İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - psikolog

Sayfa: 1 ... 7 8 [9] 10 11 ... 274
121
-   Kendini cezalandırma mevzusu? Oyunlar oynama?
-   İbrahim'den sonra koluma sigara basma, kalem batırma gibi şeyler vardı sonuçta. Bu yüzden sınır kişilik bozukluğuna daha yakınım tanrımı kaybettiğim için.
-   İbrahim'e söylemeseydin ne olurdu peki?
-   Şu an çok iyi dost olarak kalırdık.
-   Pişman mısın peki?
-   Hayır değilim. En fazla bir yıl daha sürdürebilirdik dostluğumuzu bence. Sonra üniversite falan var nihayetinde. Ağır laflar da söyledi zaten sonradan.
-   Ne söyledi?
-   Yani aslında sert laflar etmezdi o ama ben biraz paranoyak olduğumdan sert olarak algılıyorum lafları.
-   Ne söyledi tam olarak?
-   Dost olabileceğimizi ama eskisi gibi dost olamayacağımızı söyledi. Ben sınır tanımayan biriyim. Bir ilişkim olacaksa sınırı olmamalı. "Sınırı olacaksa hiç olmasın." diye düşünüp ilişkiyi sonlandırırım.
-   Nasıl tepki vermeliydi peki sence? Hani biliyoruz ki eşcinselliği kabul etmeyecek. Arkadaşlığı devam mı ettirmeliydi?
-   Hayır bence doğru olanı yaptı. Hani empati kurunca, bana biri böyle bir şey söylemiş olsaydı ben de aynı şeyi yapardım herhalde. Uzaklaşırdım, soğurdum yani.
-   Niye ki senle kalırsa eşcinsel bir ilişkiye mi dönerdi?
-   Hayır ama nefret aşıladım galiba ona ya da iğrendi içten içe benden.
-   Terimleri incelediğinde sınır kişilik bozukluğunda cinsel kimlik karmaşasını inceledin mi?
-   Hayır görmedim onu.
-   Kendini savunmasız görme, yalnız hissetme, eksik görmeden dolayı cinsel karmaşa oluşur. Eşcinsellik değil tam olarak.
-   Paranoyaklık var ya bende. İnsanlarda çok seçici davranıyorum. İbrahim'i de öyle seçtim hatta.
-   Ne arıyorsun onlarda?
-   Samimi olmalarını, dürüst olmaları ve duygusal olmaları...
-   İbrahim'i ve birkaç kişiyi öyle seçtin yani. Yalan söylememesini falan göz önüne aldın. Sonra da onları tanrılaştırdın yani.
-   Yani.


   Duygusal karmaşaları sadece bu terapi kayıtlarını okuyarak bile anlamak mümkün. Çok safmışım o zamanlar. İnsanları kendime saklamayı düşünerek, onları elde etmeye çalışarak bir şey elde edemiyormuşum meğerse. Ama ne oldu sonradan? İnsanlara yaklaşmaya korkar oldum. Her yakınlaşmaya çalışan insanı uzaklaştırdım kendimden. Kendi yalnızlığımı kendim oluşturmuş oldum görebileceğiniz üzere. Amaç kendimi acındırmaktan başka bir şey değil aslında. Kendi güven problemimden dolayı insanları suçlayarak geçirdim hayatımı neredeyse. Sonuç ne peki? İşte hala anlamaya çalışıyorum bunu.

-   Şu anda arkadaş ilişkilerin nasıl?
-   Artık kimseye bağlanmıyorum, çıkar ilişkisi benim için arkadaşlık.
-   Ne zaman karar verdin buna?
-   İbrahim'den sonra işte. Çünkü bir daha böyle bir acı çekmek istemiyorum.
-   Sınır kişilik bozukluğuna sahip olanların genel özelliği bu değil mi?
-   Evet ama bırakırım demeye çalışıyorum en azından. Bu da bir başlangıç değil mi?
-   Eğer sınır kişilik bozukluğu oyun içinde oyunsa, sen daha da derine indiriyorsun bunu. Sonra da kendini yalnızlaştırmaya başlıyorsun çevrende bir sürü insan varken. En son kurduğun fantezi neydi? Video muydu?
-   Evet.
-   Kendini onlardan birinin yerine koyuyor muydun?
-   Yani hayır.
-   Yahu mesela şu çocuk yakışıklıymış demiyor musun?
-   Diyorum.
-   İşte bu zaten. Ne hissettiriyordu peki sana bu?
-   Ne bileyim yakışıklı işte, kıskanıyordum da.
-   Kendini yakışıklı olarak görmüyordun yani bu yüzden mi?
-   Evet ama aştım. (Neyi aştın? Ne zaman aştın? Benim niye haberim yok bundan?
-   Tamam geçmişten bahsedelim. O zaman ne düşünürdün? Kızlar beni beğenmez falan diye mi düşünürdün ya da kimse beni beğenmez diye mi?
-   Yani evet.
-   Sınıfta yakışıklı bir erkek var diyelim. Kız arkadaşı olan. Ne düşünürdün? Hani, neden benim yok, neden ben beceremiyorum diye mi düşünürdün?
-   Evet
-   Kıskançlık var o zaman biraz.
-   Hem de fazlasıyla.
-   O zaman ''Kızlar beni beğenmez, o yakışıklı erkeği seçer." diyorsun. Sonra erkeği kıskanıyorsun ve onun gibi olmaya çalışıyorsun.
-   Siz anlatınca daha iyi oluyor bu şekilde.
-   Ne hissediyorsun peki böyle olunca? Kendinden nefret mi etmeye başlıyorsun?
-   Evet.
-   Sonra o kızı isterken kıskanmadan dolayı erkeğe yöneliyorsun. Peki kendini çirkin gördükten sonra kızı silip atıyor musun zihninden?
-   Evet galiba. Benimle çıkmak isteyen kızlar oldu ama reddettim ben. Çünkü ben ulaşılamayana ulaşmalıyım. Beni isteyen kolay lokmadır.
-   Burada özseverliğin devreye giriyor o zaman. Güzel değil miydi peki senden hoşlanan kızlar?
-   Yoo! Gayet güzellerdi. Ama benden hoşlanıyorlardı, sorun olan şey bu.
-   Ne olursa daha ulaşılamaz olacaklardı peki?
-   Daha güzel olurlarsa daha ulaşılamazdırlar.
-   Kafanda bir resmi var mı peki?
-   Ne yapayım yani kağıt, kalem alıp resim mi çizeyim size?
-   Hani bir film karakterine benzetirsen hangisi olur?
-   Ne bileyim Nurgül Yeşilçay gibi biraz sanki.
-   Peki böyle bir kız karşına çıktı mı?
-   Çıktı ama o beni beğenmedi. Alt sınıflardandı.
-   Peki başka erkeklerle mi görüşüyordu yoksa hiç kimseyle mi görüşmüyordu?
-   Çıktığı biri vardı.
-   Peki sen hiç kapısını yokladın mı?
-   Hayır.
-   Peki neden? Hayalindeki kişi değil miydi? Ulaşılamaz hedef koymuş olmuyor musun böyle?
-   Evet ama ulaşabilirsem bir anlamı kalmaz ki benim için.
-   Denklemi sen kuruyorsun ve denklemin sonucu sıfır. Burada kendini bilinçsizce cezalandırıyorsun. Mesela sana yaklaşan kızlarda ister gerçek ister yalan olarak rol yap. Kızlarla iletişim kur. Bunu yaptın mı hiç?
-   Hayır.
-   Bu yaşlarda ne kızlar erkekleri tanıyabiliyor ne de erkekler kızları. Olay fiziksel görünüşle alakalı oluyor. Ama gerçek kadın-erkek ilişkisinde böyle değildir. Anlaşmak, duygusal bağ kurmak çok önemlidir.
-   Aslında böyle bir ilişki kurdum ama iki-üç gün sürdü.
-   Güzel değil miydi ki?
-   Hayır aksine çok güzeldi hatta o teklif etti bile denebilir.
-   Neden sürdürmedin?
-   Bana hep sorunlarından bahsediyordu. Ben onun sorunlarını kaldıracak bir seviyede değildim. Benim derdim bana yeter de artar diye düşünüyordum. (Yine yalan! Terk etti beni! Ben kimim de birini bırakacağım yoksa?)
-   Bunları bir kenara atarsan sana bir şeyler kazandırmaz mıydı?
-   Evet kazandırırdı ama ileride elbette bitecekti.

Kadınlarla olan bu kötü ilişkiye neden olan bir geçmişimiz var elbette. İkinci sınıftayken üst sınıflardan kızlar beni çok severlerdi. "Aşkım" falan derlerdi hep. Ben de bunu dile getirmiştim birkaç kere "Bütün kızlar bana aşık." diyerek. Yobaz annem okula geldi ve "Benim çocuğuma nasıl böyle dersiniz?" diyerek onları benden, nihayet beni de onlardan uzaklaştırdı. Böylece kızlarla olan serüvenim burada son buldu. Daha sonra bunun kadar yaklaşma şansım hiçbir zaman olmadı kızlara. Bu yüzden üstümde bulunan yükleri kaldıracağı umuduyla ailemdeki tüm bireylerin ölmesi büyük temennilerimdendir. Çünkü kendimi onların himayesi altında hissetmekten alıkoyamıyorum bazı zamanlar. Bizim hocamız erkekti, diğer iki sınıfın hocası ise kadındı. Kadın hocalardan biri öğrencilerine sinirlendiğinde yüzlerine tırnaklarını

122
BÖLÜM 2:

   Tekrar gelmeyi düşünmemiş olmama rağmen gelmiştim ikinci terapiye. Büyük ihtimalle eniştemin  terapiye gitmem için yoğun bir şekilde telkin etmesine uymuştum. Tabii ki birileriyle konuşup içimdekileri anlatmaya ihtiyacım da vardı. Terapinin açılışını HK'nın sözü bana bırakmasıyla yaptık:

-   Babama söyledim.
-   Ne zaman? Nasıl?
-   Buraya gelmeden birkaç gün önce söyledim.
-   Ne kadar sürdü konuşmanız?
-   Birkaç saat sürdü gece yarısından başlayarak.
-   O mu sordu sen mi söyleme ihtiyacı hissettin?
-   Babam sürekli ne sorunumun olduğunu sormaya başlamıştı. Israr etti ve ''Ben senin babanım, her şeyi anlatabilirsin bana.'' dedi. Ben de anlattım.
-   Sana nasıl yaklaştı peki söyledikten sonra?
-   Yakınlaştı bana ve "Beraber balığa gidelim, beraber gezelim." demeye başladı.
-   Babanın "Beraber takılalım." demesi senin için ne anlam ifade ediyor?
-   Gereksiz ve anlamsız bence. Çünkü zamanında bir şey yapmamışsın. Bu saatten sonra yaptıklarının benim için bir anlamı olmayacak ki.
-   Ne yapabilirdi peki sence?
-   Ne bileyim beraber bir şeyler yapmak işte. Babam sosyal bir insan değil. Akrabalarla dahi bayramdan bayrama görüşür. Beraber ne yapabiliriz bilmiyorum bu yüzden.
-   Yani affetmeyecek misin?
-   Affetmem için yapılabilecek bir şey yok ki.
-   Ona söylediğinde nasıl hissetti?
-   Şok oldu, ''Biz de seni evlendirecektik daha.'' dedi. Sonra psikolojisi daha da bozuldu.
-   Onun mutsuz olması sende nasıl bir his uyandırdı?
-   Sevindim aslında. ''Bu zamana kadar ben düşündüm, şimdi düşünme sırası onda.'' dedim.
-   Nasıl bir sevinç? Rahatlattı mı seni?
-   Evet, üstümden büyük bir yük kalkmış gibi hissettim.
-   Yani, bu yük sende değil de onda mı olmalıymış?
-   Evet.
-   Yük onda devamlı mı kalmalı yoksa bir zaman sonra kalkmalı mı?
-   Kalkmalı bence. Çünkü ben ona bu sorundan kurtulmak için yükledim yükleri. Ben düzeldikten sonra onda kalmasının bir anlamı olmaz.
-   Peki bu intikam mıymış?
-   Ya aslında intikam da değil, çünkü bana yine yükler bindi. ''Aman oğlum kimseye söyleme, bu ortaya bir çıkarsa ailemizin adı lekelenir, ben de şehri terkederim.'' gibi şeyler söyledi bana.
-   Eee?
-   ''Vallahi benden hava hoş, hayat senin hayatın. Terketmek istiyorsan terket!'' dedim içimden.
-   Seni anlamadığını mı düşünüyorsun?
-   Evet anlamıyor beni. Olayın itibar meselesinden ibaret olduğunu düşünüyor. Dinden uzak kaldığımdan dolayı böyle bir şeyin ortaya çıktığını düşünüyor.
-   Dinle alakası yok yani.
-   Ben bu olay yüzünden dinden uzaklaştım zaten, tam tersi değil. Beş vakit namazında biriydim ama canıma tak etti. Hani inatlaşma gibi biraz. ''Sen bu sorunu kaldırmazsan ben de sana ibadet etmem.'' olayına getirdim işi.
-   Yani ona karşı da bir öfke mi var?
-   Gibi gibi. Bu sorunu o verdi sonuçta. Sizin videolarınızı izledim ne demeye çalıştığınızı anladım. Önce Tanrı'yla sorun...
-   Hayır yanlış görmüşsün o zaman. Önce babaya öfke başlıyor.


Babamın eşcinsel olduğumu ilk öğrendiğinde verdiği tepkiyi ve söylediği sözleri de anlatmazsam olmaz.

-   Baba ben eşcinselim, erkeklerden hoşlanıyorum.
Uzunca bir duraksamadan sonra söyledikleri can alıcıydı(!).

-   İslamda böyle olanlara ne yapılır biliyor musun?
-   Evet biliyorum.
-   Bir oğlum var diye düşünüyordum, o da yokmuş...
-   Ben hala senin oğlunum.
-   Ne yapacaksın gidip köprü altlarında kendini mi becerttireceksin?
-   Yahu ne alaka? Benimkisi duygusal.
-   Ne halin varsa gör.

Görebileceğiniz üzere bir patlama yaşadı baba figürümüz. Bunu yapmakla bana değer vermesinin tek nedeninin erkek olmam olduğunu anlıyoruz.

-   Geçen hafta bahsettiklerimize baktın mı?
-   Evet, galiba sınır kişilik bozukluğuna daha yakınım. Hani İbrahim mevzusunu göz önüne alırsak...
-   Kendini cezalandırma mevzusu? Oyunlar oynama?
-   İbrahim'den sonra koluma sigara basma, kalem batırma gibi şeyler vardı sonuçta. Bu yüzden sınır kişilik bozukluğuna daha yakınım tanrımı kaybettiğim için.
-   İbrahim'e söylemeseydin ne olurdu peki?
-   Şu an çok iyi dost olarak kalırdık.
-   Pişman mısın peki?
-   Hayır değilim. En fazla bir yıl daha sürdürebilirdik dostluğumuzu bence. Sonra üniversite falan var nihayetinde. Ağır laflar da söyledi zaten sonradan.
-   Ne söyledi?
-   Yani aslında sert laflar etmezdi o ama ben biraz paranoyak olduğumdan sert olarak algılıyorum lafları.
-   Ne söyledi tam olarak?
-   Dost olabileceğimizi ama eskisi gibi dost olamayacağımızı söyledi. Ben sınır tanımayan biriyim. Bir ilişkim olacaksa sınırı olmamalı. "Sınırı olacaksa hiç olmasın." diye düşünüp ilişkiyi sonlandırırım.

123



bir bahane olarak kullanıyordum terapi sürecini yani.)
-   Peki buraya gelirken ne bekliyordun, çıkarken ne bekliyorsun?
-   "Buraya bir daha gelmem." diye düşünüyordum. Gerçi hala aynı şekilde düşünüyorum. Ama ne var biliyor musunuz? Anlık olarak yaşıyorum ben. Pişmanlık duymuyorum. Bunların yanında "Ya tam ya da hiç." anlayışım var galiba biraz da.
-   ''Ben Hem Hepim, Hem de Hiçim'' diye bir kitap var.  Bazen hep olacaksın, bazen de hiç. Mühim olan ikisini harmanlayabilmek.
-   Bazen söylediklerimin çoğu yalanmış gibi hissediyorum.
-   Sitemizde görmüşsündür belki. Eşcinsellik oyunlar üzerine kuruludur. Sen hep oyunlar üzerine kuruyorsun hayatını. Burada bir kişilik bölünmesi var. Herkese ve her şeye karşı bir oyun kurmaya başlıyorsun, bir rol yapmaya başlıyorsun.

HK'nın dediği gibi yapalım ve terapiyi özetleyelim. Hayat çok pis bir oyun. Terapide söylediklerimin abartı ve yalanlarla dolu olduğunu anlamamak için gerizekalı olmak gerek zaten. Güç ve oyunlar üzerine kurulu bir hayattan nasıl bir mutluluk elde edebilirsiniz ki? Eğer kimseye değer veremiyorsanız, eğer kimseye aşık olamıyorsanız nasıl "İnsanım." diyebilirsiniz ki? Mesele eşcinsel olup olmamakla alakalı değil. Önemli olan insanca yaşayıp yaşayamamak. Bana sorarsanız bir insanın hayatı oyunlar üzerine kuruluysa, kısacası özel hayatını iş hayatı gibi görüyorsa ve stratejilerle yaşıyorsa hiçbir şekilde mutlu olamaz. Kısacası eşcinselliğini kabul eden bir insan mutlu olmamak istediğini de kabul etmiş olur. Çok hatalar yapmışım. Duygusuz bir yaşam sürmeye çalışmışım. İnsanlara değer vermezsem mutlu yaşayabileceğim yanılgısına kapılmışım. Öyle değil ama, insan yalnız başına yaşayamayacak bir varlık. Kısacası kendisini tamamlaması lazım mutlu olabilmesi için. Ama bir erkekle yaşadığınızda nasıl tam olarak kendinizi tamamlayabilirsiniz ki? Ben karşı cinsle ilişki kurabildiğimi iddia etmiyorum. Lakin erkeklerle mutlu bir ilişki yaşayabileceğimi de iddia edemem. Bunları pekiştirmesi adına bir şeyler daha ekleyeyim. Anne-babanız kendi aralarındaki sorunları size anlatırsa, bunu idrak ettiğiniz an onlara güvenemezsiniz artık. Onlardan nefret edersiniz. Ayrıca gerçekleşmesi yüksek olasılığa sahip bir şey de vardır. Tanrı'dan da nefret edersiniz. Çünkü bütün sorunların sebebi odur size göre aslında.

