Gönderen Konu: GEPPETTO BABALAR PİNOKYO ÇOCUKLAR ERKEKLEŞEN ANNELER…  (Okunma sayısı 4423 defa)

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4310
    • Profili Görüntüle
                    OTORİTESİZ BABALAR, ERKEKLEŞEN ANNELER…

   Ebeveynlerin çocukları için yapalabileceklerinde öncelikle temel ihtiyaçlar akla gelir. Yeme, içme, giyinme, barınma, eğitim bunlardan başlıcalarıdır. Bu temel ihtiyaçlar bazen çok abartılarak giderilmeye çalışılır. Ebeveynler rutin bir hayati idame ettirebilecekken,  belki daha iyi bir ebeveyn olma gayretiyle konforu sürekli artırma çabası içine girerler. Hatta kimileri daha da hırslanır, helal-haram demeden çocuğuna bırakacak mal için çabalar durur. Çocuk büyürken çoğu kez iş yoğunluğundan büyüdüğüne de eşlik edemez. Çünkü her şey ona daha iyi bir hayat sunmak içindi… İyi niyetle yine bir şeyler yapmak ister ebeveyn....şartlarını zorlayarak kurs, etüt, sportif-kültürel-sanatsal kurslar, özel dersler vb ile bu açığı gidermeye çalışır. Kimisi gerçekten isteyerek ve bilinçli, kimisi vicdanını rahatlatmak için yapar.  Esasen ne yapılırsa yapılsın, çocuk için bu konforun gelecekte çok da önemli bir hatırası kalmayacaktır.  Yokluğu hiç bilmeyen çocuk bu konfor içinde gözünü açtığından, ailesine müteşekkir içinde de olmayacaktır belki. Ebeveyn olarak zaten öyle bir beklentimiz de yok diyebilirsiniz ama bir gün “nankör, vefasız, kıymet bilmeyen”  bir evlat olma ihtimalinde fedakarlıklarımızı da sorgular hale gelebiliriz.

      Tüm bu maddi ihtiyaçlar tabii ki önemlidir ama asıl önemli ihtiyaçların karşılanmadığı sürece bir şeyler hep eksik kalacaktır. Özellikle günümüzde maalesef çocukla ilgilenilmekten sadece akademik destek ve  başarı anlaşılmakta. Çocuğun belki de hayatının en önemli dönemleri at yarışı gibi akademik eğitim üzerinden yürütülüyor artık. Akademik eğitim çabaları da bir çeşit maddi ihtiyaçtır.  Tüm maddi imkanlar  çocuğun duygu dünyası için çok da önemi değilken, gelecekte de eksikliğini hissedecek kadar mutluluğuna da engel olmayacaktır. Geçmişte et veya makarna yemesi, tatilde  köye veya lüks bir tatil beldesine gitmesi, kolej veya devlet okulunda eğitim görmesi, marka veya sıradan Pazar malı giymesi vb durumlar çocuk ruhunda çok da fazla eksikliğe ya da fazlalığa neden olmaz. Olsa da asıl eksiklikler kadar olmaz. Nedir bu eksiklik? Sevgi ve güven açlığı…  Çocuk için kalıcı olacak tek miras, ailede kazanacağı sevgi-saygı-özgüven- güven duygularıdır. Yıllar sonra çocukluk hatıralarından onda iz bırakacak olan bu duygulardır. Bunlar çocuk için en yapıcı ve gerekli yatırımdır.  Maddi  imkanlar bir gün düzelir, telafi edilebilir ama artık davranışa dönüşmüş duygusal açlıklardan meydana gelen travmaların, engellenmelerin telafisi çok zordur. Bu durumla ilgili bazen en küçük olumsuz anıların yarattığı travmalar, ileriki dönemlerde tedavisi zor yaralar açar.

