İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - psikolog

Sayfa: 1 ... 271 272 [273]
4081
Genel Tartışma / HAP KUŞAĞI CAN DÜNDAR
« : 16 Mart 2009, 07:23:09 ös »
Hap kuşağı       
     
 
 

Tüylerimi diken diken eden bir şey anlattılar: Seçkin özel okullardan birinde öğretmen sınıfa girip avucuna doldurduğu hapları tek tek öğrencilerine içiriyor, ders ondan sonra başlıyor.
Hayır, "hapçılar" için özel bir sınıf değil bu...
Çocukların çoğu aynı hapı kullanıyor ve almaları gereken saatte öğretmenleri onlara yardımcı oluyor.
Hapın özelliği, yatıştırıcı olması...
     

* * *


Okul çağında çocuğu olan ailelerin artık kanıksadığı bir durum bu...
Evde TV veya bilgisayar ekranı karşısında büyülenmiş gibi oturan çocuk, okula gittiğinde sırada ders dinlemeye zorlanıyor. İçi kıpır kıpır, teninden enerji fışkırıyor. Başlıyor taşkınlığa... Dikkatini toplayamıyor, yerinde duramıyor, sabırsızlanıyor, arkadaşlarıyla itişiyor.
Sonra öğretmen ebeveyni çağırıyor; çocuğun yaramazlığından, şımarıklığından, laf dinlemezliğinden, her şeye itiraz etmesinden yakınıyor.
"Çocuğunuz hiperaktif" diyor.
Aile deva için psikiyatristin kapısını çalıyor.
   

* * *


Genellikle Amerika’da yetişmiş olan psikiyatrist, aileyi dinlerken çocuğa resim çizdiriyor. Çoğunlukla ekranda gördüklerini çiziyor çocuk:
Ya canavar, ya savaş...
"Çocuğunuzda şiddet duygusu gelişkin" diyor doktor ve sakinleştirici ilaç yazıyor. Veriyorsunuz; çocuk uysallaşıyor, yüzüne sahte bir gülücük yerleşiyor. Sabah "hapı yuttuğunda" itişmeden sıraya girip mışıl mışıl dersini dinliyor.
İtiraz filan da kalmıyor.
     

* * *


Dizi yara görmeden büyüyen çocuklar bunlar...
Bizden farklılar.
"Dizine bakayım" deyince biz, dizkapağımızdan kabuğu soyulmuş yaraları gösterirdik birbirimize; bunlar TV’de "Çocuklar Duymasın"ı gösteriyor.
Mahalle, sokak, arsa, oyun bilmiyorlar. Evde ekran başından kalkmadıklarından birikmiş enerjilerini dışarı atamıyorlar. Okula gidip de sosyal yaşam kurallarıyla karşılaşınca tepki gösteriyorlar. Özel ilgi ve sevgi beklentilerini, yaramazlıkla dışarı vuruyorlar.
Ne öğretmenin, ne ailenin özel ilgiye vakti var.
Halbuki hap ne kolay...
Yutturuyorsun, çocuk "uyumlu" oluyor.
     

* * *


Geçenlerde Amerikan Gıda ve ilaç Dairesi FDA, ünlü depresyon giderici Prozac’ı çocukların da kullanabilmesini onayladı.
Prozac’ın çocukçası sayılan Ritalin’in üretimi son 8 yılda 7 kat artmış.
İngiltere’de ilaç kullanan çocuk sayısı ise son 6 yılda 12 katına çıkmış.
Aktüel’deki yazısında bu rakamları veren Mine Akverdi, artık sınıflarda soruya cevap veremeyen çocukların, "Bugün ilacımı almayı unuttum öğretmenim" dediğini yazıyor.
Yeni çağın "Prozac toplumu", şimdi sübyan kadrosunu oluşturuyor.
     

* * *


Çocuklara, birbirimize, kendimize vakit ayıramamaktan bunlar...
Ve bu iletişimsizliğin hapla tedavisi yok.
İlaç, uyuşturuyor çocuklarımızı... sadece onları mı; bizi de...
Sorunlarla baş edemedikçe, paylaşıp üzerine yürüyemedikçe ilacın şefkatine sığınıyoruz. Yüzümüzde sahte bir tebessümle dolanıyoruz.
Radyoda spiker güne "Haydi gülümseyin" itelemesiyle başlıyor. İstek parçasında "Erkekler pozitif kızları sever" çalıyor.
"Pozitif toplum" hap desteğiyle gülüyor; sorunlar olduğu yerde duruyor.
Unutmayın; depresyonun ve yalnızlığın çağında, sabırsızlığın da, uyumsuzluğun da, dertleri yenmenin de, hayata direnmenin de, hep beraber gülebilmenin de yegane reçetesi, iletişimdir.
Hapı yutmadan, konuşun onunla...

 

4082
Genel Tartışma / HAYAT YOLLARI ALİCE MİLLER
« : 16 Mart 2009, 03:54:34 ös »
Giriş

Niye öykü biçimini seçtim? Bu, önceden planladığım bir şey değildi, kendiliğinden, belki de gerçek bir iletişim biçimine eskiden beri duyduğum özlemin sonucu olarak ortaya çıktı. Başlangıçta yapmayı düşündüğüm şey, basit karşılaşmaları betimlemekti. Benzeri deneyimlerden yola çıkan ve birbirleriyle doğrudan, açık, tabular ve ideolojik engeller tanımayan bir biçimde iletişime geçebilme isteği taşıyan insanların karşılaşmaları. İç dünyam giderek, tıpkı benim gibi çocukluktaki deneyimlerin önemine inanmış hayali kişilerle dolmaya başladı. Bunlar aracılığıyla düşüncelerimi, benim için zaten açık olan şeyleri kanıtlamak zorunda kalmaksızın geliştirebiliyordum. Bu aynı zamanda kendimi aşırı zorlamam gerekmediği anlamına geliyordu. Bu şekilde yazmak giderek daha fazla zevk vermeye başladı. Bu kişilerin konuşmasına izin verebiliyor, duygularına saygı gösterebiliyor ve bu yolla onlara, içinde kendilerini güvende hissettikleri bir mekân sağlayabiliyordum. Hatta artık yaşlı sayılabilecek ebeveynleri ile (tıpkı bir zamanlar benim gibi) konuşulması olanaksız sandıkları şeyleri konuşmayı bile göze aldılar. Konuşmalarımızın barışçı havası, yeni iletişim biçimleri deneme cesareti vermişti.
       Yaşlandıkça daha sabırlı ve hoşgörülü olmaya başladım. İnsanlara, düşüncelerimin akışını izleyebilmek için gerek duydukları zamanı tanımam kolaylaştı. Bu uyumu göstermemde bana yardımcı olan şey, bildiklerimin, yirmi yıl öncesinin aksine, artık başkalarınca da paylaşılıyor olduğu gerçeği. O günden bugüne, gerek uzmanlar gerekse diğer insanlar, vardığım sonuçları kendi deneyimleri ile doğrulama olanağı bulmuş durumda. Artık kanıtlamam gereken bir şey yok.
       Bununla birlikte hayatımın ancak ileri dönemlerinde fark ettiğim bazı şeyleri başkaları ile paylaşma isteğini hâlâ duyuyorum. Bu isteğin elinizdeki sonucu edebiyat olma iddiası taşımıyor. Burada söz konusu olan "sanat için sanat" değil. Öykülerimin temelini oluşturan, insanları bilgilendirme ve düşünmeye yüreklendirme yolundaki basit ve sürekli çaba aslında. Pek çok kadın gibi ben de, genç bir anneyken, gerek çocuğuma gerekse kendime ilişkin yeterince bilgili olmamanın acısını çektim. Daha bilgili olsaydım pek çok şeyi daha iyi yapabileceğimi, ama bunları artık telafi edemeyeceğimi bilmek çok üzücü.
       Benim çektiklerimi başkalarının çekmemesi dileğinden doğdu bu öyküler. Okurlarımın yazdığı sayısız mektup, bu dileğin gerçekleşebileceğini doğrulamıştır. Tanıdığım kadınların çoğu, bugün hiç değilse daha fazla bilgilendirilmiş olmaktan sevinç duyuyor. Bu bilgi artışı, erişkin çocuklarıyla daha açık bir diyaloğa girmelerini ve torunlarını daha iyi anlayabilmelerini sağlıyor. Öykülerim zaten bilgili okura pek yeni bir şey sunmayacak belki ama böylesi okurların hâlâ azınlıkta olduğunu duydum. İnsanların çoğunluğu, çocuklukla bugüne dek pek az ilgilenmiş durumda.