Bir de kaydı dinlerken farkettim ki bir espri geçmiş aramızda. "Tolga Çevik'in Yönetmene Kapakları" adlı görüntüleri izliyor gibi hissettim kendimi. Araya eklemeden edemedim.

-   Anne baba sorunlarını kendi arasında değil de çocuğa anlatarak çözmeye başlarsa çocuk ne olur?
-   Tabii ki psikolog olur.

Bana göre hoş olan bu anektodu paylaştığıma göre artık kaldığımız yerden devam edebiliriz. Benim amacım aktifleri pasifleştirmekti. Aktifleri becermek ezik olmadığımın göstergesiydi. Pasiflik benim geçmişteki ezikliğimi hatırlatıyordu. Duygusal olarak pasif olup, ilişkide aktif olmak isteyen biri diyebiliriz benim için. Ah şu çetrefilli duygular!


   Sorumluluk duygusunun olması çok önemli. Sorumluluk duygusu ilişkilerin sağlıklı olmasını sağlar. Ne ben başkasına yük olmalıyım ne de bir başkası bana. İkimizin de sınırları olmalı ve bu sınırlar içinde hareket etmeliyiz. Ben terapiden elde ettiğimi düşündüğüm bu düşünceleri kafamda toparlarken HK, eniştemi de ofise almaya karar verdi. "10 dakika konuşalım onunla da." dedi. Toplamda 1 saat 50 dakika sürdü ilk terapi. Terapi sonunda elde ettiğim rahatlama hissini kelimelere dökmeye kalksam bir daha o kelimeleri başka bir yerde kullanamam çünkü kutsal bir hâl alırlar benim için.

   HK'nın ofisinden ayrıldıktan sonra zar zor da olsa Havaş'a yetiştik ve uçağa bindik. Kimseye haber vermeden gelmiştik ve bundan ötürü geldiğimiz günün akşamında eve dönmeliydik. Eniştemle terapi içeriği hakkında havadaki yolculuğumuz boyunca konuştuk fakat utanıyordum. Bence HK ile konuştuklarımızın onda birini anlattıysam şanslı saymalı kendisini. Kendimi suçlu hissettiğimden dolayı ona çok az şey anlattığımı düşünüyorum. Belki de gerçekten bilmesi gerekenler o kadardı. Bunu asla bilemeyeceğim.

   HK ile olan konuşmamda kafamı karıştıran birçok şey oldu ama özellikle HK'nın bahsettiği bir şey canımı oldukça sıkmıştı. Bu terapi işinin sadece benimle çözülemeyeceğini söyledi. Aile de kendi kendini düzeltmeliydi. Lanet hayat ve kendini düzeltmeyi beceremeyen aileler!





















124
ağzıma almam, sen al." derken birbirimize, en sonunda penisimi ağzına almayı kabul etti. Penisim ağzına girmek üzereyken durdurdum onu. Sonradan pişman olacağı bir şey yapmasını istememiştim. Benim için böyle bir şey yapmak zaten normaldi. Ama gerçekten onu kardeşim gibi görüyordum. Böyle bir şeyin olması benim için acı verici olurdu. Fatih en sonunda ısrarlarından vazgeçti ve boşaldı. Tam o sırada telefonu çaldı. Sınıftaki tartışmada kendisinin karşı safında bulunan yakın(!) arkadaşlarından biri arıyordu. Konuştular. O yakın(!) arkadaşı basketbol oynamaya çağırdı onu. O da "Tamam, geliyorum birazdan." dedi. İkimizin de yüzündeki ifadeyi görmeliydiniz bence. O aşık olduğu eski sevgilisi arıyor gibi görünüyordu ben ise Sevgilim tarafından gözümün önünde aldatılmış gibiydim. Biraz da geride bırakılan küçük kardeş gibi... Lanet olası elindekiyle yetinmeyen insanlar ve uçkurları!

   Hayat sadece bana mı kötü davranıyordu?  Kuzenime de en az benim kadar gaddardı hayat. Son sene halamın oğlu benimle aynı sınıfta okumaya başlamıştı. Güzel bir şey olabilirdi bu belki ama gelin görün ki onda da benimkine benzer bir durum vardı. Tam olarak aynı değildik fakat ortak sorunlarımız fazla gibiydi. Zaten bozuk olan itibarımı onunla takılarak daha da düşürme riskini göze alamazdım ama onu benden uzaklaştıramazdım. İki düşüncemi aynı anda gerçekleştirebilmem için aynı sırada oturuyorduk. Onunla bir şeyler paylaşıyordum fakat onu aşağılamaktan da geri kalmıyordum. Onu ezmek hoşuma gidiyordu çünkü kendimden aşağı gördüğüm herkesi bana yapıldığı şekilde eziyordum. Sonuçta kural bu değil midir? Ezilirsin, ezersin ve hayatta kalırsın. Şu da var ki; onu ne kadar ezersem ezeyim, yine de ondan başka kimseye güvenim yoktu o okulda. Bu yüzden yanımda tutuyordum onu belki de.
   
   Günlerden bir gün altıncı sınıflardan birinde okuyan bir kızın benden hoşlandığını farkettik. Kız güzeldi. Boyu boyuma, huyu huyuma durumları da uyumluydu. Her neyse utancımı tahmin bile edemezsiniz. Ben de kızdan hoşlanıyordum içten içe ama bir yandan da kızdan kaçacak delik arıyordum. Göz göze geliyorduk teneffüslerde hep. Bu olay bir-iki hafta kadar sürdü neredeyse. "Artık konuşsam mı?" diye düşünmeye başladım. Bir kıza duygusal bir şeyler hissedip iletişim kurmak benim için bir ilk olacaktı ve çok korkuyordum. Kız ile aramızdaki bu hoşlantıyı öğrenen kişi -sınıfın en boş, yavşak insanı- kızın yanına gitmiş ve saçma sapan şeyler söylemiş, kısacası kızı rahatsız etmiş. Sınıf arkadaşımın yediği bu haltı duyunca kızın yanına gidip özür diledim arkadaşım adına. O ise özrümü kabul etmemekle kalmadı ve bana ''Arkadaşlarını peşimden yollama, bir şey varsa gel kendin söyle." dedi. Sap gibi kaldım, dilim tutuldu ve bir şey söyleyemedim. Gerçekten fena halde utanmıştım.  Aynı durum şimdi olsaydı eğer, özrümü tekrar iletir, yaşanan tatsızlığın telafisi için onu kahve içmeye ya da bir şeyler yemeye davet ederdim. Ama hayat öyle zorlu bir şeydir ki; sizi önce sınav yapar daha sonra da doğruları öğretir. Bu yüzden adam gibi bir ilişkim olamadı ya.



-   Kendini nasıl değerlendiriyorsun? Zaman zaman boşlukta hissediyor musun?
-   Bazen çevresi çok geniş olan biri gibi hissediyorum, bazen de dünyanın en yalnız insanı sanıyorum kendimi.
-   Ama nasıl tam olarak yani? Bir zaman süresince hayata sıkı sıkı tutunurken diğer bir zamanda da boşluğa mı düşüyorsun?
-   Evet onun gibi bir şey herhalde. Hatta bazı zaman çevremde ne kadar çok insan varsa o kadar boşlukta hissediyorum kendimi.
-   Ne gibi?
-   Arkadaş çevresi artınca kötü alışkanlıklarım da artıyor.
-   Duygusal açıdan nasıl hissediyorsun peki? Güçsüz mü?
-   Hayır, çok güçlü hissediyorum. (Yalanın daniskasına bak hele, kendi kendiyle çelişiyor en başta. Yalnız hissedip güçlü hissetmiyordum hiç de. Çok berbattım. Kafayı sıyırmaktan korktuğum zamanlar bile olmadı değil.) Ama hayata bağlanmayı tercih etmiyorum.
-   Neden peki?
-   Eşcinsellikten dolayı. Çünkü arkadaş ortamında birine karşı böyle hislere kapılmaya başladığımda kötü hissedip uzaklaşmaya çalışıyorum.
-   Şimdi bak, eşcinsellik belli şeylerden dolayı kaynaklanan bir sonuç. Ama sen her şeyin sebebi olarak kullanıyorsun bunu. Hani, "Ben eşcinselim, bu kişiyle samimi olmamalıyım." gibi bir çıkarımda bulunuyorsun hep. Eğer eşcinselliğin psikolojik sebeplerle ortaya çıktığını kabul edersek, eşcinsellik, çocuğun küçüklüğünde yaşadığı duygusal travmalar, kişilik sorunları ve boşluklar gibi şeylerden kaynaklanır. Sen ne yapıyorsun ama? "İşte, ben eşcinselim. Şununla tanışırsam eşcinsel duygularım artar mı?" diye düşünüp ilişkiye hiç başlamıyorsun ya da olan bir ilişkiyi bozuyorsun. Duygusal olarak boşlukta olduğun bir dönemine denk gelirse, gidip bir erkeğe bağlanıyorsun. İstiyorsun ki o sana değer versin, hep seni düşünsün ve seninle ilgilensin. Ama karşıdan alabileceğin bir şey yok. Sen kendini geliştirmelisin değerli olmak için. Yoksa kaybetmeye mahkum olursun. Hep güç üzerinden ilişki kurarsan, ilişkin hiçbir zaman düzgün bir şekilde ilerlemez. Sonra, duygusal bir sorun olduğunda orada iş erotikliğe dönüyor. Onun her şeyini elde etmek için cinsellik katmaya başlıyorsun. Sevgilisiyle paylaştığı şeyleri de elde etmeye çalışıyorsun, yani vücudunu. Böylece her şeyiyle sahip olacaksın ona. Mesela kurduğun fantezilerden bahsedelim. İbrahim'le ilgili ne fanteziler kurdun?
-   Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum, çünkü İbrahim hakkında böyle şeyler konuşmak hoşuma gitmiyor. Ben sadece dokunmak, sarılmak istiyordum ona. Daha fazlasını arzulamadım.
-   Tamam.
-   Hep iki kişiyi rüyamda görüyordum.
-   Kimlerdi peki?
-   Biri Furkan'dı, biri de İbrahim'di.
-   Furkan'a karşı duygusal bir şeyler hissediyor muydun peki?
-   Arkadaş olarak.
-   Peki, sen aktifsin onları pasif olarak mı görüyorsun?
-   Hayır ve rüyalarımda cinsellik yoktu.
-   Yani sarılmak, dokunmak mı vardı?
-   Ya öyle de değil aslında. Kardeş olarak görürdüm ben onları. Cinsellik düşünmüyordum.
-   Ağabey olarak mı görüyordun kendini onlara karşı?
-   Hayır, onları kendime ağabey olarak görüyordum.
-   Kim kimin göğsüne başını yaslıyordu fantezilerinde?
-   Ben yaslıyordum.
-   O ne yapar peki? Saçını mı okşar ne yapar?
-   Yani, belki.
-   O zaman neden bundan eşcinsellik çıkarıyorsun ki?
-   Ya daha farklı şeyler de var aslında.
-   Öpüşmek mi?
-   Yani evet, en fazla öpüşmek.
-   Bu rüyalardan sonra ne oluyordu? Suçluluk duygusu mu?
-   Evet ama insan alışıyor bir zaman sonra.
-   Peki hayatında hiçbir otorite var mı?
-   Güzel soru.
-   Bak, sen hep sonuçtan gidiyorsun. Ben ise sebebi bulmaya çalışıyorum. Baban otoriter değil, ablalar veya anne otorite kuramıyor üstünde. Ağabey de bulamıyorsun zaten. Yani kısacası senin üstünde bir otorite olmasını istiyorsun. Bunun arayışındasın.
-   Galiba.
-   Özseverlik ve sınır kişilik bozukluğu terimlerini araştır eve gidince. Bak iki örnek vererek açıklayayım ikisini de. Özsever kişi, küçüklüğünde değersizdir ve içe kapanıktır. Sonra, duygularını istediği gibi tatmin edemez büyüyünce. Hani "Biri saçımı sevsin, beni sevsin." derken kimse sevmez. Daha sonra bütün duygularını yok eder ve "Güç artık bende." demeye başlar. Kendisini tanrı olarak görmeye başlar. Sadece sevmesini istediği insana değer vermeye başlar. Sınır kişilik bozukluğu olan kişi de birini tanrılaştırır ve ona tapınmaya başlar. Sen birinci profile daha yakınsın şu an sanırım.
-   Evet ama önceleri sınır kişilik bozukluğu aşamasından geçtim galiba.
-   Gelelim senin hep kolay yolları seçmene. Hayatında hep kestirme yollardan geçerek bir yerlere ulaştın. Zeka bir yere kadar etki ediyor, ondan sonra tecrübe de çok önemli. Ama sen zorluklardan kaçarsan sürekli, tecrübe edinme şansın olmayacak. Kendini kendine kanıtlamak için ikinci üniversite oku mesela. Para için değil, kendin için, kendini kanıtlaman için. Bu ileride karşına çıkabilecek zorlukları atlatmanı sağlayacak öyle değil mi?
-   Evet, öyle.
-   Sınır kişilik bozukluğuna sahip isen işin zor.
-   Hayır, değilim. (Değilim dedim de, aslında gayet de sınır kişilik bozukluğu teriminin tüm şartlarını yerine getiriyordum. Bu yalanlar terapi sürecimi olumsuz etkiledi sürekli. Yalanlar söylüyordum her zaman ve bunları HK'nın görmesini istiyordum. Aslında onun zekasını sınamak için

125
hoşlanmıştım bile. Kelimenin tam anlamıyla "cinsel taciz" hoşuma gitmişti. Çünkü arkamdan bana sarılması kendimi güvende hissettirmişti. Zafer ya da diğer arkadaşlarımı suçlamıyorum. Onlar da sadece "çocuktu". Geçen gün o dönemde çekildiğim fotoğraflara bakıp kendimi incelemek istedim. Yüzümde, korku, bunalım, kendine güven eksikliği gibi daha birçok olumsuz durumun ifadesini gördüm. Peki ebeveynim neden fark edemedi bunu?

   Şimdi hayatımdaki en travmatik anılardan bir tanesine geliyoruz. Bir din kültürü dersinde sıkıntıdan patlıyordum. Ailemin aşırı muhafazakar olmasından dolayı anlattığı şeyleri biliyordum zaten ben. Enjektörle sıradaki oyuk kısımları daha da oymaya başladım. Derken sıkıştı oraya, ben de çektim. Ama bir sorun vardı, elimden fırlayıp sağ gözüme saplanmıştı. Hemencecik çıkardım gözümden, sıvı bir şeylerin aktığını hissettim o sırada. Midem bulandı, başım dönmeye başladı. Hani bir yere baktığınızda kıl gibi bir şey görürsünüz de gözünüzü nereye çevirseniz o da uçuşur ya, işte onun yerine çok daha yoğun bir kan pıhtısının aynı şekilde hareket ettiğini düşünün.

-Hocam gözüme iğne battı!

Tabii ki dalga geçiyorum sanmış, dersi kaynatmaya çalıştığımı sanmış. Ama yine de izin verdi. Riske atamazdı böyle bir durumu. Arkamdan tanıdığınız bir kişi koştu, Kaan. Beni kucağında müdür yardımcısının odasına taşıdı. Hayal meyal hatırlıyorum o yaşadıklarımı. Yarı baygın bir şekilde müdür yardımcımıza durumu anlattım, o da hemen evimizi aradı ve çağırdı ailemi. Kimler geldi dersiniz? Annem ve doktor olan dayım geldi. Apar topar hastaneye götürdüler beni. Dayımın göz doktoru arkadaşının yanına aldılar beni. "Gözüne dikiş atmamız lazım." dedi. Ama riskleri vardı tabii ki. Babam da geldi hastaneye ve dedemi aradılar.  Tanıdığım insanlar dedemin görüşlerine önem verirler ve uygularlardı. Dedem "Hayır yaptırmayın." dedi. Biz de dikiş attırmadık. Dikiş sadece sonradan oluşacak bir eğriliği önlemek içindi. Açıkçası yapılmamasından da pişman değilim şu an.  Çünkü o operasyon sonucunda gözümün içine çökme riski vardı. Daha sonra bir odaya alıp yatırdılar beni. O kadar yorgun hissediyordum ki hemen uyudum. Kalktığımda gözüm çok bulanık görüyordu, önünde bir perde var gibiydi. Yani doktorun daha önce belirttiği üzere gözümde katarakt oluşmuştu aniden. Doktor en erken on beş gün sonra ameliyat olabileceğimi söyledi. Çünkü gözüm travma yaşadığından beklememiz gerekiyordu. Bu on beş günlük süre zarfında eve tanıdık tanımadık herkes geliyordu. Hediyeler havada uçuşuyordu ama benim umurumda bile değildi. Çünkü gözümde bandaj olmasına rağmen gözüme zerre kadar güneş ışığı gelmesi felaket bir ağrıya neden oluyordu. Bu yüzden yaklaşık yirmi gün boyunca hiç güneş görmeyen bir yerde kaldım. O sırada bayağı kilo aldım ve psikolojim altüst oldu. Buraya kadar anlattıklarım bu hatıranın sıradan kısımlarıydı. Şimdi ise en önemli yerine geliyoruz; ilk narkozum ve ameliyatım. Ameliyat kısmını geçelim hemen. Çünkü haz almıyorum bu konuları anlatmaktan. Narkozdan ayılma bölümüme gelelim hızlıca. Narkozun etkisi geçmeye başladığında ne kadar kötü söz biliyorsam söylemişim babama fakat hatırlamıyorum hiçbirini. İnsan kafası güzelken içinde ne varsa söyler ya hani, işte aynı şekilde ben de her şeyi boşaltmışım ona karşı. Sonra ayıldım tam anlamıyla ama babam benim üzgünlük ölçeğime göre üzgün görünmüyordu. Ben de ona "Sen hiç üzülmüyorsun bu duruma." dedim. Sonuç olarak bu muallakta olan bir mesele hala benim için.

