Gönderen Konu: EŞCİNSELLİK BİR AİLE HASTALIĞIDIR: VİŞNE SUYU (1. BÖLÜM)  (Okunma sayısı 525 defa)

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4099
    • Profili Görüntüle
ÖNSÖZ

   Her şey nerede başladı? Bu kitabı nasıl yazdım? Uzun bir hikayenin başlangıcını yapmayı nasıl başardım? "Ne var ki bunu yapmakta?" diye düşünebilirsiniz belki. Fakat burada önemli olan şey, benim gibi hayatının her dönemecinde kolay yolları seçen birisinin bir şeyler başarmış olması. Sürekli kestirme yolları seçip neredeyse hiç emek sarf etmeden buralara kadan gelen ben ve benim gibi insanlar tembelliğin ne demek olduğunu gayet iyi bilirler. Tembelliğimi büyük ölçüde yenip bir adım attım ve bu kitabı yazmaya başladım. Kitap yazmanın bu zorluğunu bir kenara koyarsak, yazdığınız kitabı okuyucunun beğenip beğenmemesini de düşünmek insanı kitap yazmaktan alıkoyacak güçlükte engeller. Kitabı yazma amacınızın ne olduğuna bağlı gerçi bu. Kendim için bahsedersek eğer, bu kitabı maddi kazanç için mi , şöhret için mi ya da insanlar için mi yazdım? Hepsi için biraz yazdım galiba. Bir yandan insanlara ulaştırabileceğim yararı düşünürken, bir yandan da ortaya koyduğum emeği düşünmeden edemiyorum.

   Bazen bir günde tek bir satır yazamazken bazen de sayfalarca yazıyı saatlere indirgeyebildim. Kimi yazarlar ilham için içkiye, kumara veyahut diğer ilham kaynaklarına başvururlar. Ben de o yazarlar gibi ilham için çeşitli kaynaklara başvurdum ama en önemlisi ilhamımı bizzat kendi hayatımdan çıkardım. Bu kita,p bir masalın uydurulmuş sözlerinden oluşmuyor ya da yaşanılabilecek olayları ele alan bir roman da değil.  Yaşanılan şeylerin verdiği ızdırapla ve daha birçok duyguyla bezenmiş uzun bir hikaye... "Ne için yazdım ben bu kitabı?" diye kendi kendime sormuştum hani. Galiba en ağır basan sebep, insanların yüzlerine karşı anlatamadığım şeyleri özgürce yazarak anlatabilmenin verdiği ferahlığı tatmak oldu.

   HK gittiğim ilk terapide bana "Yazı yazmalısın." demişti ve ne yazık ki benim ilk yazımı yazmam neredeyse bir yıl sonra oldu. Yazıyı bitirdiğimde anladım ki "Düşünceleri kelimelerden daha iyi ifade edebilecek ne var ki?" İnsanlar için ifade yöntemleri çeşit çeşittir. Kalemi elime alıp, hiç kimseye anlatamadığım şeyleri, neredeyse duraklamadan yazdığımızı gördüğümde, sözler, mimikler veya jestler benim için anlamsız hale geliyor. Adeta somut dünyadan soyut dünyaya açılan bir pencere keşfettiğimi düşünüyorum.

   Kitap yazmanın belli kuralları falan vardır ya, hepsinin canı cehenneme! Eğer yazdığım kitabın kurallarını belirleyebilme gibi basit bir inisiyatife sahip değilsem, o halde yazdıklarım nasıl bana ait olur? Konuları kronolojik olarak ele almaya çalışmış olsam da konudan konuya hızlı geçişler de olduğunu fark edeceksiniz. Bu tarzımdan kafanız karışırsa gayet normaldir. Çünkü amacım, kendi dünyamın ve zihnimin nasıl işlediğini, bütün karışıklıkları, oyunları, duyguları ile olduğu gibi aktarmaya çalışmaktı.

   Kitap okumaktan, hele ki önsöz okumaktan bir hayli muaf olan toplumumuzun affına sığınarak bu önsözün yeterince uzun olduğuna kanaat getiriyor ve sözü hayat hikayelerime bırakıyorum.

   









BÖLÜM 1:



1994 yılının bir Eylül akşamı kendisinden önce doğan üç kızın ardından doğan çocuk; Emre Furkan Saraç. Babasındaki sevinç ve bilhassa gurur görülmeye değerdir bence. Emre, gelecekte başından geçecek kötü durumlardan haberi olmayan beyaz tenli, ipek gibi sapsarı saçlarla donanmış yeşil gözlü bir çocuktu. O günlere dönüp o çocuğu doyasıya kucaklamak, bir saniyeliğine bile yanımdan ayırmamak için gerçekten sahip olduğum ya da olacağım her şeyi verirdim. Bu çocuk  masumiyetimi anımsatan bir anı, belki de arayışında olduğum kişinin geçmişten yansımasıdır ama her halükarda kendime acıma duygusunun fikirlere dönüşmüş halinden başka bir şey değil. Normal insanlar geçmişlerine baktıklarında gördükleri kişiyi farklı bir insan olarak addetmezler. Lakin, ben geçmişe baktığımda olduğum kişiyi farklı karakterler olarak görmekten kendimi alıkoyamıyorum. Hepsine teker teker acıyorum, doyasıya sarılmak ve ağlamak istiyorum. Hem de her saniye! Adeta onları sığınma limanım yapmak istiyorum. Çünkü kendimi diğer karakterlerimle beraber hayal edince asla yalnız hissetmiyorum. İşte bu, "Benden bir tane daha olsa ne olurdu?" sorusunun cevabını çok iyi veriyor. Kesinlikle aşık olurdum ama bu kusursuz olduğumu düşündüğümden olmazdı. Sebebi, aşık olmaya değecek ve değerimi yeterince kavrayacak insanların olmadığını düşündüğümden olurdu. Gerçek potansiyelimi görebilecek tek kişi benden başkası olamaz. Belki  fazla kibirliyim ama en azından bunu itiraf edebiliyorum. Hayatımda defalarca yalan söylemiş olabilirim ve belki de hayatım yalanlar üzerine kuruludur. Fakat duygularım hakkında yalan söyleyemem, iki yüzlülük yapamam ama kendimi aldatmama kendim de inanıyorsam bu bir yalan sayılmaz. Genelde de böyle olmuyor mı zaten? Hep inanıyorum, her şeyime, her duygu müsveddesine.

   Biraz da kendimi çözümleme işine nasıl başladığımı, daha doğrusu bu işe beni kimin ve nasıl sevk ettiğinden bahsetmemde fayda var. Aslında her şey ablamın benim eşcinsel olmamı öğrenmesi ve beni eniştemle konuşmak için ikna etmesiyle başladı. Eniştemle konuşmamın ardından Eniştem, Hüseyin Kaçın adında psikolog olan bir zatın yanına gitmemin faydalı olacağı kanaatine vardı. "Kanaatine vardı." diyorum çünkü hayat benim pek de umurumda değildi o sıralar. Sadece kaybedecek bir şeyim kalmamıştı ve "Gitmemem için ne sebep var ki?" diye düşündüm.