Önsöz

Çoğumuz dünyaya, üzerimizde belirleyici izler bırakan bir aile çevresi içinde geliriz. Gençlik dönemimizde anne ve babalarımızı eleştirsek, hatta onlarla bağlarımızı koparsak bile bu ilk izlerin bizi zayıf ya da güçlü bir şekilde etkiliyor olmasını engelleyemeyiz. Hiç değilse kendimiz çocuk sahibi olduğumuzda bunun farkına varırız.
       Çoğu insan bunun üzerine kafa yormaz. Kendi yaşamış olduklarını çocuklarıyla tekrarlar ve bunu da doğru bulurlar. Ancak bazıları için, tam da çocukları ya da eşleri karşısında en çok eksiklik duydukları şeyin, gençlik dönemlerinden bu yana özlemini çektikleri iç özgürlük olduğunu günün birinde şaşırarak fark etmek acı verici olur. Çıkmaz bir sokakta oldukları hissine kapılabilirler bu durumda. Çocukken yollarını bulamamışlardı, çevrelerine ve onun etkilerine boyun eğmekten başka çareleri yoktu. Yetişkin insanlar olarak ise önlerinde başka seçenekler vardır ama çoğunlukla bunun farkına varmazlar.
       Köken, kalıtım ve eğitim tarafından, gerek olumlu gerekse olumsuz anlamda şekillendirilmişliğimiz ne denli güçlü olsa da yetişkin insanlar olarak bu izleri yavaş yavaş tanımaya başlayabilir ve otomat gibi hareket etmekten kurtulabiliriz. Bu izlerin ne denli farkına varırsak, çıkmaz sokaklarımızdan kurtulmamız ve yeni veriler edinebilmemiz o denli kolaylaşacaktır. Kurtuluş yolları tıpkı kişisel kaderler gibi birbirinden oldukça farklı ve çok sayıdadır. Bu kaderlerden bazıları okuyacağınız öykülerde anlatılmaktadır.
       Bu öyküler, çocukluğun izlerinin bize yetişkinler olarak kendi kurduğumuz ailelerde nasıl eşlik ettiklerini göstermenin yanı sıra, bunların toplumsal yaşam örgüsünün her alanında nasıl ortaya çıktıklarını sergilemek için de yazılmıştır. Sondaki düşünceler bölümünde, nefretin oluşumunu daha iyi anlamanın mümkün olup olmadığı ve bunun nasıl gerçekleşebileceği sorusu üzerinde durdum.
       Yetişkinlerin çocukluklarını hayatlarıyla bütünleştirme şekilleri kişiden kişiye farklılık gösterir. Ama bireyin kendi adına verdiği karar hangi yolla ve nasıl olursa olsun, çocuklukta alınan yaralara karşı günümüzde pek çok çevrede gelişmekte olan duyarlılık, toplum açısından bir kazançtır. Çocuklara karşı kötü davranışlar her dönemde varolagelmiştir ve günümüzde de yaygındır. Ama kurbanlar, başlarından geçenlerle hesaplaşmaya ve bunların sonuçları üzerine başkalarıyla konuşmaya yeni yeni başlıyor. Şimdiye dek neredeyse hiç değinilmeyen konular, pek çok insana yeni görüş alanları açan ve daha doyumlu bir hayat umudu vaat eden konuşmaların temel konusu haline geliyor.
       Bunun farkına kısa bir süre önce, bir kitabı okurken vardım. Bu kitapta, tecavüz nedeniyle mahkûm olmuş 14 baba, cezaevinde katıldıkları iyi düzenlenmiş bir grup terapisinde kendi öykülerini anlatıyor. Yaşamlarında ilk kez dertleri hakkında konuşabildikten, kendilerini anlaşılmış ve kabul edilmiş hissettikten sonra bu insanların düşünce tarzlarında ne denli süratli bir değişikliğin gerçekleştiğini görmek cesaret vericidir. Bekleneceği üzere bu öykülerde, çocuklukta çekilen ve üstü, kendilerinden esirgenen sevginin yerini alan cinsel sömürü ile örtülmüş ciddi yoksunluklar söz konusudur.
       Cesaret verici olarak nitelediğim şey, bu erkeklerin, salt aydınlatıcı konuşmalar sayesinde geçirdikleri değişimdir. Bu kişiler, çocukluklarında çekmek zorunda kaldıklarını bir kez bile olsun sorgulama ve hatta haksızlık olarak görme imkânı bulmaksızın otuz, kırk, elli yıl yaşamışlardır. Gayet doğal bir şekilde de kendi çektiklerini çocuklarına çektirmişlerdir. Aradaki bağlantıları açık olarak göremedikleri sürece kendilerini bu takıntıdan kurtarmaları mümkün değildi. Ancak şimdi, çocukluklarında yaşadıklarını kader olarak kabullenmeyi bırakıp haksızlık olarak görmeye başladıkları ve buna paralel olarak bundan üzüntü duymayı öğrendikleri için sorumluluk üstlenmeye muktedir ve buna hazır durumdadırlar.
       Eleştiri yeteneği kazanmalarını sağlayan bu gelişme, bu insanları kendilerine acır duruma getirmeyip tam tersine kendi acıları sayesinde çocuklarına karşı eşduyum geliştirmelerini ve onlara hayat boyu taşıyacakları zararlar verdiklerini fark etmelerini sağlamıştır. Bu zararları olabildiğince gidermeye çalışıyorlarsa da, pek çoğunun kalıcı olduğunu biliyorlar. Tabii ki ancak birkaçı bu çıkmazdan kurtulmayı başarabilmiş durumda, diğerleri için henüz söz konusu değil bu.
       Benim kitabımdaki kişiler hayal ürünü. Zaman içerisinde öyküler, son yıllarda öğrenmiş ve anlamış olduklarımı kolay izlenebilir bir biçimde geliştirmeme olanak tanıyan bir öz dinamik kazandılar. Kitapta betimlenen kişiler kesinlikle örnek olmak durumunda değildir. Sadece yaşamış olduklarını, bununla nasıl başa çıkmış ya da çıkamamış olduklarını anlatıyorlar. Kaderlerinin ve çevrelerinin betimlenmesinde formaliteleri en aza indirip bunun yerine kişiler arasındaki ilişkileri ayrıntılı şekilde ele almayı tercih ettim.
       İnsanın hayatını nasıl yoluna koyacağının reçetesi yoktur. Hedefler ve bunları gerçekleştirme olanakları kişiden kişiye değişir. Çocukluğumuzda potansiyelimizin tümünü geliştirmemiz her zaman mümkün olmadıysa da, eski korku, güvensizlik ve yoksunlukların kalıntıları hâlâ bizimle olsa da, bilincimizin genişlemiş olması pek çok şeyi daha iyi bir hale getirmemize olanak tanır. Bunda, sevgi ve saygı içerisinde büyüme, çocukluklarında kaygısızca zevk ve neşe duyma şansına sahip olmuş ve bu yüzden de ilerki yaşlarında daha kolay ve mutlu bir hayat sürebilmiş duyarlı insanlarla temasın rolü de küçümsenemez.
       Öykülerimde bu insanlara örnek olarak, ilk etapta Daniel, Michelle, Margot, Luise ve hatta Gloria sayılabilir. Dinlemeyi bilen, karşısındakinin kaderini paylaşabilen, açık, anlamak isteyen kişilerdir bunlar ve genelde görüştükleri kişilerin bazılarına kıyasla daha az yanılsama ile karşı karşıya kalmışlardır. Çocukken sevgi görmüş oldukları için hayatları ile, yanılsamalarla büyütülen ve daha sonra kendi gerçekleri için mücadele vermek zorunda kalan kişilere, örneğin Claudia, Sandra, Anika, Helga ya da Lilka'ya oranla daha kolay başa çıkarlar.
       Kitabın anlatı ve çağrışıma dayanan tarzı, beni asıl ilgilendiren noktanın, kişisel kaderlerin ötesinde, genel sorunlar ve esas olarak da şu soru olduğu gerçeğinin üstünü örtmemelidir: İlk acı ve sevgi deneyimleri insanların sonraki hayatlarına ve diğer insanlarla birlikteliklerine nasıl etki eder? Bu sorunun yanıtının kapsamı içinde kalacak kimi alt bölümlere ilişkin araştırmalar yapılmıştır. Örneğin rahimdeki yaşama, yeni doğanlara, süt çocuklarına ilişkin gözlemler, despotların biyografileri, soykırım istatistikleri, vs. Ancak bildiğim kadarıyla varolan verileri, eylemde bulunan insanların çocukluk deneyimleri açısından incelemeye yönelik bir araştırma kolu yok henüz. Öykülerimi ve düşüncelerimi böylesi araştırmaları heveslendirmek amacıyla kaleme aldım. 
 
 
 

4083
Genel Tartışma / Ynt: HER ANNE ÇOCUĞUNU SEVMEK ZORUNDA MI?
« : 16 Mart 2009, 09:51:01 öö »
Bebek, ihtiyacı olan sevgiyi alamazsa ilerleyen zamanda 'zor çocuk' olur


"Bir annenin çocuğundan nefret etmesi, sevmemesi, dışlaması olasıdır. Bu duyguları yaşayan ve ifade eden annelerle çok ender de olsa karşılaştım.
Bir anneyi hatırlıyorum: 'Oğlumu sevmiyorum, sanki, benim çocuğum değil, niye böyle hissediyorum' diye kendini sorguluyordu. 'Çocuğumla ilgili nasıl böyle bir şey hissederim' diye kendi duygularıyla ilgili şaşkınlığını dile getiriyordu ve çok yoğun suçluluk hissine sahipti. Başka bir anne: 'Enerjisizim, üşengecim, mutsuzum, yaşama sevincim yok, bebeğimle ilgilenemiyorum, bebeğim doğduğunda 'Bebeğim oldu coşkusu yoktu' diyerek kendini ifade etti (istenilen -planlanılan bir bebek). 'Annem de benim gibiydi' cümlesiyle annesiyle benzer ruhsal yapıya sahip olduğuna dikkat çekti danışanım. Aile sistemine ait başka bilgiler daha araştırıldığında anneannesinin annesinin lohusalık döneminde öldüğü öğrenildi. Her çocuğun kendini güvende hissedebilmesi ve diğerlerine güvenebilmesi için, anne-babasıyla sevgiyle bir ilişki, bir 'bağ' kurabilmesi gerekir. Her çocuğun, annesinin ve babasının sevgisine ve ilgisine ihtiyacı vardır.
Çeşitli sebeplerle bu duyguları çocuklarına aktaramayan, veremeyen ya da aktarmakta ve vermekte güçlük yaşayan anne-babalar vardır. İhtiyacı olan sevgiyi, güveni, ilgiyi alamayan ve bu bağı kuramayan bir çocuğun; agresif, topluma zarar veren davranışlarda bulunması, düşmanlık duyguları içinde gelişmesi ve "zor çocuk-genç' olması ihtimali vardır."