      Çocukların duygu gelişimi anne karnında başlar ve ailede şekillenir. Çocuk sevgi ile   her şeyi ailede öğrenir.  Erkek çocuk bir kadının nasıl sevileceğini babadan, kız çocuk ise bir erkeğin nasıl sevileceğini anneden öğrenir. Bir psikolog  "Kadınlık doğuştan gelir, erkeklik model alınarak zamanla babadan  öğrenilir. "  Bu durumda erkek çocuklarda  kişilik-davranış  sorunlarını yaşama ihtimali daha yüksek oluyor. Kocası tarafından sevilmeyen, sevgiyi bedensel-sözsel görmeyen, bedensel-sözsel şiddet gören, hor görülen, değer görmeyen kadın, çocukların gözünde mağdur duruma düşer. Tabii ki doğal bir refleks olarak   çocuklar  anneye sahip çıkma- koruma- sevme-acıma duyguları içine girerken; babadan da uzaklaşmaya, soğumaya nefret etmeye başlar. Bu mevcut durumda  çocuklar gelecekteki hayatlarını derinden etkileyecek travmalara da kavuşmuş olurlar. Ailede yaşanacak böylesi durumlarda her bir çocukta farklı etkiler bırakabilir. Bu durumda erkek çocuk babadan ruhen ve bedenen uzaklaşmak, kendini korumaya almaya çalışırken  bu mücadele giderek bilinçaltına da yerleşir. Asıl risk bu aşamada başlar. Erkek çocuk babadan uzaklaşırken modelden de mahrum kalmakta, erkekliğinden de giderek uzaklaşmış olmaktadır. Genel ve geçer bir durum olmasa da, bu yaşananlar,  az veya çok davranış bozukluklarını- cinsel sapmaları beraberinde getirmektedir. Annenin mağdur durumu artık üzerine iyice yapışmıştır. Anne kendisini seven, destekleyen, babaya karşı kendisini tutan, onu teselli eden bir evlada kavuşmuş olur. Böylelikle ömür boyu sürecek olan anne sömürüsünün de temelleri atılmış olur. Erkek evlat anneye sahip çıktıkça hemcinsi olan baba da çocuktan uzaklaşır. Anne artık bir kuzuya, dert ortağına- yoldaşa- hiçbir şeye itiraz etmeyen hayırlı bir evlada sahip olmuş olur. Artık bu evlada yatırım yapar. Ölünceye kadar bırakmayacak bu evlatla tabiri caizse nikah kıyar. Erkek evlat artık “erk” liğini kaybetmeye başlar. Kendini anneye adar. Özlemi duyduğu “erk” i başka bedenlerde arar. Aslında sadece amaç kendini tamamlamaktır. Ama bu durum giderek erotikleşmeye, daha sonra da belki fiiliyata dönüşmeye başlar ki artık beden-ruh çatışması ayyuka çıkar. Mutsuzluklar, huzursuzluklar da beraberinde  yaşanmaya başlar.  Böylesi bir evladın evlenmesi artık zordur. Anne de zaten başka bir kadınla paylaşmak istemez artık. Her şey daha zor ve karmaşık hale gelir ki kişiden kişiye değişir sonuçlar. Kimi az kimi çok, artık girdaplara gire çıkar… Anne güdümündeki erkek evlendiğinde anne hakimiyetinden çıkması zordur. Bir yandan da erk’liği de zarar gördüğünden normal bir karı koca ilişkisi yaşayamaz. Erk’siz erkek eşini anne yerine koyar ve cinselliğe de mesafelidir. Her yerde anneyi görür. Onu üzdüğünde, kızdırdığında lanetleneceğini zanneder adeta. Duygusaldır, merhametlidir, yalnızdır, çaresizdir, eksiktir, huzursuzdur… Bu halde kocalık ve babalık vasfını da yerine getiremez. Bu durumda eşi işlerin devamı, düzenin devamı ve işleyişi için sahaya çıkar. Aşağıda belirtilecek şekilde kısırdöngü ile, sebepler ve sonuçlar yer değiştirerek devam eder.   