   Birinci terapi bir korku filmini yaşamak gibiydi benim için. Hem İstanbul'a ilk defa gidiyor olmamdan dolayı bir merak hem de dünyadan kaçmak istercesine çabalayan zihnim vardı. Üstelik HK'nın yanına gitmekle alakalı endişelerim oluşmaya başlamıştı. Ayaklarım gerisin geriye yürümeye çalışıyordu. İlk defa uçağa binmiştim. Biraz da ürkeklik vardı içimde ama bir yanım uçaktan atlamayı düşünüyordu. Yükseklik korkumdan dolayı atlamamın pek de mümkün olmayacağına karar verdim. Ama ne vardı biliyor musunuz? Uçağın düşmesi için dua eden bir tek ben vardım herhalde koca uçakta. Çok "havalı" bir ölüm olurdu. Ben bunları düşünüp ölümle ilgili güzel hayaller kurarken gözüm bir adama takıldı. Bir insan koltuğuna oturduktan hemen sonra ağzını "hipopotam" gibi açıp uyur mu yahu? Ağzına baktığınızda bağırsaklarındaki yemek kalıntılarını görebilirdiniz neredeyse. O görüntüye bir daha şahit olmak istemiyorum. Betimleme yapmayı seven biri değilimdir. Bu yüzden uçağın havada nasıl süzüldüğünü, kanatların genişliğini ağdalı bir dille betimlemeyeceğim size. Kısaca “Uçak kalktı ve indi.” diye uçak macerasını özetlesek kâfidir. İstanbul'u ikimiz de bilmiyorduk. Bu yüzden İstanbul'a gelmeden evvel Google Haritalar ile bütün güzergahımızı çıkardık. Öncelikle Sabiha Gökçen Havalimanı'ndan çıktık ve Havaş'a bindik. O zamanlar Havaş'ın İstanbul'da çalışma izni henüz vardı. Yaklaşık 1 saat 45 dakikalık yolculuğun ardından Havaş’ın son durağı olan Taksim’e vardık. Oradan metroya bindik ve iki durak sonra Mecidiyeköy’e  ulaştık. HK'nın ofisini bulmak için etrafa bakındık bir müddet. Ama çok da zamanımızı almadı, nihayetinde işimizi kolaylaştırmak açısından haritanın çıktısını dahi aldık. İçeriye adım attığımız an, yolculuğa çıkmadan önce başlayan  korku hissim üç dört kat artıverdi. Bu adama ne anlatacaktım ki ben? HK'nın odasına girerken kendimi idam sehpasına giden bir mahkum gibi görüyordum hayal dünyamda. Son anlarımı yaşıyormuşçasına dilim tutulmaya başladı. Ağzım kuruyordu. Elimi sıktı ve kaba sesiyle ''Hoşgeldin.'' dedi. Ardından beni sorguya çekmeye başladı. "Adın ne, kaç yaşındasın?" gibi birçok soruyu sorduktan sonra sadede gelmeye başlamıştık. İlk terapi adeta çorba gibiydi, birbirinden alakalı alakasız demeden içimi döktüm ona. İbrahim'e karşı hissettiklerimi anlattım mesela. Kendimle ilgili birçok övgüde bulundum olması gerektiği gibi. Ticarette ne kadar iyi olduğumu, ne kadar zeki olduğumu söyledim ona. O da boş durmuyordu tabii, konuşmak istemediğim konulara yönlendirmeyi başarıyordu. Annemle aramdaki ilişkiyi sordu önce, daha sonra da babamla aramdakini, kısacası tüm aileyi sordu.

-   İntikam benim için gerçekten çok önemli.
-   Peki ne yapıyorsun? Hemen mi intikam alıyorsun yoksa planlar mı tasarlıyorsun?
-   Aylarca sürebilir duruma göre. Mesela Furkan vardı ya bir ara. Başka birileriyle problemi olmuştu ama acısını benden çıkarmıştı. Üç aydır konuşmuyorduk hatta. Birgün Almanca yazılısı olmak için bizim sınıfa geldi. Sınıfımızda bir bilgisayar vardı. Oraya oturdu ve yazılıya başladı Furkan. Almanca hocamız pek bakmazdı yazılı olan kişiye. O da anlamadığı Almanca kelimeye internetten bakmaya başladı. Bir şeyler yapmalıydım onu mahvetmek için. Ben de bilgisayarın şalterini indirdim. Böylece düşük not almasına neden oldum.
-   O senin yaptığını biliyor muydu peki?
« Son Düzenleme: 03 Ocak 2024, 12:10:44 ös Gönderen: psikolog »

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4099
    • Profili Görüntüle
-   Kesinlikle, çünkü onun önünde indirdim şalteri.

Furkan... Adını zikredip de kendisinden bahsetmezsem hiç de hoş olmaz benim için. Çok anımız oldu. Bende çok farklı hisler uyandırdı. Hala bendeki yeri çok farklıdır.

   İkimizin de eşit ağırlık seçmesiyle lise birinci sınıftayken teneffüslerde karşılaştığım kişiyle aynı sınıfta okumaya başlamıştım. Yakışıklı geliyordu bana, aynı zamanda da sosyaldi. Bu yüzden onunla tanışmıştım galiba. Aynı sınıfta okuduğumuzu görünce fazlasıyla sevinmiştim. Onu ağabeyim olarak görmeye başlamıştım içten içe. Şartlar bizi yakın arkadaşlar olmaya itmişti en sonunda. Biz de şartların önerisini reddedemedik ve kabul ettik. Herhalde benim çabam olmadan olamazdı bu. Malumunuzdur ki elimden kaçırmamam gereken bir fırsattı. Adı Furkan'dı ve ebeveynleri boşanmıştı. Annesinin evinde kalıyordu ama o kadar yakın olmamıza rağmen bir türlü evine gitmeme izin vermiyordu. Evlerinin bakımsız ve kirli olduğunu düşünürdü ve bunu bahane olarak sunardı bana. Aslında asıl sebep bu değildi galiba ki uzun süre sonra anlamıştım ama bu kısım için bu kadar "Furkan" yeter.
   
   Güç konusuna geri dönelim en iyisi. Tabii Bunları yazabilmek için öncelikle terapi kayıtlarını tekrar dinlemem gerekiyor. Evet, “terapi kayıtları” dedim, doğru duydunuz. İlk terapiden itibaren ses kaydı yapmaya başladım. Başlangıçta kendi sesimi dinlemeyi garipsedim ama saatlerce dinleyince alıştım. Hatta şu an her terapiyi kaydettiğimden dolayı çok mutluyum. Böylece kendimde olan değişiklikleri daha iyi görebiliyorum. "Ne yalanlar söylemişim, nasıl abartılar yapmışım?" diyorum her dinlediğimde. Benim asıl sorunum da bu zaten. Kendimi küçük duruma düşürmemek için istemsizce yalanlar söyleyip abartıyorum olayları. Her neyse güç demiştim.

-   Bir erkekte aradığın özellikler neler?
-   Yakışıklı olması, sarışın olması ve çevresi tarafından sevilmesi.
-   Sarışın olması senin için ne ifade ediyor peki?
-   Ne bileyim, kızlar hoşlanır herhalde.
-   Çevresi tarafından sevilip, sayılınca güçlü mü oluyor yani? Güçlü olmasını mı istiyorsun?
-   Yani, evet herhalde.
-   Peki güç ne ifade ediyor senin için? Yani bir erkek güçlü olursa ne olur?
-   Hani biliyorsunuz ki benim bir ağabey arayışım var. İşte güçlü olursa beni korur. Sahiplenir. Ne bileyim işte? Öyle.
-   Peki güçlü olmayanlar?
-   Bakın benim bir argümanım var bu konu üzerine.
-   Nedir?
-   Hayatım boyunca hiçbir insanın kendisinden güçsüz biriyle takılmaya çalıştığını görmedim. İnsanlar her zaman kendilerinden daha üstte olana ulaşmak için çabalar durur. Bu yüzden benimle iyi arkadaş olmaya çalışan kişilere asla müsamaha göstermem. Onlarla hiçbir bağ kurmaya çalışmam. Benden daha güçlü olanlara yönelmeliyim her zaman.

Geçmişte de farklı olmamış aslında. Kendimi zayıf hissettiğim anda hemen güçlü bir insana yönlenmişim. Mesela dört sene öğretmenliğimizi yapan Hasan Hoca'nın atılmasından sonra yaşadığım hikayeye bakalım. O ayrıldıktan sonra bir süre boyunca diğer sınıfların öğretmenleriyle ders işlemeye başladık. Fakat Hasan Hoca'nın gitmesinden dolayı ağlamaktan başka bir şey yapamıyordum. Bu haberi ilk aldığımızda yanımda Kaan adında yakın bir arkadaşım vardı. Hasan Hoca'nın ayrıldığını öğrendiğimde gözlerim dolmuştu ve okul çıkışında Kaan elimden tutup götürmüştü eve. Gariptir ki aynı yaşta olmamıza rağmen benden çok daha iriydi. Yakışıklıydı da ayrıca.
 