4084
Genel Tartışma / Ynt: HER ANNE ÇOCUĞUNU SEVMEK ZORUNDA MI?
« : 16 Mart 2009, 09:50:03 öö »
Bu duruma bağlanma bozukluğu denir


"Bebeğe hazır olan anne, karnında bebeğinin büyümesini dinginlikle bekleyecek, bebek daha anne karnında gereksiz bir gerginlikle karşılaşmayacaktır. Kendisini hazır hissetmeyen anne, beklemediği bir zamanda bu sorumluluğu almak zorunda kaldığında, hamilelik sürecini endişe içinde sürdürecektir. Anne karnındaki bebek, gelişiminin her döneminde içinde büyüdüğü bedenin bu endişeden oluşan her değişikliğini yaşamak zorundadır.
Özellikle hamilelik planlanmadan oluşmuşsa, anne mutsuz ve isteksiz olacaktır. Annenin bu ruh hali hem hamilelik sürecinde, hem de doğumdan sonra bebeği olumsuz etkileyecektir.
Anneliğe hazır olmayan ya da isteği dışında hamile kalan kadın, gebeliğin bedeninde yarattığı değişikliklerden korkacak ve hoşlanmayacaktır. Bu beğenmediği değişikliklerden bebeğin sorumlu olduğunu düşünen annenin bebeğiyle olan ilişkisi daha gebelik döneminde sorunlu başlayacaktır. Buna annenin bebekten nefret etmesi denmez. Bu koşullarda oluşan soruna "Bağlanma Bozukluğu" denir. Bebeğin anneye bağlanamaması ve temel güven duygusunu geliştirememesi ile ortaya çıkan zihinsel ve duygusal bir durumdur.
Gebeliğin istenmeyen gebelik olması, bebeğin fiziksel ve duygusal isteklerinin anne tarafından görülmemesi, yetersiz annelik, annenin ağır depresyonda olması, madde ya da alkol kullanması gibi nedenlerle oluşur. Anne anneliği kabullenemez. Başına gelen kötü işlerden çocuğu sorumlu tutabilir. Bağlanma bozukluğu olan çocuklar, sadece o an ne istediklerine odaklanır ve başkalarının isteklerini anlayamazlar. Davranışlarının insanları nasıl etkilediği konusunda endişe etmezler. Bu nedenle çocuklarda davranış ve kontrol bozuklukları, kendine ve çevresine karşı yıkıcı davranışlar, hayvanlara eziyet etme, zayıf akran ilişkileri görülür."

4085
Genel Tartışma / Ynt: HER ANNE ÇOCUĞUNU SEVMEK ZORUNDA MI?
« : 16 Mart 2009, 09:49:25 öö »
Elif Şafak


 

"Doğrusu ben her türlü insan ilişkisinde 'Asla olmaz' dememekten yanayım.
Zira o kadar çok hal var ki, o kadar çok hikâye var ki, hepsi de insana ait. Anneçocuk ilişkisinin de kendine göre çelişkileri, katmanları var.
Çocuğunu çok seven ama aynı zamanda ona tepki duyan anneler olduğu gibi, olabileceği gibi, annesini çok seven ama ona tepki duyan nice insan var. Sevginin de sevgisizliğin de dereceleri var ve hepsi de insana ait haller. İnsan çok karmaşık bir mahluk.
Edebiyatın ve sanatın işi, bu karmaşaya ışık tutmak, mana kazandırmak.
Anne olmayan bir yazarın bu kitabı yazması daha zor ama imkânsız değil. İyi bir yazar, taşımadığı kimliği yakalayabilen yazardır.
Yani iyi bir erkek yazar kadını anlatabilir.
İyi bir kadın yazar erkeği anlatabilir.
Edebiyatçı sadece olduğu kişiyi anlatırsa hayal gücünü ve kalemini zorlamıyor demektir. Ben yeni romanımda Mevlana ve Şems-i Tebrizi'yi yazıyorum. Erkek karakterleri anlamak ve anlatmak için yazarın erkek olması şart değil."

4086
Genel Tartışma / Ynt: HER ANNE ÇOCUĞUNU SEVMEK ZORUNDA MI?
« : 16 Mart 2009, 09:48:30 öö »
Oğlumlayken mutluydum ama huzursuzdum da...



"İlk insan yaratıldığında içgüdüleri ile hareket ediyordu ve bu uzun çağlar böyle sürdü. Tıpkı hayvanlarda olduğu gibi. Bu içgüdü doğurmak yemek için avlanmak üşümemek için örtünmek. Yaşadığımız çağda üremek bir içgüdüden çok tercih meselesi. Annelik içgüdüsü adı üstünde içgüdü bence artık kuvvetli bir duygu değil.
Tanımak istemek, deneyimlemek ile gelişen bir duygu halini aldı annelik.
Bebeklerin bu kadar aciz ve anneye bağımlı olması bu kadar sevimli olmaları, mis gibi kokmaları tesadüf değil. Bunlar anneyle bebek arasındaki bağı kuvvetlendirmek için anneye yardımcı olgular. Çağımızda tercih etmek planlamak istemek anne adayları için önemli bir başlangıç. Özellikle çalışan 'kariyer yapan' hayatta beklentileri olan anne adayları için istemek şart.
İste ben böyle bir anneyim. Mutlu, oğluna âşık, zaman zaman çok zorlanan ama bir o kadar inanılmaz bir sevgiyle karşılık bulan bir anneyim. Derin'le birlikte hayatımda çok şey değişti. Daha önce hiç yasamadığım duygularla tanıştım. Özveri, Derin'im için her şeyi yapabilme isteği ve enerjisi. Sonsuz sevgi, herhalde hayatta kimse için bu yoğunlukta hissedeceğimi düşünmediğim bir duygu.
Ondan uzak olduğum anlar hep kendimi suçladım. İş hayatımda geçirdiğim zamanlar uzun süre vicdan azabı oldu bana. Oğlumlayken mutluydum ama huzursuzdum da... Onsuz yapmak istediğim şeyler vardı, ama ne onunla ne onsuz bir türlü huzuru bulamıyordum. Bu duyguyla yorulmaya başlayıp başa çıkamadığımı anladığımda bu durumu değiştirmeye karar verdim. Ve verdiğim karar, daha çok bu vicdan azabından kurtulma isteği, birçok şeyi hızlıca değiştirmeme yardımcı oldu. Oğlumla beraberken çok huzurlu ve tamamen ona aitim. Derinimden uzakta da her ne yapıyorsam o duruma konsantre ve mutluyum. İşte bu huzursuzluk duygusuyla başa çıkılamadığında anne çocuğunu suçlamaya başlıyor, hayatındaki tüm mutsuzlukların sebebi olarak görüyor ve nihayetinde ona karşı sevgisizleşiyor.
Ama şu bir gerçek ki annelik içgüdüsü ölüyor, mantık, istek ve duygusallık ön plana çıkıyor. Annelik içgüdüsü bebeğini ilk kucağına aldığı anda en kuvvetli.
Sonrası her annenin kendi iç dünyasında gelişiyor ve kendine has bir yanıt buluyor."

4087
Genel Tartışma / Ynt: HER ANNE ÇOCUĞUNU SEVMEK ZORUNDA MI?
« : 16 Mart 2009, 09:47:45 öö »
Çağdaş dünya edebiyatının en iyi örneklerinden



"Kevin Hakkında Konuşmalıyız'ı yayımlamaya karar verdiğimizde, Lionel Shriver'ın bu kitabı dünyada ses getirmeye başlamıştı. Biz çeviri sürecindeyken bu yankılar artarak sürdü.
Romanın dayandığı konu, hiç şüphesiz son derece tartışmalı. Bir anne can verdiği çocuğuna uzak durabilir mi? Dahası, ona olan sevgisinden emin olmayabilir mi? Bu bağlamda anneçocuk ilişkisine sosyolojik bir açıdan da yaklaşmış yazar. Benim görüşüm, bunun mümkün olabileceği. Çocuk sahibi olmayan kişilerin bunu anlayamayacakları varsayımına büyük oranda katılmamakla birlikte, çocuğu olmayan bir kadın olarak annelere haksızlık etmek de istemem.
Ancak insan anne olmasa da çocuk olmuşluğu vardır, dolayısıyla konuyu bir cepheden de olsa anlayabilir gibi geliyor bana. Kitabın anne-çocuk ilişkisi kadar çarpıcı olan bir diğer odağı da Kevin'ın gerçekleştirdiği okul katliamı.
İlk duyduğumdan bu yana anlamlandırmaya çalıştığım, peş peşe gerçekleşmeleri karşısında dehşete düştüğüm haberler bunlar. Roman, iyi-kötü, masum-günahkâr çizgisinin ne kadar incelebildiğini gösterebilmesi açısından da son derece başarılı bir roman bence.
Bu kadar çok tartışmayı yaratabilmesi açısından, Kevin Hakkında Konuşmalıyız çağdaş dünya edebiyatının son zamanlardaki en iyi örneklerinden.

4088
Genel Tartışma / HER ANNE ÇOCUĞUNU SEVMEK ZORUNDA MI?
« : 16 Mart 2009, 09:47:04 öö »
Her anne çocuğunu sevmek zorunda mı?



Yayımlandığında İngiltere ve ABD'de küçük bir kıyamet kopartan Kevin Hakkında Konuşmalıyız sonunda Türkçe'de. Bakalım kitap burada da çocuğunu sevemeyen anne ve şiddete yönelen sevgisiz çocuk tartışmasını açacak mı?..