Erkek çocukların erk’liğini kaybetmesi durumu   sadece eşine şiddet uygulayan ailelerde değil, yukarıda belirtildiği gibi kısırdöngü içinde  başka durumlarda da oluşmaya başlıyor... Babanın çok ilgisiz olması, çok yoğun bir iş hayatı nedeniyle aile hayatında neredeyse olmaması, babanın  ev ortamında çok pasif- otoritesiz-ezik-silik olması, bedensel veya ruhsal rahatsızlıklar, ayrılmış aileler,   annenin dominant karakterde olması ve aile ilgili tüm kararlarda etkin olması vb sebepler babayı rol model olmaktan çıkarır. Özellikle boşanmış ailelerde özel durumlar olabilir. Ama hayatları ayırırken evlatların da mümkün olduğunca  az zarar görmesi için gayret edilmelidir. Çocuk kırgınlıklara-kızgınlıklara- nefrete kurban gitmemeli. Ayrılmış ebeveyn çok kötü bir özel durum yoksa görüşmelerine köstek olmamalıdır.  Örneğin ayrılmış  ve erkek çocuğu anneleri ne kadar fedakarlık da yapsalar, her türlü konforu da yaşatsalar da çocukların hayatlarında olması gereken erkek modeli  sunmaları çok zordur. Bu amaçla olabildiğince erkek çocuk-baba iletişimini kuvvetlendirmeye çalışmalılar. Babanın ailede pasif karakterde olması, annenin tüm işlerde aktif rol almasına sebep olmaktadır. Kadın içerde ve dışarıda tüm işlerin hallolması için sahaya çıkar. Kadın rutin görevleri dışında artık kocanın yapması gereken görevleri yapmaya mecbur görür kendini. En azından bunu çocukları için yapar. Kendini paralayan anne, artık bir nevi erkekleşmeye başlar. O artık babadır da. Çabalarıyla birlikte evdeki hakimiyet, otorite, söz söyleme hakkı da tamamen anneye geçer. Bu aşamada baba belki eşi bilinçli kullanır, belki istese de otoriteyi kurmayı beceremez, belki de kişiliği tembelliğe uygundur ve baba-eş olma sorumluluğundan çok  uzaktır. Böyle durumlarda anne  her şeyde söz hakki sahibi olduğu için kimi zaman kocasını yok sayar-ezer- hükmeder. Böylesi bir durumda kız çocukları için  başka bir riskler meydana gelir. Kız çocuğu genel itibariyle babayla daha iyi iletişim kurarken, annenin babaya olan otoritesinden babasını mağdur olarak konumlandırması zor olmaz. Kız çocuk sevdiği adamı yani babayı ezen anneden uzaklaşır ve babayla özdeşim kurar. Bir nevi model olarak da babayı benimser. Kız çocuk bir nevi hemcinsinden de uzaklaşır bilinçaltında. Daha önce belirtilen davranış bozuklukları, cinsel sapmalar bu ve buna benzer durumlarda filizlenmeye başlar. Pasif babanın erkek çocuğu da anlatıldığı gibi hayatı boyunca bu modeli arayarak kendini tamamlama arayışına girer. Anlatılan her iki riskli durumda erkek çocuk babanın sevgi ve ilgisinden, kız çocuk da annenin ilgi ve sevgisinden mahrum kalmaya başlar. Eşcinsellik sorunu böylesi ailelerde doğal olarak daha kolay  gelişmiş olur…

     Günümüz modern dünyası her ne kadar bize güzel kavramlar sunsa da sorunları çözmede  maalesef  yetersiz kalıyor. Demokratik aile derken anne, baba rollerinin çatıştığı-karıştığı ailelerde çocukların kafası daha çok karışıyor.  İster tanrı, ister kral ister müdür,  ister ailede reis olsun.....çokluk doğanın tabiatına aykırı. Evet herkes söz hakkını kullanabilmeli ama son karar verici, lider, otorite tek olmalıdır. Çocuklarım gözünde babalar saygın-lider-halledici-korumacı- güven verici olmalıdır. Bu vasıflar babada eksik de olabilir, hiç  olmayabilir de... Yine de çocuğunuzun buna ihtiyacı olduğunu bilerek böyle bir baba portresi çizilebilir çocuk için.  Diğer yandan aile içi iletişimle sorgulamadan-suçlamadan bu sorunlar oturulup konuşulmalıdır. Okuyup araştırmak, profesyonel destek almak vb çareler uygulanmalıdır.

