Gönderen Konu: Bülent AKYÜREK (yazılar ve röportajlar)  (Okunma sayısı 11071 defa)

bureax

  • Administrator
  • Jr. Member
  • *****
  • İleti: 62
    • Profili Görüntüle
Bülent AKYÜREK (yazılar ve röportajlar)
« : 11 Nisan 2009, 03:14:47 ös »
Halkımız tanıştığı insana ilk dakikadan mesleğini sormakta ustadır.

İnsanın insana saygısı, yaptığı iş ve maddi durumu ile ilgili olduğu için bunu ıskalamazlar.

Kirada olup olmadığın konusu da önemlidir.

Son olarak, araban var mı yok mu?

Nerelisin ?

On yedi yaşımdan beri romancıyım. Evde kitap yazarım. Aklı başında bir insanın ”Benim hayatımı yaz” dediğini duymadım. Ama , oturduğum apartmanların kapıcıları, eve çağırdığım muslukçu, elektrikçi, tüpçü, badanacılardan kurtulamadım gitti.

Önce, odamdaki binlerce kitabı görüp, okuyup okumadığımı sorarlar, sonra yazar olduğumu anlarlar ve beni kahreden konuşmalarına başlarlar:

- Bunların hepsini okudun mu?

- Evet.

- Hayat kitaplardan öğrenilmez.

- Bazen.

- Ben çok çektim abi. Okutmadılar. Yoksa Atatürk olacak adamdım.

- Sıkma canını.

- Şimdi var ya abi, sen bunları okumuşsun, güzel tabi, bi ton da roman yazmışsın ama!

- Eee?

- Ben yıllar önce Bitlis’ten geldiğimde kıçımda donum yoktu. Ankara’da nasıl tutundum bilemezsin. Sen baksana abi, ben anlatayım sen yaz tamam mı? Benim hayatım roman, bak nasıl satacak anlatamam...

- Sen hiç roman okudun mu?

- Yok.

- !!!

Herkes hayatını önemsiyor. Herkes kendini dünyanın merkezine koymuş, büyük şehirde para kazanabilmekle dava adamı olmayı eşitlemiş, herkes herkesin işine karışıyor. Tutup ona badanacı olacağını söylesen, sen ne anlarsın, diye oracıkta döver, ekmek yedirmez, ama iş senin olunca herkesin burnu içine dalar.

Gençlik yıllarında kahvede çalışıyorum. Üç dört günde bir, karşı inşaatın bekçisi kahvenin kapanacağı saatlerde sarhoş gelip nara atıyor. Adı: Şeref. Maraşlı. Çelimsiz bir oğlan.

- Ben buyum laaannn, Şeref!

- Otur kardeşim. Çay mı?

- Şeref’im lan, ben buyum , Şeref...

- Ne güzel.

Şeref’in acıklı çığlıklarını unutamıyorum yıllardır. Kimdi, derdi neydi, bilmiyorum...

Varlık problemi çeken bir ameleydi ve onu hiç unutmadım. Ama birileri roman okumadan kahraman olmak isteyince bir güzel sövüyorum.

Edebiyat ve medya gerçek hayat hikayelerini parlatalı insanımızın gözü açıldı, bir an evvel üç kuruşluk boktan hikayeleriyle köşeyi döneceklerini sanıyorlar!

Bir zavallılıktır gidiyor.

Herkesin bir talebi var.

Ama bizim de bir sabrımız var?

Zenginlere atınca iyi değil mi? Halksınız ya, şimdi nasıl kızarsınız bana kim bilir?

Neyse ki okumuyorsunuz.

Allah aşkına söyleyin, yarı aç yarı tok bir hayatınız varken, o hayatın üstünden roman yazarak ben nasıl zengin olacağım, bir de onu söyleyin?

Delirtmeyin beni.

Beni söyletmeyin...

Bazı yazarlara göre, her hayattan bir roman çıkabilir, doğrudur ama onu iyi bir dil ve kurguyla başarmak gerekiyor. Bu kadar zahmeti neden size harcayayım?

Akıllı olun.

Büyük eylemler yapın.

Birileri yazar, merak etmeyin!

Sanmayın benim hayatımın romanı yazılacak. Hayır. Yazılmayacak.

Sakin olun. Hadi herkes işine baksın, yallah !

(Boş Laflar Antolojisi kitabından...)

Bülent Akyürek

bureax

  • Administrator
  • Jr. Member
  • *****
  • İleti: 62
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bülent AKYÜREK (yazılar ve röportajlar)
« Yanıtla #1 : 11 Nisan 2009, 03:15:05 ös »
Agresif bir yazar "Bülent Akyürek"

 Röportaj: Bekir Fuat / Gerçek Hayat Dergisi
Daha önce birçok underground romana imza atmış agresif yazar Bülent Akyürek; Sapan yayınlarından çıkan yeni kitabı “Seviyordum Söyleyemedim” ile dünyaya meydan okuyor. Batı’ya karşı içimizdeki baltaları çıkarmanın zamanı geldi diyen Akyürek, Batılılarla işbirliği içinde gördüğü ve Türkiye’nin cahilleri dediği ulusalcıları da epeyce kızdıracak laflar ediyor. Bülent Akyürek, Ankara’da yaşlanıyor ve ulusa buradan sesleniyor. O, çok genç yaşlarda çıkardığı ilk romanından beri özgün üslubu, yaşayışı, sert tavırları ve bağımsız yazarlığıyla, attığı her adımda tartışmalar yarattı. “Her sözümü, son sözümmüş gibi söylerim. Cümle namusumdur. Siz hayata ne kadar bağlıysanız, ben de ölümü o kadar çok seviyorum!” diyen bir yazar hakkında fazla söze ne hacet!
Sevgili Bülent iki yıldır ortalıkta yoktun neler yaptın, kitabın kapağındaki balta nedir Allah aşkına?
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.” değil mi? Çılgın Türk değilim ama “yılgın” bir kitlenin silkelenip kendisine gelmesini istiyorum. Kişisel olarak savaş baltasını topraktan çıkardım ve biricik halkımızın psikoayrıntıları üzerine kafa yorarak “Seviyordum Söyleyemedim”i yazdım. İşte buradayım. Bir sigara yaksak ayıp olur mu?

Sigara demişken; kitaptaki “Sigara öldürür!” yazısını da okudum. Sigaraya olan aşkın beni iştahlandırıyor. Ciddi misin yazdıklarında?
 Resmi tam görebilmek için buraya Tıkla
Sigara içerek ölmek, modern dünyadaki ölüm biçimlerinden biri bana göre. Sonunda mümin olarak ölemeyeceksek biçimin ne önemi var? Sigara paketlerinin üstündeki “Kısır yapar, öldürür, süründürür...” laflarından hoşlanmıyorum. Bana bu üslupla sigarayı bıraktıramazlar. O zaman ben de “Her nefis ölümü tadacaktır.” ayetini hatırlatarak sigaramı zıkkımlanırım. Sen de yaksana bir tane...

Son yıllarda şöhretin katlanarak arttı. En çok okunan üç-beş yazardan birisin, çevrenden talepler arttı mı?
Ben kelle koltukta çok tehlikeli kitaplar yazdım, yeri geliyor elli milyon insanı karşıma alıyorum, Bush’a teessüflerimi bildiriyorum ama arkadaşlar gelip benden Çağla Şikel’in, Hande Ataizi’nin, Hülya Avşar’ın, Ahmedi Nejat’ın telefon numarasını istiyorlar. Talepler evrensel anlayacağın!

Şöhretin doruğundayken, her şeyi bırakıp geçen yıl ocakçılık yaptın, pet şişe topladın. Niçin?
Bir yazar ekmeğini herhangi bir işten çıkarmayı göze alamadıkça bağımsız olamaz. Ben gazete, dergi, televizyon işleri yapmadım, sadece kitap yazıyorum. Bu anlamda Türkiye’de tekim. Yazdığım kitaplar tehlikeli kitaplar. Galiba bundan sonrakiler de öyle olacak.

Bağımsızlık adına mı tüm bunlar?
Bağımsız olmak zor… Ama işte bağımsız kalmak için de her işi gocunmadan yapabilmen gerekiyor. Bir de “Şöhret ateşten gömlek” diyorlar. Onun büyüsüne kapılmamak için nefsimi yere çalıyorum. Burnumla kavga içindeyim, ne zaman kalkacak olsa, onu çöplüklere sürterek eğitiyorum. Plastik cerrahların kaldırdığı burunları tasavvuf yoluyla indirmek zorundayız.