   Bir anı daha anlatayım size o halde. Ben yedinci sınıfta okurken sınıftaki erkekler kızların soyunurken görüntülerini almak için bir sıranın altına kamera koymuşlar. Onlar bunu yaptıktan sonra sınıfa geldiğimde erkekleri bir yere toplanmış ve bir şeylere bakıyor halde gördüm. Toplum içine pek karışmadığım için o kalabalığın arasına katılıp neyle uğraştıklarına bakma gereksinimi duymadım. O günün ilerleyen vakitlerinde Fatih ve Ali öğleden sonra okula gelmeyeceklerini söylediler. Ben de "Fırsat bu fırsattır, aralarına katılmam lazım." deyip onlara katıldım ve okulu astım. Ama bilmediğim şey şuydu; kızlar durumu öğrenmiş ve şikayet etmişler hepsini. Saf duygularla onlarla beraber çıktım gitmiştim oysa ben. Ertesi gün okula geldiğimde bir baktım ki disiplin kuruluna gidiyorum. Kendi kendime dedim ki "Ne oluyor kardeşim, ne yaptım ben?" Suçlama ağırdı, bir daha sorun çıkarmamak kaydıyla disiplin cezası yazmayacaklarını ama velimi çağıracaklarını söylediler. Çok yalvardım "Lütfen çağırmayın! Ben aralarında bile değildim." diye ama nafile bir uğraştı. En çok korktuğum şeylerden biriydi kızlarla ilgili bir olaya karışmak. Hele ki organize röntgencilik suçu! Annem geldi okula ve benim bu işi yapanların aralarında bulunmadığımı uzun uzun anlatıp durdum. Neden okuldan kaçtığıma dair bir cevap vermem de mümkün değildi. Hiçbir alakam olmamasına rağmen uzun bir süre bu durumun utancını boynumda taşıdım. Çünkü oyuna getirilmiştim.

   Geldik cehennemin son senesine! Herhalde son sene en yoğun seneydi. Dersaneye kaydolacaktım ama notlarım ve sınavlarım o kadar da iyi sayılmazdı. Çünkü hayattan bıkmış bir durumdaydım ve hastalığımdan dolayı kaybettiğim süredeki konu eksiklerimi giderememiştim. Dersaneye giriş sınavlarında başarıya göre ayrım vardı. Bu sınavın sonucuna göre seviye beşe girebilmiştim ancak. Galiba toplamda on üç seviye vardı. Fena değildim ama iyi liselerden birine girmemi pek mümkün görmüyorlardı. Dersanedeki hocalarımı gerçekten sevmiştim. Fizik ve matematik hocalarımı özellikle. Fizik ve matematik şiir gibi geliyordu resmen. O güne kadar bu derslerin bu kadar güzel olduğundan bihaberdim. Dersanede test çözme günleri olurdu. Bu günlerde diğer öğrenciler üç yüze yakın soru çözerlerdi. "Bunlar kesinlikle benden iyi yerlere gelecekler." deyip dururdum. Yoğun bir şekilde ders çalışıp test çözüyorlardı, ben ise sadece dersleri dikkatli dinliyordum. Dersane hayatım boyunca bir gün içinde en fazla seksen soru çözmüştüm. Neyse, OKS geldi çattı, sınava girdim ve elimden geleni yaptım. İlçemdeki en iyi okul olan bir öğretmen lisesine 451 puanla yerleşmiştim. Bu büyük bir başarıydı benim için. Aslında bulunduğum ilde dereceye girmiştim. Yani sadece benim için değil, genel olarak da büyük bir başarıydı. Ama durun! Atladığım birkaç detayı eklemek istiyorum. Dayım "Eğer iyi bir lise kazanırsan sana o zamanın en iyi bilgisayarını alacağım." demişti bana. Tek bir şart vardı bunu gerçekleştirmesi için. Sınavdan önce bilgisayar almaya karar vermiştim, bu fikrimden vazgeçecektim. Babam izin vermişti bilgisayar almama. Annem bu tip meseleler yüzden sürekli derdi ki ''Oğlum, baban senin başarılı olmanı istemiyor, dayını dinle, o senin başarılı olmanı istiyor.'' Nitekim ben de dayımı dinledim ve en sonunda hem iyi bir lisede eğitim aldım hem de sahip olamayacağım kadar iyi bir bilgisayara sahip oldum. Bu başarıyı elde etmemdeki tek etken dayım değildi elbette. Bir de okul müdürümüz vardı. Maddi durumumuzun kötüydü fakat potansiyelimi farkettiğinden okul kontenjanını kullanarak dersaneye ücretsiz girmemi sağlamıştı. Galiba bugüne kadarki hayatımda birçok kişiden yardım görerek buralara kadar geldim. Bu yardım edenler arasına "ailemi" eklemeyi ne yazık ki vicdanım el vermiyor.
   
   Gelelim OKS sonrası döneme. Sonradan bahsedeceğim dediğim Fatih vardı ya hani. Konu onunla alakalı. Bir gün sınıfta bir gruplaşma oldu, çeşitli tartışmalı olaylar oldu. Tüm sınıfın Fatih'e karşı olmasına rağmen Fatih'in tarafını tuttum. Bu davranışıma ödül olarak okuldan sonra evine davet etti beni. Bilgisayarda birkaç oyun oynadık beraber. Ardından erotik fotoğraflar açtı Fatih. Penisini çıkardı ve mastürbasyon  yapmaya başladı.

-Sen de yapsana Emre.
-Hayır.
-Yahu arkadaşız biz ne olacak?
-Hayır, ben yapmak istemiyorum.
-Lütfen sen de yap.

   Bu sohbeti birçok kez tekrarlayın kafanızda. En sonunda "Tamam ulan!" dedim. Soyunduk ikimiz de, ben daha ergenliğe girmemiştim, bu yüzden penisim küçüktü. Ama onunki yeterli olgunluğa ulaşmıştı. Her neyse, arkama geçti ve bana sürtünmeye başladı. Daha sonra "oral seks" talebi geldi ondan, beklemediğim bir talepti açıkçası. "Ben

126
cümleler kurardı. Ben de bir yetişkin gibi davranırdım ona ve dikkatlice dinler empati kurduğumu belli ederdim. Kendi içinde bulunduğu yalnızlığı benimle dindiriyordu ama ne yazık ki kendi yalnızlığımı dindirebileceğim kimsem yoktu. Okul Hasan Hoca'dan ibaret değildi elbette. Kendi eksikliklerim ve bunlara bulduğum çözümler de önemliydi benim için. Bir gün arkadaşlarımdan birinin sahip olduğu elektrikli diş fırçası hakkında konuşmuştuk. Onu kıskanmıştım ve gidip fiyatlarına bakmıştım. Gerçekten çok pahalılardı, en azından benim için. "Neden kendim yapamayayım ki?" dedim. Başlangıçtaki planım tükenmez kalemi uygun bir hale getirip şarjlı bir diş fırçası yapmaktı. Ama imkansızlıklardan ötürü ve pilin gücünün yetmeyeceğini düşündüğümden kablolu bağlantı kurdum. Kalemin gövdesinin içinden kabloları geçirerek birleştirdim ve kalemin baş kısmına yapıştırıcı kullanarak oyuncak arabanın içinden söktüğüm bobin motorunu monte ettim. Ardından bir misvağı kesip motorun ucuna takılabilecek şekilde ayarladım. Sürekli fişte kalabilmesi için de anahtar ekledim. Böylece yedi yaşında işe yarayabilecek ilk makinemi yapmıştım. Çok kullandığım söylenemez gerçi çünkü amacım bende de bir tane olmasıydı, kullanmak değil. İmkânımın yetersiz olması bir şeyler üretmemi ve bu sayede zihnimi kullanmamı sağladı. Bunu hiçbir zaman inkar edemem ama "İmkânım olsaydı çok daha güzel şeyler yapabilirdim." düşüncesi de aklımdan gitmiyor hâlâ. Bahsettiğim bu olaylar ekonomik olarak Türkiye'de zor şartların olduğu dönemlerdeydi. Babam ticaretle uğraşıyordu ve iflas etmişti. Haliyle çok kaliteli bir yaşam sürdüğümü söyleyemem o yıllarda.


-   Baba tarafıyla pek iyi değilizdir ama kuzenlerimle konuşurum, samimiyimdir hatta. Fakat amcamla hiç görüşmeyiz hemen hemen. Babamla tam zıt karakterlidirler. Mesela amcam iş peşinde koşturur, spor faaliyetleriyle ilgilenir, taraftar kulüplerinde aktif rol oynar ve daha birçok faaliyette bulunur.
-   Babanın zayıf biri olduğunu ne zaman anladın?
-   Şöyle anlatayım, evde babamla tartışırım hatta bağırırım ona. Kimse de "Neden bağırıyorsun? O senin baban!" demez. Gerçi annem yeni yeni söylemeye başladı bunu ama sizce de iş işten geçmedi mi? Kısacası evde otorite benim genelde.
-   Eskiden niye demediler peki? Hani çocuksun, tatlısın diye mi?
-   Yani evet, bunu kendilerinin yaptığının farkında değiller. Sadece en küçük ablam suçlar onları bu konuda. "Bunu siz böyle yaptınız, itiraz etmeye hakkınız yok!" der hep. Ailedeki herkesin psikolojik problemleri var bana göre. En büyük ablamda evlenme korkusu var mesela. Yüz kişi geldiyse de hiçbirini kabul etmedi. Dedem evlendirdi mesela küçük ablamı. Yoksa o da aynı kaderi paylaşacaktı belki de.
-   Dini otorite olan mı?
-   Evet, hatta babam dini otorite olarak dedemin ardından kendisinin geleceğini düşünüyor. Eniştemlerin evliliği iyi ama.
-   Küçük ablanla olan mı?
-   Evet arada küçük sorunları olsa da sorunları hallediyorlar. Ortak noktalarına odaklanıyorlar. Ayrıca güçlü bir yapısı var ablamın.
-   Söylediği şeylere uyar mısın?
-   Genelde uyarım. Ortak noktamız çok zaten, gerek siyasette olsun gerekse diğer bilgilerde.
   
   Anlayacağınız üzere ailemizde en sağlıklı olan birey en küçük ablam. Diğerleri, kısacası tüm sülalem, psikolojik sorunlardan dolayı dökülüyor. Pamuk ipliğine bağlı yaşıyoruz sülalecek.

   Evdeki aşırı sevgi seline rağmen nasıl yalnız hissettiğimi anlatmak oldukça güç aslında. Beni sevenler vardı, doğru. Fakat benimle muhattap olan yoktu. Bunu da diğerleri gibi bir hikayeyle açıklayayım. Bir gün eve gittiğimde üç ablam kağıtları küçük bebekler şeklinde kesip boyamışlardı ve bunları kullanarak evcilik oynuyorlardı. Ben de oynamak istedim çünkü oyunlar oynayabileceğim hiç kimsem yoktu. Fakat onlar bunu reddettiler her seferinde. Hiçbir oyunlarına beni dahil etmediler. Her şeylerinden uzak tutuldum hep. Bu da yalnızlığın doruklarına ulaşmama neden oldu. Bunlardan bahsedip de evin içinde nasıl bir yaşam sürdüğümden bahsetmesek olmaz. Bir odam yok, babamla aynı odada kalıyorum çünkü babam ben doğduğumdan beri annemle aynı yatakta yatmıyordu. Bundan dolayı benim de belirli bir düzenim yoktu maalesef. Sabaha kadar televizyon izlerdi, bu yüzden uyku düzenim oluşmadı bir türlü. Hatta ışıksız ve sessiz bir ortamda uyumak benim için işkenceden başka bir şey değil. Ben de babam gibi geceleri uyuyamıyorum. Yani kısacası babamın kopyası olup çıktım. Aynı odadaydık ve sabaha kadar beraber oturuyorduk ama ne var biliyor musunuz? Hiç konuşmazdık. Sadece televizyon izlerdik ve ben içimde kendi atomlarımı parçalardım.

   Ortaokula kadar olan şeyleri anlattım şu ana kadar. Şimdi de ortaokul hayatıma göz atalım. Artık derslerimize branş hocaları da girmeye başlamıştı, büyüyorduk. İkinci sınıftan beri bir bilgisayarım vardı ve çok eski bir makineydi. Dayım, artık kullanımda olmayan bir şirket bilgisayarını bana hediye etmişti. Sürekli bozulurdu, öyle ki neredeyse her gün Windows '98 formatı atmam gerekirdi. Bilgisayar konusunda bilgim o kadar gelişmişti ki bu sayede bilgisayar bilgimle hiçbir yaşıtım yarışamazdı. Bilgisayar mühendisi olmak istememin sebebi de buydu o zamanlar. İyi olduğum bir alanda ilerlemek istiyordum. Bir süre sonra bilgimi daha da ileri seviyeye taşımak bilgisayarı geliştirmeye çalıştım ama en sonunda güç kaynağını yaktım. "Saçma sapan" şeylerle uğraştığım için bir ton da azar işittim annemden üstelik. Bugün bilgisayar mühendisi değilsem bunu ailemin beni desteklememesine bağlamamız mümkündür.

   Okuldaki yaşamıma dönersek tekrar; okul kelimenin tam anlamıyla berbattı! Bir de yeni öğrenciler gelmişti ki birbirlerinden "tiki" karakterlerdi. Okulumuz şehrimizin en iyi okullarından biriydi ve zenginlerin çocukları genelde bu okulda eğitim görürdü. O zamanlar özel okul diye bir kavram pek yoktu açıkçası. Nerede kalmıştık?  Evet, insanlarla seviye farkımdan bahsediyorduk. Orta okulda öğrencileri seviyelerine göre ayırmaya karar verdiler. Bundan dolayı ilkokuldaki ezik arkadaşımla artık aynı sınıfta olamayacaktım. Yeni arkadaşlar edinmeliydim. Ben de bir salağın yapacağı gibi gidip "tiki" olanlarla vakit geçirmeye çalıştım, okuldaki ilk arkadaşım olan Fatih de vardı aralarında. Onlara yakınlaşmaya çalıştım uzun bir süre ve aynen bir eziğin yapacağı gibi onların peşlerinden koştum. Arkadaşları olabilmek için kendimi parçaladım. Tabii ki bütün çabalar nafileydi ve onlarla yakınlaşmak bir yana, elektronik aletlerdeki bilgimden dolayı sevilmeyen bir ukala oldum ve ''Emre Bilir'' diye lakap taktılar bana. Diğer insanlardan farklı olmak sizi otomatik olarak dışlanan kişi yapar maalesef. Onlar basketbol, futbol gibi şeylerde çok iyilerdi belki ama ben bilgisayar ve tuhaf bilgiler gibi şeylerde iyiydim. Ortak nokta yokluğundan ötürü dışlanmıştım ve "ucube" olmamın sebebi de buydu.

   Ferit vardı bir tane; beşinci sınıftaki sınıf öğretmenimin oğlu. O ve birkaç arkadaşı neredeyse her teneffüs benimle alay edip, tartaklıyorlardı. Yapabilecek hiçbir şeyim yoktu gerçekten. Tartaklandım, aşağılandım, tehdit edildim ve daha birçok olumsuz etmene maruz kaldım. Olay bunlardan ibaret de değil üstelik. Sınıfta cinselliği öğrenen erkekler cinsel oyunlarını erkeklere değil de kızlara yapmaya başlamışlardı. Kızların arkasına yaklaşıp penislerini sürtüyorlardı. Bir tanesi benim ezikliğimi kullanıp bunu bana da yapmıştı ve ondan kurtulmaya yetecek gücüm var mıydı yok muydu bilemem fakat "kurtulmaya çalışıyormuş gibi" yapıyordum sadece. Çevrede birkaç kız vardı ve bana acıyarak bakıyorlardı. Bana acımaları hoşuma gidiyordu çünkü beni anladıklarını hissediyordum. Ailem ve çevremdeki diğer yetişkinler benim nasıl bir durumda olduğumu anlayamıyorlardı. Hiç olmazsa sınıftaki kızlar beni anlıyordu. Bu beni tatmin ediyordu. Onlar da olmasaydı, herhalde hiç tepki göstermezdim ve kendimi Zafer'in kollarına bırakırdım. Zafer güçlüydü, sınıfta sevilirdi, yakışıklıydı, zekiydi ve birçok sevdiğim özelliği vardı. Bu yüzden bana bunu yapmasından

127
doğumun benim için ifade ettiklerinden bahsedip, beni doğuran kişiden bahsetmezsem olur mu?

-    Annen hakkında konuşalım. Nasıl biridir?
-   Hangisi?
-   Herkesin bir tane annesi yok mudur?
-   İyi de yaşları benden çokça büyük üç ablam var sonuçta. Evde kesin olarak anne diyebildiğim birinin olduğunu sanmıyorum. Dört annem var benim.
-   Tamam o zaman, gerçek annene bakalım. Onu anlat.
-   Ne var biliyor musunuz? Ben küçükken dışarıya yani sokağa çıkıp diğer çocuklarla oynamamı istemezdi.
-   Seni korumak istiyordu yani.
-   Evet ama ben küfrün en âlâsını öğrendim, zararlı alışkanlıklara da başladım. Mesela "Hiç içmem!" dediğim sigaraya başladım. Bunlar hep koruduğu için oldu.
-   Şimdiki annelerde hep bu yok mu zaten? Yani, eskiden aile çocuklarla ilgilenmezdi. Çocuklar bu yüzden problemli olurdu. Ama en azından bu çocukların yarısı çabalardı ve başarıya ulaşırdı. Hayattaki zorlukları aşmada daha iyi değiller mi şu ankilerden?
-   Evet, çünkü hayatı bisiklet sürmeye benzetirsek eğer, biz birinci vitesten on sekizinciye atlamaya çalışıyoruz korumacı yapılarından dolayı.
-   Sorun da bu işte, hayata atılan çocuklar hiçbir şey bilmediklerinin farkına varıyorlar. Mutsuz oluyorlar sürekli. Sana bakalım örneğin, bir işe başlıyorsun sonra sıkılıp bırakıyorsun. Herhangi bir şeyde uzun süre tutunamıyorsun. Çünkü tatmin etmez olmuş seni hiçbir şey. Eksiklerini yanlış şeylerle doldurdukça da asla mutlu olamayacaksın.