   Güç garip şey be! Gücü nerede aradığımız çok önemli ama. Bana göre bilgi ve zeka güçtür mesela. Ama zekayı başarıyla birleştiremezseniz, kısacası, çaba göstermezseniz o zeka size bir şey kazandırmaz bir başına. Tabii "Yakışıklı insan zekidir." diye düşünüp Halo etkisine maruz kaldığımı inkar edemem Kaan olayında. Aslında her şeyde bu etkiye maruz kalıyorum. Halo etkisi, bir kişinin dış görüşündeki olumlu bir özellikten yola çıkarak o kişinin tümden iyi olduğunu düşünmektir. Bu etkinin zıddı da "Horn etkisi"dir. Neyse nerede kalmıştık? Evet özseverlikte kalmıştık. Narkissos diye biri vardır, göldeki yansımasına aşık olup göle düşüp boğulan kişi. Birçok kaynakta Narkissos'un metaforik olarak eşcinselliği simgelediği söylenir. Bunu söylerken haksız da değiller zaten. Özseverlik, terim anlamıyla, bir insanın kendisine tapıp başka insanı köleler ya da aşağılık yaratıklar olarak görmesinden ibarettir. Özsever olabilirim belki ama değer verebiliyorum insanlara. Tamam, değer vermiyorum belki fakat kurallarım var. İnsanlara kendi çıkarlarım için kötü şeyler yapmıyorum. Bilinçsiz bir şekilde yapıyorsam da suçlayamam kendimi. Sadece kendime aşığım o kadar. Bu konuyu fazlasıyla uzattım galiba.

   El üstünde büyütülmek deyimini bilir misiniz? Ben bu deyimin açıklamasını harfi harfine yaşadım. Yemek istesem yemeğim, su istesem suyum gelirdi. Şımarıklığımın zerre kadar sınırı yoktu. Sekiz aylıkken yürümeye, bir yaşındayken de konuşmaya başladım. İki yaşımdayken oyuncaklarımı söküp nasıl çalıştıklarını anlamaya çalışmakla geçti günlerim. Sökme işlemini birçok çocuk yapmıştır belki benim gibi ama ben geri birleştirebiliyordum da. Bunlara bakarak ortalama bir zeka seviyesinin üzerinde olduğumu anlamamak pek de mümkün değil. Gelelim benim dışındaki insanlara: İnsanlar bilmedikleri konularda atıp tutmayı çok severler, işte o insanlardan nefret ediyorum. Bu nefreti yüzlerine karşı pek belli etmesem de böyle olan her insandan uzaklaşıyorum. Çevremde bu şekilde olan o kadar çok insan var ki neredeyse tüm insanlıktan soğudum ve uzaklaştım. Bu tip insanlardan ötürü bildikleriniz hakkında konuşsanız dahi insanlar sizin atıp tuttuğunuzu düşünmeye başlıyor. Boş konuşuyorsunuz onlara göre. Çünkü günümüzün saçma sapan koşulları “Eğer bir ünvanınız yoksa değeriniz de yoktur.” ahmaklığını oluşturdu. Bu konuda bahsettiğim şeyler insanların cahil olmasıyla ilgiliymiş gibi anlaşılmamalı kesinlikle. Birinin genel kültür bilgisi mükemmel olmayabilir ya da tahsil görmüş bir kimsenin bilebileceği şeyleri bilmeyebilir ama bu onu cahil yapmaz. Her insan her alanda bilgili olacak diye bir kaide yoktur. Yine kaptırdım kendimi gittim. Evet gittim çünkü bu sistem beni deli ediyor. Liyakatin diplomayla olmayacağının farkına vardığımız an millet olarak, yükselme ve hatta diğer milletleri geçme şansını yakalarız. Bunun gerçekleşeceğine dair inancım ise gün geçtikçe azalıyor. Bu yüzden çoğu insan doğumu hayatın başlangıcı olarak adlandırırken, bana göre doğum, sonun başlangıcından başka bir şey değildir. Peki

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4099
    • Profili Görüntüle
doğumun benim için ifade ettiklerinden bahsedip, beni doğuran kişiden bahsetmezsem olur mu?

-    Annen hakkında konuşalım. Nasıl biridir?
-   Hangisi?
-   Herkesin bir tane annesi yok mudur?
-   İyi de yaşları benden çokça büyük üç ablam var sonuçta. Evde kesin olarak anne diyebildiğim birinin olduğunu sanmıyorum. Dört annem var benim.
-   Tamam o zaman, gerçek annene bakalım. Onu anlat.
-   Ne var biliyor musunuz? Ben küçükken dışarıya yani sokağa çıkıp diğer çocuklarla oynamamı istemezdi.
-   Seni korumak istiyordu yani.
-   Evet ama ben küfrün en âlâsını öğrendim, zararlı alışkanlıklara da başladım. Mesela "Hiç içmem!" dediğim sigaraya başladım. Bunlar hep koruduğu için oldu.
-   Şimdiki annelerde hep bu yok mu zaten? Yani, eskiden aile çocuklarla ilgilenmezdi. Çocuklar bu yüzden problemli olurdu. Ama en azından bu çocukların yarısı çabalardı ve başarıya ulaşırdı. Hayattaki zorlukları aşmada daha iyi değiller mi şu ankilerden?
-   Evet, çünkü hayatı bisiklet sürmeye benzetirsek eğer, biz birinci vitesten on sekizinciye atlamaya çalışıyoruz korumacı yapılarından dolayı.
-   Sorun da bu işte, hayata atılan çocuklar hiçbir şey bilmediklerinin farkına varıyorlar. Mutsuz oluyorlar sürekli. Sana bakalım örneğin, bir işe başlıyorsun sonra sıkılıp bırakıyorsun. Herhangi bir şeyde uzun süre tutunamıyorsun. Çünkü tatmin etmez olmuş seni hiçbir şey. Eksiklerini yanlış şeylerle doldurdukça da asla mutlu olamayacaksın.

   Demek ki neymiş değerli okurlar, ilgisizlik ne kadar kötüyse, aşırı ilgi kat kat daha kötüymüş. Sudan çıkmış balık gibi hayata atılıyorsunuz ve bir şeyden tatmin olamıyorsunuz. Çünkü her zaman küçükken size verilen aşırı ilgiyi arıyorsunuz. Ama hayat size o zaman yaşadıklarınızı tattırmaz. Siz de kötü şeyleri gördükçe korkup geri adım atarsınız her şeyden. Bunu da "Beni tatmin etmiyor." diye açıklıyoruz. Halbuki işin aslı şu ki; biz karşımıza çıkan zorluklara çok çabuk yeniliyoruz çünkü  zorluklar seviyemize fazlasıyla ağır geliyor. Keşke bana balık vermek yerine balık tutmayı öğretselerdi.

-   Babanı anlat bakalım şimdi de.
-   Ne bileyim sosyal bir insan değil, dışarıda falan yemek yiyemez. Bir yere gittiğinde doğru düzgün alışveriş yapamaz. Tembeldir de bayağı.
-   Ne demek istiyorsun tembel derken?
-   Yani mesela dedem ona dükkan almıştı o, dükkanda çalışmak yerine orayı kiraya vermişti. Ne bileyim? Tüccarlık yapıyordu ama işini sadece telefonla hallediyordu.
-   Bu sana neyi çağrıştırıyor peki? Güçsüzlüğü mü?
-   Evet, kesinlikle güçsüzlüğü çağrıştırıyor. Çalışkanlık ve sosyallik gibi kavramlar daima gücün sembolüdür.
-   Sen de tembelsin. O zaman benzeye benzeye babana benzemişsin.
-   Hayır tam olarak öyle değil. Ben ders çalışma konusunda tembelim sadece çalışma konusunda değil.
-   Ya o da senin yaşlarındayken öyleyse?
-   Hayır, hayır! Onun gençliği de böyleydi. Ayrıca resmi bir raporu olmasa da şizofrendir kendisi. Taktığı bir şeyi günlerce konuşur. Aynı şeyleri tekrarlayıp durur. Mesela dedemin dükkanında çalıştı kısa bir dönem. Orada bir de yaşlıca bir adam çalışıyordu. Babam eve gelir ve gece boyunca onu anlatır dururdu. Dedem öldü, her gece miras konuşmaya başladı. Kardeşlerinin ne kadar kötü olduğundan yakınıp durmaya başladı.
-   Aile arası ilişkiler iyi değil galiba. Aynı zamanda hem ilkokul öğretmeni şizofrendi hem de baba. Yani bunların arasında büyüdün.