'Hangi şeytan dürtmüştü bizi? Ne kadar da mutluyduk! O zaman neden elimizdeki her şeyi bir çocuk sahibi olmak gibi rezil bir kumara yatırdık.' Bir annenin çocuğuna nefretini bu kadar net anlatan başka bir cümle olabilir mi bilmiyorum ama Lionel Shriver'ın önümüzdeki hafta Everest Yayınları'ndan piyasaya çıkacak Kevin Hakkında Konuşmalıyız isimli kitabında buna benzer onlarca cümle var.
Okudukça insanın tüylerini diken diken eden, anneliği, annenin bebeğine, çocuğuna olan sevgisini sorgulayan, nefretini anlatan bu kitap Amerika'da ilk basıldığında olay oldu. 30 yayınevi tarafından reddedildi, sonunda acımasız cümlelerin yer aldığı kitabı basacak bir yayınevi bulduğunda, yayınlanma başarısını bir ödülle taçlandırdı. Lionel Shriver, Britanya'nın 30 bin pound değerindeki Kadın Edebiyatçılar Ödülü Orange'ı aldı. Kitap birçok kesim, özellikle anneler tarafından tepkiyle karşılanırken, Amerikalı ve Avrupalı feminist, kariyer sahibi çocuksuz kadınlar tarafından adeta kapışıldı.

KATİL Mİ DOĞDU YOKSA SONRADAN MI OLDU?
"Benim için o hiçbir zaman 'bebek' olmadı. Bizimle kalmak üzere gelmiş, sadece çok küçük olan, olağanüstü kurnaz, tekil bir bireydi" diyen kitabın kahramanı Eva Khatchadourian hamile kalmaya karar verir ama kaldıktan sonra pişman olur. Doğum sırasında bile o kadar zorluk çeker ki bu durumu fiziksel olarak anneliğe hazır olmadığıyla açıklar, doğumun ardından gelen süreçte oğlu Kevin'e karşı hiçbir şey hissetmeyen Eva, bu sevgisizliğinin karşılığını yıllar içinde fazlasıyla alacaktır.
Oğlunu emziremeyen, içinden gelen bir şefkatle sevemeyen Eva, küçük bir bebekken bile oğlu tarafından sevilmez. Bu sevgisizlik, Kevin bir delikanlı olduğunda tehlikeli boyutlara ulaşmaya başlar. Kevin saldırgan, korkutucu etrafına zarar veren bir birey haline gelir. Ama bunu fark eden sadece aralarında özel bir sevgisizlik bağı olan annesidir. 16 yaşında Kevin okulundaki yedi öğrenciyi ve iki yetişkini öldürdüğünde hayat artık Eva için kendini sorgulamayla geçecektir. Kendi ismi yerine bir erkek takma ismi seçmiş yazar Lionel Shriver'ın kitabı Türkiye'de çok tartışılacağa benziyor.
Böyle bir kitaba imzasını atan Lionel Shriver 48 yaşında, evli ama çocuksuz. "Bir bebeğe bakmak çok sıkıcı, onların oyuncak kaleler inşa etmesini seyretmekte heyecan verici yan göremiyorum," diyen Shriver, kitapta kendi düşüncelerini yansıttığını itiraf ediyor. Gençliğinde çocuk bakıcılığı yaptığı zamanları anlatırken "Ağlamaya başladılar mı susturmak imkânsızdır. Ağlamayı kessinler diye kafalarını patlatmak istediğim çok zaman oldu," açıklamaları yapmaktan da çekinmiyor.
Annelik olgusunu tartışan, katil bir çocuğun annesinin bu durumdan ne denli sorumlu olabileceğini sorgulayan bu romanı tepkisiz kalıp okumak mümkün değil. Kitabın ilk yarısında annenin bu kadar ruhsuz ve sevgisiz olmasının şokunu yaşarken, kitabın sonlarına doğru bu anne tarafından yetiştirilen bir çocuğun nasıl katile dönüştüğünü dehşetle okuyorsunuz.
Kitabın kahramanı aslında kocasıyla arasına girdiğine inandığı bu varlığa karşı hislerinin bir günah çıkarmasını yapıyor ya da bu duyguları bana yaşatan bizzat doğumundan itibaren oğlumdu diyor. bu da kitabın iki farklı açıyla algılanmasına neden oluyor, biri doğuştan kötü olabilir mi yoksa yaşadığı sevgisizlik mi onu kötü yapar, her anne çocuğunu koşulsuz sevmek zorunda mıdır? Bu kilit soruları sorduk, işte cevapları...

4089
Genel Tartışma / Babanız yaşıyorsa hala çocuksunuzdur.
« : 11 Mart 2009, 03:07:55 ös »
CEMAL SÜREYA

Babanız yaşıyorsa hala çocuksunuzdur.

İnsan babası ölünce büyüyor çünkü. Yalnız başına kalıyorsunuz o zaman artık.

Çocukken her şeyi bilen, herkesten güçlü olan babamız biz büyüdükçe küçülüyor.

Zamanını tamamlamış ve geçmişte kalmış bir yaşlı olarak kendi köşesinden bize bakıyor. Uzakta olsa da, bize dokunamasa da...

Usandıracak kadar ayrıntılı sorularla hayatı öğrendiğimiz, o her şeyi bilen babamızın sorularıysa biz büyüdükçe artık bize sıkıcı gelmeye başlıyor. ?Müdahale etmese, soru sormasa ne iyi olur? dediğimiz zamanlar çok oluyor artık.
Biz ondan daha iyi biliyoruz ya her şeyi...
Zaman artık onun zamanı değil ya...
Teknoloji gelişti ya...
Her şey değişti ya...

Oysa ne zaman ki babanızı kaybediyorsunuz, işte o zaman gerçekten büyüyorsunuz. Çünkü çınarın gölgesi yok artık üzerinizde. Siz fark etmediğiniz halde sizi yağmurdan, güneşten koruyormuş meğer o gölge.

Siz de aile kuruyorsunuz, baba oluyorsunuz, sizin de gölge yaptığınız ve koruduğunuz birileri oluyor ama o gölgeyi çok arıyorsunuz.

Babanız öldüğünde büyüyorsunuz.
Artık soru soracağınız, öğreneceğiniz, azarını duyacağınız, takdirini alacağınız, akşam eve dönerken yolunu gözleyeceğiniz, korkacağınız bir babanız yoksa büyüyorsunuz.
Yarınınızdan sorumlu tuttuğunuz, her istediğinizi almak zorunda olan o kişi yoksa artık...
Hep sessiz ağlayan, suskun seven, en zor dönemde bile yıkılmaz görünen, sırtınızı dayadığınız çınar ağacınız yoksa artık...
Büyüyorsunuz o zaman işte.

Savaşın ortasında komutansız kalmaktır, babasız kalmak.

Kaç yaşınızda olursanız olun babanız yaşıyorsa hala çocuksunuzdur.


4090
Psikologlara, Terapistlere ve Psikiyatristlere Mektup

Sieglinde W. Alexander (Çeviren: Üstün Öngel)

