Doğru yol hastanın sorunu ile başa çıkması için aletler veren psikoterapidir. Psikoterapi hastanın sorununun nereden kaynaklandığını bulmak ve ona bu sorundan kurtulmasını öğretmek sanatıdır. “İlaç son duraktır” diyor konuştuğum bir psikolog.
Ama sigorta psikoterapiyi karşılamıyor. Birçok hasta para ödemek istemiyor veya ödeyecek durumu yok.
Genel olarak bilinenin ruh ve sinir hastalıklarının beyindeki kimyasal dengenin bozulmasının sonucu olduğudur. Bunun böyle olduğuna dair bilimsel kanıt yoktur.
Bugüne kadar yapılan hiçbir bilimsel araştırma ruh hastalıklarının beyin kimyasallarının bozulmasından kaynaklandığını kanıtlayamadı.
Dünya doktorları için neyin ruh ve sinir hastalığı olduğunu tayin eden Amerikan Psikiyatri Derneği’dir. Bu kuruluş her birkaç yılda bir kısaca DSM diye bilinen bir Akıl Bozukluğu Teşhis ve İstatistik El Kitabı yayınlar. Bu kitapta hastalıkların listesi ve nasıl teşhis edileceği yazar. “Hastalıkları” bilimsel verilere göre değil, belirtilere ve gözlemelere göre tespit edilir.
Her yeni baskıda yeni hastalıklar var. 1970’lerde 182 “ruh hastalığı” varken 2000’de bu sayı 365 oldu. Yakında yayımlanacak yeni baskıda birçok yeni hastalık olacağı da konuşuluyor. Okuduğuma göre utangaçlığın bir ruh hastalığı olarak sınıflandırılması düşünülüyor.
Türk doktorları bu listeyi tercüme ettirdi. Teşhis ve tedavilerini ona göre uyguluyor.
Yani, sadece ilaçları ithal etmiyoruz. Hastalıklar da dışarıdan geliyor.
Türkiye’de psikiyatri, büyük oranda, Amerikan Psikiyatri Derneği’nin ve yabancı ilaç şirketlerinin dümen suyundadır.
Hastaları haptan, onları bu boyunduruktan kim kurtaracak?

http://ekonomi.milliyet.com.tr/turkiye-antidepresanda-rekora-kosuyor/ekonomi/ekonomiyazardetay/19.08.2011/1428650/default.htm

3494
Medya / Ynt: BIG Partisi eşcinsellik dersine karşı çıktı
« : 17 Ağustos 2011, 10:12:55 ös »
Almanya'da hemen hemen her 2 okuldan birinde çocuklara ve gençlere karşı cinsel tacizde bulunulduğundan şüphe ediliyor
 

 

Almanya'yı ürküten araştırma sonucu

Almanya'da hemen hemen her 2 okuldan birinde çocuklara ve gençlere karşı cinsel tacizde bulunulduğundan şüphe ediliyor

Alman Gençlik Enstitüsü adlı kuruluş tarafından yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, okulların yüzde 43'ünde çocuklara ve gençlere yönelik cinsel taciz olaylarının yaşandığından kuşkulanılıyor.

Bazı okullarla ilgili olarak geçen 3 yıl içinde yaşanan olayların ele alındığı araştırmada, cinsel tacizlerin aile içinde de yaşandığı, çocukların birbirine cinsel tacizde bulunmasının yanı sıra bazı öğretmen ve eğitimcilerin de çocuklara cinsel tacizde bulunduğundan şüphe edildiği belirtildi.

Enstitü Müdürü Thomas Rauschenbach, okullardaki cinsel tacizin, sadece 1970'li ya da 1980'li yıllarda yaşanan olaylar olmadığını, günümüzde de güncelliğini koruduğunu belirterek, öğretmen ve eğitimcileri bu konuda daha duyarlı olmaya çağırdı.