     Hiç bir çocuk sorunlarıyla dünyaya gelmiyor. Bilerek-bilmeyerek, yanlış-eksik yöntemlerle çocukların kişilikleri inşa ediliyor. Onlarla daha çok ilgilenmek derken birlikte çok vakit geçirmek değil, kaliteli vakit geçirmek anlamalıyız.  İlgilenmek sadece  akademik eğitimde, giyim kuşamda, oyuncaklarda- mekanlarda konfor  olarak algılanmamalı..... Birlikte geçireceğiniz çok basit muhabbetler, şakalar, oyunlar, çılgınlıklar, etkinlikler, işler .....rutin hayatlarına renk katıp, çocuğun duygu dünyasını geliştirerek  sağlıklı ruhsal yapılarıyla gelecekte "ben de varım" diyecek özgüvenli -mutlu bireyler olarak hayata atılacaklardır. Anne ve baba, rollerinin gereği neyse onu en iyi şekilde yapmaları elzemdir. Yoksa ne kadar konfor da sağlansa yumuşak babalarla, erkekleşen annelerle mutluluğa kavuşmak çok zor görünüyor… 
« Son Düzenleme: 05 Mayıs 2021, 07:14:18 ös Gönderen: psikolog »

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4310
    • Profili Görüntüle
Ynt: GEPPETTO BABALAR PİNOKYO ÇOCUKLAR ERKEKLEŞEN ANNELER…
« Yanıtla #1 : 21 Haziran 2021, 01:38:45 ös »
ODA KIRMIZI DEĞİLDİ AMA BAHÇELİYDİ…
            İnsan hayatının bazı dönüm noktaları vardır. Bir başlangıç, bir değişim, bir yeni arayışlar, yeni keşifler, onarılması gerekenler ya da bunlara bağlı yeni hayal kırıklıkları… Değişim ve gelişimin olduğu yerde hayal kırıklıklarının da yaşanması pek doğaldır. Heyecan ve değişimler, riskle yoğrulmuştur. Bunu bilerek riskleri göze almakta fayda var. Ben riskleri göze alarak ve olacaksa bir değişim, geç de olsa  olması gerek diyerek başladım terapiye. Yarın ne gösterir bilemem. Ama terapide ilk adıma kırmızı olmayan ama bahçesi olan bu küçük odada başladım. Belki kimleri ağırlayan yaşlı deri koltuklar bahçeye doğru bakıyordu. Bazen anlattıklarımızdan çekindiğimizde terapistle göz göze gelmemek için bakışlarımızı kaçırıp baktığımız bahçe, genelde bize sığınak oluyor. Terapistin tam arkasında kalan bahçede her bir dal, bir yaprak bir bahçe detayı bir anıyla kaynaşıyor sanki. Bir dahaki geldiğimde gördüğüm her bir ayrıntı, anlattığım olayları hatırlatıyor… Dar mekandaki kitap yoğunluğu bazen düzenli, bazen karmaşık; bazen huzur veriyor, bazen daraltıyor. Gözlerimi kitap adlarından alamıyorum bazen ve bu beni yoruyor da. Ama kitap kokuları huzur da veriyor ortama… Belki psikolojik malum dizideki dizideki şatafatlı, ferah, lüks  ortam yoktu ama samimiyeti hissetmiştim her daim. Tabi