Bülent Akyürek’te mi tasavvuftan beslenmeye mi başladı yoksa?
Tasavvuf beslenme değil, diyettir. 200 kilo adamlar var ama tasavvuftan beslendiklerini söylüyorlar. 44 kilo, sıfır beden bir faniyim, taktir sizlerin.

Seviyordum, Söyleyemedim, Sapan Yayınları’ndan çıktı, yine çok satıyor, çok okunuyor, gülmekten ölene, sinirden kudurana rastladım; bu işin sihri ne?
İnsanlar bir yazarda samimiyeti gördüğü an onu sahiplenir. Kitaplarımı memleketimiz insanını gözlemleyerek yazıyorum. Günlük konuşmalarımızdaki bazı ezber cümlelerden yola çıkarak tarihi ve modern bir harmanla psikolojimizi çözümleyip sert makaleler yazıyorum. Haydar Dümen, bizim milletin sadece bir iki organını inceleyerek saçlarını beyazlatmadı mı? Benim alanım daha geniş, ömrüm yetmeyecek galiba.

İki de bir önümüze getirilen Ermeni Yasa Tasarısı hakkında bir fikrin var mı?
Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı Türkiye’nin önünü tıkıyor. Irak’a operasyon deyince önümüze onu koyuyorlar. Batı, bize mal satamayınca yine aynı terane. Bence onu meclislerinden geçirsinler de rahatlayalım. Dünyanın bütün soykırımlarını üstlenelim de bitsin bu iş. Ben, kişisel olarak Çin’deki Pandaların katlini kabulleniyorum. Aptal batı, barbar olmadığımızı Mozart dinlediğimizi bir türlü anlayamadı öyleyse içimizdeki baltayı çıkarmanın zamanı geldi.

İran, Türkiye, Suriye yakınlaşması var sanki, sence neler olacak?
Osmanlı kurulacak. Fener Şampiyon olacak ve 2030 yılında AK Parti’nin oyları % 78’e düşecek!

Murat Kekilli: “Nobel Bülent Akyürek’in hakkıydı.” dedi. Sen ne diyorsun bu konuda?
Murat kardeşim paraya ihtiyacım olduğunu biliyor ya, onun için demiştir! Şaka bir yana, Nobel ödülü alırsam iki cami, iki çeşme bir de dişlerimi yaptıracağım!

Evinden çıkmıyorsun, söyleşilere katılmıyorsun, büyük fuarlar için yazarlar birbirini çiğnerken sen katılmıyor, konuşmuyorsun. Özel bir nedeni var mı bunun?
Valla “Anne” dediğim günden beri romanlar, eleştirel kitaplar yazıyorum. Yazmaktan konuşmaya vaktim hiç olmadı. Ayrıca konuşan bir adamın yazmaya, yazan bir adamın da konuşmaya ihtiyacı yok bana göre. Bir yazar çok iyi konuşmalar yapabiliyorsa yeteneksiz bir yazar olduğundan emin olabiliriz. Yazar yazıya inanan cahil adamdır, söz ise avamın cehalet dolu bilgeliğidir!

Kafam karıştı şimdi! Öyleyse yazmanın da konuşmanın da anlamı kalmıyor senin dediklerine göre…
Susmak zikirdir. Dünyaya üç günlüğüne gelip öleceğini bilen zibidi insanoğlu, bir kez lanet kafasını kaldırıp gökyüzüne baksa boyunun ölçüsünü alacak ama...

Ama ne?
Hz. Ömer, başını yerden kaldıramazmış. Bir kez gökyüzüne bakmış ve devesinden kafa üstü yere çakılıp hastalanmış... Hz. Ömer değiliz, zibidiyiz işte…

Seviyordum Söyleyemedim, yine ulusalcıları kızdıracak, yoğun eleştirilere hazırlıklı mısın?
Çok şekerler, bayılıyorum onlara. Koca bir İslam şemsiyesini bırakıp bir ırkı örgütleyerek batıya karşı çıkabileceklerini sanıyorlar. Oysa Bush’un bir Amerikalı gibi değil Hırıstiyanca savaştığını görebilseler akıllanacaklar. Ulusalcıların hemen hepsi, kendini önemli bir kurtarıcı gibi göstermeye çalışan ruh hastası... Egoları tavana vurmuş, parmakları havada, ne kadar çarıklı ulusalcı varsa birkaç rozeti İslam mirasından daha büyük sanıyor. Onların eleştirisi ne olacak ki Allah aşkına.

Sen, kimseyi yönlendirmek, bir yola sevketmek istemez misin?
Yıllarca istedim ve akıllandım. Artık istemiyorum. Çünkü bir yazar on kitapla iki kişiyi düzeltene kadar, toplum saat başı binlerce şerefsiz üretiyor!

Amerika’nın buralara bakışı hakkında birkaç cümlen vardır elbet…
Olmaz mı? Amerika Türkiye ve doğudaki zengin çay ocaklarının peşinde. Bir yere iki bardak çay koyun hemencecik bir cemaat kurmuş olursunuz. Bizim çay kardeşliğimizi kıskanıyorlar. Odalarımıza çekilip viskimizi içseydik bizimle problem yaşamazlardı ama artık çok geç. Demek istiyorum ki onlar petrole, bor madenine gelmiyorlar, çay ocaklarımıza takmışlar kafayı.

Kadınlar Üstüne, Boş Laflar Antolojisi, Yılgın Türkler kitapları büyük satış rakamlarına ulaştı, insanlar acaba Bülent Akyürek roman yazmayı bıraktı mı diye panikte? Gerçekten roman yazmayı bıraktın mı?
Amerika bu kutsal doğudan çekilip gitmeden roman yazmayacağım. Dünyanın doğusu işgal altındayken kadın gibi evde oturup roman yazamam! Kötü günleri atlatalım, yine Hale-Jale-Lale Devri başlasın, kadın gibi roman yazarız yine.

Haydaa... Yine kızdıracaksın birilerini, ne ilgisi var romanla kadınlığın?
Erkek adam lafı o kadar uzatır mı?

Peki roman inceyse, o zaman ne diyeceksin?
Erkek adam o kadar ince olmaz!

Ünlü bir yazar olarak edebiyata o kadar karşısın ki insan şaşırıp kalıyor, kafandaki yazar imgesi nedir öyleyse?
Ben Moğollara imreniyorum. Bir Moğol, taş üstünde taş görünce yıkıp giderdi. Örneğin omuzların üstündeki kafalara da gıcıktır onlar. Tarih onlara biraz şans tanısaydı dünya düz olacaktı. O düz dünyada da eğri adamlar dolaşamazdı. Moğollar yenildi yenileli biz erkekler evde cam siliyoruz.

Bütün erkekler için genelleme yaptın, paçayı kurtaran yok mu hiç?
Yok, yok. Emin ol ki yirmi deterjan markası bilmeyen erkek kalmadı.

Seni bol miktarda “Kişisel Gelişim” kitabı alırken görmüşler, neler oluyor hocam?

Önümüzdeki yıl, kişisel gelişim kitaplarını bombalamayı düşünüyorum. İnsanlar dik durunca, gözlük takınca, ayak ayak üstüne atınca başarılı olacaklarını bu kitaplardan öğrendi. Batının bu alçak kitaplarını bir bir kendi kafalarında paralayacağım inşallah! Kişisel gelişim kitapları hepimizi dinden, imandan çıkardı. Dinde dik durmak, dik gezmek, kibir yasaklanmıştır ama kişisel gelişim kitapları bunları öğütler. İslam’da üstünlük takvadadır fakat kişisel gelişimcilere göre karizmadadır... Neyse daha fazla örnek vermeyeyim de tadı kaçmasın. Şimdi anladın mı kadın gibi roman yazmamak neymiş! Kitabımın adı “Pozitif Olun Eşek Sıpaları...” olacak. Ulusalcılar gibi saç uzatıp ortalıkta zıplamıyorum, batının zehirli fikirlerine panzehir üretmekle meşgulüm. Hangi birine yetişeceğimi şaşırdım kaldım. Neyseki Ahmedi Nejat ve Cem Yılmaz da benim cephede. Yalnız değilim!

“Seviyordum Söyleyemedim” kafamızda soru işaretleri bırakıyor. Bülent Akyürek birini sevdi de söyleyemedi mi acaba?
On binin üstünde kitap okumuş bir adam kimi sevebilir ki? Hadi sevdi diyelim. Sevdiğini söyleyemeyecek kadar korkak yada kibar olabilir mi? İyi bir okurda nezaket mi kalır? Biliyorsunuz, romantik insanlar kitap okuyabilir ama kitap okumuş insanlarda romantizm biter. Bilgi hayvanlaştırır, kabalaştırır. Platoniklerde reddedilme korkusu vardır. Buna “Pısırık aşk” diyorum. Oysa ben seversem Moğol olurum! Moğol olacağımı bildiğim için de sevmekten korkarım. Artı olarak evli bir adamım. Kalbimin bütün limanları alınmış, bütün tersanelerine girilmiş!