Mektubuma/çağrıma duygusal-insani düzlemde deneyimlerimi anlatarak başlamak istiyorum.
Çocuklukta yaşadığım suistimali yazıya döktükten sonra, 1993 yılında, depresyona girmiştim; işin aslı bu çocukluk anılarıyla yüklü acı ve ızdırap içinde yaşamak istemiyor, ölmek istiyordum. Yardıma ihtiyacım olduğunu biliyordum ve bir HMO (Health Management Organization / Sağlık Yönetimi Teşkilatı) terapistiyle görüşmek üzere randevu aldım. O zamanlar, bir terapistle görüşmek için bekleme süresi 12 haftaydı. Depresyonum ileri düzeydeydi ve anksiyetem hareket kabiliyetimi boğmuştu; sistemin işleyişine boyun eğmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. İlave olarak, çaresiz hissetmenin yanı sıra, yardıma ihtiyacım olduğu için kendimi yargılıyor ve suçluyordum. Çocukluğumda olduğu gibi, “yüksek otoriteye”, sözde ne yapıyor olduklarını bilen uzmanlara, kendimi teslim etmiştim.
On iki haftalık bekleme sürecinde, manidar bir dönüşüm yaşanıyordu beynimde: depresif halime rağmen, hayatımda ilk kez beynimde (donmuş) bir şeylerin “çözülüyor/eriyor” olduğunu hissetmiştim (“defrosting”: donmuş bir şeyin buzluktan çıkarılıp normal haline gelmesi). Sanki yaşadığım travmayı yazıya dökmemle birlikte zihinsel olarak rahatlarken depresyon oluşmuştu ve bununla beraber iyileşme süreci de başlamıştı. Dondurulmuş, kilit altına alınmış travmatik anılarımın görüntülerinin bilincimde çözülmeye/erimeye başladığını hissediyordum. Otuz yıl önce yaşadığım travmanın zorla dondurulmaya çalışılmış etkisi çözülüyor ve tamamlanmamış süreç tamamlanıyordu. Nihayet, beynimdeki başıboş uçlar (nöronlar) bağlantı kurmaya çalışıyordu. Çocukluk anılarımla uğraşırken her temas ettiğim olay bir “flashback”le (geçmişten görüntülerle) sonuçlanıyordu. Yavaş yavaş neden tüm hayatım boyunca korku içinde olduğumu anlamaya başlıyordum. Bu “flashback”ler, geçmişte düğümlenmiş travmatik deneyimlerimin çözülme sürecine yardımcı oluyordu. Orijinal kaynağa –hislerime- ve kırk küsür yıllık travmamın ve korkumun kaynağına götürecek bir bilişsel bağlantıyı oluşturmakla işe başladım. Bunun üzerine, bir damga gibi sabitlenmiş korkum artık dehşet verici olmaktan çıkmıştı; gücünü kaybetmişti çünkü o anılarıma yapışmış ızdırap ve korku önce hissedilmiş, ardından da yok olmuştu. Artık kendimi çaresiz, çocuk gibi hisler içinde hissetmiyordum (çocuğun kendini ifade edecek bir “dili” yoktur ya hani). Başıboş uçlar işlevsel sol beyin bölgesiyle şimdi anlamlı bağlantılar kurmaya başlamıştı; ve çocukken açıklayamadığım ve ifade edemediğim duygularımı şimdi bir yetişkin olarak açıklayabiliyor, ifade edebiliyordum. Bu iyileşme sürecini devam ettirmek üzere yardım alma umudum/arzum üst düzeydeydi.
On iki haftalık bekleyişten sonra terapistimle ilk kez buluşmam, bu yaşamsal iyileşme sürecini vahşice kesintiye uğrattı. Bir psikiyatriste yönlendirildim ve sonuç “kognitif terapi” eşliğinde Wellbutrin idi (Türkiye’de “sigara bıraktırma” ilacı olarak da kullanılan “Zyban”. Ü.Ö.).
Terapistime ihtiyacım olan şeyi anlattım, eski anılarımı açığa çıkarmak ve hislerimi konuşmak istediğimi söyledim, ama anlamadı. Yaklaşık 10 seans sonra, onun (bayan psikiyatristin) acıyı bastırma/yönetme teorisine uymadığımdan dolayı çaresizliğini hissettim. İyileşmek istediğimi, yine üzerini örtmek/bastırmak istemediğimi söyledim, ama anlamadı. Yirminci seans sonrası ellerini açarak çaresizlik içinde “sana hangi teori uyar ki?” diye sordu. Teoriye ihtiyacım olmadığını, sadece sahip olduğum ve anlayamadığım duygularımla ilgili sorularımın cevaplarını vermesiyle iyileşmeme yardımcı olmasının yeterli olacağını söyledim. Bunun üzerine, onun düzeyinde bir psikoloji eğitiminden geçmemiş olduğum için onun açıklamalarını anlayamayacağımı söyledi bana. Yardım alacağıma, yine hakarete uğramıştım ve düğümlenmiştim. Kısa bir süre sonra, başka bir terapist aradım kendime. Bulduğum bu bayan terapiste de, aynı şekilde nasıl bir yardım beklediğimi anlattım; panik ataklarım ve süreğen korkumla nasıl bir bağ kurmaya çalıştığımı ve bunun için yardım aradığımı söyledim. Rahatsız bir ifadeyle, “analizin nasıl yapılacağını sizin bilmeniz gerekmiyor” diye cevap verdi (“analizin nasıl yapılacağına siz karar veremezsiniz” şeklinde de tercüme edilebilir. Ü.Ö.). Bir kez daha çaresizlik duygusu içinde, onu da bıraktım ve Wellbutrin’le devam ettim.
Yavaş yavaş antidepresanların yan etkilerinin farkına varmaya başlamıştım ve psikiyatristime aldığım aşırı kilolardan ve kabuklu deniz ürünleri (midye vb) ve çikolata alerjisi, uykusuzluk, anfizem (doku ve organlar arasında hava kalması) gibi diğer belirtilerden söz ettim. Şiddetle karşı çıktı ve kilo sorunumun menapozla ilişkili olduğunu söyledi, diğer belirtileri ise hiç önemsemedi. Dört yıllık Wellbutrin kullanımından sonra, daha az yiyor olmama rağmen 30 kilo almıştım.
1998 yılında psikiyatristimi değiştirdim ve yeni psikiyatrist Wellbutrin yerine Effexor verdi.
Yeni bir umut ile 1999 yılında EMDR (Eye Movement Desensitization and Reprocessing /Göz Hareketi Duyarsızlaştırması ve Yeniden İşlemleme) terapisi hakkında bir şeyler duydum ve bir EMDR uzmanı ile terapilere girdim. Epeyce bir özel seans sonrası HMO içinden EMDR terapisi yapan birini buldum ve parasal nedenlerle ona devam etmeye başladım.
Bir buçuk yıl sonra gördüm ki EMDR korkumu ve panik ataklarımı iyileştirmek adına hiçbir etki yapmamıştı. Sadece geçici baskılayıcı olarak işlev görmüştü. EMDR terapisini bıraktıktan çok kısa bir süre sonra tüm belirtiler yine ortaya çıkmıştı.
İki bin yılında, çok az kalmış gücümü toplayarak tüm “terapileri” bıraktım, antidepresanları attım. Effexor’u bırakmamın sonrası üç ay “ilaç bırakma sonrası etkilerle” yaşadıktan sonra bulanık beynimdeki perdeler kalktı ve ben yavaş yavaş tekrar hissederek yaşamaya başladım. İşin en şoke edici yanı, yaklaşık 7 yıllık antidepresan kullanımının hiçbir şeyi değiştirmediği idi. İlaca başlamadan sahip olduğum semptomlar aynen yerinde duruyordu. Panik ataklar ve çocukluk travmam, 1993’te ilaca başlamadan önce nasılsa aynen öyle canlı bir şekilde oradaydı. Tek fark benim yedi yıl boyunca depresyonla birlikte zombi gibi yaşamamdı.
Antidepresanların bana hediyesi kısa süreli bellek kaybı, 30 kilo ve yeni alerjilerdi. Çocukluk travmamın etkileri hâlâ oradaydı ve yaşamımı eksiye götürüyordu.
İnsanlık adına, psikiyatristlere sordum, niçin bu tehlikeli ilaçları kullanmam gerekmişti? Cevap sessizlikti ve ızdırabımı iyileştirmek için hiçbir önerileri yoktu. Çok geç öğrenmiştim ki, Wellbutrin vücudumdaki her şeyi, tiroidi bile yavaşlatmıştı. Kortisol seviyem 4.8’e düşmüştü. İlacı bıraktıktan sonra yan etkilerden birisi, anfizem kaybolmuştu. Fakat midye ve çikolata alerjim bugün bile hâlâ devam ediyor.
Buzdağının görünen kısmı 60 saat kognitif terapiydi (dört ayrı terapist ile), bu kayıp yıllar boş umutlarla geçmişti, bana sundukları sadece ağrı/acı yönetimiydi ve bunun anlamı bilinçteki zihinsel ızdırabı bastırmaktan başka bir şey değildi. Acımı/ızdırabımı yönetmek istemiyordum, çocuklukta yaşadığım suistimalin yaralarını iyileştirmek istiyordum. Doğal olarak, ne Wellbutrin ne kongitif terapi bunu sağlayamazdı. Her “hasta” gibi boyun eğerek tıp uzmanlarına güvenmeliydim. Aşırı kilo almam ve hâlâ devam eden anksiyetemle ilgili kaygılarım kaale alınmıyordu. Depresyondan, korkudan, anksiyeteden muzdarip biri ona yardımcı olması gereken uzmanlardan başka kime inanabilirdi ki? Effexor’la geçen üç yılın sonunda kısa süreli belleğimin önemli bir kısmını yitirmiştim.
Artık aradığım yardımı alamayacağımı bilerek, semptomları kendim ele almaya başladım. Bilhassa bilinçli olarak geçmişe, BÇT’ye (bastırılmış çocukluk travması) odaklanmıştım, kendi kendime gerçekleştirdiğim terapimde. Bastırılmış anıların su yüzüne çıkmasına izin verdim ve iki kez doğduğum/büyüdüğüm kasabaya gittim gerçekle yüzleşmek için. Acıyı hissettim ve boşalttım, böylece travmayla ilgili tamamlanmamış süreç tamamlanmış oldu. Bu adım adım gerçekleşen doğal süreç ve beni etiketlemeyen, teorileriyle veya kendi sınırlılıklarını bana yansıtarak beni düğümleyenler gibi hareket etmeyen, empatik dostların desteği ile doğal bir iyileşme oluşmaya başladı. Şimdi üç yıl sonra, kendime zihinsel olarak güçlü biriyim diyebiliyorum ve çocukluktaki travmadan kendimi özgür kıldığımı söyleyebiliyorum.
Şimdi Welbutrin ve Effexor’un, yavaş çalışan bir metabolizma ve kısmi kısa süreli bellek kaybı gibi kalıntı etkileriyle uğraşıyorum.
Son olarak Çocukluklarında Suistimale Uğramış Yetişkinler’in benimle iletişim kurduğunu ve sadece çocuklukta başlarından geçen kötü hadiseleri (travmaları) değil, psikiyatristler, psikologlar ve terapistlerle yaşadıkları utanç verici deneyimleri de bana ilettiklerini söylemek isterim (Adults Abused as Children Worldwide/ Çocukken Suistimale Uğramış Yetişkinler adlı web sitesine göz atabilirsiniz: www.aaacworld.org ). Çaresizlik içinde çeşitli kurumlara, hatta kiliselere bile yardım için başvurmuşlardı. Bazıları on yıldan uzun bir süre hiçbir sonuç vermeyen terapideydiler. Çoğu antidepresanlar kullanıyordu ve/veya çeşitli terapilerle travmalarını bastırmaya programlanmışlardı. Bazıları ise din öğretisine kapılmış ve bir tanrıya körlemesine itaat etmenin yaşamlarını değiştireceğine ve iyileştireceğine inanmışlardı.
Erken çocuklukta yaşanan travmanın, anksiyetenin, depresyonun etkileri, travma ellenmemiş/işlemden geçirilmemiş olarak bırakıldığı müddetçe canlı kalacaktır. Diğer rahatsızlıklar ve yan etkiler iyileşme fırsatı tanınmamış herkesin hayatına hakim olmaya devam edecektir.
Zihinsel iyileşmenin, ancak yargılamadan, etiketlemeden ve yardım arayanları teorilerle sınırlamadan, sürece empatiyle destek olarak gerçekleşebileceği konusunda benimle aynı fikirde olan birkaç terapistle tanıştım sadece. Maalesef, psikolojiyle ilgili profesyonellerin çok azı böyle bir şeyi gerçekleştirebilecek durumda. Çoğu zaman, terapist böyle bir empatik destek sunma becerisine sahip değil, çünkü kendi yüzleşmedikleri çocukluk travmaları, yardım etmeye soyundukları kişilerin iyileşme sürecine eşlik etmelerine engel oluyor.
Bu alanda çalışan tüm profesyonellere seslenmek istiyorum:
İnsana saygı duyun. Danışanlarınızı, kendilerinin (iç dünyalarının) daha çok farkına varmaları için destekleyin ve sordukları her soruyu üstün olduğunuzu varsaymadan cevaplayın (ya da "üstünlük taslamadan" da denebilir. Ü.Ö.)
Eğitiminizi akıllı bir şekilde ve sadece o kişiyi özgür kılmak üzere uygulamaya yansıtın, teorilerinizle veya doktrinlerinizle yeni bağımlılıklar ve çaresizlikler oluşturmak üzere değil.
Genç psikologlara en yaşamsal şeyi öğretin (zorunlu ders programlarınızın yanı sıra): her insanın tam bütünlüğe sahip sağ beyinle dünyaya geldiğini ve yaşamı boyunca duygularıyla varolan bir yaratık olduğunu.
Hepsinden önemlisi, psikolojiyi veya psikiyatriyi kişisel sebeplerle seçenlerin, sol beyin bölgesi bilgilerini insanların acılarına çare diye sunmadan önce, kendi travmalarını hissetmelerini ve iyileştirmelerini tavsiye ederim. Unutmayalım ki, zihinsel/duygusal acının iyileştirilmesi tek başına sol beyin bölgesiyle oluşturulmuş bilgiyle sağlanamaz, çünkü hepimiz mükemmel bir şekilde çalışan sağ beyin bölgesiyle, duygularımızla, dünyaya geliyoruz; suistimal ve travmayla zarara/hasara uğramış olan da bu duygularımız.