dizideki aşırı ilgili, pışpışlayan, danışanı omzuna dizine yaslatan, onunla ağlayan, sarılan, sürekli pohpohlayan bir terapist de yoktu. Ama hiç terapiye gitmeyenler filme aldanıp da böyle bir ortam ve süreç var zannederse yanılır. Danışanlar güçlü, ne istediğini bilen, konuya hakim, tecrübeli, oyalamayan, gerçekçi bir terapist ister. Oturup beraber ağlayacak birini arasa zaten bir dostla da bu ihtiyacını giderir. Ya da derdine bir makale, bir kitap, bir video ile çözüm de arayabilir kişi. Fakat iyi bir kitap, iyi bir dost, iyi bir makale vs, belli bir konuda terapiye ihtiyaç duyan bir insan için iyi bir terapistin yerini asla tutamaz. Her insani duygularda olduğu gibi terapistle danışan arasında da karşılıklı sabır-özveri-güven-samimiyet-mahremiyet olmalı. Terapistin donanımı, kapasitesi, kalitesi ve tecrübesi mutlak çok önemli ama bunun yanında uyum da muhakkak olmalı. Diğer tıbbî rahatsızlıklarda belki böylesi bir uyum beklemez ama tüm duygu ve düşüncelerinizi, özelinizi anlattığınız birinden yani terapistinizden  dostane yaklaşım da beklenir. Fakat bunu da abartmamak gerekir. Her ne olursa olsun bu ilişki sonuçta tabiri caizse  ticaridir. Bir hizmet alıp bedel ödüyorsunuz. Herkesin bu ticaretten bir beklentisi var sonuçta. En başından bu süreçte riskler ve dereceleri sunulduğunda kimse hayal kırıklığı yaşamaz. Danışanın derdi ne olursa olsun genelde  ihtiyacı olan ve terapistten beklediği ilgi-sevgi-anlayış-sabır-takip-değer görme-özel hissetme vb duygulardır. Yani bunlar hoşuna gider gitmesine de bu hizmette asıl talebi bu olmamalı. Daha iyi hissetmektir asıl amaç. Danışan -terapist ilişkilerinde amaçlar ve araçlar birbirine karışmamalı. Çünkü danışan mevcut sıkıntılarıyla çözüm ararken aslında duygusal anlamda sömürecek birini aramaktadır aynı zamanda. Bu anlamda duygusal beklentileri en aza indirgemekte fayda var. Böylelikle asıl soruna adapte olabilirken, yaşanabilecek hayal kırıklıklarını da en aza indirgemiş oluruz. Alice Miller'in "Yetenekli Çocuğun Dramı " adlı eserinde yetişkinlerin kayıtsız-şartsız bir sevgiye ihtiyacı olmadığını,  terapistlerden böylesi bir sevgi beklenmemesi gerektiğini anlatır. Sevginin böylesinin çocuklukta giderilmesi gerektiği, yoksa sonraki yıllarda karşılanması zor bir çocukluk ihtiyacı olduğunu belirtiyor. Yine kitabında yazar, bir kimsenin  bizi kayıtsız şartsız seveceğini söylüyor ve buna inanmamızı istiyorsa ondan uzak durmamız gerektiğini söylüyor.