   Demek ki neymiş değerli okurlar, ilgisizlik ne kadar kötüyse, aşırı ilgi kat kat daha kötüymüş. Sudan çıkmış balık gibi hayata atılıyorsunuz ve bir şeyden tatmin olamıyorsunuz. Çünkü her zaman küçükken size verilen aşırı ilgiyi arıyorsunuz. Ama hayat size o zaman yaşadıklarınızı tattırmaz. Siz de kötü şeyleri gördükçe korkup geri adım atarsınız her şeyden. Bunu da "Beni tatmin etmiyor." diye açıklıyoruz. Halbuki işin aslı şu ki; biz karşımıza çıkan zorluklara çok çabuk yeniliyoruz çünkü  zorluklar seviyemize fazlasıyla ağır geliyor. Keşke bana balık vermek yerine balık tutmayı öğretselerdi.

-   Babanı anlat bakalım şimdi de.
-   Ne bileyim sosyal bir insan değil, dışarıda falan yemek yiyemez. Bir yere gittiğinde doğru düzgün alışveriş yapamaz. Tembeldir de bayağı.
-   Ne demek istiyorsun tembel derken?
-   Yani mesela dedem ona dükkan almıştı o, dükkanda çalışmak yerine orayı kiraya vermişti. Ne bileyim? Tüccarlık yapıyordu ama işini sadece telefonla hallediyordu.
-   Bu sana neyi çağrıştırıyor peki? Güçsüzlüğü mü?
-   Evet, kesinlikle güçsüzlüğü çağrıştırıyor. Çalışkanlık ve sosyallik gibi kavramlar daima gücün sembolüdür.
-   Sen de tembelsin. O zaman benzeye benzeye babana benzemişsin.
-   Hayır tam olarak öyle değil. Ben ders çalışma konusunda tembelim sadece çalışma konusunda değil.
-   Ya o da senin yaşlarındayken öyleyse?
-   Hayır, hayır! Onun gençliği de böyleydi. Ayrıca resmi bir raporu olmasa da şizofrendir kendisi. Taktığı bir şeyi günlerce konuşur. Aynı şeyleri tekrarlayıp durur. Mesela dedemin dükkanında çalıştı kısa bir dönem. Orada bir de yaşlıca bir adam çalışıyordu. Babam eve gelir ve gece boyunca onu anlatır dururdu. Dedem öldü, her gece miras konuşmaya başladı. Kardeşlerinin ne kadar kötü olduğundan yakınıp durmaya başladı.
-   Aile arası ilişkiler iyi değil galiba. Aynı zamanda hem ilkokul öğretmeni şizofrendi hem de baba. Yani bunların arasında büyüdün.


Altı yaşına girdiğimde "Okula başlamanın vakti geldi" denilerek annem tarafından okula yazdırıldım. Aslında teknik olarak altı yaşında değildim bile. Anaokulu gibi bir kavram yoktu bizim ailede. Bu yüzden bu ayrıcalığa sahip olamadım ama hep içimde kalmıştır. Direkt olarak ilkokula başladık mecburen. Okulun ilk gününde sınıfa beni annem götürdü, bıraktı karanlık bir sınıfa ve gitti. Önce duygulandım tabii olarak. Çünkü hiç tanımadığım insanlarla aynı ortamda yalnız başıma bulunuyordum ve bu hayatımda ilk kez başıma geliyordu. Fakat sınıfta ağlayanların olduğunu görünce kendime çeki düzen verdim ve sırama oturdum. Onların önünde ağlamanın beni güçsüz göstereceğini düşündüğümden yapmışımdır bunu da büyük ihtimalle. Sınıfta tanıştığım ilk kişi Fatih'ti. İyi anlaşacağımıza dair bir his vardı içimde. O da benim gibi ağlamamıştı hem, ortak yönümüzün fazla olduğunu seziyordum. Tanıştık, konuştuk, teneffüslere beraber çıktık ve gezdik okulun içinde. İçim ısınmıştı Fatih'e fakat bu çok sonra işleyeceğimiz bir konu.

   Okuma-yazma işine gelince, ilk bir-iki haftada hallettim. Bu yüzden öğretmenim ailemi çağırdı okula. Annem yalnız başına geldi, babamın gelmesini beklemiyordum zaten. Hasan Hoca ona çok hızlı kavradığımdan bahsetti. Bu yüzden birinci sınıfta okumaya devam etmemin beni okuldan soğutabileceğini ve potansiyelimi düşüreceğini belirtti. Beni ikinci sınıfa atlatmak istediklerini söyledi. Hatta bundan daha da uygun olan şeyin IQ testi yapılmasının ardından üstün zekalı olarak eğitim almam yönünde olduğunu ekledi. Fakat annem bunu reddetti ve "Yaşıtlarıyla aynı sınıfta devam etsin." dedi.

   Gelelim Hasan Hoca'ya tekrardan! Hasan Hoca'nın nasıl biri olduğundan bahsetmedim size hiç. Ders haricindeki her türlü konuyu derste işlemeyi seven, ders saatlerinde kendi hayat hikayelerinden ve genel kültür bilgisi denilebilecek şeylerden bahseden, dışarıdan bakıldığında aşırı sorunlu olan biriydi. Ama ikimizin çok iyi anlaşması bu sorunları görmemi engelliyordu ve onu daha cazip kılıyordu benim için. Veliler, okul yöneticileri ve hatta çoğu öğretmen onun sorunlu olduğunu düşünüyordu.  Fakat benim onun hakkındaki görüşüm çok farklıydı çünkü ikinci sınıftayken teneffüslerde okuldan dışarı çıkma özgürlüğüme de Hasan Hoca'ya eczaneden sigara filtresi almam sayesinde sahiptim. Okuldan uzaklaştığım o kısa teneffüsler benim rahat bir nefes almamı sağlıyordu. Çünkü okuldan gerçekten haz almıyordum. Hasan Hoca bana sürekli dertlerinden bahsederdi fakat benim nasıl bir yük altında olduğuma hiç dikkat etmemişti maalesef. Teneffüslerde bana ders anlatmanın ne kadar zor olduğundan bahseder ''Ellerimdeki tebeşir tozunu görüyor musun?'' gibi

128
-   Kesinlikle, çünkü onun önünde indirdim şalteri.

Furkan... Adını zikredip de kendisinden bahsetmezsem hiç de hoş olmaz benim için. Çok anımız oldu. Bende çok farklı hisler uyandırdı. Hala bendeki yeri çok farklıdır.

   İkimizin de eşit ağırlık seçmesiyle lise birinci sınıftayken teneffüslerde karşılaştığım kişiyle aynı sınıfta okumaya başlamıştım. Yakışıklı geliyordu bana, aynı zamanda da sosyaldi. Bu yüzden onunla tanışmıştım galiba. Aynı sınıfta okuduğumuzu görünce fazlasıyla sevinmiştim. Onu ağabeyim olarak görmeye başlamıştım içten içe. Şartlar bizi yakın arkadaşlar olmaya itmişti en sonunda. Biz de şartların önerisini reddedemedik ve kabul ettik. Herhalde benim çabam olmadan olamazdı bu. Malumunuzdur ki elimden kaçırmamam gereken bir fırsattı. Adı Furkan'dı ve ebeveynleri boşanmıştı. Annesinin evinde kalıyordu ama o kadar yakın olmamıza rağmen bir türlü evine gitmeme izin vermiyordu. Evlerinin bakımsız ve kirli olduğunu düşünürdü ve bunu bahane olarak sunardı bana. Aslında asıl sebep bu değildi galiba ki uzun süre sonra anlamıştım ama bu kısım için bu kadar "Furkan" yeter.
   
   Güç konusuna geri dönelim en iyisi. Tabii Bunları yazabilmek için öncelikle terapi kayıtlarını tekrar dinlemem gerekiyor. Evet, “terapi kayıtları” dedim, doğru duydunuz. İlk terapiden itibaren ses kaydı yapmaya başladım. Başlangıçta kendi sesimi dinlemeyi garipsedim ama saatlerce dinleyince alıştım. Hatta şu an her terapiyi kaydettiğimden dolayı çok mutluyum. Böylece kendimde olan değişiklikleri daha iyi görebiliyorum. "Ne yalanlar söylemişim, nasıl abartılar yapmışım?" diyorum her dinlediğimde. Benim asıl sorunum da bu zaten. Kendimi küçük duruma düşürmemek için istemsizce yalanlar söyleyip abartıyorum olayları. Her neyse güç demiştim.

-   Bir erkekte aradığın özellikler neler?
-   Yakışıklı olması, sarışın olması ve çevresi tarafından sevilmesi.
-   Sarışın olması senin için ne ifade ediyor peki?
-   Ne bileyim, kızlar hoşlanır herhalde.
-   Çevresi tarafından sevilip, sayılınca güçlü mü oluyor yani? Güçlü olmasını mı istiyorsun?
-   Yani, evet herhalde.
-   Peki güç ne ifade ediyor senin için? Yani bir erkek güçlü olursa ne olur?
-   Hani biliyorsunuz ki benim bir ağabey arayışım var. İşte güçlü olursa beni korur. Sahiplenir. Ne bileyim işte? Öyle.
-   Peki güçlü olmayanlar?
-   Bakın benim bir argümanım var bu konu üzerine.
-   Nedir?
-   Hayatım boyunca hiçbir insanın kendisinden güçsüz biriyle takılmaya çalıştığını görmedim. İnsanlar her zaman kendilerinden daha üstte olana ulaşmak için çabalar durur. Bu yüzden benimle iyi arkadaş olmaya çalışan kişilere asla müsamaha göstermem. Onlarla hiçbir bağ kurmaya çalışmam. Benden daha güçlü olanlara yönelmeliyim her zaman.

Geçmişte de farklı olmamış aslında. Kendimi zayıf hissettiğim anda hemen güçlü bir insana yönlenmişim. Mesela dört sene öğretmenliğimizi yapan Hasan Hoca'nın atılmasından sonra yaşadığım hikayeye bakalım. O ayrıldıktan sonra bir süre boyunca diğer sınıfların öğretmenleriyle ders işlemeye başladık. Fakat Hasan Hoca'nın gitmesinden dolayı ağlamaktan başka bir şey yapamıyordum. Bu haberi ilk aldığımızda yanımda Kaan adında yakın bir arkadaşım vardı. Hasan Hoca'nın ayrıldığını öğrendiğimde gözlerim dolmuştu ve okul çıkışında Kaan elimden tutup götürmüştü eve. Gariptir ki aynı yaşta olmamıza rağmen benden çok daha iriydi. Yakışıklıydı da ayrıca.
 
   Güç garip şey be! Gücü nerede aradığımız çok önemli ama. Bana göre bilgi ve zeka güçtür mesela. Ama zekayı başarıyla birleştiremezseniz, kısacası, çaba göstermezseniz o zeka size bir şey kazandırmaz bir başına. Tabii "Yakışıklı insan zekidir." diye düşünüp Halo etkisine maruz kaldığımı inkar edemem Kaan olayında. Aslında her şeyde bu etkiye maruz kalıyorum. Halo etkisi, bir kişinin dış görüşündeki olumlu bir özellikten yola çıkarak o kişinin tümden iyi olduğunu düşünmektir. Bu etkinin zıddı da "Horn etkisi"dir. Neyse nerede kalmıştık? Evet özseverlikte kalmıştık. Narkissos diye biri vardır, göldeki yansımasına aşık olup göle düşüp boğulan kişi. Birçok kaynakta Narkissos'un metaforik olarak eşcinselliği simgelediği söylenir. Bunu söylerken haksız da değiller zaten. Özseverlik, terim anlamıyla, bir insanın kendisine tapıp başka insanı köleler ya da aşağılık yaratıklar olarak görmesinden ibarettir. Özsever olabilirim belki ama değer verebiliyorum insanlara. Tamam, değer vermiyorum belki fakat kurallarım var. İnsanlara kendi çıkarlarım için kötü şeyler yapmıyorum. Bilinçsiz bir şekilde yapıyorsam da suçlayamam kendimi. Sadece kendime aşığım o kadar. Bu konuyu fazlasıyla uzattım galiba.

   El üstünde büyütülmek deyimini bilir misiniz? Ben bu deyimin açıklamasını harfi harfine yaşadım. Yemek istesem yemeğim, su istesem suyum gelirdi. Şımarıklığımın zerre kadar sınırı yoktu. Sekiz aylıkken yürümeye, bir yaşındayken de konuşmaya başladım. İki yaşımdayken oyuncaklarımı söküp nasıl çalıştıklarını anlamaya çalışmakla geçti günlerim. Sökme işlemini birçok çocuk yapmıştır belki benim gibi ama ben geri birleştirebiliyordum da. Bunlara bakarak ortalama bir zeka seviyesinin üzerinde olduğumu anlamamak pek de mümkün değil. Gelelim benim dışındaki insanlara: İnsanlar bilmedikleri konularda atıp tutmayı çok severler, işte o insanlardan nefret ediyorum. Bu nefreti yüzlerine karşı pek belli etmesem de böyle olan her insandan uzaklaşıyorum. Çevremde bu şekilde olan o kadar çok insan var ki neredeyse tüm insanlıktan soğudum ve uzaklaştım. Bu tip insanlardan ötürü bildikleriniz hakkında konuşsanız dahi insanlar sizin atıp tuttuğunuzu düşünmeye başlıyor. Boş konuşuyorsunuz onlara göre. Çünkü günümüzün saçma sapan koşulları “Eğer bir ünvanınız yoksa değeriniz de yoktur.” ahmaklığını oluşturdu. Bu konuda bahsettiğim şeyler insanların cahil olmasıyla ilgiliymiş gibi anlaşılmamalı kesinlikle. Birinin genel kültür bilgisi mükemmel olmayabilir ya da tahsil görmüş bir kimsenin bilebileceği şeyleri bilmeyebilir ama bu onu cahil yapmaz. Her insan her alanda bilgili olacak diye bir kaide yoktur. Yine kaptırdım kendimi gittim. Evet gittim çünkü bu sistem beni deli ediyor. Liyakatin diplomayla olmayacağının farkına vardığımız an millet olarak, yükselme ve hatta diğer milletleri geçme şansını yakalarız. Bunun gerçekleşeceğine dair inancım ise gün geçtikçe azalıyor. Bu yüzden çoğu insan doğumu hayatın başlangıcı olarak adlandırırken, bana göre doğum, sonun başlangıcından başka bir şey değildir. Peki

129
ÖNSÖZ

   Her şey nerede başladı? Bu kitabı nasıl yazdım? Uzun bir hikayenin başlangıcını yapmayı nasıl başardım? "Ne var ki bunu yapmakta?" diye düşünebilirsiniz belki. Fakat burada önemli olan şey, benim gibi hayatının her dönemecinde kolay yolları seçen birisinin bir şeyler başarmış olması. Sürekli kestirme yolları seçip neredeyse hiç emek sarf etmeden buralara kadan gelen ben ve benim gibi insanlar tembelliğin ne demek olduğunu gayet iyi bilirler. Tembelliğimi büyük ölçüde yenip bir adım attım ve bu kitabı yazmaya başladım. Kitap yazmanın bu zorluğunu bir kenara koyarsak, yazdığınız kitabı okuyucunun beğenip beğenmemesini de düşünmek insanı kitap yazmaktan alıkoyacak güçlükte engeller. Kitabı yazma amacınızın ne olduğuna bağlı gerçi bu. Kendim için bahsedersek eğer, bu kitabı maddi kazanç için mi , şöhret için mi ya da insanlar için mi yazdım? Hepsi için biraz yazdım galiba. Bir yandan insanlara ulaştırabileceğim yararı düşünürken, bir yandan da ortaya koyduğum emeği düşünmeden edemiyorum.

   Bazen bir günde tek bir satır yazamazken bazen de sayfalarca yazıyı saatlere indirgeyebildim. Kimi yazarlar ilham için içkiye, kumara veyahut diğer ilham kaynaklarına başvururlar. Ben de o yazarlar gibi ilham için çeşitli kaynaklara başvurdum ama en önemlisi ilhamımı bizzat kendi hayatımdan çıkardım. Bu kita,p bir masalın uydurulmuş sözlerinden oluşmuyor ya da yaşanılabilecek olayları ele alan bir roman da değil.  Yaşanılan şeylerin verdiği ızdırapla ve daha birçok duyguyla bezenmiş uzun bir hikaye... "Ne için yazdım ben bu kitabı?" diye kendi kendime sormuştum hani. Galiba en ağır basan sebep, insanların yüzlerine karşı anlatamadığım şeyleri özgürce yazarak anlatabilmenin verdiği ferahlığı tatmak oldu.

   HK gittiğim ilk terapide bana "Yazı yazmalısın." demişti ve ne yazık ki benim ilk yazımı yazmam neredeyse bir yıl sonra oldu. Yazıyı bitirdiğimde anladım ki "Düşünceleri kelimelerden daha iyi ifade edebilecek ne var ki?" İnsanlar için ifade yöntemleri çeşit çeşittir. Kalemi elime alıp, hiç kimseye anlatamadığım şeyleri, neredeyse duraklamadan yazdığımızı gördüğümde, sözler, mimikler veya jestler benim için anlamsız hale geliyor. Adeta somut dünyadan soyut dünyaya açılan bir pencere keşfettiğimi düşünüyorum.

   Kitap yazmanın belli kuralları falan vardır ya, hepsinin canı cehenneme! Eğer yazdığım kitabın kurallarını belirleyebilme gibi basit bir inisiyatife sahip değilsem, o halde yazdıklarım nasıl bana ait olur? Konuları kronolojik olarak ele almaya çalışmış olsam da konudan konuya hızlı geçişler de olduğunu fark edeceksiniz. Bu tarzımdan kafanız karışırsa gayet normaldir. Çünkü amacım, kendi dünyamın ve zihnimin nasıl işlediğini, bütün karışıklıkları, oyunları, duyguları ile olduğu gibi aktarmaya çalışmaktı.

   Kitap okumaktan, hele ki önsöz okumaktan bir hayli muaf olan toplumumuzun affına sığınarak bu önsözün yeterince uzun olduğuna kanaat getiriyor ve sözü hayat hikayelerime bırakıyorum.