http://www.boxbook.com/Writing_table/letters/psychologist.htm

metnin orijinali:
Letter to Psychologists, Therapists and Psychiatrists
Sieglinde W. Alexander


4091
Merhaba,

Sizinle ilk konuşmamızda bana kendimi çözmem gerektiği ile ilgili bir şeyler söylemiştiniz. Bu tespit, öneri hiç hoşuma gitmemişti çünkü oldukça uzun bir süredir kendimle tanışmaktan zaten kaçıyorum. Şu an kaçacak yerim kalmadı ve yüzyüzeyim her şeyle. Görmek, tanımak, anlamak için cesarete ihtiyacım var. Son bir aydır bir psikologa gitme derdindeyim ama daha binanın önünden öteye geçemedim. Sonuç olarak bana bu tavsiyeyi ilk verene geldim işte…

 

Uzun uzadıya olay örgüleri anlatmak istemiyorum zaten ailemi tanıyorsunuz, kafanızda yaptığınız saptamalarda var eminim.

Yaşadığım şeylerin farkındayım neden yaşadığımı biliyorum ama çözemiyorum. Şu andaki en büyük e temel problemim şu ki, ailem ve arkadaşlarım sorunsuz, mükemmel bir hayatım olduğunu düşünüyorlar. Çünkü bugüne kadar kimseye güvenip bir derdimi açmış değilim. Bu yüzden yıllardır dert dinleyenim. Artık sadece birilerini çözüm bulmaya çalıştığım, dinlediğim için ailem ve arkadaşlarım olduğuna inandığımı fark ettim. Yalnız kaldığımda sürekli ağlıyorum ama insanlara problemsizi oynuyorum. Bu yüzdende hayatımı sahte hissediyorum. Beynime kazınmış olan “kimse birbirini sevmez, anlamaz” inancından kurtulmak ve var olmak istiyorum.

 

Ben neden kimseye güvenemiyorum biliyorum ama nasıl güvenebileceğimi bilmiyorum…

 


4092
Adım Yusuf ŞAHİN.
İstanbul Pertevniyal Lisesinde okuyorum. Bu yaz tatil yapmak mı yoksa can sıkıntısından mı bilmiyorum köye geldim. Hayatımı gözden geçirmek istiyordum. Kendime ,hayatıma yön vermek , hayattan zevk alarak yaşamak , gülmek , güldürmek , ağlamak istiyorum. İstiyorum ki beni seven insanlar, arkadaşlarım , dostlarım , ailem olsun. Bir güçlü yürek istiyorum. Öyle güçlü ki her işin üstesinden gelecek. Yaptığı hiçbir şeyden pişmanlık duymayacak , herkes tarafından takdir edilecek ve sevilecek. Tamam da bugüne kadar neyim ? Ne oldum yaptıklarımla ?...

Ortalama zekanın üstünde bir zekam mevcut . Bazen tam kapasite ile kullandığımda büyük işler yaptığıma şahit olmuşluğum var. Boyum oldukça uzun. Kilom desem yerinde Mutsuz eden bunlar değil demek beni. Bunları kullanamayışım galiba ? Ya da bunları başka amaçlar için kullanmamam olabilir belki de.. Bilmiyorum…

Aslında neyin olmadığımı biliyorum bazen. Bir dost…

Benim bir dostum , sırdaşım yok. Bugüne kadar hiç olmadı. Benim onunla dertleşeceğim , onunla benle dertleşeceği gerçek bir dost . Çok şey istediğimin farkındayım ama neden olmasın ? Bunları geçiyim doğru düzgün arkadaşlık bağlarım bile yok .Konuşmak istedim , konuşamadım , konuşturtmadılar da diyebilirim. Mahalle dediğimiz sokakta  yani mahalle arkadaşlarım bile yok diyebilirm. Okul da mı ? Lise yılına kadar sıra arkadaşım dışında başka kimseyle konuştuğum söylenemez . Hep kaçtım annemin tabiriyle pis sokak çocuklarından.Ya da tembel çalışmayan çocuklardan. Ne zaman Yusuf gel top oynayalım deseler anneme cevabı belli olan soruyu sorardım ve başım eğik bir şekilde hayır cevabını verirdim. Yaz akşamları çekirdek çıtlatmak, muhabbet etmek için  gittiklerinde de gidemezdim. Neden gitmediğimi de tam anlamıyordum. Gidersem derslerimde başarısız olurmuşum güya. Pek sanmıyorum olabilir ama bu benim mutsuz olmamdan daha mı önemli bilmiyorum ? Tam tersi oluyordu. Ben onları kıskanıyordum. Ne başardığım dersler, yazılılar hiç biri bana mutluluk vermiyordu. OKS’  yi kazandığıma bile sevinemedim. Babamın 414 puan aldığımı duyunca aniden işten eve gelip bana bağırması ve sonrada Pertevniyali kazanınca beni köye götürmesi çok dokunaklıydı. Demek bu kadar ince bir çizgideydi mükafatlı mutluluk. Ya da bu kadar yakındı başarısızlığın vereceği cezalar.

Sonradan ani hareketlerin ardından yumuşamamlar. Olsun oğlum şuraya giresin ben sana demedim mi girersin demeler.Ok yaydan bir kere çıkar.İlk söz benim için önemlidir.Sonrası kuru sözlerdir.Hani sokakta bir satıcı olur ya sesinin duyurmaya çalışan sokaktan avazı geldiği kadar bağırır.Ama  PVC camlarımızdan sesi ne kadar geçer ki ? İşte benim kafamdan da o kadar sesi yükselir. Önemsiz kuru sözlerdir bunlar. Ancak satıcı ile işi olan kişiler kulak kabartır bunlara  . Ben patates almayacam ki !

Eski halimi özlemiştim aslında . 2. sınıfın sonuna kadar halimi. Derslerimin kötü olduğu yıllar. Okumayı geç sökmüşlerden olmuşum  önemli değil.O kadar iyi hatırlıyorum o yılları sadece haylazlık yapıyordum. Okula gittiğimin bir manası yoktu. Okul sanki haylaz çocukların oyun oynama için toplandığı bir yuvaydı. 3. sınıfa girince ne oldu bilmiyorum. Ders çalışmaya başladım. Ama neden  olduğunu hala anlamış değilim . Şimdi yazarken geldi aklıma. 2. sınıfın sonunda derslerim kötüydü. Annem okula gelmişti ve karnemi alıp eve gitmiştik. Babamdan ilk önce kızmasın diye karneyi saklamıştı annem. Sonra bayağı bir kızdı babam diye hatırlıyorum.3.Sınıfa başladığımda yeni bir öğretmenimiz vardı. Öğretmenin çocuğu olmuş 7 aylığına Selvi hoca diye biri görevlendirilmişti. Yeni bir Yusuf oldum adeta. Anlamadım derslerimin hepsi 5 olmuştu birden. Hoşuma gitmişti ilk başta ama bir süre sonra bu başarının ardından sokaklar yasaklanmaya başlamıştı bana. Çalışkan Yusuf un daha fazla çalışması gerekiyordu galiba?