          Sevilmek-ilgi görmek- dinlenilmek-aranmak-özel hissetmek- anlayışla karşılanmak gibi duygular gayet insanidir. Her insan bekler bunları. Bunları talep aşamasından tutun, beklentilerin gerçekçiliği ve dozu, kimlerden ve nasıl sağlanacağı ile ilgili her aşamada terapistin tavsiyelerinin önemi büyüktür. Terapist bu aşamada bu insanı duyguları sağlayacağıniz kişi değil, bu amaca ulaşmada yol göstericinizdir. Bu duyguları her normal insan gibi çevremizdeki dost ve arkadaşlarımızdan talep ederiz ama ticaret gibi net al-ver olmaz, olmuyor tabiki. Tüm bu duygu alışverişi kendiliğinden zamanla olur. Karşılıklı özveriyle, kasmadan, hep beklemeden, çıtayı yüksek tutmadan ilişkiler sürdürülebilir. Beklentiler ve  fedakarlıklar  asla abartılmamalı. Belki de bu tüm insani ilişkiler içinde böyle olmalı.
            Danışanlar, yaşamasını bilemeyenlerdir, kısa yolu bulamayanlardır, nokta atışı yapamayanlardır, oyalananlardır, kendini onaramayanlardır bir bakıma… Herkesin kendi haklarında herkesin bir şeyler söylediği ama bir türlü üzerinde kimsenin anlaşamadıklarıdır danışanlar.   Belki güçlü iradeler bunu kendileri uzun zaman alsa da ya da çok başarılı olmasa da gerçekleştirebilenlerdir. Yine de uzmandan destek almakta fayda var. Bazen güzel davranışları beğeniriz ama gerçekleştirmeye cesaret edemeyiz ya da beceremeyiz; bazen de kötü bildiğimiz davranışlardan kaçmak isteriz ama başarılı olamayız çünkü kötü de olsa gerçekleştirmesini iyi biliriz. Montaigne “ Kötü davranışlardan istemediğiniz için kaçının, beceremediğiniz için değil….”  der. Demek oluyor ki asıl mesele başarabilmek değil, doğru için mücadele; yanlış için kaçınma.
            Hayat zor, hele de büyük şehirde yaşanıyorsa insanların dertleşmesi, kendini dinletmesi, fikir alması vs artık çok zor. Özellikle büyük şehirlerde artık psikolojik çıkmazlardan düze çıkmak için terapi elzem oldu. Eskiden küçük yerlerde insanların akıl aldığı, başvurduğu bir akıl hocası olurdu. Hayat üniversitesinde okumuş bu bilgeler hemen her şeyden anlardı, herkesçe sevilip sayılırlardı. Bir ağabey, bir abla, bir teyze, bir amca, bir dedeydi… Artık böyle insanlar da, akıl danışacak mütevazı insanlar da yok. Herkes her şeyi çok iyi biliyor sözüm ona… Modern çağda her bilgiye en kısa yoldan ulaşabiliyor insanoğlu ama mutlu değil, hatta  çok yalnız ve çok çaresiz. Belki de insanoğlu hiçbir dönemde bu kadar köşeye sıkıştırılmamıştı. Özgürlük diye elimize tutuşturulan her şey elimizde patlıyor. Benliğimiz, arzularımız, özgürlük adı altında bize sunulanlar yeni putumuz oldu. Modern zamanların mutsuz-doyumsuz-şımarık-çaresiz insanlarıyız. Bu zor hayat şartlarında yine de bir arkadaş bir dost edinmek, bunu başarabilmek en iyisi ama en zoru. Bu zoru başarmak zorunda insanoğlu. Modern çağ henüz insanların tek başına yaşayabileceği mega kentler inşa edemedi ve edemeyecek. İnsan insana şart, bazen canı yansa da…