   









BÖLÜM 1:



1994 yılının bir Eylül akşamı kendisinden önce doğan üç kızın ardından doğan çocuk; Emre Furkan Saraç. Babasındaki sevinç ve bilhassa gurur görülmeye değerdir bence. Emre, gelecekte başından geçecek kötü durumlardan haberi olmayan beyaz tenli, ipek gibi sapsarı saçlarla donanmış yeşil gözlü bir çocuktu. O günlere dönüp o çocuğu doyasıya kucaklamak, bir saniyeliğine bile yanımdan ayırmamak için gerçekten sahip olduğum ya da olacağım her şeyi verirdim. Bu çocuk  masumiyetimi anımsatan bir anı, belki de arayışında olduğum kişinin geçmişten yansımasıdır ama her halükarda kendime acıma duygusunun fikirlere dönüşmüş halinden başka bir şey değil. Normal insanlar geçmişlerine baktıklarında gördükleri kişiyi farklı bir insan olarak addetmezler. Lakin, ben geçmişe baktığımda olduğum kişiyi farklı karakterler olarak görmekten kendimi alıkoyamıyorum. Hepsine teker teker acıyorum, doyasıya sarılmak ve ağlamak istiyorum. Hem de her saniye! Adeta onları sığınma limanım yapmak istiyorum. Çünkü kendimi diğer karakterlerimle beraber hayal edince asla yalnız hissetmiyorum. İşte bu, "Benden bir tane daha olsa ne olurdu?" sorusunun cevabını çok iyi veriyor. Kesinlikle aşık olurdum ama bu kusursuz olduğumu düşündüğümden olmazdı. Sebebi, aşık olmaya değecek ve değerimi yeterince kavrayacak insanların olmadığını düşündüğümden olurdu. Gerçek potansiyelimi görebilecek tek kişi benden başkası olamaz. Belki  fazla kibirliyim ama en azından bunu itiraf edebiliyorum. Hayatımda defalarca yalan söylemiş olabilirim ve belki de hayatım yalanlar üzerine kuruludur. Fakat duygularım hakkında yalan söyleyemem, iki yüzlülük yapamam ama kendimi aldatmama kendim de inanıyorsam bu bir yalan sayılmaz. Genelde de böyle olmuyor mı zaten? Hep inanıyorum, her şeyime, her duygu müsveddesine.

   Biraz da kendimi çözümleme işine nasıl başladığımı, daha doğrusu bu işe beni kimin ve nasıl sevk ettiğinden bahsetmemde fayda var. Aslında her şey ablamın benim eşcinsel olmamı öğrenmesi ve beni eniştemle konuşmak için ikna etmesiyle başladı. Eniştemle konuşmamın ardından Eniştem, Hüseyin Kaçın adında psikolog olan bir zatın yanına gitmemin faydalı olacağı kanaatine vardı. "Kanaatine vardı." diyorum çünkü hayat benim pek de umurumda değildi o sıralar. Sadece kaybedecek bir şeyim kalmamıştı ve "Gitmemem için ne sebep var ki?" diye düşündüm.

   Birinci terapi bir korku filmini yaşamak gibiydi benim için. Hem İstanbul'a ilk defa gidiyor olmamdan dolayı bir merak hem de dünyadan kaçmak istercesine çabalayan zihnim vardı. Üstelik HK'nın yanına gitmekle alakalı endişelerim oluşmaya başlamıştı. Ayaklarım gerisin geriye yürümeye çalışıyordu. İlk defa uçağa binmiştim. Biraz da ürkeklik vardı içimde ama bir yanım uçaktan atlamayı düşünüyordu. Yükseklik korkumdan dolayı atlamamın pek de mümkün olmayacağına karar verdim. Ama ne vardı biliyor musunuz? Uçağın düşmesi için dua eden bir tek ben vardım herhalde koca uçakta. Çok "havalı" bir ölüm olurdu. Ben bunları düşünüp ölümle ilgili güzel hayaller kurarken gözüm bir adama takıldı. Bir insan koltuğuna oturduktan hemen sonra ağzını "hipopotam" gibi açıp uyur mu yahu? Ağzına baktığınızda bağırsaklarındaki yemek kalıntılarını görebilirdiniz neredeyse. O görüntüye bir daha şahit olmak istemiyorum. Betimleme yapmayı seven biri değilimdir. Bu yüzden uçağın havada nasıl süzüldüğünü, kanatların genişliğini ağdalı bir dille betimlemeyeceğim size. Kısaca “Uçak kalktı ve indi.” diye uçak macerasını özetlesek kâfidir. İstanbul'u ikimiz de bilmiyorduk. Bu yüzden İstanbul'a gelmeden evvel Google Haritalar ile bütün güzergahımızı çıkardık. Öncelikle Sabiha Gökçen Havalimanı'ndan çıktık ve Havaş'a bindik. O zamanlar Havaş'ın İstanbul'da çalışma izni henüz vardı. Yaklaşık 1 saat 45 dakikalık yolculuğun ardından Havaş’ın son durağı olan Taksim’e vardık. Oradan metroya bindik ve iki durak sonra Mecidiyeköy’e  ulaştık. HK'nın ofisini bulmak için etrafa bakındık bir müddet. Ama çok da zamanımızı almadı, nihayetinde işimizi kolaylaştırmak açısından haritanın çıktısını dahi aldık. İçeriye adım attığımız an, yolculuğa çıkmadan önce başlayan  korku hissim üç dört kat artıverdi. Bu adama ne anlatacaktım ki ben? HK'nın odasına girerken kendimi idam sehpasına giden bir mahkum gibi görüyordum hayal dünyamda. Son anlarımı yaşıyormuşçasına dilim tutulmaya başladı. Ağzım kuruyordu. Elimi sıktı ve kaba sesiyle ''Hoşgeldin.'' dedi. Ardından beni sorguya çekmeye başladı. "Adın ne, kaç yaşındasın?" gibi birçok soruyu sorduktan sonra sadede gelmeye başlamıştık. İlk terapi adeta çorba gibiydi, birbirinden alakalı alakasız demeden içimi döktüm ona. İbrahim'e karşı hissettiklerimi anlattım mesela. Kendimle ilgili birçok övgüde bulundum olması gerektiği gibi. Ticarette ne kadar iyi olduğumu, ne kadar zeki olduğumu söyledim ona. O da boş durmuyordu tabii, konuşmak istemediğim konulara yönlendirmeyi başarıyordu. Annemle aramdaki ilişkiyi sordu önce, daha sonra da babamla aramdakini, kısacası tüm aileyi sordu.

-   İntikam benim için gerçekten çok önemli.
-   Peki ne yapıyorsun? Hemen mi intikam alıyorsun yoksa planlar mı tasarlıyorsun?
-   Aylarca sürebilir duruma göre. Mesela Furkan vardı ya bir ara. Başka birileriyle problemi olmuştu ama acısını benden çıkarmıştı. Üç aydır konuşmuyorduk hatta. Birgün Almanca yazılısı olmak için bizim sınıfa geldi. Sınıfımızda bir bilgisayar vardı. Oraya oturdu ve yazılıya başladı Furkan. Almanca hocamız pek bakmazdı yazılı olan kişiye. O da anlamadığı Almanca kelimeye internetten bakmaya başladı. Bir şeyler yapmalıydım onu mahvetmek için. Ben de bilgisayarın şalterini indirdim. Böylece düşük not almasına neden oldum.
-   O senin yaptığını biliyor muydu peki?

130
Psikolog http://escinselterapi.net/huseyinkacin/

Başarılı programcı ve sunucu Muhammed Binici, kendi YouTube hesabından 'Benim Ailem' isimli belgesel dizisinin ilk bölümünü izleyicilerle paylaştı. Toplumun kanayan yarası ve küreselcilerin ''dokunulmaz alan'' ilan ettikleri Eşcinselliği farklı bir boyutuyla ele alan Bininci, hazırladığı belgeselle alakalı konuştu.

https://www.habervakti.com/escinseller-konustu-bu-belgesel-turkiyede-ilk?fbclid=IwAR0Rc7RHlFjS83apzXeaXa9oIw7FzB8K8VsR8y7bJglSlfj2VdPoxrezrvQ

Eşcinseller konuştu! Bu belgesel Türkiye'de ilk!
Başarılı programcı ve sunucu Muhammed Binici hazırladığı bir belgeselle, toplumun kanayan yarası ve küreselcilerin ''dokunulmaz alan'' ilan ettikleri Eşcinselliği farklı bir boyutuyla ele alan bir belgesele imza attı. Aldıkları terapist desteğiyle iyileşen eşcinsellerle konuşan Binici, hazırladığı belgeselin ilk bölümünü yayınladı.

https://www.habervakti.com/escinseller-konustu-bu-belgesel-turkiyede-ilk?fbclid=IwAR2UdLC6InwmuSW-p4lyZY1zC1lCT_kcNKH62HQkom9qN8qjJSFvVMKlIrY

Benim Ailem 2. Bölüm

https://www.youtube.com/watch?v=v-6UbOMkP38&list=PL5_aloC9kt81rrtiNCVxhmxzUEgU32Htq&index=2

Benim Ailem 3. Bölüm

https://www.youtube.com/watch?v=tXHaVWGvYH8&list=PL5_aloC9kt81rrtiNCVxhmxzUEgU32Htq&index=3

Benim Ailem 4. Bölüm
https://www.youtube.com/watch?v=65uvP_ARl9w&list=PL5_aloC9kt81rrtiNCVxhmxzUEgU32Htq&index=4

Eşcinsel Terapi Benim Ailem - 5. Bölüm
https://www.youtube.com/watch?v=tIuRKf4tbpU&list=PL5_aloC9kt81rrtiNCVxhmxzUEgU32Htq&index=5

Başarılı programcı ve sunucu Muhammed Binici, kendi YouTube hesabından 'Benim Ailem' isimli belgesel dizisinin ilk bölümünü izleyicilerle paylaştı. Toplumun kanayan yarası ve küreselcilerin ''dokunulmaz alan'' ilan ettikleri Eşcinselliği farklı bir boyutuyla ele alan Bininci, hazırladığı belgeselle alakalı konuştu.

https://www.habervakti.com/escinseller-konustu-bu-belgesel-turkiyede-ilk?fbclid=IwAR0Rc7RHlFjS83apzXeaXa9oIw7FzB8K8VsR8y7bJglSlfj2VdPoxrezrvQ

131
ELİFİM:  katkın için çok teşekkür ederim var mı son eklemek istediğin bir şey “Zahit seni azat edeceğim beş saati geçtik esir aldım seni” GİBİ BİR ŞEY SÖYLEYİP BİTİRELİM DİMİ SON SÖZLERİ DE BU AŞAĞIDAKİLER OLSUN. YA DA ÖNERİN?
Zahit devam ediyor;
Türkiye ne güzel susuyorsun; siyasi partiler, dernekler, sivil toplum kuruluşları, kanaat önderleri, akil insanlar, sanatçılar, yazarlar, çizerler; ne güzel susuyorsunuz!
Bizi sahiplenmek, korumak için konuştuğunuzda da; kendi politik menfaatleriniz için, üzerimizden haklılık ve kar amacı güderek, bizi yine kullanıp bir kez daha kirletiyorsunuz. Sizin sırça köşklerinizin, saraylarınızın, rezidanslarınızın kalın duvarlarından bizim sesimiz geçmez bilirim ama hepiniz sorumlusun. Dilerim bu defa duyarsınız sesimizi.
“Pizzagate” skandalından bahsetmeyeceğim bile, zira biz de Pizzagate’in farklı versiyonları mevcut; “Dönergate”, “Lahmacungate”, “İskendergate”! Bu arada sahi; “Sabinizi neyli alırdınız; kimyonlu, kekikli? Soslarımızı, sirkemizi denemeden geçmeyin sakın.”
Susun, susmanız yetmezmiş gibi bir de; bağırmayalım diye ağzımızı kapatanların ellerini tutun, onları koruyun, kollayın; çıkarlarınız gereği size dokunmayan yılanları yaşatın, ucu bize de dokunur diye sessiz kalın çocukların çığlığına.
BU KISMI SON PRAGRAFI YUKARDA HANİ BANA MÜSLÜMAN ÜLKE OLMAKTAN AHLAKTAN BAHSETMEYİN DÖRT AYDA YAŞADIKLARIMDAN GÖRDÜM BEN BU TOPLUMUN HALİNİ DEDİĞİ KISMA DA EKLEYEBİLİRİZ Mİ DİYE DÜŞÜNDÜM BUNU KONUŞALIM KARAR VERELİM.
Yargılama! Kabullen!
Birey kendi hayatını sorgulamadan ve yargılamadan bir yere oturtamaz, dünyaya geldiğimiz andan itibaren sorgular ve yargılarız, çocukken başlar her şey. “Bu ne? Bu ne?” deriz, her şeyi sorarız. Sonra bilinçaltımızda oturtulan kavramlar doğrultusunda yaptığımız bilinç üstü mahkemede kendimizce; “Bu doğru, bu yanlış, bu güzel, bu çirkin” demez miyiz?
Ve geliştikçe seçimlere başlarız, hayat seçimlerimizden ibarettir. Sabah kalkarız, dolabı açarız, “Mavi mi, siyah mı giyeyim?” der seçim yaparız, “Güne kahveyle mi başlayayım çayla mı?” der seçim yaparız. Nefes aldığımız sürece ölene kadar sürekli büyüğünden küçüğüne seçimlerimizden ibaret değil midir yaşam. Okumak, okumamak, evlenmek, iş kurmak, sağlıklı yaşamak, dağıtmak; her şey ama her an bir seçim içinde değil miyiz? Eve dönüyoruz; caddeden mi, arkadan mı; otobüsle mi, taksiyle mi; her an irili ufaklı önemli önemsiz bir seçim yaparız. Bakın, ben diğer insanları değil kendimizi yargılamaktan bahsediyorum. Hep karşısındakine bakar insan, kendi içine bakmaz. Önce kendini yargılamalı, anlamalısın. İçinden gelen isteklerin, yaptığın seçimlerin sana iyi gelip gelmediğine bakmalıyız. Seçimim hayatımı kolaylaştırıyor mu; her konuda tasdik etmeli, ölçmeli tartmalı insan kendini. Hele ki gençse, yaşamın başındaysa daha titiz olmalı. Geliştirmeli kendini, keyfine göre yontmalı, törpülemeli, gönlüne göre şekil vermeli; gerekirse yıkıp yeniden inşa etmeli yaşamını.
Hata yapmak hayatımızın vazgeçilmez bir parçasıdır; hayvanlar değişmez içgüdüler ile hareket ederken, insanoğlu düşe kalka öğrenir; bu bakımdan hiçbir konuda memnun değilsek kendimizi kabullenmek gibi bir mecburiyetimiz olmamalı. Kendimizi iyi hissedeceğimiz bize uyan doğru neyse onu bulmalıyız. Çünkü insan ancak kendi doğrusunu bulduğunda mutluluğu yakalayabilir. Sürüklenen, kendinde olmayan, sağlıksız insanın mutlu olması imkânsızlaşır. Doğruluktan kastım toplumsal değer yargıları, kültürel öğeler gibi şeyler değil; kendine iyi gelen. Bir nevi insanın kullanma kılavuzu, kendi kullanım kılavuzunuzu kendiniz belirleyin.