17 yaşından beri kitaplarınız basılıyor, kıvrak bir zekanız var, çok okunuyorsunuz ama hiçbir dergide ve gazetede yazamadınız, niçin?
Ortada bir gerçek varsa onu en çıplak, en objektif haliyle yazıyorum. Türkiye’de böyle bir yazara göğüs gerecek gazete veya gazete patronu varsa neden olmasın!

Son olarak; dünyaya yeniden gelseydiniz ne olmak isterdiniz?
Dünyaya Ahmedi Necat’ın karısı olarak gelmek ve ona milyonlarca çocuk doğurmak isterdim!

bureax

  • Administrator
  • Jr. Member
  • *****
  • İleti: 62
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bülent AKYÜREK (yazılar ve röportajlar)
« Yanıtla #2 : 11 Nisan 2009, 03:15:21 ös »
Seni bol miktarda “Kişisel Gelişim” kitabı alırken görmüşler, neler oluyor hocam?

Önümüzdeki yıl, kişisel gelişim kitaplarını bombalamayı düşünüyorum. İnsanlar dik durunca, gözlük takınca, ayak ayak üstüne atınca başarılı olacaklarını bu kitaplardan öğrendi. Batının bu alçak kitaplarını bir bir kendi kafalarında paralayacağım inşallah! Kişisel gelişim kitapları hepimizi dinden, imandan çıkardı. Dinde dik durmak, dik gezmek, kibir yasaklanmıştır ama kişisel gelişim kitapları bunları öğütler. İslam’da üstünlük takvadadır fakat kişisel gelişimcilere göre karizmadadır... Neyse daha fazla örnek vermeyeyim de tadı kaçmasın. Şimdi anladın mı kadın gibi roman yazmamak neymiş! Kitabımın adı “Pozitif Olun Eşek Sıpaları...” olacak. Ulusalcılar gibi saç uzatıp ortalıkta zıplamıyorum, batının zehirli fikirlerine panzehir üretmekle meşgulüm. Hangi birine yetişeceğimi şaşırdım kaldım. Neyseki Ahmedi Nejat ve Cem Yılmaz da benim cephede. Yalnız değilim!

bureax

  • Administrator
  • Jr. Member
  • *****
  • İleti: 62
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bülent AKYÜREK (yazılar ve röportajlar)
« Yanıtla #3 : 11 Nisan 2009, 03:15:39 ös »
Yazar Bülent Akyürek: “Ümmetin hali ne olacak Allah’ım!” diye ağlayamadığımız sürece sırtımız yerden doğrulmaz.
 
Edebiyat dünyasına "Ve Tanrı Ağladı" romanıyla adım atan yazar Bülent Akyürek yazma serüvenine çok genç yaşlarda başladı. Bağımsız ve özgün yazarlığı, sert eleştirileri ve samimi dili, O’nu Türkiye’nin önemli yeraltı yazarlarından yaparken modernizm karşıtı olarak ün yapmasına da vesile oldu. Son dönemlerde kaleme aldığı deneme-eleştiri türündeki eserleriyle “roman” yazmaya ara veren antimodernist yazar, şimdilerde “Kişisel gelişim” kitaplarını derinlemesine inceleyen ve toplumun dinamiklerine göre çözümleyen bir kitapla karşımızda: “İçinizdeki öküze oha deyin!”…
 
Kişisel gelişim kitaplarının anlattıklarını “Bir şeytani din” olarak gören yazar ,“Şeytanın ilmihal kitapları” dediği bu kitaplara “Tersinden yazılmış bir Kuran” benzetmesi yapıyor. Özgün ve farklı bakış açısıyla kişisel gelişim kitaplarının gizlenen ve duymaya alışık olmadığımız yönlerini tüm gerçekliğiyle, tüm samimiyetiyle anlatıyor.
 
Bu kitapların ve faillerinin, modernizmin ve teknolojinin kulağımıza hep aynı safsatayı fısıldadığına dikkat çekiyor: " İçindeki devi uyandır!”

Tasavvuf anlayışının önüne küçük bir ekleme yaparak “Neo-tasavvuf” kitabıyla daha geniş kitleleri amaçladığını ve düşüncelerini anlatmaya çalıştığını dile getiren yazarla son kitabına dair başladığımız söyleşide zamanı ve mekanı aşarak, yazarlık kriterlerinden ümmetin haline, Yahudileşen Müslümanlığa varıncaya dek pek çok konuyu konuştuk.
 
İlginç bir ismi var kitabınızın, nereden geldi aklınıza bu isim?

“İçinizdeki devi uyandırın” adında kült bir kitap vardır, batıdan çevrilen, Türkiye’de ve bütün dünyada satılan bir kitap bu. Kişisel gelişim sektörüne tekme atarken, bunların ikonası olsun dedim. Bir büyük tutumu baz alarak karşılık verirsem daha iyi olur diye düşündüm. “İçinizdeki öküze oha deyin” , “içinizdeki devi uyandıran” a karşı söylenmiş bir cümledir. Önceleri çok da taraftar değildim. Hakan Albayrak’la düşündüğümüz birkaç isim vardı kitaba dair. “Kişisel Gerileyiş” kitabı olacaktı aslında. Bu isimle birlikte iki üç isim daha vardı. Hakan bu isimde çok ısrar etti, bu ismin daha çarpıcı olması ve fikir vermesi açısından. Tabi bu arada öküzü hemen bir takdim edeyim ben size. Nefsimizin, isteme, arzu ve her şeyi yapabileceğine inanan varlığının karşılığıdır. Tasavvufun, Kuran-ı Kerim’in, dinimizin söndürdüğü, üstüne basıp çiğnediği nefsi, ayağa kaldırmak, diriltmek ve onu cici bici göstermek isteyen kişisel gelişime dur demek, gönderme yapmak için bu ismi uygun gördük.
 
Kişisel gelişim kitaplarının anlattıklarına “Bir Şeytani Din- Şeytanın İlmihal Kitapları” benzetmesi yapıyorsunuz, durum bu kadar vahim mi?
 
Modern dünyada bir çok şey iptal edilirken, bir çok şey inkar edilirken -bu kavram da olabilir, görüş de olabilir, din de olabilir- bir şeyler inkar edilirken, o tamamen yok edilmez. Yok ettikleri şeyin karşılığında, paralelinde yapmacık, plastik başka bir şey yaratır onun yerine koyarlar. Mesela meditasyon bir paralel dindir. Yoga paralel bir dindir, orada da belli ritüeller vardır, hareketler vardır. Namaza karşı koyarlar ama namazda yapılan hareketlere paralel, benzer hareketler uydururlar. O nefes alım satımları, bilmem neler! Aerobik yaparken mesela altlarına serdikleri yeşilimsi bir çuha vardır, seccadeye benzer bir bakıma. Şu anlamda da çok önemsememiz lazım, mü’minin çok önemli bazı kriterleri var. Bir tanesi kadere inanmaktır, kişisel gelişim kitaplarında ve sektörün yarattığı bütün dallarda, kader yok! Kadere inanç yok. Her şeyi yaparımcılık, bencillik ve bireycilik söz konusu. Mesela bizde cemaat inancı vardır. Cemaat toplumu olmamız gerekir. Fakat kişisel gelişimden geçmiş bir insan bireyci olur, egoist olur, megaloman olur. Kendi nefsine hitap eder. Hep istemeye yöneliktir, başarıya, kazanmaya yöneliktir.  Bizde cennet fikri vardır, mükafatımız cennettir. Bizde helal haram vardır.

KAPİTALİZM İSTERKİ İNSAN YÜZ ELLİ SENE YAŞASIN

Başarı veya başarısızlık yok mudur?