 Terapi sürecinde danışan kendini artık daha iyi hissettiğinde  terapistle yolunu ayırmaya karar verebilir. En sağlıklısı birlikte karar verebilmektir. Danışan için bu zamanın yaklaşık ne zaman olacağını bilmesi de hakkıdır. Ömür boyu terapi zor. Dolayısıyla belki kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenen danışan bu yolda kendine destek sağlayacak, onu anlayacak, yalnız bırakmayacak terapistçikler yani dostluklar da inşa etmeli hayatında. Her şey gibi  dostluk inşaası da emek istiyor. İster aşk deyin, ister samimiyet, ister kardeşlik, ister dostluk… Hep emek ister, fedakarlık ister. İnşaası zordur, yıkımı çok kolaydır. Asıl emek isteyen kırmamak, belki de en önemlisi kırılmamaktır. Mevlana-Şems gibi, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” ındaki Selim-Turgut gibi, “Kelebeğin Rüyası” ndaki  şair arkadaşlar gibi … yoğun, duygulu, uyumlu, sabırlı, samimi ölümsüz ilişkiler. Herkesle böyle bir ilişki-iletişim kurmak zor. Her ne kadar emek istese de kendiliğinden de oluşur bazen. Bu süreçte doğru kişi olduğuna emin olunduktan sonra emek verilmeye başlanmalıdır. Yoksa karşınızdaki kişi sizi hayal kırıklığına uğrattığı gibi zaman kaybı da yaşarsınız. Goethe’nin dediği gibi ”En içten halimle konuşurken karşıma sıradan sözlerle çıkılması beni deli ediyor…” der.  Yani tek taraflı emekle de iletişim kurulamıyor. Bazen ilişkiler olumlu-olumsuz yargı çıkarabilmek için öncesinde bir tedbir alınamıyor. Yani yaşamak, tecrübe etmek gerekiyor. Zaman kaybı ve can acıtan sonuçları olsa da insan pişiyor haliyle. Bu aşamada kendimizi suçlayıp, kendimize de haksızlık etmemeliyiz.  Freud bir mektubunda kızına “Sevgili Anna, En güvendiğin insanlardan kötülük görüp üzülmen, güçsüz biri olduğun anlamına gelmez. Fizik kurallarına göre, sırtını dayandığın bir nesne birdenbire giderse sen de o yöne doğru devrilirsin ki bunun senin güçsüzlüğünle ilgisi yoktur.“   der.  Dolayısıyla yaslandığımız insanları iyi seçmekte fayda var yine de. Belki de doğrusu karşılıklı eşit yaslanmak. İnsan ilişkilerinde şunu geç de olsa anladım, insan önemli ama bağlılık bazen çok riskli. Her şeyini karşındakine bağlayıp-yüklediğinizde ve ölümle-ayrılıkla onu kaybettiğinizde siz de kayboluyorsunuz. İletişim kurma aşamasında emek vereyim derken sonsuz fedakarlık içine girip karşımızdakine saygı duyuyoruz, ona değer veriyoruz, eleştirmiyoruz, hatalarını belki görmezden geliyoruz bazen… Fakat bazen bu emek karşısında karşımızdakiler kendilerini kusursuz görmeye ya da yanınızda öyle hissetmeye başlıyorlar ve sizi haklı-haksız, ölçülü-ölçüsüz eleştirme cesaretini gösterebiliyorlar. Bu nedenle mütevazılıkta da ölçülü olmak gerek. İbn-i Haldun’nun dediği gibi “Fazla tevazunun sonu, vasat insandan nasihat dinlemektir. “ Tek taraflı sevgi ve aşk zulümdür, sömürüdür, kendini ezmedir… Bu ruh halinde olan insan karşı tarafa sonsuz fedakarlık içindedir ki çok riskli bir durumdur.
            Herkes sanırım bir gün yoluna kendisi devam etmek zorunda kalacak. O zamana kadar  danışanından öğrendiklerini hızlıca hayata geçirmeye odaklanmalıdır. Sonrasında bu yetiyi elde edebilen herkes kendi ruhlarında kendi “kırmızı oda” larını inşa edip, kendi kendini de onaracaktır. Olması gereken bu ama olmuyorsa daha var demek ki… İrade, istikrar, samimiyet, ne istediğini bilme, odaklanma ve mücadele… Sonrası zaten gelecektir… Zafer değil, sefer… Sonuç olmasa da mücadele… Hayat kısa ama özü  bundan ibaret.