132
- Sahi anlatsana, heyecanlı mısın üniversite okuduğun için?
Hiç doğru dürüst çalışamadan sınava girdim, 320 puan yaptım, üniversiteye yazıldım; çok mutlu oldum. Üçüncü tercihime yerleştim. En son bu yaz Mimar Sinan’ın yetenek sınavına başvuru yaptım, kabul edildim. Sınavına gireceğim, ona sıkı hazırlanıyorum şu an. Örgün sistemde okumayı, okula gitmeyi çok isterdim ama imkânım olacağını sanmıyorum; o yüzden açık öğretimden devam edeceğim gibi görünüyor. Bir yandan da yadırgamıyorum; liseyi de hem çalışıp hem dışardan bitirildiğim için alışkınım bu tempoya, “Hem okurum hem paralel olarak çalışırım, iş tecrübem de artar” diyorum. Bakalım işte Hocam’la en doğru kararı veririm nasılsa, hele şu yetenek sınavı kazanayım, o zaman düşünürüz.
Altı aydır da iyi bir ofiste çalışıyordum, işimi çok daha iyi öğrendim, geliştirdim kendimi. Bir sürü sorun oldu, patron dağıttı şirketi, uzun hikâye; yani şu an çalışmıyorum, evden bir iki müşterinin işlerini yapıyorum, iş de arıyorum bir yandan.
- Kalabalık iş ortamlarında ve sosyal hayata katılımın nasıl ilerledi?
Arkadaş seçmek konusunda hızlandırılmış seanslar yaptık. Cinselliği problemsiz yaşadım ama çok sorunlu insanlardı, yanlış seçimler yapmışım. Babaları ve kardeşleri, yani ailelerindeki erkek figürlerle, ciddi şiddet sıkıntıları olan insanlardı. Beni narsiztleştirebildikleri zamanlarda sevebiliyorlardı. Yani narsistik ediyorsam beni daha çok seviyorlardı ama değilsem uzaklaşıyorlardı, çok gelgitli ilişkilerdi. Sürekli bir şeyleri onarmak zorunda kaldık bu da ciddi biçimde yıprattı. Sömürücü ilişkilerden uzak durmalıydım. Sabah 6’da kalkıp spora, oradan işe gidiyordum, gece eve geliyordum, saatlerce telefonda konuşuyoruz sonra ben gerçekten uyuyakalıyorum konuşurken, gece saat bilmem kaç olmuş ama kız hala “Benimle ilgilenmiyorsun” diyordu; çok yorulmuştum. Erkekler de çok farklı değil yani bunu da söyleyeyim. Ben sanırım yanlış arkadaş seçimleri yapmışım ya da onları öyle sevgiye boğmuşum ki en ufak aralıkta, minicik boşluk bıraktığımda hemen şikâyet ediyorlar.
Sonra bir süre kendi isteğim Hocamın da onayıyla, iki cinsten de uzak durdum; bol spor, bol iş ve kitaplara verdim kendimi. Ve aseksüllelliğe evirildim, huzur dolu bir sekiz ay geçirdim.  Kimseyle işim yoktu; bir uyarılma, bir dürtü, herhangi bir aşk, sevgi, heyecan hissim yoktu.
Arkadaşlarım olmuştu spordan, ısrarla biriyle tanıştırıyorlar, yüz yüze geliyoruz, kahve içiyoruz ama duvar gibiyim, ot gibi duruyorum; hissizim, “Görüşürüz” deyip kalkıyor eve gidip kitabımı alıp bitki çayı içmeyi tercih ediyordum. Bu da açıkçası rahatsız etmiyordu beni ama hocamı ufaktan rahatsız etti bir süre sonra.
Karşımdakilerin algıladıkları gibi biri olmadığımı biliyorum. Algıları ve önyargılarıyla yorumluyorlar, bu da çok sıkıcı geliyor bana çünkü kendimi biliyorum; yapılanma sürecindeyim, onlara kendimi anlatmak istemiyorum, bu yorucu ve aşağılayıcı geliyor. O yüzden insanlarla tanış olma süreçlerini yaşamamak, izole olmak huzur veriyordu.  Büyük lükstü içimde olmak, kendimle olmak, anda kalmak. Bunları Hocama da anlattım ve bir ayar çekti; ben mesajı aldım, orta kıvam devam ettim. Asosyalliğe dalmak yoktu, hoşlanıp etkileneceğim biri olduğunda harekete geçeceğime de söz verdim. Kendimi rahat bırakıp “İllaki bir ilişki yaşayacağım, doğru insanı seçeceğim” demediğimde, kendiliğinden olacaktı zaten her şey.
Bir yandan da anlıyorum, yıllardır özlemini çektiğim şeyin, beni sevebilecek birinin varlığı kadar gerçekten sevebileceğim birilerinin varlığı olduğunu.
İnsanla güzel, sağlıklı, keyifli dialog kurup kahve eşliğinde sıradan sohbetler etmek benim hasret kaldığım, özlemini çektiğim şeylermiş. Şimdi dış dünyayla daha bağlıyım; yeni ve sağlıklı arkadaşlar edindim, hayatımı ileriye götürecek kararlar aldım, Hocamın desteğiyle benim yaşam isteğim birleşince “Voltran”ı oluşturduk.
- Zahit şu an ailenle son durumun nedir?
Şükür ki iki yıla yakındır ayrı şehirlerde yaşıyoruz. Beni kurtaran bu oldu zaten. Babamla bayram seyran dışında görüşmemiz yok. İki küçük kardeşim var, onları özlüyorum çok, ama görüştürmüyorlar, arada kardeşlerimi çok özleyince ısrarcı oluyorum “İyi tamam gel gör” dediklerinde gidiyorum hafta sonu. Babam da evde ama konuşmamız beş kelimeyi geçmez. Annemle sohbet ederiz bir miktar, o da benim ortamı koklama çabamdan kaynaklıdır çünkü hala kardeşlerim 24 saat o evde onlarla yaşıyor. Bir de arada telefonla arar annem, moralim yüksekse açarım değilse açmam; çünkü moralimi bozacağını net bilirim soktuğu laflarla, o da çok ısrarcı değildir zaten, üç kere çaldırır kapatır. Son konuştuğumuzda moralimi iyice bozdu ama enseyi karartmıyorum.
- Ne oldu, niye bozuldu moralin?
Bu kümes gibi evden de çıkmamı istiyorlar, hem de onlara kira ödememe rağmen; satacaklarmış, gittikleri yerde müstakil ev alacaklarmış, yani taşınmam gerekecek. Bu benim için çok büyük ve zor bir şey şu an, ama mecbur kalacağım gibi görünüyor. Kira bütçem artacak ama zaten Hocamla planladığımız bir şeydi, sadece zamanlaması erkene çekilmiş gibi olacak. İyi bir işe geçtiğimde; her şeyi daha da geride bırakmak için, kötü anılarla dolu, çocukluğumun geçtiği bu ev ve mahalleden çıkacaktım. Bunun için para biriktirmiştim; yemedim, içmedim, çorap dahi almadım, bir kafeye bile gitmedim ama pandemide işsiz kalınca, evden çalışabilmek için özellikli bir bilgisayar almam gerekiyordu. Aylardır evden çalışıp sürünmediysem bu makine sayesinde oldu, 40 bin lira verdim, aldım; işimi evden yapabileyim diye; yemeden, içmeden ödedim. İki yıldır düzenli terapi aldım, düzenli spora gidiyorum; bu bile büyük şükür. Maddi durumum bir tık iyileştiğinde, iyi bir sosyal çevre edinmek, daha çok insan içine katılmak ve bu üzerimdeki izolasyonu iyice kaldırmak istiyorum; taşınmayla başlayacak işte bu yeni dönem.
- Terapiye düzenli gidiyor musun hala?
Ben öyle ya da böyle, iki buçuk yıldır tanıyorum Hüseyin Hocamı. Düzenli olarak bir buçuk yıl terapi gördüm, artık ayda bir gidiyorum; çok gerek duyarsam ayda bir defa da telefonla görüşüp kafa karışıklığıma kısa çözümler alıyorum. Şimdi bir hayalim var “Gel sevgili hocam bunu birlikte kutlayalım” demek ve diplomamı masaya koymak istiyorum.
İklim Abla onun bana yaptıkları çok, para karşılığında bile insanların kolayca yapacağı şeyler değil. O adam var ya o adam; lağıma elini daldırıyor ve altındaki boku, püsürü, pisliği, ağır metali, plastiği, bakterileri tek tek eliyle ayrıştırıp cevheri çıkartıyor ortaya. Onca travmanın içinden saf kirlenmemiş bir öz çıkarıyor. Ananın babanın yapmadığını yapıyor. Bazen paramız yokken de yapıyor. Anan baban seni yargılıyor, sevmiyor, cebine para koymadan sokağa atıyorken yapıyor adam bunu.
Daha geçenlerde yaşadım aynısını; ben dört yıl üniversite okuyacağım, kazandım sınavı, hayatımı kurtaracağım, kardeşlerime de ilerde sahip çıkabileceğim bir meslek edineceğim; “Bir sene daha oturayım evde, pandemi de bitti, işler açılır yakında, çık diye baskı kurmayın” diyorum, nafile! Cebime az da olsa harçlık koyup “Allah zihin açıklığı versin” demelerini beklemiyorum ama “Allah yolundan dönüp, TC’nin okullarından medet umduysan, git hem çalış hem oku” diyorlar. Sanki yıllardır farklı bir şey yapıyorum. Müstakil ev alacaklarmış. Neyse işte İklim Abla bu yüzden Hüseyin Hoca çok ayrı bir yerde benim için, o yüzden bu hikâyenin finalinde diplomamla onu çok mutlu ve gururlu etmek istiyorum.
- Din ve inanç ekseninde ne durumdasın?
Din ile ilişkim sağlıklı, kendi Allah konseptimi yarattım; sadece ona inanıyorum, dine dair tüm diğer detaylardan uzak duruyorum. Gerisini sorgulamaktan kaçınıyorum. Allaha inancımı hiç sorgulamadım, hatta inandığım için de aslında rahatım, huzurluyum ama hepsi bu kadar. Kendime koyduğum kuralları aşmıyorum; iyi insan olmaya çalışıyorum, her konuda aşırı uçlarda olmanın bana yaramadığını net anladım, orta kıvam yaşıyorum.
- Seni dinlerken ara ara 30 yaşlarında biri konuşuyormuş hissine kapıldım, oysa sadece 23 yaşına gireceksin yılsonunda. Erken olgunlaşmak böyle bir şey ama bu doğal değil, yani bir çocuk bu kadar çok şey yaşayarak hormonlu bitki gibi çabucak büyümemeli.
İklim Abla istisna değilim, çok fazla çocuk ve genç geçiyor türlü türlü, dikenli yollardan. Sorumlusu biz değiliz. Kusura bakma ama sen dâhil herkes sorumlu! Bizler masumuz, körpe omuzlarımıza, en pastel çağlarımızda yüklediğiniz tüm ağır yüklerden devlet ve toplum olarak sorumlusunuz. Eğitim sistemi, gelir eşitsizliği, sağlıksız aileler, şiddetin her türlüsü, bedenen ruhen beslenememek, o kadar çok şey var ki sadece taciz, tecavüz değil sorun.
Hastalıklı, yetersiz ailelerin oluşturduğu psikolojisi bozuk toplumun faturası çocuklara kesiliyor. Türlü acılar çekip, sağlıksız mutsuz hayatlara mecbur bırakılıyoruz. Kimlikten kimliğe, karakterden karaktere bürünmemize köklü çareler aramak yerine, gençleri her konuda suçlayıp ötekileştirip yok sayıyorsunuz.
Aileden devlete ve topluma hepiniz zulüm edip dışladığınız her gençten sorumlusunuz! İstismar edilen, tecavüze uğrayan, çocuk işçi yapılan, okutulmayan, öldürülen, intihar eden, adı anılmayan, bilinmeyen, örtbas edilen binlerce çocuğun yaşarken diri diri öldürülmesinden, hepiniz sorumlusunuz.
- Haklısın aynen katılıyorum, biz çocuklarımızı gerektiği kadar koruyamıyoruz. Hem de hiçbir konuda onlara yeterli özeni ve imkânı sunmuyoruz. O çocukların bir gün büyüyeceği, aramıza katılacağı gerçeği yok sayılıyor. Sonra da kendi yarattığımız nesli ikinci kere kendimiz lanetliyoruz. Gerçekten akıl dışı kısır döngüyle hayatı en çok kendimize zehir ediyoruz ama farkında bile değiliz. Olan da çocuklara, gençlere, yani nesle oluyor; kısır döngü nesiller boyu.

133
- Ne borcu ödettiler ki?
2019’da tutturdu “Yazılım mühendisi ol” diye. İllaki çalıştırıyor ya beni, üç ay bir yerlerde çalışıyorum, ya paramı tam vermiyorlar, ya işten çıkarıyorlar, ya da manyak patronlara denk düşüp ben istifa ediyorum. Hal böyle olunca; çocukluktan beri de babam belli bir bilgisayar ve makine eğitimi verdiğinden hep istiyordu mekatronik ya da yazılımla ilgilenmemi, ben de aramız düzelsin, biraz rahat bıraksın beni, hem de hakikatten işe yarar diye kabul ettim teklifini. Bir eğitim şirketi bulmuş, özel kurs veren bir kurum, eğitim paketi satın alıyorsun. Online içerik eğitim seti, aylarca süren bir çalışma, her tür doküman var içinde. Bayağı ders anlatıyorlar, uygulamalı gösteriyor, ödev veriyor. Hatta kendisi de gaza geldi, çok beğendi, o da mühendislik alanında daha uzun süreli bir eğitim paketi istedi kendisine de. Tabi ödemeler, başvuru, kayıt, her şey benim adıma. “Biz verelim, sen kuruma elden öde” dediler, bu da garibime gitmedi çünkü T.C.’nin bankasıyla da işleri yok ya bunların; faiz, bankacılık haram diye hiç hesap açmazlar, banka kullanmazlar, tam bir yastık altı mantığı.
Düzenli eğitime başladık evde, bayağı bir mesai harcıyoruz. Hatta aldığı eğitimle bir düzenek kurdu evde, sürgülü camları otomatik açılır kapanır yapabilecek bir mekanizma üretmek için çalışmalar yaptı. Her zamankinden daha gergin, evde hep huzursuzluk yaratıyor, birkaç ay sonra yine attı kafası işe güce, neyse aramız düzelmediği gibi daha çok gerildi. Anlattım ya babaannemle büyük para kavgası falan o süreçte yaşandı işte; önce beni evden attı, akabinde kendileri il değiştirdi. Taşınırlarken de özellikle sordum “Taksit olayını nasıl yapacağız, ben mi ödeyeyim yoksa ödemeye devam edecek misiniz?” “Biz öderiz, sorun yok” dediler. Bir gün avukat aradı, banka hesabıma haciz gelmiş, bloke olmuş eksi 12 bin lira görünüyor hesapta. Bankayı aradım, sordum; işte o eğitim şirketi, ödemedikleri için haciz işlemi başlatmış. Ya ben ödemezler, vazgeçerler diye birkaç ay geçmişti, aradım hatırlattım hatta “Ödeyemezseniz haber verin, ben öderim” demiştim. Haciz gelince hemen aradım hatırlattım bu sözümü anneme “Unuttum” diyor, ya insanı ifrit ederler. “20 bin liralık eğitim paketi almışız, nasıl unutursunuz” diyorum. Yine inanmayabilirsiniz ama ispatım var annem diyor ki “Biz zaten senin o kursu almana asla razı olmadık, sen bizi dinlemeden aldın”.
Ölür müsün, öldürür müsün? “Anne bu fikir babamdan çıktı, şirketi o buldu. Ben reşit değildim, kurs muhasebesi evrak verdi, sizden imza istedi. Size imzalattım, hatta babam sevinçten havalara uçtu ve yetmedi kendine eğitim seti aldı ya” diyorum. “Yok, öyle bir şey olmadı” diyor annem. “Bak diyorum ekstresi var; benim yazılım eğitimim 8 bin, gerisi bak mühendislik eğitimi yazıyor, bu da babamın aldığı” diyorum. “Öyle bir şey yok, uyduruyorsun” diyor. “Sen beni delirtmek mi istiyorsun?” dedim. İklim Abla, yıllarca yaptıkları şey bu zaten, benim hafızam onca dayağa rağmen, kafama vurmalarına rağmen iyidir.
Ben Kuranı ezberlemiş biriyim, bu fotografik hafızamın iyi çalıştığının bir kanıtı ama böyle ikircikli konularda hep yalan söyleyen, uyduran ben oluyorum. Çünkü bir bok yapıp bununla yüzleşmek istemediklerinde “Hayır, öyle olmadı, sen yanılıyorsun” diyorlar. Çocukluktan beri bu böyle, ben sahiden hayatımın büyük bölümünde böyle sanmışım “Ben adi bir yalancıyım, unutkan, her şeyi uyduran bir insanım” demişim kendime. Terapilerde çıktı ortaya bu da, bir sürü örnek var bu konuda, öyle jeton düştü. İşte o gün de yine aynı şeyi yapmaya çalıştılar.
Dedim “Tamam, benim gerçeklik algımla oynamayın, hep bunu yapmışsınız artık yemezler” dedim. “Bu defa belgeler var; kayıt, ders, banka her şey açık ortada. Tamam, konu kapansın, ödemeyecek misiniz?” dedim. “Ödemeyiz, o bizim borcumuz değil” dediler.
O gün bugündür hesabım hacizli hala, azar azar ödedim ama bitiremedim. Yani hayatta kalmaya çalışıyorum; daha da düzgün bir maaşım olduğunda eninde sonunda ödeyeceğim tabi.
- Ne kadar gençsin ve ne kadar çok yol almışsın Zahit. Her şeyi inşa edeceğin konusunda sana güveniyorum, gerçekten her şeyi başarırsın sen; yeter ki iste.
Evet, çok gencim, eskiden yaşlı hissediyordum, artık genç olduğumu biliyorum. Tüm bunları terapide anladım, Hoca bir gün; “Bir konuyu tartışırken önünde iki opsiyon var, hangisini seçerdin?” diye sordu. “İkisini kıyaslar, kar zarar hesabı yapar, birini seçerim” dedim. O da bana “Neden üçüncü bir opsiyonu düşünmedin? Kendine üçüncü bir seçenek oluşturamaz mısın, neden sana sunulanı seçiyorsun?” dedi.  Öyle kalakalmıştım. Sonra günlerce bunu düşündüm, basit bir şey dışarıdan bakınca belki ama ben onun üzerine neler neler inşa ettim, benim için çok önemliydi o seans. Ben hiçbir zaman bana sunulanın dışına çıkamamışım ki! Hatta çoğu zaman en basit konuda bile “Çay mı, süt mü?” diye iki seçenek dahi sunulmamış. Ben önüme konanı içmişim, bırak “Süt var mı?” demeyi, “Canım çay içmek istemiyor” diyememişim ki.
Sonra daha önemli, daha da önemli seanslar peşi sıra dizildi. Hepsi bütünselliğime hizmet ediyordu. Hocamla el ele verip beni baştan dizayn ediyorduk.
İnsanların duygularını o kadar çok önemsiyordum ki, bukalemun gibi onların renklerine bürünüyorum. Kendim bir şeyler hissedip dile getiremiyor, zar zor getirdiğimde ise pişmanlık duyuyordum. Bir seansta aldığım tavsiye “Bencil olmaktı”.
Kulağa tuhaf geliyor değil mi; bencil insanlar itici, şımarıktırlar; sürekli kendi istek ya da ihtiyaçlarını göz önünde tutarlar. Ama benim gibi sürekli olarak başkaları için fedakârlık yapan, aşağılık kompleksine kapılarak kendisi dışındaki herkesi kutsayan biri için biraz bencilliğin vakti gelmişti.
Maskülen hissedemememin altında yatan sebeplerin aşırı özgüven eksikliği, sınırsız fedakârlık, bir sürü takıntılar ve histrionik kişilik bozukluğu olduğunu tespit ettikten sonra uzun süre bunların üzerine gittik terapilerde. Özgüven eksikliği benliğimi kendi içinde alçaltırken, fedakârlık ise diğer herkesi yine kendi içimde yüceltiyor, kendimi hemcinslerime karşı aciz hissediyor, cinsime ait hissedemiyorum, karşı cinse karşı aktif hisler beslememi engelliyorum, iki arada bir derede kalıyor ve en sonunda erkeklere teslim oluyormuşum. Eşcinselliği basamak basamak düşünürsek; pasiflik bunun dibi, pasif insan diğerlerine oranla daha çok yıpranıyor ve sevgiye daha fazla muhtaç; aktif-pasiflik, eh işte biraz daha iyi; ama en rahatı bir aktif olmak.
Özgüven eksikliğini yenmeli, bir yandan da bencil olmalıydım. Düzenli spor salonuna devam etmek, vücut geliştirmek pasifliğimi yarı yarıya bitirmişti, hem de çok kısa süre içinde.
- Oradan sonra nasıl ilerledi süreç?
Cinsel algısı babaanne taciziyle başlayıp tecavüzlerle devam eden biri olarak, yani çocukluktan itibaren geldiğim aşamalar ortaya karışık kebap gibiydi. Önce pasif, sonra aktif-pasif, sonra biseksüel şeklinde çok karışık giden cinsel hayatımı kendi isteğimle nadasa bırakmıştım. İlk sırada ruhen dinginleşmek vardı, terapiler buradan ilerliyordu. Sonra kısa süre tam bir aktife dönüştüm. Sonra yavaş yavaş duygu ve düşünsel dünyamın uyumlanacağı birini bulup sağlıklı ilişkiler yaşamalıydım; ilk hedef mutlak mutluluk değil, sadece kendi çapımı keşfetmek, neler yapabileceğimi, gerekirse ne kadar baştan çıkarıcı, gerekirse ne kadar sahiplenici ve güçlü olabileceğimi görmekti. Kim bilir; deneyimlemek için yelken açtığım bir ilişki, belki de uzun süreli bir mutluluğa dönüşecekti; alıştırma yapmalıydım.
Sonra bir kadınla birlikte oldum ama ilk yaşadığımda zevk almadım. Daha önce kadın bedeninden tiksinen biri için o ilişkiye girmiş olmak, ereksiyon olmak, ilişkiyi sıkıntısız yaşamak, boşalmak zaten büyük ilerlemeydi. Zevk alamayışımı, iğreti hissedişimi de çözümledim sonradan.
- Nasıl bir çözümlemeymiş bu anlatsana?
Kızlar, kadınlar; yasak, günah zırvalıkları bir yana; babam annemin sorumluluğunu çok küçük yaşlarda vermişti bana. Sıkı sıkı saatlerce tembih ederdi “Ben yokken annenin yanından ayrılmayacak, dışardaki erkeklere karşı onu koruyacaksın. Annen senin hayatın boyunca taşıyacağın büyük bir sorumluluk bunu hiç unutma.” Binlerce kere bunları duyunca öyle bir içselleştirmişim ki “kadınlara kesinlikle dokunulmaması, sürekli korunması, cinsel bir eylem yapılmaması, besleyip sakınılması, çok saygı duyulması gereken asla erotikleştirilmemesi gereken varlıklar” olarak algılamışım. Akabinde başıma gelen tecavüz ve ailede yaşadıklarım zaten bunu doğrularcasına gelişince, kadını iyice silmişim. Hele kadını sikmek o kadar kötü bir eylem ki, kendimden de biliyorum sikilmek feci bir şey; bir de bu denkleme anneyi yani kadını asla sokamamışım, anneme tecavüz etmek gibi bir şey bir kadınla yatmak. O yüzden kadından zevk alma fikri hiç oturmamış kafamda.
Bu cinsel kimlik benim çocukluğumdan öğrendiğim bir kimlik. Ben kendi isteğim ve bilincimle kendi cinsel kimliğimi oluşturmak zorundaydım.
Baba figürü yoksunluğu, tecavüz, yaşıtım erkeklerle aşk yaşamak; orada bile eylemden değil birlikte sarılıp sevişip uyumaktan çok zevk alıyorum, en fazla karşılıklı mastürbasyon yapmaktı en büyük keyifim, uzun yıllar cinsellik hatta eşcinsellik buydu benim için. Penis kullanmak en başından beri hiç cazip değildi zaten. Hocanın dikkatini verip beni sıkıştırdığı, anlamak için çaba harcadığı büyük bir detaydı; ben fantezi kurmaz yalnız başıma mastürbasyon yapmazdım, onca ilişki yaşadım ama ben hiç porno izlemedim. Bu yeterince açıklıyor ruh durumumu.
Bir aydınlanma daha yaşadım o evrede. Üniversite sınavına girmem ve kazanmam jetonu düşürdü. Şaşkınlık içinde “Tamam” dedim “Ben büyüdüm! Yetişkinim artık.” 22 yaşına kadar bu jeton düşmemiş, kendimi 8 yaşına sabitlemişim. Çocuk kalmışım; yaş büyümüş ama ruh ve psikoloji tamamlanmamış, sınavı kazandığımda birden çaktı şimşek. Oysa Hocam “Sınava gir, göreceksin her şey değişecek” diyordu yine haklı çıktı. Demek ki ısrarı bunu deneyimlediğimde bendeki değişikliği önceden öngörmesiymiş. Keşke “Ders çalış” dediğinde onun kadar kendime güvenseydim ve gerektiği kadar çalışsaydım. Bu farkındalıkla atmaya başladım adımlarımı. Tecavüz mağduru Zahit, çocuk Zahit ve nihayet yetişkin Zahit olarak; “Sen artık istersen her sorunu aşarsın” dedim kendime.
Aseksüellik de bu aydınlanmadan sonra gelmişti. Kendimce “Kimseyle birlikte olmayayım anasını satayım” diye bir karar almıştım; dostlarım olsun, muhabbet edeyim, okulumu başarayım, başımda bir bok olmasın. Cinsel sağlığımdan çok, ruhsal sağlığım için “Hafıza kaybı yaşamam, her şeyi unutmam lazım” der, hayal kurardım; ilk zamanlar gerçekten umutsuzdum ama mental sağlığımı kazandığımı gördükçe yeniden hayata bağlandım. Sorun cinsellikten öteydi bayağı ruh sağlığı bozuk biriymişim.   