Altı yaşına girdiğimde "Okula başlamanın vakti geldi" denilerek annem tarafından okula yazdırıldım. Aslında teknik olarak altı yaşında değildim bile. Anaokulu gibi bir kavram yoktu bizim ailede. Bu yüzden bu ayrıcalığa sahip olamadım ama hep içimde kalmıştır. Direkt olarak ilkokula başladık mecburen. Okulun ilk gününde sınıfa beni annem götürdü, bıraktı karanlık bir sınıfa ve gitti. Önce duygulandım tabii olarak. Çünkü hiç tanımadığım insanlarla aynı ortamda yalnız başıma bulunuyordum ve bu hayatımda ilk kez başıma geliyordu. Fakat sınıfta ağlayanların olduğunu görünce kendime çeki düzen verdim ve sırama oturdum. Onların önünde ağlamanın beni güçsüz göstereceğini düşündüğümden yapmışımdır bunu da büyük ihtimalle. Sınıfta tanıştığım ilk kişi Fatih'ti. İyi anlaşacağımıza dair bir his vardı içimde. O da benim gibi ağlamamıştı hem, ortak yönümüzün fazla olduğunu seziyordum. Tanıştık, konuştuk, teneffüslere beraber çıktık ve gezdik okulun içinde. İçim ısınmıştı Fatih'e fakat bu çok sonra işleyeceğimiz bir konu.

   Okuma-yazma işine gelince, ilk bir-iki haftada hallettim. Bu yüzden öğretmenim ailemi çağırdı okula. Annem yalnız başına geldi, babamın gelmesini beklemiyordum zaten. Hasan Hoca ona çok hızlı kavradığımdan bahsetti. Bu yüzden birinci sınıfta okumaya devam etmemin beni okuldan soğutabileceğini ve potansiyelimi düşüreceğini belirtti. Beni ikinci sınıfa atlatmak istediklerini söyledi. Hatta bundan daha da uygun olan şeyin IQ testi yapılmasının ardından üstün zekalı olarak eğitim almam yönünde olduğunu ekledi. Fakat annem bunu reddetti ve "Yaşıtlarıyla aynı sınıfta devam etsin." dedi.

   Gelelim Hasan Hoca'ya tekrardan! Hasan Hoca'nın nasıl biri olduğundan bahsetmedim size hiç. Ders haricindeki her türlü konuyu derste işlemeyi seven, ders saatlerinde kendi hayat hikayelerinden ve genel kültür bilgisi denilebilecek şeylerden bahseden, dışarıdan bakıldığında aşırı sorunlu olan biriydi. Ama ikimizin çok iyi anlaşması bu sorunları görmemi engelliyordu ve onu daha cazip kılıyordu benim için. Veliler, okul yöneticileri ve hatta çoğu öğretmen onun sorunlu olduğunu düşünüyordu.  Fakat benim onun hakkındaki görüşüm çok farklıydı çünkü ikinci sınıftayken teneffüslerde okuldan dışarı çıkma özgürlüğüme de Hasan Hoca'ya eczaneden sigara filtresi almam sayesinde sahiptim. Okuldan uzaklaştığım o kısa teneffüsler benim rahat bir nefes almamı sağlıyordu. Çünkü okuldan gerçekten haz almıyordum. Hasan Hoca bana sürekli dertlerinden bahsederdi fakat benim nasıl bir yük altında olduğuma hiç dikkat etmemişti maalesef. Teneffüslerde bana ders anlatmanın ne kadar zor olduğundan bahseder ''Ellerimdeki tebeşir tozunu görüyor musun?'' gibi

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4099
    • Profili Görüntüle
cümleler kurardı. Ben de bir yetişkin gibi davranırdım ona ve dikkatlice dinler empati kurduğumu belli ederdim. Kendi içinde bulunduğu yalnızlığı benimle dindiriyordu ama ne yazık ki kendi yalnızlığımı dindirebileceğim kimsem yoktu. Okul Hasan Hoca'dan ibaret değildi elbette. Kendi eksikliklerim ve bunlara bulduğum çözümler de önemliydi benim için. Bir gün arkadaşlarımdan birinin sahip olduğu elektrikli diş fırçası hakkında konuşmuştuk. Onu kıskanmıştım ve gidip fiyatlarına bakmıştım. Gerçekten çok pahalılardı, en azından benim için. "Neden kendim yapamayayım ki?" dedim. Başlangıçtaki planım tükenmez kalemi uygun bir hale getirip şarjlı bir diş fırçası yapmaktı. Ama imkansızlıklardan ötürü ve pilin gücünün yetmeyeceğini düşündüğümden kablolu bağlantı kurdum. Kalemin gövdesinin içinden kabloları geçirerek birleştirdim ve kalemin baş kısmına yapıştırıcı kullanarak oyuncak arabanın içinden söktüğüm bobin motorunu monte ettim. Ardından bir misvağı kesip motorun ucuna takılabilecek şekilde ayarladım. Sürekli fişte kalabilmesi için de anahtar ekledim. Böylece yedi yaşında işe yarayabilecek ilk makinemi yapmıştım. Çok kullandığım söylenemez gerçi çünkü amacım bende de bir tane olmasıydı, kullanmak değil. İmkânımın yetersiz olması bir şeyler üretmemi ve bu sayede zihnimi kullanmamı sağladı. Bunu hiçbir zaman inkar edemem ama "İmkânım olsaydı çok daha güzel şeyler yapabilirdim." düşüncesi de aklımdan gitmiyor hâlâ. Bahsettiğim bu olaylar ekonomik olarak Türkiye'de zor şartların olduğu dönemlerdeydi. Babam ticaretle uğraşıyordu ve iflas etmişti. Haliyle çok kaliteli bir yaşam sürdüğümü söyleyemem o yıllarda.


-   Baba tarafıyla pek iyi değilizdir ama kuzenlerimle konuşurum, samimiyimdir hatta. Fakat amcamla hiç görüşmeyiz hemen hemen. Babamla tam zıt karakterlidirler. Mesela amcam iş peşinde koşturur, spor faaliyetleriyle ilgilenir, taraftar kulüplerinde aktif rol oynar ve daha birçok faaliyette bulunur.
-   Babanın zayıf biri olduğunu ne zaman anladın?
-   Şöyle anlatayım, evde babamla tartışırım hatta bağırırım ona. Kimse de "Neden bağırıyorsun? O senin baban!" demez. Gerçi annem yeni yeni söylemeye başladı bunu ama sizce de iş işten geçmedi mi? Kısacası evde otorite benim genelde.
-   Eskiden niye demediler peki? Hani çocuksun, tatlısın diye mi?
-   Yani evet, bunu kendilerinin yaptığının farkında değiller. Sadece en küçük ablam suçlar onları bu konuda. "Bunu siz böyle yaptınız, itiraz etmeye hakkınız yok!" der hep. Ailedeki herkesin psikolojik problemleri var bana göre. En büyük ablamda evlenme korkusu var mesela. Yüz kişi geldiyse de hiçbirini kabul etmedi. Dedem evlendirdi mesela küçük ablamı. Yoksa o da aynı kaderi paylaşacaktı belki de.
-   Dini otorite olan mı?
-   Evet, hatta babam dini otorite olarak dedemin ardından kendisinin geleceğini düşünüyor. Eniştemlerin evliliği iyi ama.
-   Küçük ablanla olan mı?
-   Evet arada küçük sorunları olsa da sorunları hallediyorlar. Ortak noktalarına odaklanıyorlar. Ayrıca güçlü bir yapısı var ablamın.
-   Söylediği şeylere uyar mısın?
-   Genelde uyarım. Ortak noktamız çok zaten, gerek siyasette olsun gerekse diğer bilgilerde.
   
   Anlayacağınız üzere ailemizde en sağlıklı olan birey en küçük ablam. Diğerleri, kısacası tüm sülalem, psikolojik sorunlardan dolayı dökülüyor. Pamuk ipliğine bağlı yaşıyoruz sülalecek.