Başarısızlığın maddi mi manevi mi olduğuna bakmak gerek. Maddi başarısızlıkta dinimizde bir sorun yoktur, bizde rızk vardır, biz rızka inanırız. Çalışsakta çalışmasakta ve bunun karşılığını kazansakta kazanmasakta aynıdır. Kazanırsak şükrederiz, kazanamazsakta rızk Allah’tandır deriz. Problem yoktur, başka bir işe bakarız.. Modern dünyada ise gazino, pavyon  gibi bir yer algılayışı vardır. Buraya gülmeye, eğlenmeye gelmişiz gibi bir algılayıştır bu. Bizde böyle değildir. Dünya bizim eğlendiğimiz bir yer değil, kovulduğumuz bir yer, çok da eğlenceli bir yer değil. Buraya yalnızca kaybettiğimiz sınavı kazanabilmek, geçer not alabilmek için geldiğimize inanırız. Bu imkanı sağlamıştır bize dünya. Bu tarafıyla da mübarektir bizim için. Allah’tan başka kimsen olmasın böyle bir dinin inananı ol, öte taraftan da dünyevi kurallarla çevrelenmiş kişisel başarılarla, egolarla yoğrulmuş bir bilime okuyucu olarak katıl. Bir kere bunlar sektör, bir sürü malzemesi var. Tütsü satarlar kitaplarını satarlar, kasetlerini satarlar, dergilerini satarlar, çünkü Kapitalizm ister ki insan yüz elli sene yaşasın. Hani sen anlamlı yaşa diye değil. Sen bir şekilde yüz elli sene yaşa. Çünkü yüz elli sene bir müşteri olursun.
 
Mahut kitabı yazmak için okuduğunuz yüzlerce kişisel gelişim kitabına nasıl tahammül ettiniz?
 
Çok ciddi okumalardan geçmiş biriyim. Buna mecbur kaldım. Çünkü komik bir insan türü yaratılmıştı. Şeytan hareketleriyle etrafta dolanan, kendine inanan, diksiyon kursuna giden, İngilizce öğrenmeye çalışan, lafına sözüne dikkat eden. Bu kitaplardan bütün aklı almış, tonlarca gençle tanışıyorsun bir yerde. Televizyonlara bakıyorsun, gazetelere bakıyorsun hepsi bunları anlatıyor sana.

Bu insanlar bir şekilde başarılı olmuyorlar mı?

“Dost kazanma sanatı” diye bir kitap var. Buda yine kült kitaplar arasında bu anlamda. İnsani anlamda dost kazanmaktan bahsedilmiyor bu kitapta, Allah yaratmış ben de seveyim, bu benim kardeşim, dostum olsun diye bir şey anlatılmıyor. Batıda dost kazanma sanatı demek, dostu bile biriktirme sanatı anlamı taşır. Dostu biriktirme sanatıdır dost kazanma sanatı. Mantık şudur. Kimseyi kaybetmeyelim, herkesten faydalanalım. Her insanı bir şekilde bir kenara atalım, telefon numarasını alalım, adresini alalım. Onu bir köşeye bırakalım. Bir gün çorap satacaksak çorap satalım, kaset satacaksak kaset satalım. Yani biriktirme var. Biriktirme bir Yahudi özelliğidir. Kişisel gelişim Yahudi’dir bu anlamda. Biriktiren bir bilimdir. Her şeyi biriktiriyorlar. Hareketleri, davranışları, öğretileri, bir sürü kural, formül, dost, para, sermaye, her şeyi biriktiren bir bilim dalı. İslam’da bu da yok!
 
Bir yazar olarak asıl kavgası, derdi nedir Bülent Akyürek’in?

Biliyorsunuz ben ateizmden geldim. Otuz beş sene. Solcu olmadım ama –mecburen- solcuların içinden geldim. Beş sene önce çok başka bir şey oldu bana, çok klasik ve geleneksel bir biçimde bir rüya gördüm, hidayet nasip oldu… Önceleri yapayalnız kaldım. Beş yıldır da ibadetlerini yapan bir insanım. Dürüst olmaya çalışırım ama bu noktada şöyle bir şey anlaşılmasın, ben burada da yine ilkelerimi söylemeye devam ederim fikirlerimi söylerim, kimsenin adamı olmam. Kritik bir akıldan geldiğim için burada da kritiklerim çok acımasız oldu.
 
Tekniğiyle, diliyle, şaşırtan, güldüren, düşündüren cümleleriyle amaçladığı nedir peki?
 
Yaptığım şey şudur, modern dünyada klişeleri yıkmak. Gündelik hayatta kullandığımız basit cümleler, deyimler ve klişelerin peşindeyim ve o klişelerin altını kazımakla mükellefim. Kendimizi kandırdığımız ruh hallerimizden tutun, davranış biçimlerine kadar onları iptal etmeye yönelik kitaplar yazdım. Konuşmalar yaptım. Daha samimi bir insan tipi istedim. İkincisi son beş yıla tekabül edecek ama “Kul olmaya çalışmaktır” derdim. Hani kul hakkı yemek diyorlar, sen de çıkıp diyorsun ki kul hakkı diye bir şey kalmadı. Kul hakkı yemek diye bir şey yok. Niye hocam diye soruyorlar. Sen tekrar ekliyorsun “Kul kalmadı ki hakkı olsun.”  Tekniğim budur benim yazar olarak. Sen iyi bir kul musun ki hakkını da başkası yesin. Yada senin hakkın yenildiğinde her şeyin karşılığını Allah’tan alabileceğini mi zannediyorsun şuan. Sen kul değilsin ki hakkın olsun. Hakkın da yenildiğinde Allah sana onun mükafatını öbür tarafta versin. Önce senin kulluğuna bakılır. Kul kaldı mı?  Bir başka kriterim de şudur, boş yere bir cümle kurmak değil, bir cümle kurduğum zaman sanki dünya paramparça olacakmış hissi uyanır bende. Bununla bu gece beş milyar insan değişecek yada değişmeli hissine kapılırım. Bu benim hasta tarafım. Ama hedef bu kadar büyük olduğu için bir zararım olmuyor. Maksat sayfa doldurmak değil. Boş yere bir milyon laf etmek değil. Profesyonel bir yazar olarak zaten onu yaparım. Her gece bir kitap yazabilirim. Problem bu değil.. Bir başka özelliğim okuyucunun benden istediği şeyi vermek değil, onun istemediği şeyi, onun aslında duymaktan imtina edeceği şeyi söylemek. İnsanları tanıyorum, beklentilerin ne olduğunu biliyorum. Gündemi takip ederim, ona göre cümleler kurar kitaplarımı satar giderim ama bu değil derdim. Bana en çok kızan insan benim fanatik okuyucum oluyor. Önce kendisiyle didişiyor, savunma mekanizmasını kullanıyor sonra kendisiyle yüzleşmeyi beceriyor, daha sonra senin fanatiğin olmaya başlıyor. Kurduğumuz bir cümleyle hayırlı bir iş yapmamız lazım. Kurduğumuz bir cümleyle birilerinin maskesinin düşmesi lazım. Modern dünyanın maskelerinden arındırmamız lazım insanları. Modern dünyanın yalanlarını çökertmemiz lazım. Ve insanı kendisini affeden bütün cümlelerinden kurtarmamız lazım. İnsan kendini affetmemeli. İnsan kendini affettikçe megaloman oluyor, bencil oluyor. İnsanlar kendilerini cehennemde düşünemiyor. Cenneti düşünüyor sürekli. Her insan cenneti tasavvur ediyor. Kuran-ı Kerim okurken de cennetle ilgili kısımları daha sık okuruz. Ama inanınki hep cennetle ilgili kısımları okuyup, hep cenneti düşündüğümüz zaman bizim halimiz düzelmeyecektir. Cennete gitmek için cehennemi daha fazla düşünmeliyiz. Modern insan kendisinden hiçbir zaman ümidini kesmiyor. Allah’tan olan ümidi kastetmiyorum. Allah’tan da çok korkmuyor. Başka bir insandan çok korkabiliyor ama Allah’tan korkmuyor, kendisini sürekli bağışlıyor ve kendisinden ümidi kesmiyor. Ben her sabah her şeyi yapabilirim zannediyor.

MÜSLÜMAN ERKEKLER KADIN GİBİ OTURUYOR!
 
İsrail vahşeti hakkında neler söylersiniz?