134
İklim Abla; travmatik anılarımın tamamını yazdığım eski günlüklerim vardı, onları okudum; soluksuz ara vermeden üç hafta sürdü bitirmem ve o çocuk halimle neler neler çıktı hatırlamadığım o sayfalarda. Ne çok kırmış dökmüşler ruhumu, inan bana okumakta çok zorlandım. Babaannemin gidişinden sonra terapide yol aldıkça; her an çekmecede, yatağın altında bana görünüyor olmaları, o çocukla barışmamı engelliyordu. Balkonda üzerine kolonya döküp ateşe verip sigara içerek izledim günlüklerin kül oluşunu, çok hafifledim. Onca kederden geriye bir avuç toz kalmıştı, bir üfledim uçup gitti gökyüzüne.
Asgari ücretle çalışıyorum, kendimi kötü hissedeceğim hiç bir şey yapmamak adına koymuşum kırmızı çizgilerimi, ayakta ve hayatta kalmaya çalışıyordum, terapi paramı bile bu maaşla ödüyordum.
Terapistime bile kolay kolay güvenemedim, hoş kimseye güvenemiyordum. Herkesin yaşadığı kendine ağır, herkesin kıstası kendi içinde; bak nerelerden nereye geldim, sana ilk birkaç terapideki ruh halimi özetleyeyim.
Güvenmediğim psikolog bana göre sadece insanların algılarıyla oynuyordu. Aktif fantezi kurarak mastürbasyon yapmaktı ödevim. Fantezi kurmaktan bile utanan ben, bir de aktif fantezi kurup mastürbasyon yapacaktım. “Oldu, bir de porno izleyelim de tam olsun” diye içimden söylenerek çıktım terapiden ve tabi ki de ödevi yapmadım. Planım şuydu; ilk hafta hiç mastürbasyon yapmayacaktım, ikinci hafta ise azıcık yaptığımı söyleyecek, önümüzdeki beş ya da altı seansta aktif kimliğe bürünmüş gibi davranacaktım. Sonra da rol kesecektim, böylece hem aile baskısından hem de terapi angaryasından kurtulmuş olacaktım.
Ben bu planlarla giderken, yavaş yavaş adama inanmaya başladığımı fark ettim, içimdeki parçalar daha da ayrılıyordu; bir tarafta sevgilisi tarafından terkedilmiş, acı içinde kıvranan duygusal ben, bir tarafta yıkımı kesinlikle kabul etmeyen ve mağdur kimliğine sahip çıkmamı söyleyen, bütün heteroseksüelleri düşman gören ben. Bir tarafta ise sorunlarım olduğunu, bu kafa karışıklığıyla ne yapacağımı bilmediğimi ve denemem gerektiğini kulağıma fısıldayan, içten içe heteroseksüellik arzularıyla dolu ben.
Psikoseksüel gelişim terapisi görmek hep saçma geliyordu, bu neydi ki şimdi? Böyle avlanma içgüdülerini yeniden kazanıp sürüye dönmeye çalışan kurtlar gibi, ne yapacaktık biz? Acı çeke çeke yeniden mi doğacağız? Daha neler oldu, filler de uçuyor zaten.
Kırılma noktası bir sonraki seansta başıma geldi. Kendim hakkında çok konuşmamama rağmen, Hoca o kadar doğru bir tespitte bulundu ki, “Tamam da bu ne şimdi?” dedim. Tespit şuydu; “Ben aslında beni becermeyecek olan erkeği aramışım ki içten içe bunu biliyordum. İşte bu yüzden ilişkilerimde sevgiyi ön plana çıkarıyordum. Cinsellik sadece karşımdakinin arzularını tatmin etmesi için gümüş bir tepsi içerisinde sunduğum rolden oluşan bir nevi karmaydı.”
Bu işler karşılıklıydı; onlar yatak dışında bana ihtiyacım olan ilgi, sevgi, şefkati gösterirken ben de onlara yatakta ihtiyacı olan cinselliği veriyordum. Her ne kadar ben kendimi cinsellik konusunda bir yığın fedakârlığı karşılıksız olarak yaptığıma inandırmış olsam da, aslında her şey karşılıklıydı.
O yüzden bu tespit bir hafta boyunca kafamda durmadan yankılandı, içimde bir ses sürekli “Aslında sen seni becermeyecek olan erkeği aramışsın, yani baba aramışsın” deyip dönüyordu. “Tamam” dedim. “Tüm bu yıkımı kabulleniyorum, terapiye çok inanmasam da kendime bir şans veriyorum. Bugüne kadar hep ezilen taraf oldum, bu böyle devam etmeyecek, artık güçlü yanımla ortaya çıkıp bu hayatın altından kalkacağım”. Bir iki seans sonra içimde sürekli ezilen kendini en başından beri koruyamayan o çocuğu görünce aynen şöyle demişti Hoca da “Akıllısın, zekisin, bugüne kadar çok kaybetmişsin, bari bundan sonra kazan.”
Bana ödev olarak verdiği travmayı konu alan bir kitapta da tam olarak bundan bahsediyordu, “Tecavüz kaynaklı travmanın kişinin içinde kendine ait ne varsa söküp attığını ve orayı boşalttığını”. Nitekim gerçekten de kitapta dediği gibiydi; “Gerçek ben dediğim; o boş, ne olduğu belli olmayan şey; tecavüzden sonra sahte ve şişirilmiş kimlikler inşa etmiş ve içine ağır bir duygusallık koymuştu.” Fark ediyordum ki, gerçek ben; bayağı, hissiz, net karakteri ya da bir kişiliği olmayan, içi bomboş, taş bir küre gibi bir şeyim; amaçsız bir kütük gibi. Ve dışını süslediği davranış kalıpları kendine ait değil, hep yapmacık, empati ya da taklit yoluyla geliştirilmiş jest ve mimiklere doluyum. Bu kırılmadan sonra daha iyi geçti terapiler, artık psikologla bir umut taciri gibi değil, gerçek bir insan gibi iletişim kurabildim, hatta seans süresini aşıp sohbetler ettik.
Suçlayacak o kadar çok şeyim vardı ki. Kimi ne kadar suçlarsam suçlayayım, en fazla içimi rahatlatabiliyordum kısa bir süreliğine ama sorunlarım yerli yerinde durmaya devam ediyordu. Bu arada aşırı duygusal arabesk yapımın üzerini çizdik, pasiflikten aktifliğe geçiş de oldu. Sıra da sosyalleşme ve toplum arasında kabul görme var ki, benim gibi insanlardan kaçan birisi için biraz zor. Sosyal doyuma erişememenin en bariz yan etkilerinden biri, pasifliğin kısır bir döngü içerisinde giderek artması ve daha fazla duygusallık, cam bir fanus içinde yaşamak gibi. Dışarıdaki dünyayı görüyor, duyuyorsunuz; oranın sesi boğuk da olsa bu tarafa geliyor, dışarıdaki insanlar sizinle iletişim kurabiliyor, ama siz bir türlü o cam fanustan çıkıp dışarıdaki hayata dâhil olmuyorsunuz. Bu da o saydam fanusun zamanla opak bir fanusa dönüşmesine neden oluyor, yani giderek artan sosyal yetersizlik zamanla sizi toplum düşmanına dönüştürüyor ki, bu da pasifliği daha da tetikliyor. Aktif olacaksanız başka çare yok; sahiplenme, koruyuculuk ve şefkat gibi davranış kalıplarını kullanmanız lazım.
“Hani bana sarılacak, beni koruyacak, sevecek olan kaslı erkek nerede?” demeyi bir kenara atıp o kaslı erkek siz olacaksınız; kendinizi sevecek, koruyacaksınız, ya da bir köşede küçük kızlar gibi olmayacak şeyleri hayal etmeye devam edeceksiniz.
Kimliğimi ne kadar toplayabilirim? Kafamda ben yokum, içimde benliğim yok ki? Ben neyim, kimim, kendimle bile bütünleşik değilim.
Tecavüz süreci, insanların o kötü insanlara ve hatta herkese kinle dolduğu bir süreç. Sanki tek suçlu tecavüzcüler. Bence ebeveynlerin de bir o kadar suçu var; fark edebilir, bir şekilde anlayabilirlerdi. Bir baba olarak dünyaya gelmesine katkı sağladığı evladı için daha fazla şey yapabilirdi.
Neyse işte sağlıklı analizler yapılırken her şeyin temelinde küçüklükte oluşan bir yığın korku ve obsesyonun yattığı netleşiyordu. Üç temel sütun var ve kimlik bunlar üzerine inşa olmuş. Tecavüzü saymasak bile bu üç unsur zaten yeterince sıkıntılı; baba ile duygusal bir bağ kuramamak, anneyle kurulan sembiyotik ilişki, çeşitli obsesyonlar ve asosyallik.
Nedir kanıtlarımız; babamın bizatihi babası ile sağlıklı bir baba oğul ilişkisi yaşamamış ve genç yaşta kaybetmiş olması, psikolojik sorunları, annesiyle olan aşırı ilişkisi ve asosyalliği. Kocasıyla kuramadığı iletişimi, erkek çocuğuyla sembiyotik düzeyde kuran histrionik anne, yani beni büyüten babaanne. Kocasıyla kuramadığı ilişkiyi sembiyotikleştirip oğluyla kurup, oğlu evlenince krizlere girmiş, torunu doğunca da o sembiyotik ilgi direk olarak bana yönelmiş.
Hafızamda çok taze kalan bir anı mesela: 4 yaşlarındayım, gayet net hatırlıyorum. Babamın bir arkadaşının evine gitmiştik. Arkadaşı pala bıyıklı, bir çocuk için biraz kabadayı gözüken bir tipti ve aşırı sinirliydi. Şaka yollu beni bayağı bir payladı Mahmut amca. O günden sonra erkeklerden korkmaya başladım zihnimde. Pala bıyıklar ve aşırı erkeksi gözüken diğer şeyler birer korku objesine dönüştüler. Kulağa mantıksız geliyor biliyorum, ama sırf bu olay bile etken. Kendi hemcinslerime karşı aciz hissediyorum, aslında hemcinslerim bilinçaltımda birer Mahmut amca oluyorlar, ben ise korkak yetersiz çocuk. Babaannemin katkısı da eklenince bingo! Etek, başörtüsü gibi kadınsı hareketler öğreterek kendi cinsimden iyice soğumamı sağladı. Bana sağlıksız aşırı şefkat göstermesiyle; erkekler korkutucu ve sert, kadınlar ise yumuşak ve tatlılardı. Ama kadınlar gibi de olamıyor, bir süre sonra onlardan da uzaklaşıyorum. Böyle ne feminen ne de maskülen tuhaf bir his. İki cinsiyetin ortası olmaktan ziyade, fazlasıyla dengesiz ve tuhaf bir şey ortaya çıkıyor.
Dede, baba dayağı bol; yasak, günah, ayıp bol. Babamla soğuduk, soğuduk ve daha da soğuduk. Sokağa çıkıp oynamak yok, okul yok, hep evdesin. Kimseyle kavga edemez, “Arkamda babam var, bana bir şey yaparsan babam da seni döver” diyemezdim. Dayak yediğimde kimseye anlatmazdım, çünkü eğer anlatırsam bu sefer de babamdan korkardım. “Eğer çocukları dövmezsen bizzat ben seni döverim” derdi babam. Babaannem beni daha da sahiplendi. Kendi fantezi dünyasının küçük pembe prensiydim. Beni alışverişlere, komşularına götürürdü. Daha da feminenleştiğimi fark eden babamla daha da soğuduk birbirimizden. O küçük bir kabadayı beklerken ortaya küçük bir prenses çıkmıştı çünkü. Babamla kuramadığım ilişkiyi annemle kurdum, hem duygusal hem de diğer açılardan tek dostum vardı, o da annem.
Kısacası baba, erkek çocuk için yegâne rol model ve babanın yokluğunda erkek çocuğun erkek kısmı gidiyor, ya da çok siliniyor, geriye sadece çocuk kalıyor; silik, aptal bir çocuk...
Geldik Obsesyon kısmına, bu sütunu obsesif-paranoyak anneme borçluyum. Güven ve sadakat hayatın olmazsa olmazı. Sürekli, kendisinin ailesine karşı ne kadar da sadık bir çocuk olduğundan bahsederdi. Ona göre bir çocuk asla ama asla ailesine ihanet etmemeliydi. Sürekli şüpheleri, endişeleri vardı, bir de ufak bir dünya kurmuştu. Dışarıdaki tehlikelerin bu küçük dünyayı yıkmaması için şüphelerini kullanıyor, her şeyi seziyor, her şeyin altında başka bir şey arıyor, böylece inşa etmiş olduğu küçük dünyayı koruyordu. Dış dünyadan hep böyle bahsederdi “Aşırı tehlikeli, çocuğunu senden koparmak istiyorlar.”  “Mükemmeliyetçi” kelimesinin manasını öğrendiğimde ona söyledim. Tabii ki de her obsesiften beklenen cevabı verdi “Ben mükemmeliyetçi değilim, siz yanılıyorsunuz. Olması gereken bu zaten, siz çok gevşek ve rahatsınız.”
Asosyallik sütunu da benim için ekmeğin arasındaki peynir gibiydi zaten. Aşırı derece de içime kapanık, sessiz ve pasiftim. Birkaç kez arkadaş edinmek gibi çabalarım oldu, uygun bulunmadı. Sosyal medya kullanmak istedim, uygun bulunmadı. Ben de sırf inat olsun diye daha da kabuğuma çekildim. Tabi bedelini yine ben ödedim. İşte pasif, gitgide daha da pasif olmamın nedenleri bence bunlar.
- Tüm bu çıkarımları yaptığın terapi sürecinde başka neler değişti içinde ve yaşamında?
Kendimi insan gibi hissediyordum. Bitki çayımı yapıp ders çalışmak bile büyük özgürlüktü. Zaman çabuk geçiyor, ileriye gidiyordum ve bir şekilde umut var demekti. Yalnızdım ama çok mutluydum.
Geçen yaz başı aldığım ekstra bir işin parasıyla kendime Ipad aldım, en büyük hayâlim çizim öğrenmekti. Tüm konu komşunun ve teyzemin “Resimde çok yetenekli” demesine rağmen babasının yıllar boyu o içimdeki küçük çocuğa almadıklarını ben alıyorum şimdi. O çocuğa babalık yapıyorum, aslında aramı iyi tutmaya, onu sevindirmeye çalışıyorum. Ipad hayaliydi o çocuğun ve aldım, o da çizim öğrendi, çok da geliştirdi kendisini.
- Yalnızım dedin, ailenle yaşamıyor muydun artık?
Belki de ilk defa şans benden yana oldu, Pandemide bizimkiler başka şehre taşındı. Terapilerimi baltalayamadıkları gibi onlardan uzak kalmak öyle büyük ivme kattı ki, çok daha iyi hissetmeye başladım, uzak olmaları çok daha destekledi yapılanma sürecimi. Zaten hiç destek değil, bolca köstek oluyorlardı; bir daha borç ödetmesinler, ben her şeye razıyım. Küçük yaştan beri çalışmak zorundaydım ve maaşımı asla ben almazdım; bir kese altın biriktirdiğini söylerdi annem maaşlarımla, helali hoş olsun gözüm yok, gölge etmesinler başka ihsan istemez. Yine çalışıyorum, hep çalışırım, her şeyimi kendim inşa ederim.