   Evdeki aşırı sevgi seline rağmen nasıl yalnız hissettiğimi anlatmak oldukça güç aslında. Beni sevenler vardı, doğru. Fakat benimle muhattap olan yoktu. Bunu da diğerleri gibi bir hikayeyle açıklayayım. Bir gün eve gittiğimde üç ablam kağıtları küçük bebekler şeklinde kesip boyamışlardı ve bunları kullanarak evcilik oynuyorlardı. Ben de oynamak istedim çünkü oyunlar oynayabileceğim hiç kimsem yoktu. Fakat onlar bunu reddettiler her seferinde. Hiçbir oyunlarına beni dahil etmediler. Her şeylerinden uzak tutuldum hep. Bu da yalnızlığın doruklarına ulaşmama neden oldu. Bunlardan bahsedip de evin içinde nasıl bir yaşam sürdüğümden bahsetmesek olmaz. Bir odam yok, babamla aynı odada kalıyorum çünkü babam ben doğduğumdan beri annemle aynı yatakta yatmıyordu. Bundan dolayı benim de belirli bir düzenim yoktu maalesef. Sabaha kadar televizyon izlerdi, bu yüzden uyku düzenim oluşmadı bir türlü. Hatta ışıksız ve sessiz bir ortamda uyumak benim için işkenceden başka bir şey değil. Ben de babam gibi geceleri uyuyamıyorum. Yani kısacası babamın kopyası olup çıktım. Aynı odadaydık ve sabaha kadar beraber oturuyorduk ama ne var biliyor musunuz? Hiç konuşmazdık. Sadece televizyon izlerdik ve ben içimde kendi atomlarımı parçalardım.

   Ortaokula kadar olan şeyleri anlattım şu ana kadar. Şimdi de ortaokul hayatıma göz atalım. Artık derslerimize branş hocaları da girmeye başlamıştı, büyüyorduk. İkinci sınıftan beri bir bilgisayarım vardı ve çok eski bir makineydi. Dayım, artık kullanımda olmayan bir şirket bilgisayarını bana hediye etmişti. Sürekli bozulurdu, öyle ki neredeyse her gün Windows '98 formatı atmam gerekirdi. Bilgisayar konusunda bilgim o kadar gelişmişti ki bu sayede bilgisayar bilgimle hiçbir yaşıtım yarışamazdı. Bilgisayar mühendisi olmak istememin sebebi de buydu o zamanlar. İyi olduğum bir alanda ilerlemek istiyordum. Bir süre sonra bilgimi daha da ileri seviyeye taşımak bilgisayarı geliştirmeye çalıştım ama en sonunda güç kaynağını yaktım. "Saçma sapan" şeylerle uğraştığım için bir ton da azar işittim annemden üstelik. Bugün bilgisayar mühendisi değilsem bunu ailemin beni desteklememesine bağlamamız mümkündür.

   Okuldaki yaşamıma dönersek tekrar; okul kelimenin tam anlamıyla berbattı! Bir de yeni öğrenciler gelmişti ki birbirlerinden "tiki" karakterlerdi. Okulumuz şehrimizin en iyi okullarından biriydi ve zenginlerin çocukları genelde bu okulda eğitim görürdü. O zamanlar özel okul diye bir kavram pek yoktu açıkçası. Nerede kalmıştık?  Evet, insanlarla seviye farkımdan bahsediyorduk. Orta okulda öğrencileri seviyelerine göre ayırmaya karar verdiler. Bundan dolayı ilkokuldaki ezik arkadaşımla artık aynı sınıfta olamayacaktım. Yeni arkadaşlar edinmeliydim. Ben de bir salağın yapacağı gibi gidip "tiki" olanlarla vakit geçirmeye çalıştım, okuldaki ilk arkadaşım olan Fatih de vardı aralarında. Onlara yakınlaşmaya çalıştım uzun bir süre ve aynen bir eziğin yapacağı gibi onların peşlerinden koştum. Arkadaşları olabilmek için kendimi parçaladım. Tabii ki bütün çabalar nafileydi ve onlarla yakınlaşmak bir yana, elektronik aletlerdeki bilgimden dolayı sevilmeyen bir ukala oldum ve ''Emre Bilir'' diye lakap taktılar bana. Diğer insanlardan farklı olmak sizi otomatik olarak dışlanan kişi yapar maalesef. Onlar basketbol, futbol gibi şeylerde çok iyilerdi belki ama ben bilgisayar ve tuhaf bilgiler gibi şeylerde iyiydim. Ortak nokta yokluğundan ötürü dışlanmıştım ve "ucube" olmamın sebebi de buydu.

   Ferit vardı bir tane; beşinci sınıftaki sınıf öğretmenimin oğlu. O ve birkaç arkadaşı neredeyse her teneffüs benimle alay edip, tartaklıyorlardı. Yapabilecek hiçbir şeyim yoktu gerçekten. Tartaklandım, aşağılandım, tehdit edildim ve daha birçok olumsuz etmene maruz kaldım. Olay bunlardan ibaret de değil üstelik. Sınıfta cinselliği öğrenen erkekler cinsel oyunlarını erkeklere değil de kızlara yapmaya başlamışlardı. Kızların arkasına yaklaşıp penislerini sürtüyorlardı. Bir tanesi benim ezikliğimi kullanıp bunu bana da yapmıştı ve ondan kurtulmaya yetecek gücüm var mıydı yok muydu bilemem fakat "kurtulmaya çalışıyormuş gibi" yapıyordum sadece. Çevrede birkaç kız vardı ve bana acıyarak bakıyorlardı. Bana acımaları hoşuma gidiyordu çünkü beni anladıklarını hissediyordum. Ailem ve çevremdeki diğer yetişkinler benim nasıl bir durumda olduğumu anlayamıyorlardı. Hiç olmazsa sınıftaki kızlar beni anlıyordu. Bu beni tatmin ediyordu. Onlar da olmasaydı, herhalde hiç tepki göstermezdim ve kendimi Zafer'in kollarına bırakırdım. Zafer güçlüydü, sınıfta sevilirdi, yakışıklıydı, zekiydi ve birçok sevdiğim özelliği vardı. Bu yüzden bana bunu yapmasından

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4099
    • Profili Görüntüle
hoşlanmıştım bile. Kelimenin tam anlamıyla "cinsel taciz" hoşuma gitmişti. Çünkü arkamdan bana sarılması kendimi güvende hissettirmişti. Zafer ya da diğer arkadaşlarımı suçlamıyorum. Onlar da sadece "çocuktu". Geçen gün o dönemde çekildiğim fotoğraflara bakıp kendimi incelemek istedim. Yüzümde, korku, bunalım, kendine güven eksikliği gibi daha birçok olumsuz durumun ifadesini gördüm. Peki ebeveynim neden fark edemedi bunu?

   Şimdi hayatımdaki en travmatik anılardan bir tanesine geliyoruz. Bir din kültürü dersinde sıkıntıdan patlıyordum. Ailemin aşırı muhafazakar olmasından dolayı anlattığı şeyleri biliyordum zaten ben. Enjektörle sıradaki oyuk kısımları daha da oymaya başladım. Derken sıkıştı oraya, ben de çektim. Ama bir sorun vardı, elimden fırlayıp sağ gözüme saplanmıştı. Hemencecik çıkardım gözümden, sıvı bir şeylerin aktığını hissettim o sırada. Midem bulandı, başım dönmeye başladı. Hani bir yere baktığınızda kıl gibi bir şey görürsünüz de gözünüzü nereye çevirseniz o da uçuşur ya, işte onun yerine çok daha yoğun bir kan pıhtısının aynı şekilde hareket ettiğini düşünün.

-Hocam gözüme iğne battı!