Ders çalışma saatleri denen bir uygulaması vardır bizim evde. Her evin değişik bir uygulaması olduğu gibi. Babam belli saatleri astırır odaya ve bu saatlerde masanın başında ders çalışacaksınız diye sinirli gözlerle bakar bizlere bizlerde korkarak Tamam Baba deriz. Hiç uyduğumu hatırlamıyorum.Günde 3 saat ders çalışmak mı ? 45 dk yı bulsa çok zor ! Bazen eve ani baskınlar gelirdi. Tabi ben televizyon başından ustaca kalkarak ders  çalışmama başlardım. Yalandan o saatlerde masamda ders çalışıyormuş gibi görünür sonra tekrar çıkardım ortalığa .  Babam eve geldiği zaman evde bir sessizlik oluyordu. Sanki işinin bütün sorununu eve getirmiş gibiydi. Kendisinden çok biz husursuz oluyorduk.Kaşları çatık bir adam salonda yemek yiyor , televizyon izliyor. Ya odada kalacaksın ya da salona televizyon izlemeye gideceksin. Ben odada kalırdım genelde. Salona çıkıp gergin havayı tatmayı istemiyordum. Eğlence hayatım sadece hafta sonu top oynamaktan ibaretti. Hafta sonu dışında oynamam kesinlikle yasaktı. Cezalar alabilirdim bunun için. Bir de  babam senede 2 kere sinemaya götürürdü beni. Biraz da ben götürtürdüm kendimi. Ama ne bilim hep suçlu bulmak istiyorum babamı. Yaptığı her kötü şey gözüme çarpıyor ancak iyilikleri yok gibi geliyordu. Anlamıyorum. seviyor muyum, sevmiyor muyum bilmiyorum. Saygılı davranıyorum , bağırdığı zaman susuyorum başımı eğiyorum o kadar.

Yaşım artık 17. Hayat bilgim sıfır diyebilirim.Ne köy işlerini öğrendim , ne elektirik işlerini az çok anladığım bir bilgisayar var bir de musluk montajhanesinde öğrendiklerim. Elime bir çivi alıp mobilyayı tamir etmek ne kadar hoşuma giderdi bide. Hiçbir şey yapmasam bile bir vida sıkıştırmak bile yetiyordu bazen bana mutlu olmak için. Bunlar geçip gidiyordu. Sonrada artık bunları yapmaktan hoşlanmamaya başladım.

Biriyle tanıştığım zaman  ya da karşımdakininde yalan söylediğini anlayınca ben de onu etkilemek için ya  da yalan söyleyenin farkına varması için küçük beyaz yalanlar söylerdim.
En çok söylediğim  yalan ise benim olmayan bir hikayeyi benimmiş gibi anlatmak olurdu. O başkası ben olurdum o an.

Şimdi bakıyorum da okul sanki hayata bağlayan tek şey gibi gözüküyor bana. O biterse her şey bitecek gibi geliyor. Çalışma , iş hayatı derken yaşlılık ve ölüm.Herkes o yıları arıyor. Benim ise bu yıllarım sanki boş geçiyor. Üzüldüğüm şeyde bu. Geçen sene hayatımda hiçbir şey ifade etmiyor. Ne yaptım hiçbir şey. Öyle geldi geçti  . Seneye de Öss macerası başlayacak. Yani hayatımda ne yapmam gerekiyorsa liseden ne hatırlamak istiyorsam sanki hepsini bu yıla sığdırmam gerekiyormuş gibi geliyor bana. Evet bu yıl ne yapacaksan yapacaksın Yusuf. Okulda kavga et, başkan ol , gez , dolaş , şunu yap , bunu yap , organizasyonlara katıl . Dik dur ve asla başını eğme . Bunları yapmak istiyorum galiba ? Yapabiliri miyim bu kadar şeyi sığdırabilir miyim bir yıla bilmiyorm. Ya başaramazsam. Ya lise yıllarımın öylece boş geçip gittiğini hatırlarsam ? .Olsun üniversiteye kalsın diyemem gibi geliyor. Bir şeyler yapmalı …

Bir kız arkadaşım bile yok diyorum. Olması mı lazım onu da bilmiyorum. Bu konular küçüklüğümden beri uzak dur denilen konular ve bu zamana kadar da hep uzak durdum. Hoşlandığım kızlar oldu tabi ki. Ama yanına yaklaşıp söyleyemedikten sonra ….  En son Melis diye bir kızdan çok hoşlandım.Aylarca gözlerimi ondan ayıramadım.En sonunda konuşmaya karar verdim.. Her şey aniden oldu . ne oldu bilemedim oldu ve bitti. Sonuç yok. Onunda hoşlandığı biri varmış öyle söyledi. Tabi ben konuyu kapatmış gibi oldum ama aslında kapatmamışım bunu sonradan anladım. Şansımı okul başlayınca tekrar denemeyi düşünüyorum. Onu görünce gözlerimi ayıramıyor farkı bir alemde oluyorum sanki. Kalp atışlarımın hızı yavaşlar gibi oluyor attığı her bir adım bir ritim gibi kalbimde atıyor diyebilirim. Onun gülüşü ve güzel kızıl saçları beni büyülemişti. Ama bilemem gerçekten dışardan göründüğü gibi saf ve temiz bir kız mı? Yoksa çok ses çıkaran cadı bir kız mı ?   Annesini görmüştüm bir kere. Tabi bunu size söyleyince belki hatırlarsınız ne yapcan kızımı alcan demiştiniz. Aslında doğru. Kızımı alıcam şansımı denicem bir kere daha . Araba plakasını bile ezberledim. Bu biraz fazla oldu galiba ama  olsun . Belki de bu hissettiklerim bir hiçten ibaret. Boş hayalimi doldurmak isteyişim ve benim istediğim bir tipte ve o gördüğüm saflıkta karşıma çıkan o kız. Bunların hepsi gerçek mi yalan mı ? Bilmiyorum....

Sonrada arkadaşlarıma bakıyorum onları farklı şekillerde görüyorum . Yüzlerce kızla tanışmış , çıkmış , dolaşmış çocuklar.Ya ben sıfıra sıfır elde var sıfır. Aslında bu sıfırlarım çoğalııyor.Bir gün bunlarım ilerisine 0  dan başka bir rakam atarsam çok büyük değer kazanacak gibi.

Şimdi Ağustos ayına girmek üzereyim .24 temmuz Perşembe günlerden. Adım Yusuf. Ne olacağımı bilmiyorum.Günlük yaşıyorum.Gelecek için bir hazırlık yaptığım söylenemez. Ancak okuyorum işte.  Film izliyorum , müzik dinliyorum. Namaz kılmayı da bıraktım bu aralar. Aslında kıldığım zaman kendimi daha huzurlu hissediyorum. Daha enerjik , daha güçlü bir Yusuf. Şimdilik yok bu çocuk ortalarda. Ara sıra kitapta okurum. Bunların sayısı senede 7 yi geçmez. Bazen 10 olabilir. Ama ortalama 7 diyelim. Cengiz AYTMATOV  un beyaz gemisini okuyorum bu aralar. Kitaplarla yetiştirmek istiyorum kendimi. Bazen bir gitar kursuna gidip , gitar çalmak ama aileden nerden izin alacan? Çok uğraşsan anca. O da bir aksilik çıkınca ya da dersler bozulursa  gittiğine pişman ettirirler seni

Bazen bir şeyler buluyorum elimle yakalayacak gibi oluyorum. Her şey doruğuna çıkıyor ve işte bu sefer yakaladım , yakalıcam diyorum.Elimi uzatıyorum ve orda olmadığını gittiğini görüyorum. Sanki rüyalarımda ki gibi. Çoğu güzel rüyamda uçmayı öğrenirim.İstediğim gibi uçarım evin çatılarında. Sabah kalktığımda ise bunun  etkisi kalkmaz üzerimden ve yataktan uçmaya çalışrım ve kendimi yerde bulurum. Ama rüyamı düşündüğüm zaman yine bir tebessüm belirir suratımda.

TM ye geçtim. Neden mi ? Bende tam bilmiyorum. Herkese bu konuyu düşündüğümü aslında istediklerimin TM  de olduğunu söyledim. Doğru mu bilmiyorum .Belki de tek düze giden bir lise hayatını değiştirmeyi istiyordum.Ama hiç sanmıyorum .Çünkü eski sınıfımda kalsam kesinlikle daha uçuk işler yapabilirdim.Ortam daha uygun her şey için. Peki  niye geçtim. İçimde ki ses dedi derler ya. Öyle oldu galiba. Her şey aniden gelişti ve o kadar güzel gelişti ki TM ye geç diyordu her şey. Yolda yürüyen insanlar , duran lamba, geçtiğim kapılar… Ve geçtim. Dönülmez mi ? İstesem hemen dönerim ama bunu istemiyorum. Yoksa istiyormuyum ? Bir insan zırhını giydikten sonra savaş yapmadan çıkarmaz kanunu işlettim kafamda . yani tm de kalmalıyım artık.Aslında TM yi istiyorum ama neyse bunları sonra anlatırım….

Okulda bir sınıf arkadaşlarım nedendir bilmiyorum bana yakın davranıyorlar çoğu zaman. Aslında davranmalarının sebebi onlara her zaman doğruyu söylemem ve verdiğim her sözü tutmamdı .Okulda ise farklı şekilde tanınıyordum. Ben İslami görüşü savunan , kimi zaman AKP ci , kimi zaman Feytullahçı bir insandım onların gözünde. Onlar mı ?
Onlar solcu , sosyalist, fikrini açıklamayanlar,özenti kişiler. Aslında burada anlatmak istediğim bu değil. Tabi ki ben bir partici olamam . Benim ne haddime bu görüşleri savunarak herkesin  karşısına çıkmak. Onlar kendi fikirlerini ortaya atınca benimde onlara tepki olarak bunları sunmam lazım geliyor. Ve benide bu yüzden AKP ci , Feytullahçı , İslamcı olarak nitelendiriyorlar.Bende bu sıfatlarla bir süre anıldıktan sonra özümseye başlıyorum.Özümsedim de diyebilirim artık. Ve onların hepsinin birleşip mutlu bir tablo çizmesi sinirlerimi bozuyor. Aslında bende mutluyum. Ama ne bilim kendi sıkıntılarım artık buna müsaade etmiyordu. Onlara karşı mutluluk oyununu oynayabileceğim gücüm kalmadı diyebilirim. Aman ne hali varsa görsünler .Ama ne bilim benim başörtülü ablama laf atmaları beni sinirlendiriyor.