Rauschenbach, çocuklarda görülebilecek değişiklikler karşısında öğretmen ve eğitimcilerin daha dikkatli davranmasını isteyerek, böyle durumlarda çocuklarla ilgilenilmesi ve konuşmaya çalışılması gerektiğini kaydetti.

Almanya Eğitim ve Araştırma Bakanlığı tarafından finanse edilen araştırmanın sonuçlarının, federal hükümetin bir yuvarlak masa toplantısında da ele alındığı bildirildi.

ha-ber.com / Evren AYDEMİR / Berlin

http://ha-ber.net/index.php?option=com_content&task=view&id=13664&Itemid=0

3495
Medya / Ynt: TANRIYI AFFEDEN ERKEKLER (Eşcinsel Tedavi)
« : 17 Ağustos 2011, 10:07:23 ös »
EŞCİNSEL TERAPİ

Hepimiz dünyaya gözlerimizi açtığımızda bize gülümseyen  gözlerle karşılaşırız. Annemizin kucağında Babamızın ocağında hayata tutunmaya çalışırız. Eğitim sürecimiz küçük yaşlardan itibaren aile bünyesinde gerçekleşir. Aile ortamının sıcaklığında nasıl yemek yeneceğinden, ilişkilerimizi nasıl geliştireceğimize değin sosyal kodlarımız belirlenmiş olur. Sosyal ilişkiler kurma becerimizi ailemizin değerleri ile örtüşerek geliştirmiş oluruz.  Ailenin bireyin kişilik ve kimliğinin gelişimindeki etkisi yadsınamayacak kadar büyüktür. Ailelerin bir kuşaktan diğerine geçiş sürecinde çok sayıda sosyo-ekonomik, kültürel, psikolojik  vb değişimlerde otaya çıkmaktadır.  Toplumsal dönüşümlerin temelleri öncelikle aile içinde şekillenmektedir.  Çocuk için anne sevgi baba ise güven kaynağı olmaktadır. Anne babanın kişilik yapısı psikolojik açıdan sağlıklı ise çocuğun psikolojik yapısında  ona göre olumlu gelişim gözlemlenecektir. Eğer ki anne baba duygu ve düşüncelerinde çatışmaları olan bireyler ise çocuk açısından güvensiz bir ortamda yaşamak kaçınılmaz bir yazgı olacaktır.  Sevginin ve güvenin olmadığı bir ortamda çocuğun kişilik yapısında “güç”lenme olmamaktadır.  Güç dengesi kuramayan çocuğun psikolojik gelişiminde aksamalar ortaya çıkmakta ve çatışmalı bir süreç başlamaktadır.  Anne babasından sevgi ve güven duygusu alamayan çocuklar  bilinçaltı cinsel dürtülerinde anne yada babasına  cinsel imgeler taşımaktadırlar. Psikoterapi süreçlerinin ilerleyen aşamalarında eşcinsel bireylerin yüzleşmelerinde, terapi aynasında görünen, uzak, ilgisiz yada  tersi “ aşırı korumacı “  ebeveynlerin çocuk için gerekli duygusal ihtiyaçları karşılayamadıkları gözlemlenmektedir.Suçluluk duyguları ve kaygılarla hayata tutunmaya çalışan çocuk kendi içinde kendisi ile savaşmaktadır.  Çocuklukta barışı olmayan bu savaşı gençlik çağına kadar çocuk hep keybetmektedir.  Ergenlik döneminde cinsel kimlik kazanma sürecinde kendisi ile çatışması yoğun olarak süren eşcinsel bireyler  başka erkekleri kendilerinden daha güçlü görerek onlara duygusal yatırımlar ve aktarımlar geliştirmektedirler.  Çocukken karşılanmayan duygusal ihtiyaçlar  bedensel tatmin arayışlarına yönelmektedir.  Anne sevgisi ve Baba güveni alamamış eşcinsel birey ruhsal çatışmalarını dindirmek için Güç  kazanmaya çalışmaktadır.  