Tabii ki dalga geçiyorum sanmış, dersi kaynatmaya çalıştığımı sanmış. Ama yine de izin verdi. Riske atamazdı böyle bir durumu. Arkamdan tanıdığınız bir kişi koştu, Kaan. Beni kucağında müdür yardımcısının odasına taşıdı. Hayal meyal hatırlıyorum o yaşadıklarımı. Yarı baygın bir şekilde müdür yardımcımıza durumu anlattım, o da hemen evimizi aradı ve çağırdı ailemi. Kimler geldi dersiniz? Annem ve doktor olan dayım geldi. Apar topar hastaneye götürdüler beni. Dayımın göz doktoru arkadaşının yanına aldılar beni. "Gözüne dikiş atmamız lazım." dedi. Ama riskleri vardı tabii ki. Babam da geldi hastaneye ve dedemi aradılar.  Tanıdığım insanlar dedemin görüşlerine önem verirler ve uygularlardı. Dedem "Hayır yaptırmayın." dedi. Biz de dikiş attırmadık. Dikiş sadece sonradan oluşacak bir eğriliği önlemek içindi. Açıkçası yapılmamasından da pişman değilim şu an.  Çünkü o operasyon sonucunda gözümün içine çökme riski vardı. Daha sonra bir odaya alıp yatırdılar beni. O kadar yorgun hissediyordum ki hemen uyudum. Kalktığımda gözüm çok bulanık görüyordu, önünde bir perde var gibiydi. Yani doktorun daha önce belirttiği üzere gözümde katarakt oluşmuştu aniden. Doktor en erken on beş gün sonra ameliyat olabileceğimi söyledi. Çünkü gözüm travma yaşadığından beklememiz gerekiyordu. Bu on beş günlük süre zarfında eve tanıdık tanımadık herkes geliyordu. Hediyeler havada uçuşuyordu ama benim umurumda bile değildi. Çünkü gözümde bandaj olmasına rağmen gözüme zerre kadar güneş ışığı gelmesi felaket bir ağrıya neden oluyordu. Bu yüzden yaklaşık yirmi gün boyunca hiç güneş görmeyen bir yerde kaldım. O sırada bayağı kilo aldım ve psikolojim altüst oldu. Buraya kadar anlattıklarım bu hatıranın sıradan kısımlarıydı. Şimdi ise en önemli yerine geliyoruz; ilk narkozum ve ameliyatım. Ameliyat kısmını geçelim hemen. Çünkü haz almıyorum bu konuları anlatmaktan. Narkozdan ayılma bölümüme gelelim hızlıca. Narkozun etkisi geçmeye başladığında ne kadar kötü söz biliyorsam söylemişim babama fakat hatırlamıyorum hiçbirini. İnsan kafası güzelken içinde ne varsa söyler ya hani, işte aynı şekilde ben de her şeyi boşaltmışım ona karşı. Sonra ayıldım tam anlamıyla ama babam benim üzgünlük ölçeğime göre üzgün görünmüyordu. Ben de ona "Sen hiç üzülmüyorsun bu duruma." dedim. Sonuç olarak bu muallakta olan bir mesele hala benim için.

   Bir anı daha anlatayım size o halde. Ben yedinci sınıfta okurken sınıftaki erkekler kızların soyunurken görüntülerini almak için bir sıranın altına kamera koymuşlar. Onlar bunu yaptıktan sonra sınıfa geldiğimde erkekleri bir yere toplanmış ve bir şeylere bakıyor halde gördüm. Toplum içine pek karışmadığım için o kalabalığın arasına katılıp neyle uğraştıklarına bakma gereksinimi duymadım. O günün ilerleyen vakitlerinde Fatih ve Ali öğleden sonra okula gelmeyeceklerini söylediler. Ben de "Fırsat bu fırsattır, aralarına katılmam lazım." deyip onlara katıldım ve okulu astım. Ama bilmediğim şey şuydu; kızlar durumu öğrenmiş ve şikayet etmişler hepsini. Saf duygularla onlarla beraber çıktım gitmiştim oysa ben. Ertesi gün okula geldiğimde bir baktım ki disiplin kuruluna gidiyorum. Kendi kendime dedim ki "Ne oluyor kardeşim, ne yaptım ben?" Suçlama ağırdı, bir daha sorun çıkarmamak kaydıyla disiplin cezası yazmayacaklarını ama velimi çağıracaklarını söylediler. Çok yalvardım "Lütfen çağırmayın! Ben aralarında bile değildim." diye ama nafile bir uğraştı. En çok korktuğum şeylerden biriydi kızlarla ilgili bir olaya karışmak. Hele ki organize röntgencilik suçu! Annem geldi okula ve benim bu işi yapanların aralarında bulunmadığımı uzun uzun anlatıp durdum. Neden okuldan kaçtığıma dair bir cevap vermem de mümkün değildi. Hiçbir alakam olmamasına rağmen uzun bir süre bu durumun utancını boynumda taşıdım. Çünkü oyuna getirilmiştim.

   Geldik cehennemin son senesine! Herhalde son sene en yoğun seneydi. Dersaneye kaydolacaktım ama notlarım ve sınavlarım o kadar da iyi sayılmazdı. Çünkü hayattan bıkmış bir durumdaydım ve hastalığımdan dolayı kaybettiğim süredeki konu eksiklerimi giderememiştim. Dersaneye giriş sınavlarında başarıya göre ayrım vardı. Bu sınavın sonucuna göre seviye beşe girebilmiştim ancak. Galiba toplamda on üç seviye vardı. Fena değildim ama iyi liselerden birine girmemi pek mümkün görmüyorlardı. Dersanedeki hocalarımı gerçekten sevmiştim. Fizik ve matematik hocalarımı özellikle. Fizik ve matematik şiir gibi geliyordu resmen. O güne kadar bu derslerin bu kadar güzel olduğundan bihaberdim. Dersanede test çözme günleri olurdu. Bu günlerde diğer öğrenciler üç yüze yakın soru çözerlerdi. "Bunlar kesinlikle benden iyi yerlere gelecekler." deyip dururdum. Yoğun bir şekilde ders çalışıp test çözüyorlardı, ben ise sadece dersleri dikkatli dinliyordum. Dersane hayatım boyunca bir gün içinde en fazla seksen soru çözmüştüm. Neyse, OKS geldi çattı, sınava girdim ve elimden geleni yaptım. İlçemdeki en iyi okul olan bir öğretmen lisesine 451 puanla yerleşmiştim. Bu büyük bir başarıydı benim için. Aslında bulunduğum ilde dereceye girmiştim. Yani sadece benim için değil, genel olarak da büyük bir başarıydı. Ama durun! Atladığım birkaç detayı eklemek istiyorum. Dayım "Eğer iyi bir lise kazanırsan sana o zamanın en iyi bilgisayarını alacağım." demişti bana. Tek bir şart vardı bunu gerçekleştirmesi için. Sınavdan önce bilgisayar almaya karar vermiştim, bu fikrimden vazgeçecektim. Babam izin vermişti bilgisayar almama. Annem bu tip meseleler yüzden sürekli derdi ki ''Oğlum, baban senin başarılı olmanı istemiyor, dayını dinle, o senin başarılı olmanı istiyor.'' Nitekim ben de dayımı dinledim ve en sonunda hem iyi bir lisede eğitim aldım hem de sahip olamayacağım kadar iyi bir bilgisayara sahip oldum. Bu başarıyı elde etmemdeki tek etken dayım değildi elbette. Bir de okul müdürümüz vardı. Maddi durumumuzun kötüydü fakat potansiyelimi farkettiğinden okul kontenjanını kullanarak dersaneye ücretsiz girmemi sağlamıştı. Galiba bugüne kadarki hayatımda birçok kişiden yardım görerek buralara kadar geldim. Bu yardım edenler arasına "ailemi" eklemeyi ne yazık ki vicdanım el vermiyor.
   
   Gelelim OKS sonrası döneme. Sonradan bahsedeceğim dediğim Fatih vardı ya hani. Konu onunla alakalı. Bir gün sınıfta bir gruplaşma oldu, çeşitli tartışmalı olaylar oldu. Tüm sınıfın Fatih'e karşı olmasına rağmen Fatih'in tarafını tuttum. Bu davranışıma ödül olarak okuldan sonra evine davet etti beni. Bilgisayarda birkaç oyun oynadık beraber. Ardından erotik fotoğraflar açtı Fatih. Penisini çıkardı ve mastürbasyon  yapmaya başladı.

-Sen de yapsana Emre.
-Hayır.
-Yahu arkadaşız biz ne olacak?
-Hayır, ben yapmak istemiyorum.
-Lütfen sen de yap.