135
- Anlamadım, babaannenle ilgili nasıl bir onarım terapisinden bahsediyorsun Zahit? Öldüğünü mü kabullenemedin uzun süre?
Hayır, öldüğünü değil, bana yaptıklarını kabullenemedim! Terapide bazı şeyleri deşerken başka şeyler çıkıyor, her şey birbirini tetikliyor. Zihninde yaşanmış sıkıntılı gerçekleri masum diye kodlamışım, meğer masum değilmiş.
- İyice karıştı kafam Zahit! Sanırım ilk defe üzeri kapalı anlatıyorsun, yanlış mı hissettim?
Senden hiçbir şey kaçmıyor İklim Abla tabi ki doğru hissettin; kısa süre önce çözümleyip, kabuk bağlanması için nadasa bıraksak da hala sıcak bir konu içimde. Şimdi yeniden deşip anlatmak geriyor beni.
Anlatmakla susmak arasında gidip geldiğini çok net anladım Zahit’in ama derin bir nefes aldı ve yine kameraya değil önüne bakarak anlatmaya başladı. Kısaca bir kere daha başkaları adına utanıyor yüzüme bakamıyordu fazla.
Babaannem küçükken bana çok ellerdi, özellikle bacak arama, bir yandan da ağzıyla öpücük sesi çıkarırdı, öpücük atardı, “pipişko” diye isim takmıştı. Bazen ısrarla annem yerine o banyo yaptırır, yaptırırken de okşar, ellerdi. Bazen pipişkonun küçüklüğüyle dalga geçer, bazen göklere çıkarırdı, ona hitaben konuşurdu. Kendince bana olan yoğun sevgisinin yansıması sanmışım küçükken ama Kuran kursu dönemlerinden sonra bu ellemeler, sıkıştırmalar çok rahatsız etti. Gündelik normal sarılmaları öpmeleri bile artık rahatsızlık verir olmuştu. O yaklaştıkça ben uzaklaşırdım bir şekilde, yakalar yine öper sever okşardı, utanır kıpkırmızı olur kendimi çok kötü hissederdim, bu sefer de utanmamla dalga geçerdi.
Hele ergenliğe yaklaştıkça, özellikle de girdikten sonra bu durumun günlük olarak sıkça yaşanması beni iyice terörize etmeye başladı.
Zorla tekvandoya gönderiyordu babam, hiç istememiştim. Neyse işte, on iki yaşındaydım, spordan eve geldim, duştan çıktım, odama girdim, kurulanıyordum. “Aa pipişko büyümüş” diye bir ses yükseldi, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Kapı aralıktı, beni süzüyordu boydan boya, Kuran kursunda bile bu kadar çıplak hissetmemiştim. Koşarak kapıyı kapattım, bu sefer de yüksek sesle kapının önünde konuştu, kendince sevgi cümleleri kuruyor işte, sonra “Zahiiidim Zahiidimmmm” diye seslendi; o tını, o adımı uzatarak bağırdığı tını kulağımda yankılandı uzun süre ölünce. Bu olay bardağı taşıran son damla oldu. Bir sonraki benzer hareketinde, bacağıma uzattığı elinin üstüne tüm gücümle vurdum “şak” diye. Şok oldu ve “Hayır” anlamında kafamı iki yana salladım. Birkaç gün konuşmadık, küstü bana, sonrasında olayı babama taşımış, tabi ki işin iç yüzünü anlatmadan, sadece eline vurduğum kısmını. Zaten arada babama şikâyet ederek kendi yoğun sevgisiyle de çelişirdi ama iyiliğim için beni cezalandırmaya kıyamıyor, o işi babama bırakıyor diye düşünürdüm.
Babamdan yediğim dayak ve azarlardan sonra gidip özür diledim istemeye istemeye ama o günden sonra bir daha bu tarz eylemlerde bulunmadı. En fazla aşk hayatımı sorardı arada.
Babaannem öldükten sonra terapilerdeki olgularla daha çok anlamlandırdım çocukken yaşadıklarımı. Sadece kursta olanların etkisini yaşıyorum sanırdım, oysa kurstan önce ve sonra babaannemin yaptıkları algımı sislendirmeye başlamış meğerse. Cinsellik algısı en başından, yetersizlik ve içe sinikliğe kadar birçok yanlış kodlamayı yapmış; her tür zehirli tohum aslında babaannem tarafından atılmış içime. Babaannemin ayarını kaçırdığı ve benim saf sevgi sandığım tüm yaptıkları, taciz miydi yoksa düşünmeden yaptığı bu hareketlerin farkında mı değildi!
Ama her hâlükârda iyi niyetli bir şey de olsa bilimsel ve psikiyatrik algıda taciz sayılıyor. Kaç yaşında kadınsın, azıcık düşünsen yapmazdın bunları, anlamıyorum yani. Kafamda masumlaştırmaya çalışmışım, bana sevgi gösteriyor gibi almışım; gerçi annemden daha çok sevgi gösterdiği kesindi. Ağladığımda susayım diye yapmadığı palyaçoluk kalmazdı, beni yatıştırmak için kırk takla atardı. Annem aynı sevgiyi vermezdi. Bir şey olurdu, eteğine saklanırdım, umursamazdı ama babaannem o şefkati hissettirirdi. Zaten en iyi çocuklar anlıyor içten verilen sevgiyi. Babaannemin sevgisi içtendi.
Masumca, cahilce, hastalıklı ne dersek diyelim; cinsel organımı sevip dokunması belli bir yerden sonra gelişimimi çok zayıflatan bir eylemmiş, hele bir de isim takıp ona hitaben konuşmaları, küçük diye alay etmeleri; geçmiş olsun! Psikolojide yeri büyük bir sorun bu.
Sonra ardı ardına geliyor zihin hepsini seriyor önüme geçmişin tozları öksürtüyor.
Misal; gece giyinik yatıyorum eminim ama sabah çamaşırla ya da tamamen çıplak uyanıyorum. Altı yaşından itibaren defalarca oldu bu. Ceset gibi uyuyan bir çocuktum hala da öyleyim. Yani gece üzerimi çıkaracak bilinçliysem uyanık olmam şart. O zaman da hatırlarım ama uyanmadığıma soyunmadığıma eminim. Çok tuhaf geliyor ve çıkarımım yok. Farkındayım, durumu sorguluyorum ama anlam veremiyorum ve düzenli olarak haftada bir yaşıyorum bunu.
Annem ve babamın her sabah biz uyanmadan baş başa kahvaltı etmek gibi vazgeçilmez bir huyları vardı. Bizi de babaannem uyandırırdı ve böyle sabahlarda bana hep “Öyle yatma, üşüteceksin” derdi, yani bunu niye söylüyordu, özellikle öyle yatmadığıma emin olduğum sabahlarda.
Misal; erkek kardeşim babaannem ölene kadar kendisine ellemesine asla izin vermezdi. Babaannem öpecek mi, iterdi; sarılacak mı, vururdu, tükürürdü.  Beş yaşından beri hep böyleydi. Asla babaannemi yanına sokmazdı, ortalığı birbirine katardı ve dokunmasına izin vermezdi. Hatta babam döverdi “Babaannene niye böyle yapıyorsun?” diye, o kadar dayak yerdi de yine asla ve kati surette izin vermezdi yaklaşmasına. O dönem evde ben dâhil herkes çocuğa “Saygısız, büyüğünü itiyor” derdik, çok sonra işte jeton düştü bende. Ne yaptı da babaannem böyle bir geri bildirim aldı sürekli kardeşimden? Ben bile anlamamışım, o kadar cinsel travmam var o zamanlar kendi içimde ve buna rağmen jeton düşmemiş. Temas bağımlısıydı babaannem ve bu sadece babama, bana ve erkek kardeşimeydi. Demek ki çocuk hissetmiş ya da yaşamış, görmüş bir şeyler kardeşim ve tedbir almış kendince.
Gulyabani de değil ki kardeşim, yanlış anlamayın yani sadece babaanneye böyleydi yoksa diğer tüm sülaleyle böyle bir tepkisi olmazdı. Ben ya da dayılar yengeler yani hepimiz öpüp koklayınca, sarılınca hiç negatif tepki vermeyen bir çocuktu. Babam çok dövdüğü için ona çekinerek sarılırdı ama sarılırdı, dokunmasına izin verirdi. Babaanneye gelince; asla sokulmazdı, kendine dokundurmazdı, bağırır, iterdi, kıyameti koparırdı.
İşte bunun gibi onlarca anıya yüklediğim anlamlar değişmeye başlayınca birçok eksik parça yerine oturuyordu. Bu da çok ama çok zorluyordu beni.
Şimdi; dede ölmüş, hala genç yaşta evlenip evden ayrılmış, anne oğul uzun yıllar yalnız yaşamış. Babam ilk evlendiklerinde annemle sevişmelerine türlü engeller çıkarırmış babaannem.  Dahası “O kapı kapanmayacak” dermiş babama, yatak oda kapılarını asla kapattırmazmış. Bu kadar kıskanırmış, babam da aşırı düşkün zaten. Yani kadının oğluna karşı ensest bir hissi, yoğun duygusu olduğundan oğlunun bir kadınla sevişiyor olmasını kabullenemiyor. Kuma getireceği zaman verdiği o anlamsız tepkinin altında da bu yatıyor bence; daha yıllar geçmiş, bir gelini yani oğlunun koynuna giren bir kadını hazmedememiş, ikincisini nasıl hazmedecek.
Ben büyüdüğümde de şahit oldum “O kapı kapanmayacak” diyordu babama köşeye çekip, babam da hiçbir şey diyemiyordu. Torununa bu kadar kalabalık ortamda bunları yapabilen, fırsat ve tavır konusunda hiç şüphe çekmeyen bir kadın; eşi ölmüş, oğluna sarılmış, “Kim bilir neler yapmıştır babama?” diye düşünmeden edemiyordum. Koca adam olmuş babam, çoluk çocuğa karışmış ama hala dokunup, okşayıp, sırtını sıvazlayıp severdi oğlunu ama kızını, yani halamı değil, sadece babam ve bana böyleydi, hep eli kolu üzerimizdeydi.
Hep Kuran kursu odaklı baktık, başlangıcı orası saydık, her şeyin güme gidip hayatımın karardığı yer kurstu ama bunlar da eklenince psikoloğumun yorumları daha da acıklı hale getirdi hikâyemi. Sağlıklı babayı örnekleyemiyorum zaten, bir de babaanne faktörü eklenince erkek kimliği gelişmemiş. Sessiz, içe kapanık, korkak çocukları seçer tecavüzcüler; ben de babaanne ellerken okşarken pipimi ses çıkaramamışım uzun süre. İş işten geçince tecavüz sonrası verebilmişim tepkimi.
- Ne hissettin bu gerçekler daha görünür olduğunda?
Duygusal triplerim geçti artık, etkileri azaldı. Ölüp gittiği için hiçbir anlamı yok şu an, olan olmuş. Babamı da o şekle şemaile bu kadın getirmiş. Patolojisi bozuk bir baba, yok hükmünde anne ve babaanne şekillendiriyor benim çocukluğumu. Üzerine tecavüzler de eklenince bütün yaşamını kapsayan kuşatan bir hisse yapışıp kalıyorsun, seni tüketen tek gerçeklik bu oluyor ve başka bir şeye odaklanamıyorsun.
Sünnet meselem de sıkıntılı geçti, onun etkisi de büyük olmuş üzerimde.
Neredeyse 13 yaşıma girerken sünnet olmuştum. O zaman da çok utandığımı hatırlıyorum, bu kadar geç yaşta olması o kadar hemşirenin önünde yatmam, beni çıplak görmeleri çok ağrıma gitmişti. Adam günde on kere “Allah Muhammet” diyor ama çocuğunu geç yaşa kadar sünnet ettirmiyor. Polise, okula gelince TC’yi reddediyor, sünnete gelince TC’nin Devlet Hastanesinin bedava kampanyasından faydalanmayı bekliyor yıllarca. “Bir çocuğunu getirene ikinci çocuk bedava” kampanyasında kardeşimle birlikte sünnet olduk. Aylarca kanamam oldu, deformasyon vardı başlarda, akıntı vardı uzun süre yara kapanmadı ameliyat sonrası çok sorunlu geçti. Bir de üstüne, hiç unutmuyorum; kıyafet getirmeyi unutmuş. Belime yastık kılıfı dolayarak çıkardı hastaneden, bu da çok utandırmıştı. Hastaneden etek giyip çıkmışım gibi taksiye binmek, mahalleye gelmek; komşular bahçede oturuyor, etraf insan dolu, hepsinin gözü üstümde, eteklikli gibi topallayarak eve girmek, gerçekten çok kötü hissettirmişti.
Kardeşime bisiklet almışlardı, bana yine bir şey yoktu. O daha çabuk ayaklandı, hiç unutmuyorum; evde bisiklete biniyor bizim ufaklık, yattığım yerden onu izliyorum, baktım böyle parlak bir şerit var yerde uzunca, anlamak için gittim baktım, bizimki bisiklete binerken koridorun bir ucundan diğer ucuna gidip gelirken işemiş her yere. Bir de hala bisikletle geziyor “Düt, düt” diye öyle tatlıydı ki hali gözümün önünden gitmiyor.
- Kardeşinde mi çişini kaçırırdı senin gibi? Yoksa sünnete mahsus istisna bir durum muydu? 
Evet, o da kaçırırdı altına çünkü hepimiz türlü korkuları ve dayağı bol bir evin çocuklarıyız. Hatta o benden beterdi, bebeklikten çok ileri yaşa kadar kakasını da sürekli kaçırdı. Garibim sıçar sıçar, biz görmeyelim diye kakalı donlarını yatağın altına saklardı ama kokuyor bir yerden sonra, kokudan bulurduk; o da bir güzel yerdi dayağını. Evde bir dönem en büyük travmamdı; her yerden bok çıkıyordu, koltuğu çekiyorsun altından boklu don ya da mendil çıkıyor falan.
Her seferinde dayak yerdi; her seferinde evi baştan aşağıya silerdik hepimiz bir olup, dayak yedikçe daha çok terörize olur, daha çok altına kaçırdı çocukcağız, ama kimin umurunda…
- Babaannenden sonra hissettiklerini ve terapi detaylarını anlatıyordun, oradan devam edelim mi?
Evde onun yasını bir tek ben tuttum. Ailemin dindarlığı gereği mi yoksa duygusuz bencil ruhlar olmalarından mı bilinmez ama babaannemin kırkı çıkmadan yokluğu sıradanlaşmıştı. Ben “Dur çorbayı çıkarma, babaannem daha gelmedi masaya” deyip onun boş kalan sandalyesini işaret ettiğimde  “Öldü o öldü, gelemez artık” dediklerinde masadan kalkmıştım. Babam sessizliği seçti, annem kayınvalidesinin ardından oh çekmeyi; fakat zamanla onlar da kendi yaslarını bulup tuttular. Babam kısa bir zaman içerisinde çok çöktü. Annem de ha keza;  öyle ya da böyle aileyi bir arada tutmayı başaran o çok sesli kişilik gidince; birlikte aslında o kadar da iyi bir aile olamadıklarını, ya da noksan olduklarını fark ettiler sanırım. Evdeki o derin sessizlikle, neşesizlikle yüzleştiler.
İçimdeki o yas yavaş yavaş dağıldı, yerini nefrete bıraktı; hem bana yaptıkları, hem babam gibi bir insan yetiştirip, bir de sürekli pohpohlayıp çocuk-adama çevirmesi, sonra da doldurup doldurup üstümüze salması. Her anlamda ne kadar zehirli bir insan olduğunu fark ettim. Terapilerle birlikte hüzün uçtu, nefret geldi; nefret uçtu, kabulleniş geldi; kabulleniş uçtu, sadece boşluk kaldı içimde. Şimdi artık ne özlüyorum, ne seviyorum, ne sinirliyim, ne nefret ediyorum; bomboşum.
Ölüyle kavga edemezsin. Ölüler ölür, sen acılarını çekerek yaşatırsın evin odalarında. Bunu anlayınca gerçekten öldürdüm onu, yaşamasının lüzumu kalmamıştı. Eğer ölülerimizi yâd edeceksek, onları sürekli hatırlayarak var edeceksek, bu hatırlayış güzel anılarla olsun ki onların zihnimizde yaşıyor olmaları bizi gülümsetsin, ağlatmasın. Bana tüm yaptıklarının ağırlığıyla yüzleştikten sonra yasını tutmak, kendi benliğime hakaret olacaktı. Ben de sildim attım, elimden geldiğince güzel anılarla var olsun diye sınırlandırdım onu.

Sayfa: 1 ... 7 8 [9] 10 11 ... 274