Bana ne mi lazım hocam. Sanki çoğu zaman bir dost istiyorum.Benim kafadan olacak.Bana kanki olacak.Arkamdan gelecek, dertleşeceğim bir dost lazım galiba. Hayatta ideali olan iyi bir dost. Bunu bulmam lazım hocam… Ama nerede ?

Yazının sonuna doğru geldiğimde  kendimi bayağı bir rahatlamış hissediyorum. Biraz sonra gitmezse çok güzel olacak. Ama bu yazı şimdi aklıma geldi sanki ben yazmadım.Siz bana fark ettirmeden yazdırdınız gibi geldi.Olanca yazıyı gösterince etkilendik tabi ki biraz.  Akif ‘ in yazısı da etkilemişti biraz beni.  Belki de bunları yüzünüze karşı söylemekten korktuğum için ya da söyleyemeyeceğim için kağıda yazdım. 


4093
Bazı meyveler vardır ki dışı ne kadar temiz pürüzsüz ve iştah açıcı gözükse de aslında içi çürük, kurtlar tarafından yenmiş ve kararmıştır …

Çok temiz ve hali vakti yerinde bir ailenin de bir meyvesi varmış. Aile ne kadar temiz ve sağlam kurulsa da, temelleri sağlam değilse sonunda ya ağaç çürür ya da meyvesi düzgün olmaz…

Çocuk çocukluğunun verdiği enerji, heyecan ve saflık içinde büyüyormuş. Daha küçükken bile kendine o kadar güveniyormuş ve güçlü görüyormuş ki sırf bu kendine güven ile her şeyin üstesinden gelebiliyormuş. Annesi, babası ve kardeşleri ile yaşamaktan o kadar memnun muş ki arkadaşları imrenirmiş onun gibi bir aileye sahip olmaya.

Her ailede anne baba kavga eder sonra barışırlar ama bundan çocukların haberi olmaz. Yine bir kavga anında çocuk uyanmış bağrışma sesleriyle. Sesler anne ve babasının odasından geliyormuş. Çocuk kalkmış ve yüzünü yıkamış, anne ve babasının odasının önünden geçerken istemeden de olsa kulak misafiri olmuş ve “hangi or.....la gezdin de yedin paraları yine” diye bağıran annesinin sesini duyunca kalbi duracak gibi olmuş. Çocuk kalbi saftır ya babasını dünyanın en iyi adamı olarak bilen çocuğun içine istemeyerek bir şüphe düşmüş. Kimi zaman korkusuzca ve hiç kaygısız yanında soyunan annesinden az da olsa ürken ve uzak duran çocuk daha da kaygılı gözlerle bakar olmuş annesine. Onun hiç cennetlik olan babasına ise şüphe ile bakar olmuş gözleri... Rüyalarına girer olmuş babasının kötü kadınlarla yakalanma sahneleri.. Annesiyle babasının boşandığını hayal edermiş hep çocuk. Kendi kafasında senaryo kurmaya başlamış boşanırlarsa ben babamda kalırım hafta sonları ise anneme giderim diye düşünmeye başlamış. Kardeşlerinin hiç haberleri olmazken bunlardan o hep kavgaları duymuş ve görmüş. Kimi zaman annesi gelip baban mı haklı ben mi diye sorduğunda ise hep sen demiş çünkü korkuyormuş annem benimle de kavga eder beni sevmez diye. Annesi istemeden ve bilmeden de olsa hep zarar veriyormuş çocuğun iç dünyasına.

Oturduğu mahallede bazı arkadaşları birbirlerini elliyorlar, erkek erkeğe sevişip organlarını birbirlerine değdiriyorlarmış. Bir gün bunu gören çocuk şaşkınlıkla öylece kalmış, bunu yapanlar teklif ettiğinde ise kabul etmemiş ve küçük olmasına rağmen ciddi bir meseleden dolayı ilk kavgasını etmiş. Ne misket içine ne bisküvi için ne de biri ona salak dediği için kavga etmiş. Sadece dürüstlüğü namusu ve şerefi için kavga etmiş. Ama bunların hepsini sadece ve sadece kendisi bilmiş ve hepsi teker teker yerleşmiş kalbine ve beynindeki siyah örtünün arkasına…

Çocuğun iki arkadaşı varmış ki çok temiz ve iyilermiş. En çok o ikisiyle takılır ve her şeyini paylaşırmış. Hiç kötü bir şeyi kıskanmamış hep iyi şeyleri kıskanırmış çocuk. Okulda da dersleri çok iyiymiş çocuğun o kendi dünyasını kurmuş artık zaman geçerken. Arkadaşları arasında sohbetler edermiş arkadaşları onu lider bilirmiş. Liderliğe çok alıştığından kendine sığınan ve sevdiği herkesi korumaya alışmış çocuk.
Yaşadıkları duydukları ve gördükleri bilinçaltına yerleşmiş ve üstü kapanmış artık. Sonraları kendine şaşırarak ve kendinden nefret ederek kızlara çok ilgi duymuş. Arkadaşlarıyla paylaşmış ama o yaştaki hiçbir arkadaşı bunu anlamamış ve dolayısıyla yardımcı olamamış. O yaşta onun gibi düşünen sadece sokaktaki serseri çocuklar varmış onlara da yanaşmayan çocuk kendi içinde yapayalnız kalmış ve bu duygusunu bastırmaya adeta yemin etmiş ve bunu başarmış. Bu duygusunun sebebi iste küçükken annesini gördüğü durumlar ve dışarıda ki birkaç hayasız kızın ona yaklaşımıymış belki de …

Çocuk 8. sınıfa geldiğinde artık her şeyi içine gömmüş ve hatırlamak istemezcesine üzerini örtmüş ve unutmuş yaşadıklarını.. Lise sınavlarına hazırlanma bahaneside buna bir sebep olmuş.. Ailesiyle güzel vakit geçirmeye devam etmiş özellikle de babasıyla.. Ama bunun sebebi her şeyi unutmasıymış. Eğer unutmasa ne annesine ne babasına yaklaşabilir ne de rahat uyku uyuyabilirmiş..

Lise sınavını kazandığı yaz taşınmışlar oturdukları semtten. Tabi en güzel anıları, çocukluğu ve arkadaşları orda kalmış. Okulu da değiştiği için adeta hayatı sıfırlanmış çocuğun. Yeni bir hayata başlamış gibi hissetmiş kendini. Ne ilkokul çağlarını hatırlıyormuş ne de küçüklüğünü. Sadece resimlerdeki anları hatırlayabiliyormuş. İlk bulduğu kötü yola ve arkadaşlıklara meyil verip kendini bir batağa atmış çocuk. Ne ailesiyle arası iyiymiş ne de dersleri, artık takmıyormuş da zaten. Eskiden 5 vakit namazdan bir tane kaçırmayan çocuk şimdi ise namaz kılmayı zor bir iş ve gereksiz olarak görüyormuş. Allah’ı kendine dost bilen çocuk Allah’a hadsizce isyanlara başlamış. Üzerinden iki sene geçmiş ve çocuk sınıfta kalmış aynı zamanda da sanki küçücük bir odaya hapsedilmiş gibi yalnızmış. Öyle düşüncelere dalmış ki beyni patlayacak gibi olurmuş bazı geceler ağlayarak rahatlarmış. Birde gereksizce hak etmeyen bir kıza gönül verip kendi kanını kendi emdirmiş ama neyse ki durumun farkına varıp ipleri ele almış. Geçmişini hatırlamak için öyle zorluyormuş ki kendini bazen ölmek istiyormuş ama ölemiyormuş. Sonunda bir gece aniden aklına birden o sesler o gördükleri ve duydukları bir anda gelivermiş. Çocuk bunları hatırlayınca şok olmuş ancak soğuk kanlılığını elinden bırakmamış ve iki gün hiç durmadan düşünmüş durmuş acaba geçmişimdekiler beni bugün kontrol edebilir mi diye. Annesini öyle görüp küçüklükten itibaren kızlara ilgi duyması, anne ve babasının kavgalarını duyup ve görüp ikisinden de soğuması, o ettiği kavgalar ve bugün çok sinirli ve kavgacı olması.. Hiçbiri tesadüf olamaz diye düşünmüş çocuk.. O anda kendi içindeki düğümü çözüp iplerini eline almış ve kendini yönlendirmenin tadına varmış çocuk. Artık içinde öyle bir güç varmış ki herkesin zor dediği şeyleri yapmak için can atmaya başlamış.

Çocuğun gözünden iki damla yaş akmış, abdest alıp namaz kılmış ve Allah’a yalvarmış, onun dostu olması ve arkasında olması için.. Ve buna inanarak kendine söz vermiş büyük adam olup kendi yaşadıklarını yaşayan çocuklara yardım etmeye…


KİMSENİN HAYATI DIŞARDAN BAKILDIĞI GİBİ DEĞİLDİR VE HERKES KENDİ İÇİNDEKİ DÜĞÜMÜ TAM OLARAK KENDİSİ ÇÖZER !!!!!


Sayfa: 1 ... 271 272 [273]