Bizdeki eylemi eleştiriyorum. İnsanlar hocam kermes var, konuşma var, söyleşi var, miting var toplantı var diyorlar. Puşi satıyorlar. Daha dün memleketin birinde elinde gözleme, poğaça, omzunda bir tane puşi, Filistin üzerine acıklı şiirler, erkeklerin okuduğu pis pis acıklı şiirler var bunlara karşıyım. Ben şunu söylüyorum, bizim karşımızda Kuran-ı Kerim’de Allah’ın lanetlediği bir din var Yahudiler var. Allah zaten lanetlemiş, ayrıca bizim kınamamıza gerek yok. Kınasak ne olur ki! İsrail iki yaşındaki çocukları bile bombalayan bir memleket. Siz bunlara şiirle şarkıyla, mitingle modern eylemlerle giderseniz kaybedersiniz. Burada bizi kurtarabilecek tek şey kandır. Cihattır. Şu an kahvelerde oturan insanlar cihada hazır. Bu davayı sadece kan kurtaracaktır. Yani bir yerlerde bir şeylerin olması lazım. Elçilik önünde bağırmakla olmayacak, kan dökülmeden olmayacak. Karşınızda çok delikanlı, erkek bir İsrail var. Erkek gibi meydandalar. Vuruyorlar kırıyorlar, fazlasını yapıyorlar. Siz kınıyorsunuz, çocuk öldürüyorlar siz kınıyorsunuz, Birleşmiş Milletler çadırını vuruyorlar, siz kınıyorsunuz. Ve şiirsel bir dille bunlarla mücadele edeceğinizi zannediyorsunuz. Bu artık kılıç zamanı. Kuran-ı Kerimde Hadid (Demir) suresi var, bunu iyi anlamak lazım. Çok açıklamak istemiyorum ama onun tekrar tekrar okunması lazım. Bu dava artık bizim laflarımızla, mitinglerimizle yapılacak bir dava değil. Biz yenildik. Müslümanlar kadın gibi oturuyor. Müslüman erkekler kadın gibi oturuyor. Müslüman erkeklere şuan eşleri haram(bence) Çünkü cihat varsa eşleri haram hükmündedir. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Senin kardeşin orada bombalanıyor, sen burada çiçek böcek gözleme filan diyorsun. Filistinli olmak ölmeyi becerebilmektir. Biz onu da beceremiyoruz. Beceremedik. Bizim artık erkekçe, zulmünü yapan İsrail’e karşı kılıç çekmemiz gerekiyor. En çok kızdığım şey şu, sürekli Kuran-ı Kerimi açıp sabır ayetlerini gösteriyorlar. Hocam ama bizde sabır var. Ama hocam işte Allah nurunu tamamlayacak falan. Sürekli benim gözüme sabır ayetlerini sokuşturuyorlar. Kuran-ı Kerimdeki cihat ayetlerinin neden kimse altını çizemiyor bu dönem. Cihat ayetlerini konuşan yok. Herkes sabır ayetlerini konuşuyor. Bunların hepsi numara. Bir başka eleştirim ise bizim Müslümanlar şu anda Yahudi karakteri taşıyorlar. Konuşmalarında diyorlar ki, Ama hocam kendimizi ekonomik olarak güçlendirmeden, silah olarak, bilim teknik olarak güçlendirmeden bunlarla savaşamayız. O zaman ben de diyorum ki, bizim mübarek dinimizi -Peygamber Efendimizden başka- kuran dört tane mübarek hayvandır. Örümcek, güvercin, deve, ebabil. Bu örnekler niye var; bir örümcek olmasaydı bu din kurulamıyordu, başarılı olamıyordu, şimdi bizim güç algılayışımız Yahudi gibi olursa, topumuz tüfeğimiz olsun, teknolojik gücümüz olsun, biz ekonomimizi bir düzeltelim sonra onlarla savaşacağız. Bizim Müslüman olmamız için önce Yahudi mi olmamız gerekiyor? İnanın şu an İsrail erkekçe delikanlıca kılıcını çekmiş üstümüze yürüyor ve biz kaçmanın yollarını sabır ayetleriyle arıyor ve güce inanıyoruz. 

Bütün bunların arasında dua nerede duracak?

Öncelikle sen elinden gelen her şeyi yapacaksın. Zulme karşı olacaksın. Zalim sultana zalim demeden Müslüman olamazsın. Müslüman kardeşin orada zulüm altındayken sen burada oturamazsın. Burada dua bence naiflik olur. Çok somut bir şey var karşınızda. Uhuda bakın, hendeğe bakın, bedire bakın, Hz. Muhammed’e  bakın. Onlar o zaman güce mi inanıyorlardı? Çok az insandı sahabe. Kurana göre oku atan sen değilsin, sen imanla oku atarsan okun sahibi de benim diyor Allah.  Sen oku at ben tuttururum diyor.

Türkiye Filistin için somut bir şeyler yapabilir mi?

Türkiye’nin somut adımlar atabilmesi için öncelikle insanlığın gerçeği olan, savaş ekonomisi için gerekli olan tarım toplumuna dönmesi gerekir. Modern dünyaya inat tarım toplumu olmalıyız. Marsa gidersin, uzaya gidersin, ama dünyada bir bardak temiz su bulamazsan Japon'un robotu, silahı hiçbir şey ifade etmez, hiçbir işe yaramaz. Bir bardak su bulamayınca iki robot verirler ama bu kez karşılığında bir litre su isterler. Bu şekilde kandırıldık hep.
Hani hep denir ya Türkiye Amerika’nın jandarmasıdır, orta doğuda jandarmadır. Bütün bunlardan arınıp tek başına bağımsız bir jandarma ülke olabilirse, direk savaş ekonomisine yönelebilirse kan dökmeye meyilli, geleni kovan bir medeniyet olmaya tekrar başlarsa, Moğolları, haçlı seferlerini kovduğu gibi kovarsa daha somut adımlar atacağını düşünüyorum.
Birde ordumuzun kitap okumayı bırakması lazım, subaylarımız çok entelektüeller, hepsi kitap okuyor, bilimle ilgileniyor. Ordumuzun tekrar bir Moğol ordusu olması lazım, yani mümkünse kitap okumamış, okuma yazması olmayan, savaş sanatını hatırlamış bir ordu olması lazım tekrar ki hayatta kalabilelim, türümüz ayakta kalabilsin.
 
Hükümet bağırıp çağırıyor, ültimatom veriyor, sesini yükseltiyor İsrail’e karşı ama bunlar yetersiz. Sonunu düşünmeden, çok somut bir şekilde savaş açılması gerekir. Türkler hangi işe sonunu düşünerek giriştiler ki, bir girsinler bakalım sonu ne olacak. En fazla yeniliriz ve ölmüş oluruz, zaten bu toplum ölmüş! En fazla yenilirsek esir düşeriz, zaten bu toplum kapitalizme esir! Gözle görülür bir şekilde, eli bağlı esir oluruz. Ama kazanırsak, güzel yarınlar bizi bekliyor olacak, farklı şeyler olacak. Ben bu anlamda savaş istiyorum ki bahane hazır. Bahane aramaya gerek yok, zulüm var. Gözü kara bir şekilde birilerinin paldır küldür savaşması lazım.

bureax

  • Administrator
  • Jr. Member
  • *****
  • İleti: 62
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bülent AKYÜREK (yazılar ve röportajlar)
« Yanıtla #4 : 11 Nisan 2009, 03:16:02 ös »
MEDYAYA ÇIKINCA KAYBEDİYOR MEDYAYA ÇIKMAYINCA KAZANIYOR!
 
Kitaplarınız çok başarılı ve çok okunuyorsunuz, yeterince medya desteği alıyor musunuz?
 
Medya desteğim yok. Ben çok küçük yayın evleriyle çalıştım hep ama kitaplarım çok sattı. Bunu sosyolojik olarak birileri incelemeli! Bir adam var Bülent Akyürek diye. Medyaya çıkınca kaybediyor, medyaya çıkmayınca kazanıyor. Bu çok sosyolojik bir vak’a. Her şey medya değil. Siz samimi bir dille içinizden geldiği gibi doğruları yazdığınız zaman insanlar sizin medyada ne kadar boy gösterip, göstermediğinize bakmıyorlar. Benim tezim şudur ; kahvede bir şeyi nasıl açık açık üç kişiyle konuşuyorsanız, Türkiye’nin en büyük televizyonunda da aynı laflarla konuşmanız gerek. Ben ateistken de münafık olmadım. Allah’ın rahmetine sığınıyorum. Birde yazarken ne kendime acıdım, ne de insanlarıma acıdım. Bizi kandıran, maskeleyen, bizi kendimize bağışlattıran tarafımızı deşifre ettim. Çünkü modern insan kendisini sürekli bağışlıyor. Bir suç işliyor, suçu işlemeden önce bağışlıyor, suçu işlerken bağışlıyor, suçu işledikten sonra yine bağışlıyor. Vicdan azabı çekmeyen bir adam modern insan. Kendisine sürekli haklılık payı buluyor. Suçluluk hissetmeyen, kendisini sürekli bağışlayabilen bir insan rahmani bir atmosfer altında mıdır yoksa şeytani bir atmosfer altında mıdır?!
 
Size gelen eleştiriler, tepkiler nasıl?
 