Kendisini suçlu ve değersiz hisseden  kişi bu gerçekle çatışmasını çözümlemek için bilinçaltı bir süreçle fantezi (hayal) kurgularına sığınmaya başlamaktadır.  Kendisinin güçsüz ruhunu;  güçlü sandığı kendicinsinde aramaktadır.  Güçsüz bir erkek olarak güçlü sandığı erkeklere olan duygusal aktarımları belli bir aşamadan sonra erotikleşmektedir. Fantezi dünyasında kendi içindeki barışı olmayan savaştan kendisini kurtaracak  kahramanını bulan eşcinsel birey zihninde kurguladığı erotik oyunlar oynamanın zevki ile hayatta belki de ilk defa bir umut keşfetmektedir.  “Kurtarıcı güç” kendisine yıllardır ihtiyaç duyduğu sevgiyi (anlayış)ve güveni (değer)kendisine verecek inancındadır.  Çocuklukta bilinç gelişiminde yaşanan savaş  ergenlik döneminde bilinçaltında fantezi çözümlemelerle bir barışa dönüşmektedir.  Fantezi yöntemi ile elde edilen bu barışın getirdiği psikolojik rahatlama ile bu “kurtarıcı güc”ü ödüllendirmek için ona erotik yatırımlar yapılmaktadır. Eşcinsel ilişkiler kurma dönemi bu süreçte başlamaktadır.  Eşcinsel ilişkilerde cinsel arzular anksiyete giderme boyutunda olmaktadır. Eşcinselliğin kimliğin yarattığı bunalım ve arayış döneminde tutkular ve arzular  tutunarak, duygusal ihtiyaçları gidermek için “aşk”la başlayan ilişkiler genellikle cinsel birleşme odaklı cinsellikle sınırlanmaktadır.  Zamanla “aşk” mağduru olan eşcinsel bireyler ;    bu fantezi (hayal) “kurtarıcı güc”ün sahteliği “gerçeği” ile yüzleşmek zorunda kalıp  depresif duyguların etkisine girerek sıkıntılı, gergin bir süreç yaşamaktadırlar. Bu ruhsal kavşakta eşcinsel birey bilinçli olarak ya iyileşme arayışı sürecine girecek yada bilinçaltı fantezi çözümlemesinde bu sorunu duygusal arayışlarını baskılayıp sadece cinsel arayışlara indirgeyecektir.  Birinci şıkkı seçen kişiler için başlangıçta heyecanlı fakat daha sonra zor bir süreç başlayacaktır. Kaygılınarak, utanarak  ve belki bir umut diyerek ama umutsuzca bir psikolog kapısını çalmak gerekecektir.   İlk terapide yoğun kaygıları nedeniyle psikologla göz teması kurmaktan kaçınan “danışan”, sürecini yani yıllardır içinde sakladığı sırrını çekinerek ve sıkılarak dili döndüğünce anlatmaya  çalışmaktadır. Zaman zaman gözyaşlarının eşlik ettiği sürecin sonlarına doğru bir rahatlama ortaya çıkmaktadır.  Terapi odasında güven duygusu oluşmuşsa iyileşme sürecine ilk adımlar atılmış olmaktadır.  Çocuklukta yaşanan duygusal yada cinsel travmalar psikologa iyileşme umudu ile anlatılmaktadır. Eşcinsel danışan büyük sırlarını içinde sakladığı ruh kutusunu açar. Yalnızlığını ve sırrını paylaşabileceği terapi limanına sığınmıştır.  Artık onun istek ve irade gemisi  fırtınası ne zaman çıkacağı hiç bilinmeyen bilinçaltı-bilinç okyanusunda yol almaya başlamıştır. Umulan iyi bir yolculuk olması ve  güvenli kimlik adasına çıkmaktır.

http://www.edirnekenthaber.com/yazar.php?id=3041 tıklayınız

Sayfa: 1 ... 231 232 [233] 234 235 ... 277