   Bu sohbeti birçok kez tekrarlayın kafanızda. En sonunda "Tamam ulan!" dedim. Soyunduk ikimiz de, ben daha ergenliğe girmemiştim, bu yüzden penisim küçüktü. Ama onunki yeterli olgunluğa ulaşmıştı. Her neyse, arkama geçti ve bana sürtünmeye başladı. Daha sonra "oral seks" talebi geldi ondan, beklemediğim bir talepti açıkçası. "Ben

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4099
    • Profili Görüntüle
ağzıma almam, sen al." derken birbirimize, en sonunda penisimi ağzına almayı kabul etti. Penisim ağzına girmek üzereyken durdurdum onu. Sonradan pişman olacağı bir şey yapmasını istememiştim. Benim için böyle bir şey yapmak zaten normaldi. Ama gerçekten onu kardeşim gibi görüyordum. Böyle bir şeyin olması benim için acı verici olurdu. Fatih en sonunda ısrarlarından vazgeçti ve boşaldı. Tam o sırada telefonu çaldı. Sınıftaki tartışmada kendisinin karşı safında bulunan yakın(!) arkadaşlarından biri arıyordu. Konuştular. O yakın(!) arkadaşı basketbol oynamaya çağırdı onu. O da "Tamam, geliyorum birazdan." dedi. İkimizin de yüzündeki ifadeyi görmeliydiniz bence. O aşık olduğu eski sevgilisi arıyor gibi görünüyordu ben ise Sevgilim tarafından gözümün önünde aldatılmış gibiydim. Biraz da geride bırakılan küçük kardeş gibi... Lanet olası elindekiyle yetinmeyen insanlar ve uçkurları!

   Hayat sadece bana mı kötü davranıyordu?  Kuzenime de en az benim kadar gaddardı hayat. Son sene halamın oğlu benimle aynı sınıfta okumaya başlamıştı. Güzel bir şey olabilirdi bu belki ama gelin görün ki onda da benimkine benzer bir durum vardı. Tam olarak aynı değildik fakat ortak sorunlarımız fazla gibiydi. Zaten bozuk olan itibarımı onunla takılarak daha da düşürme riskini göze alamazdım ama onu benden uzaklaştıramazdım. İki düşüncemi aynı anda gerçekleştirebilmem için aynı sırada oturuyorduk. Onunla bir şeyler paylaşıyordum fakat onu aşağılamaktan da geri kalmıyordum. Onu ezmek hoşuma gidiyordu çünkü kendimden aşağı gördüğüm herkesi bana yapıldığı şekilde eziyordum. Sonuçta kural bu değil midir? Ezilirsin, ezersin ve hayatta kalırsın. Şu da var ki; onu ne kadar ezersem ezeyim, yine de ondan başka kimseye güvenim yoktu o okulda. Bu yüzden yanımda tutuyordum onu belki de.
   
   Günlerden bir gün altıncı sınıflardan birinde okuyan bir kızın benden hoşlandığını farkettik. Kız güzeldi. Boyu boyuma, huyu huyuma durumları da uyumluydu. Her neyse utancımı tahmin bile edemezsiniz. Ben de kızdan hoşlanıyordum içten içe ama bir yandan da kızdan kaçacak delik arıyordum. Göz göze geliyorduk teneffüslerde hep. Bu olay bir-iki hafta kadar sürdü neredeyse. "Artık konuşsam mı?" diye düşünmeye başladım. Bir kıza duygusal bir şeyler hissedip iletişim kurmak benim için bir ilk olacaktı ve çok korkuyordum. Kız ile aramızdaki bu hoşlantıyı öğrenen kişi -sınıfın en boş, yavşak insanı- kızın yanına gitmiş ve saçma sapan şeyler söylemiş, kısacası kızı rahatsız etmiş. Sınıf arkadaşımın yediği bu haltı duyunca kızın yanına gidip özür diledim arkadaşım adına. O ise özrümü kabul etmemekle kalmadı ve bana ''Arkadaşlarını peşimden yollama, bir şey varsa gel kendin söyle." dedi. Sap gibi kaldım, dilim tutuldu ve bir şey söyleyemedim. Gerçekten fena halde utanmıştım.  Aynı durum şimdi olsaydı eğer, özrümü tekrar iletir, yaşanan tatsızlığın telafisi için onu kahve içmeye ya da bir şeyler yemeye davet ederdim. Ama hayat öyle zorlu bir şeydir ki; sizi önce sınav yapar daha sonra da doğruları öğretir. Bu yüzden adam gibi bir ilişkim olamadı ya.



-   Kendini nasıl değerlendiriyorsun? Zaman zaman boşlukta hissediyor musun?
-   Bazen çevresi çok geniş olan biri gibi hissediyorum, bazen de dünyanın en yalnız insanı sanıyorum kendimi.
-   Ama nasıl tam olarak yani? Bir zaman süresince hayata sıkı sıkı tutunurken diğer bir zamanda da boşluğa mı düşüyorsun?
-   Evet onun gibi bir şey herhalde. Hatta bazı zaman çevremde ne kadar çok insan varsa o kadar boşlukta hissediyorum kendimi.
-   Ne gibi?
-   Arkadaş çevresi artınca kötü alışkanlıklarım da artıyor.
-   Duygusal açıdan nasıl hissediyorsun peki? Güçsüz mü?
-   Hayır, çok güçlü hissediyorum. (Yalanın daniskasına bak hele, kendi kendiyle çelişiyor en başta. Yalnız hissedip güçlü hissetmiyordum hiç de. Çok berbattım. Kafayı sıyırmaktan korktuğum zamanlar bile olmadı değil.) Ama hayata bağlanmayı tercih etmiyorum.
-   Neden peki?
-   Eşcinsellikten dolayı. Çünkü arkadaş ortamında birine karşı böyle hislere kapılmaya başladığımda kötü hissedip uzaklaşmaya çalışıyorum.
-   Şimdi bak, eşcinsellik belli şeylerden dolayı kaynaklanan bir sonuç. Ama sen her şeyin sebebi olarak kullanıyorsun bunu. Hani, "Ben eşcinselim, bu kişiyle samimi olmamalıyım." gibi bir çıkarımda bulunuyorsun hep. Eğer eşcinselliğin psikolojik sebeplerle ortaya çıktığını kabul edersek, eşcinsellik, çocuğun küçüklüğünde yaşadığı duygusal travmalar, kişilik sorunları ve boşluklar gibi şeylerden kaynaklanır. Sen ne yapıyorsun ama? "İşte, ben eşcinselim. Şununla tanışırsam eşcinsel duygularım artar mı?" diye düşünüp ilişkiye hiç başlamıyorsun ya da olan bir ilişkiyi bozuyorsun. Duygusal olarak boşlukta olduğun bir dönemine denk gelirse, gidip bir erkeğe bağlanıyorsun. İstiyorsun ki o sana değer versin, hep seni düşünsün ve seninle ilgilensin. Ama karşıdan alabileceğin bir şey yok. Sen kendini geliştirmelisin değerli olmak için. Yoksa kaybetmeye mahkum olursun. Hep güç üzerinden ilişki kurarsan, ilişkin hiçbir zaman düzgün bir şekilde ilerlemez. Sonra, duygusal bir sorun olduğunda orada iş erotikliğe dönüyor. Onun her şeyini elde etmek için cinsellik katmaya başlıyorsun. Sevgilisiyle paylaştığı şeyleri de elde etmeye çalışıyorsun, yani vücudunu. Böylece her şeyiyle sahip olacaksın ona. Mesela kurduğun fantezilerden bahsedelim. İbrahim'le ilgili ne fanteziler kurdun?
-   Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum, çünkü İbrahim hakkında böyle şeyler konuşmak hoşuma gitmiyor. Ben sadece dokunmak, sarılmak istiyordum ona. Daha fazlasını arzulamadım.
-   Tamam.
-   Hep iki kişiyi rüyamda görüyordum.
-   Kimlerdi peki?
-   Biri Furkan'dı, biri de İbrahim'di.
-   Furkan'a karşı duygusal bir şeyler hissediyor muydun peki?
-   Arkadaş olarak.
-   Peki, sen aktifsin onları pasif olarak mı görüyorsun?
-   Hayır ve rüyalarımda cinsellik yoktu.
-   Yani sarılmak, dokunmak mı vardı?
-   Ya öyle de değil aslında. Kardeş olarak görürdüm ben onları. Cinsellik düşünmüyordum.
-   Ağabey olarak mı görüyordun kendini onlara karşı?
-   Hayır, onları kendime ağabey olarak görüyordum.
-   Kim kimin göğsüne başını yaslıyordu fantezilerinde?
-   Ben yaslıyordum.
-   O ne yapar peki? Saçını mı okşar ne yapar?
-   Yani, belki.
-   O zaman neden bundan eşcinsellik çıkarıyorsun ki?
-   Ya daha farklı şeyler de var aslında.
-   Öpüşmek mi?
-   Yani evet, en fazla öpüşmek.
-   Bu rüyalardan sonra ne oluyordu? Suçluluk duygusu mu?
-   Evet ama insan alışıyor bir zaman sonra.
-   Peki hayatında hiçbir otorite var mı?
-   Güzel soru.
-   Bak, sen hep sonuçtan gidiyorsun. Ben ise sebebi bulmaya çalışıyorum. Baban otoriter değil, ablalar veya anne otorite kuramıyor üstünde. Ağabey de bulamıyorsun zaten. Yani kısacası senin üstünde bir otorite olmasını istiyorsun. Bunun arayışındasın.
-   Galiba.
-   Özseverlik ve sınır kişilik bozukluğu terimlerini araştır eve gidince. Bak iki örnek vererek açıklayayım ikisini de. Özsever kişi, küçüklüğünde değersizdir ve içe kapanıktır. Sonra, duygularını istediği gibi tatmin edemez büyüyünce. Hani "Biri saçımı sevsin, beni sevsin." derken kimse sevmez. Daha sonra bütün duygularını yok eder ve "Güç artık bende." demeye başlar. Kendisini tanrı olarak görmeye başlar. Sadece sevmesini istediği insana değer vermeye başlar. Sınır kişilik bozukluğu olan kişi de birini tanrılaştırır ve ona tapınmaya başlar. Sen birinci profile daha yakınsın şu an sanırım.
-   Evet ama önceleri sınır kişilik bozukluğu aşamasından geçtim galiba.
-   Gelelim senin hep kolay yolları seçmene. Hayatında hep kestirme yollardan geçerek bir yerlere ulaştın. Zeka bir yere kadar etki ediyor, ondan sonra tecrübe de çok önemli. Ama sen zorluklardan kaçarsan sürekli, tecrübe edinme şansın olmayacak. Kendini kendine kanıtlamak için ikinci üniversite oku mesela. Para için değil, kendin için, kendini kanıtlaman için. Bu ileride karşına çıkabilecek zorlukları atlatmanı sağlayacak öyle değil mi?
-   Evet, öyle.
-   Sınır kişilik bozukluğuna sahip isen işin zor.
-   Hayır, değilim. (Değilim dedim de, aslında gayet de sınır kişilik bozukluğu teriminin tüm şartlarını yerine getiriyordum. Bu yalanlar terapi sürecimi olumsuz etkiledi sürekli. Yalanlar söylüyordum her zaman ve bunları HK'nın görmesini istiyordum. Aslında onun zekasını sınamak için