Bana gelen en büyük eleştirilerden biri de  modernizme karşı oluşum. Onun için şunu söylüyorum, salondaki soba gider, kombi gelir, petek gelir, petek gelince bir salon ev ulusal devletlere bölünür. Anneyle baba salonda kalır. Üç çocuk üç odada kalır. Üç çocuk odalarında bağımsız, salonda ekonomik olarak babaya bağlı, küçük ulusal devletlere bölünür. Şimdi şöyle de anlamamak lazım tekrar sobamı gelsin diyor bu adam. Hayır ben teknolojik ürünün bir kültürdeki yansımalarından bahsediyorum burada. Uçağa da mı karşısın, gemiye de mi karşısın, cep telefonuna da mı karşısın diye soruyorlar. Bir döner koltuk ve tabure arasındaki farkı kitabımda anlattım. Bunun kontrol mekanizması olduğunu. Ve bizden götürdüklerini iyi algılamak gerekiyor. Hacca uçakla gidersin, bir saatini alır. Pratiktir. Ama eski tekniğe baktığın zaman hacca gitmek aylar sürüyor. Mataranıza bir damla su almadan, bir lokma ekmek almadan çöle düşüyorsunuz hacca giderken, oradaki temel prensip şu, Ben yanıma bir damla su almadan, bir lokma ekmek almadan Allah’a güvendim, rızkımı Allah bana kargayla, kartalla, akbabayla gönderecek. Çölden geçeceğim ama susuzluktan ölmeyeceğim. Allah bana yardım edecek. Allah’a güveneceğim.
Ama siz bunu uçakla bir saatte yaptığınızda, bu yol bilgisini, hayat bilgisini, iman yürüyüşünü hissedemezsiniz. Teknolojinin zararı bu.
 
Huzur İslamda mıdır?
 
Kendini bilen müslümanda huzur kalmaz. Ben şuan ateist olsaydım, solcu olsaydım  İsrail Filistin’i vurur, yakar, dökerken ben SSK da şimdi biramı içerdim. Banane. Komşum aç mı tok mu, ondan banane! Ümmetin hali ne olacak, banane ki. Ben bir şekilde işime bakardım. Bir sürü imkanım var onları kullanır gezerdim. Müslümanlar olarak çaresiziz, bu çaresizlik insanın canını sıkıyor. Başarmamız gereken şeyde galiba şu, Herkes gizli gizli gece oturup kendi haline ağlayabilir. İşim ne olacak, ailem ne olacak diye kendi halimize ağlarız, doğrudur ama kendimizi bırakıp, kendimize ağladığımız kadar, “Ümmetin hali ne olacak Allah’ım!” diye ağlayamadığımız müddetçe bizim sırtımız yerden doğrulmaz kanaatindeyim.
 
İnsanların kişisel gelişimden nasiplendiğini nasıl anlarız?
 
Kişisel gelişim dini insana kısaca şunu öğretir. Ses tonu kullanımından, beden diline, giyiminden, bakışından her türlü özelliklerine kadar insanı kendisine göre geliştirir. Kendisine göre yön verir ve bir şekilde insana kendi bedenini pazarlamasını öğretir. Kişisel gelişimden geçmiş, bu ilmi kapmış insan kendi bedeninin pazarlayıcısı olur, bunu öğrenir. Vücudunu vitrin gibi pazarlar.
 
ALLAHTAN BAŞKA İLAH YOK! AMA SSK’N OLMAYINCA KAFAYI ÜŞÜTÜYORSUN
 
Müslümanlar “La İlahe İllallah” diyebiliyor mu?
 
Bizim okuduğumuz kaynaklarda, hayatı boyunca bir kere “La İlahe İllallah” diyebilmiş insanın ebedi cehennemden kurtulacağı yazar ama Müslümanlar şöyle bir çıkarım yapıyor, bu bir zikirdir, yorganın altında hayatım boyunca bir kere “La İlahe İllallah” dersem kurtulurum ebedi cehennemden. Hatta bunu takıntı haline getirip yüzlerce binlerce söylersem kurtulurum diye düşünüyorlar. Oysa bu değil. Hayatı boyunca bir kere “La İlahe illallah” diyebilmiş insan ebedi cehennemden kurtulur, cehennemden değil, ebedi cehennemden kurtulurun anlamı bana göre şu, Bir kere “La İlahe İllallah” diyorsun yani Allah’tan başka ilah yok ama, SSK ‘n olmayınca kafayı üşütüyorsun. Allah’tan başka ilah yok! Ama İsrail’in çok silahı var, başarısız oluruz.
 
Allah’tan başka ilah yok! Ama şu kravatı takmazsam oradaki ihaleyi kaybederim. Bir düşünün. “La İlahe İllallah’ı” bir kere dediğiniz vakit kontrata imza atmış olursunuz. Cenab-ı Allah sana burada öyle bir cümle söyletiyor ki bütün hayatın kontrat altında. Bu kontrata imza atmış oluyorsun. Çok sıkı bir cümle. Ama farkında değilsin. Hz . Ömer gibi, Ebu Zer Gıffari gibi, Peygamber Efendimiz gibi. Bir kereye mahsus zulmün karşısında “La İlahe İllallah” dediğinizde kurtulursunuz. Bütün sıkıntıları, olumsuz düşünceleri, yenik taraflarınızı, geriye atıp La İlahe İllallah deyip askeri güçleri hesaplamadan, ekonomik hesaplar yapmadan İsrail’e gidip taş attığınızda, Allah’a güvendiğinizde kurtulurusunuz. Yorganın altında değil. Çok önemli binalar vardır Ankara’da mesela, bir kereye mahsus o binanın önünde derseniz kurtulursunuz. Ebedi cehennemden kurtulursunuz. Ha bu arada dünyadan da kurtulursunuz. Oda ikinci mükafatı. Bizdeki birçok şey örtülmüş bu anlamda. Zikre çevrilmiş. Bu zikir değil, çok sert bir kırmızı çizgidir. Allah’tan başka kimseye güvenmemiş ve inanmamış olursunuz.
 
Bütün kutsal kitaplarda şu vardır. Allah görür, işitir, bilir. Bunlardan korkmuyorsun ama uydu diye bir şey çıkınca Amerikanın seni izleyeceğinden, Amerikanın seni duyacağından, fotoğrafını çekeceğinden korkuyorsun, panik oluyorsun. Allah’ın (Tövbe haşa) teknolojik tarafından korkuyorsun da gerçek varlığından korkmuyorsun. Olay buraya kadar geldi.
 
İnternet hakkında ne düşünüyorsunuz?
 
Modern çağda bilgi de dayatılan bir şey. Siz bir düğmeye basacaksınız, her türlü ilim iki dakikada ayağınızın altına gelecek. Bu ilim değil ki. Eskiden talebeler hocalarını arardı, şeyhler müridlerini arardı, müridler şeyhlerini arardı. Bir yolculuk olurdu, maceralar yaşanırdı, o maceradan başka türlü dersler çıkardı. Bu internetle olabilir mi?! Şimdi düşünün ki Mevlana hayatta olsaydı, Şems’i internetten tıklayarak mı bulacaktı? Tak diye. Nerde kalırdı o bekleme, o gözyaşı, arzu. Ayrıca internetin şöyle de bir ters tarafı var. Hz. Ömer yazıyorsunuz porno siteleri çıkıyor, bu bir tuzak! Sonuçta çok hızlı olan bir şey zaten şeytanidir. Batı koşturur, batı hızlıdır. Hız şeytanidir. Hız anında insan beyni çok çalışmaz. Hızdan dolayı boşluğa düşersiniz. Bu boşlukta biri sana musluk satar, araba satar, buzdolabı satar. Dinini değiştirir. O yüzden bizde, doğuda yavaşlık vardır, beklemek vardır. Onun için biz söğüt ağacının altında oturup günlerimizi geçirebiliriz. Bizde tefekkür vardır. Sakinlik vardır. Biz hızlandığımız vakit batılı oluruz. İnternet demek zaten hız demek, bir şeye anında ulaşmak demek, pornografik bir şey bu anlamda. Çünkü saniyelerin içinde her şeyi elde ediyorsunuz. Anlattıklarımın pornografiyle ilgisi yok, pornografik felsefeyi anlatıyorum ben. Buradan bakarsak internetin ne gibi bir faydası olabilir?!
 
İNSAN TAM İNSAN OLACAKKEN PSİKOLOĞA GÖTÜRÜLÜYOR!
 
 “İçimizdeki tarifsiz hüzünden” kişisel gelişimcilerin, psikologların haberi olursa ne olur?
 
Modern dünyada bir insan ben mutsuzum der, onu psikologa götürürler, psikolog ona sorar, niye mutsuzsun, maddi durumum iyi değil der, sevdiğimi alamadım, işimde başarısızım der, güçle ilgili çeşitli problemleri vardır. Fakat modern dünyada bir insan çıkıp da “Ben mutsuzum ama niye olduğunu bilmiyorum.” dediğinde işler karışır. Bizim aşina olduğumuz insan tipi budur. Mutsuz ama nedenini bilmiyor. Hani insan dünyaya kovuldu ya bu sebepten Hz Adem’ den getirdiği bir hüznü var. Mahcubiyet var, bir kovulma var. Evi var, arabası var, her şeyi var ama mutsuz. Çünkü; insan. İçimde bir hüzün var ama tarifi yok, dediği bir zaman diliminde psikologa götürülüyor kişi. İnsan tam insan olacakken psikologa götürülüyor. Bizim hüznümüzde artık bir özne varsa anlam kazanıyor, bir özne yoksa “deli” diyorlar. İçinizde bir hüzün vardır, belki kulluğunu yapamamışsındır.  Bir yerlerde birileri zulüm altındayken sen insanlığını yitirmişsindir, içinde bir sızı vardır. Hüzün vardır.
 
Neo-tasavvuf dan kastınız nedir ?
 
Modern bir çağ var, modern gençler var, bir dilleri var, jargonları var, oturdukları şuursuz kafeler var, dil değişti, tipleri değişti. Bunlara eli sopalı, sakallı bir adam gönderip din anlatamazsınız. Benim böyle bir şansım var,  sağcı, solcu, ateist birçok muhatabım var. Gözümü budaktan esirgemeden, dilimi de bozmadan Kuran’ı, hadisi, tasavvufu anlatıyorum. Bu yeni bir şey, bir tasavvuf kitabı bu.
 
Kişisel Gelişim kitaplarının tavan yaptığı modern çağda yetişmiş gençliğe bir kaç “Kişisel gerileyiş formülü” verir misiniz?
 
Kişisel gelişim tehlikeli bir şeydir. Ezberleri bozmaya çalıştım. Müslüman’a gerici derler. Sonra şöyle bir tatil düşlerler, New York’un gökdelenlerinden uzağa kaçıp şöyle değişik bir yerlerde tatil yapalım, çöl palmiye, deve… Bin dört yüz sene öncesine mi gidelim? diyorlar mesela. Gidelim bakalım orada ne var, çöl var, deve var, palmiye var. Niye yaz tatillerinde otuz gün için sekiz, on milyar para verip tatile gidiyorsunuz sakinliği yakalamak için. Niye köylere gidiyorsunuz aman ne kadar otantik diye. İnsanlığın ölmediği, insanlığın yaşadığı dönemler mi geri, yoksa bu çağ mı ileri. Işık hızı diyorlar, ışık hızından daha ileri gitmeye çalışıyorlar, ışık hızını geçtiğiniz an karanlığa düşersiniz. Çünkü ışık hızının bir adım ötesi karanlıktır. Teknoloji bizi acaba buraya mı götürecek?!

Röportaj: Gülbahar AYTEKİN

bureax

  • Administrator
  • Jr. Member
  • *****
  • İleti: 62
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bülent AKYÜREK (yazılar ve röportajlar)
« Yanıtla #5 : 11 Nisan 2009, 03:16:18 ös »
“Faşistin okuyup yazmışına, sağdan gelip sola göz kırpanına ulusalcı denir. Birkaç ulusalcı, halkı bayraklarla sokağa dökerken ben manikür yaptırıp oturacak mıydım yani?” Sevmekten ziyade nefretin daha sahici olduğunu ve tüm dünyayı kucaklayan modern hümanistlerin sevgisine inanmadığını ifade eden yazar, “Ben insanları severken onların tozunu alıyorum.”



* * *

Yılgın Türkler kitabının ardından iki yıl sonra ‘Seviyordum Söyleyemedim’ kitabıyla Türklerin hallerini kaleme alan yeraltı yazarı Bülent Akyürek, baltasını topraktan çıkardı. Özgün üslubu, yaşayışı ve sert tavırları ile dikkat çeken Akyürek, bu kitaptan dolayı kendisine kızacak ulusalcılara şu cevabı veriyor:

“Faşistin okuyup yazmışına, sağdan gelip sola göz kırpanına ulusalcı denir. Birkaç ulusalcı, halkı bayraklarla sokağa dökerken ben manikür yaptırıp oturacak mıydım yani?” Sevmekten ziyade nefretin daha sahici olduğunu ve tüm dünyayı kucaklayan modern hümanistlerin sevgisine inanmadığını ifade eden yazar, “Ben insanları severken onların tozunu alıyorum.” diyor. Gürültüye dayanamayan ve on beş yıldır kulağında tıkaçlarla yaşayan Akyürek, tıraş olamıyor ve protezlerinden dolayı ağustos ayında bile üşüyor. Akyürek, 44 kilo!

“Seviyordum Söyleyemedim” kitabı yine “Yılgın Türkler”in halleri üzerine ironik değiniler içeriyor. Kitabın ismi nereden çıktı? Sevdiğimizi söyleyebilseydik ne değişirdi?

Geçen yıl uzaktan âşık olduğu kıza sevdiğini söyleyemediği için tecavüz eden bir adam haberlere çıktı. Anadolu insanının psiko-ayrıntılarını en çok yazan bir adam olarak bilimsel bir hayretle koltuğumdan fırlayıp, “Daha yazılacak çok kitap var.” dedim. Çünkü akademisyenler, yarı aydınlar “erkek toplum, feodal toplum” konuşmaları yaparken, ben erkeklerimizdeki reddedilme korkusunu haberlerde çözmüştüm. Eğer sevgimizi de nefretimizi de ilan edebilirsek daha barışık bir toplum olacağız galiba. En azından akşam haberlerinde görünmeyeceğiz!

Hem sevmekten bahsediyorsun hem de ismi Sapan olan bir yayınevinden eli baltalı kitap çıkarıyorsun. Bir yeraltı yazarı olarak iki yıl sonra savaş baltanı kendinle birlikte topraktan çıkarmanın âlemi ne?

Sevmekten bahsetmiyorum. Sevmek, başka bir vücutta kendine dokunmaktır. Nefret daha sahicidir ve nefret aşıldığında tasavvufi bir yol almış olursunuz ama sevgi aşılınca yelkenleriniz nefret ülkesine açılır. Sevginin en basiti tüm insanlığı kucaklayandır. Tüm insanları kucaklayan modern hümanistlere bakın, çoğunun dindar olmadığını göreceksiniz. Oysa, Allah aşkı dünyaya karşı körlüktür. Gözlerini dört açmış bu adamların sevgisine inanmıyorum. Ayı, yavrusunu severken öldürürmüş. Benimki galiba buna benziyor. Severken tozunu alıyorum onların! Tarih boyunca tüm dünyada sömürmediği bir avuç toprak bırakmayan Batı, bizlere her gün barbar demekten çekinmiyor. Kendimizi garantiye almak ve saldırganları caydırmak için elimizde baltayla yürürüz. Batı korktuğu milletlere sanatı; müziği, baleyi, spor kardeşliğini, kibar mitingleri, sosyete demokrasisini pompaladı. Bir erkek olarak kendi adıma konuşuyorum; iki silah markası bilmem ama size yirmi tane deterjan markası sayabilirim! Kapaktaki sembolik balta şiddet içersin diye değil, psikolojik anlamda moral toplayalım diye kullanıldı. Elbette; bulaşık yıkayıp cam silmekten, patates soymaktan, eve bebek bezi taşımaktan yorgun düşmüş bu fani, ziyadesiyle şiddete karşıdır! Elin baltalıysa, koruduğun bir şeyler vardır demek ki! Birkaç ulusalcı, halkı bayraklarla sokağa dökerken ben manikür yaptırıp oturacak mıydım yani?

‘Alıngan Türkler’ eline balta alıp seni kovalamaya kalkışmasın sakın? Bu arada kaçarken ulusalcıların kucağına düşmeyesin?

Faşistin okuyup yazmışına, sağdan gelip sola göz kırpanına ulusalcı diyorlar. Tonlarca menfaatin kucağına oturmuş bu adamların kendi kucakları kaldı mı ki ben oraya düşeyim?

Neden “Çılgın Türk” olmak yerine “Yılgın Türk” olmayı yeğliyorsun?

Yüzyıllardır kaybediyoruz. Sokaklarımızdaki bir çukur beş yılda kapatılmıyor, on dört kişilik dolmuşa 45 kişi biniyoruz. Uzayı fotoğraflardan görüyoruz. Üniversitelerimiz Anıtkabir yürüyüşleri yapmaktan bilime fırsat bulamıyor. Fırsat bulunca da fasulye deneyi yaptırıyorlar. Ezber cümlelerden, ara gazlardan, sloganlardan bıktım. Onlara itiraz ediyor ve kitaplar yazıyorum. On yedi yaşımdan beri 24 kitap yazmışım. Bana yılgın denir mi?

Çalışkanlık Türklerin karakteri değil mi? Tembellik hakkı için neler diyeceksin?

“Türk, övün, çalış, güven.” sıralamasına bakılırsa övünmekle işe başlıyoruz. Tarım denince buğday, ağaç denince aklımıza kavak geliyor. Buğday en zahmetsiz tarım ürünüdür, kavak da tembel ağacıdır. Kimse kalkıp ‘ceviz dikeyim, böğürtlen toplayayım’ demiyor. Türkiye’de kalın kitaplar satmaz. Hareketsizlikten kadınlarımızın basen, erkeklerimizin göbek sorunu vardır. Namazların farzları kılınır sünnetlerinden kaçılır... Üç günlük dünyada misafir olduğumuz için “Niye çalışalım ki?” diye düşünüyor olabiliriz? Ayrıca “Tembellik Hakkı” kitabını Marks’ın damadı yazmıştır. Marks gibi bir kayınpederimiz olsaydı biz de tembellik hakkımızı kullanmak için can atardık.

Seni, Thomas Bernhard ya da Proust gibi hayattan izole eden gerekçeler ne?

Çok okuyan ve yazan biri olduğunuz zaman estetik duyum ve görüşleriniz gelişiyor. Bir nevi toplumsal ve çevresel bunaltı yani. Romancı kişiliğimden dolayı düzensizlikler gözümü bozuyor. Çay içtiğim bir kahvede bile herkesi düzeltmek, biçim vermek istiyorum. Türkiye gibi bir ülkede kompozisyon istiyorum. Bir de gürültü hastalığım var. On beş yıldır kulak tıkaçlarıyla yaşıyorum. Ayrıca protezlerimden dolayı ağustos ayında bile üşüyorum. Dünyaya geldim geleli zindandayım.

Gürültü hastalığın varsa neden bu kadar ses çıkaran kitaplar yazıyorsun?

Beynimin içinde bir cehennem kaynıyor. Ben o cehennemden çıkıp dostlarımla piknik yapamıyorum. Tıraş olamıyorum. Gittiğim en son sinema filmi Stallone’nin “İlk Kan”ıdır. Kafamdaki müzikten isyan dolu kitaplar çıkıyor. Kitaplarımın gürültüsü; sokak ortasında yapılan düğünlerden iyi değil mi sence?

Batı’ya karşı bu kadar güvensiz ve nefret içinde olma bilincinin çıkış noktası nedir?

11 Eylül olayları bende yıkım yarattı. Doğu-Batı, Müslüman-Laik Müslüman gibi şeylerin ayrımına vardım. “Artık evde oturup kadın gibi roman yazmayacağım” dedim. Modern dünyaya roman kahramanlarımın arkasına sığınarak değil, bizzat kendi ağzım ve anadilimle küfretmeliydim. Yıllarca evde oturup kadın gibi roman yazarken, komşularımızla güne katılıyordum. Halen on beşe yakın çeyrek altın alacağım var ama helal ediyorum!

Kadınlarla aran iyi değil, haklarında kitaplar yazıyorsun. Onlarla alıp veremediğin ne?

Onlar olmasaydı, erkekler okeyi icat edip oturacaklardı. Ne teknoloji, ne sanat, ne de kapitalizm olacaktı. Jileti onlara güzel görünmek, tekerleği onları istediği yere bir an önce götürebilmek için icat ettik. Tüm icatları, kadınlar boş boş otursunlar diye erkekler yapıyor! İlim, bilim, teknoloji, icat, kadınlara ulaşabilme çabasıdır. Hele de şiir yok mu? Şiirler kadınlara ulaşmak isteyen erkeklerin yalvarışları gibi... Şiir, yalvarmanın dili değilse niçin eli yüzü düzgün bir kadın şair yok? Demek ki onlar yalvarmadan erkekler paspas oluyor!

Kitapların çok satarken birden ocakçılık yapmaya, pet şişe toplamaya başladın. Yazının gücüne dair inancını zaman zaman kaybettiğin sonucunu mu çıkarmalıyım buradan?

Yazının gücüne inansaydım baltayı çıkarmazdım. Baltayla ağaç kesmeden kağıt yapamaz ve yazı yazamazsın. Yazar, yazıya inanan cahil adamdır. Söz avamın cehalet dolu bilgeliğidir. “Cennet, kılıçların gölgesi altındadır.” diyor Efendimiz. Bir güzellik korunacaksa elimizin altında balta olmalı. Bağımsız bir yazar olabilmek için büyük diyet ödedim. Açlık sınırında yaşadım. Bu dönemlerde yazı yazmayı hep bırakırım; çünkü ihtiyaçlardan dolayı dillerim dolaşabilir diye. O yüzden erkek gibi çalışmaya başlarım. Kitaplarımın çok sattığı dönemlerde de şımarıp kendimi kaybetmemek için garip işlerde çalışırım. Bütün vücudu protez, hastalıklı, 44 kilo bir adam olmasaydım kitap yazmazdım. Biraz daha konuşursak Freud haklı çıkacak!

On bin kitap okumuş biri olarak, yine on bin kitap okuduğunu söyleyen Nihat Genç ile polemik yaşadın. Çok okuyan iki insanın geldiği son noktanın burası olması tuhaf değil mi?

Onunla on üç yıl konuşmuyorduk. Son dönem yaptığı televizyon konuşmalarına dayanamadım ve kendisine 8sutun sitesinden mektup yazdım. Cevap vermek yerine sitedeki yazıyı kaldırtmış. Türkiye’nin fikir özgürlüğü savaşçısı diye lanse edilen bu yazar, kendisi hakkında yazılmış bir yazıdan dolayı krizlere girdi. Nihat Genç’in şu sözünü eleştiriyorum: “Müslüman’ım; ama dinci değilim.” Müslüman ne demektir: İslam dinine inanan, bağlanan. Genç, diyor ki: “Erbakan Hoca olsaydı şimdi Fetih sureleri okuyarak Erbil’e girip cuma namazı kılardık...” Şimdi soruyorum: Kendisi Ankara’da cuma namazı kılıyor mu ki Erbil’de cumaya özlem duyuyor? Eğer beni susturmaya devam ederse kendisiyle ilgili bir kitap yazacağım. Ben yapayalnız bir adamım, sadece Rabb’ime güvenerek yazıyorum.

Kapitalizmle nasıl baş ediyorsun peki?

Nadir yemek yerim. Bir gün olsun canım bir şey istemedi. Giyim kuşam sevmem. Teknolojiyi takip etmem. Çayım ve sigaram dışında lüksüm yok. Bir köpeğin giderinin yarısına yaşıyorum. Üç yıl önce çim yiyebilir miyim diye denemeler yaptım. Çok şükür zorda kalınca yeniliyormuş. Çim yemeyi başaracağımıza inandığımız an kapitalizm kaybedecek!


* * *

‘Tuvaletlerde bile kafamızı dinleyemez olduk’

“Türk’ün aklı tuvalette gelir.” diyorsun. Sen de bu kadar mevzuyu orada mı düşündün?

Ben, deyim ve sloganlara cevap olarak makaleler yazıyorum. Tuvaletler gürültülü Türkiye’de kafamızı dinleyebildiğimiz tek yer ama cep telefonları çıktı çıkalı orada da kafa dinleyemez olduk!

Türkler neden hesap ederken parayı masanın altında sayıp garsona uzatır?

Paramız çoksa az, az ise çok olduğunu ima edebilmek için!

Televizyon kumandasını niçin poşetle kaplarız?

Kumanda, bizimle televizyon arasında aracıdır. Biz kullandığımız maşada parmak izi bırakmak istemeyiz!

Paspasları temizlemek için neden caddenin ortasına atarız?

Turistler kafayı yesin diye!

Bir turiste dilini bilmediğimiz halde niçin bağırarak anlatırız?

Çok uzak ülkeden geldiği için bizi duymayabilir diye!

Dünya Türklerin eline geçse ne olur?

İnsanlık, uzayda cirit atıyor. Bu gidişle dünya bize kalacak zaten.

 

H.SALİH ZENGİN