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4099
    • Profili Görüntüle



bir bahane olarak kullanıyordum terapi sürecini yani.)
-   Peki buraya gelirken ne bekliyordun, çıkarken ne bekliyorsun?
-   "Buraya bir daha gelmem." diye düşünüyordum. Gerçi hala aynı şekilde düşünüyorum. Ama ne var biliyor musunuz? Anlık olarak yaşıyorum ben. Pişmanlık duymuyorum. Bunların yanında "Ya tam ya da hiç." anlayışım var galiba biraz da.
-   ''Ben Hem Hepim, Hem de Hiçim'' diye bir kitap var.  Bazen hep olacaksın, bazen de hiç. Mühim olan ikisini harmanlayabilmek.
-   Bazen söylediklerimin çoğu yalanmış gibi hissediyorum.
-   Sitemizde görmüşsündür belki. Eşcinsellik oyunlar üzerine kuruludur. Sen hep oyunlar üzerine kuruyorsun hayatını. Burada bir kişilik bölünmesi var. Herkese ve her şeye karşı bir oyun kurmaya başlıyorsun, bir rol yapmaya başlıyorsun.

HK'nın dediği gibi yapalım ve terapiyi özetleyelim. Hayat çok pis bir oyun. Terapide söylediklerimin abartı ve yalanlarla dolu olduğunu anlamamak için gerizekalı olmak gerek zaten. Güç ve oyunlar üzerine kurulu bir hayattan nasıl bir mutluluk elde edebilirsiniz ki? Eğer kimseye değer veremiyorsanız, eğer kimseye aşık olamıyorsanız nasıl "İnsanım." diyebilirsiniz ki? Mesele eşcinsel olup olmamakla alakalı değil. Önemli olan insanca yaşayıp yaşayamamak. Bana sorarsanız bir insanın hayatı oyunlar üzerine kuruluysa, kısacası özel hayatını iş hayatı gibi görüyorsa ve stratejilerle yaşıyorsa hiçbir şekilde mutlu olamaz. Kısacası eşcinselliğini kabul eden bir insan mutlu olmamak istediğini de kabul etmiş olur. Çok hatalar yapmışım. Duygusuz bir yaşam sürmeye çalışmışım. İnsanlara değer vermezsem mutlu yaşayabileceğim yanılgısına kapılmışım. Öyle değil ama, insan yalnız başına yaşayamayacak bir varlık. Kısacası kendisini tamamlaması lazım mutlu olabilmesi için. Ama bir erkekle yaşadığınızda nasıl tam olarak kendinizi tamamlayabilirsiniz ki? Ben karşı cinsle ilişki kurabildiğimi iddia etmiyorum. Lakin erkeklerle mutlu bir ilişki yaşayabileceğimi de iddia edemem. Bunları pekiştirmesi adına bir şeyler daha ekleyeyim. Anne-babanız kendi aralarındaki sorunları size anlatırsa, bunu idrak ettiğiniz an onlara güvenemezsiniz artık. Onlardan nefret edersiniz. Ayrıca gerçekleşmesi yüksek olasılığa sahip bir şey de vardır. Tanrı'dan da nefret edersiniz. Çünkü bütün sorunların sebebi odur size göre aslında.

Bir de kaydı dinlerken farkettim ki bir espri geçmiş aramızda. "Tolga Çevik'in Yönetmene Kapakları" adlı görüntüleri izliyor gibi hissettim kendimi. Araya eklemeden edemedim.

-   Anne baba sorunlarını kendi arasında değil de çocuğa anlatarak çözmeye başlarsa çocuk ne olur?
-   Tabii ki psikolog olur.

Bana göre hoş olan bu anektodu paylaştığıma göre artık kaldığımız yerden devam edebiliriz. Benim amacım aktifleri pasifleştirmekti. Aktifleri becermek ezik olmadığımın göstergesiydi. Pasiflik benim geçmişteki ezikliğimi hatırlatıyordu. Duygusal olarak pasif olup, ilişkide aktif olmak isteyen biri diyebiliriz benim için. Ah şu çetrefilli duygular!


   Sorumluluk duygusunun olması çok önemli. Sorumluluk duygusu ilişkilerin sağlıklı olmasını sağlar. Ne ben başkasına yük olmalıyım ne de bir başkası bana. İkimizin de sınırları olmalı ve bu sınırlar içinde hareket etmeliyiz. Ben terapiden elde ettiğimi düşündüğüm bu düşünceleri kafamda toparlarken HK, eniştemi de ofise almaya karar verdi. "10 dakika konuşalım onunla da." dedi. Toplamda 1 saat 50 dakika sürdü ilk terapi. Terapi sonunda elde ettiğim rahatlama hissini kelimelere dökmeye kalksam bir daha o kelimeleri başka bir yerde kullanamam çünkü kutsal bir hâl alırlar benim için.

   HK'nın ofisinden ayrıldıktan sonra zar zor da olsa Havaş'a yetiştik ve uçağa bindik. Kimseye haber vermeden gelmiştik ve bundan ötürü geldiğimiz günün akşamında eve dönmeliydik. Eniştemle terapi içeriği hakkında havadaki yolculuğumuz boyunca konuştuk fakat utanıyordum. Bence HK ile konuştuklarımızın onda birini anlattıysam şanslı saymalı kendisini. Kendimi suçlu hissettiğimden dolayı ona çok az şey anlattığımı düşünüyorum. Belki de gerçekten bilmesi gerekenler o kadardı. Bunu asla bilemeyeceğim.

   HK ile olan konuşmamda kafamı karıştıran birçok şey oldu ama özellikle HK'nın bahsettiği bir şey canımı oldukça sıkmıştı. Bu terapi işinin sadece benimle çözülemeyeceğini söyledi. Aile de kendi kendini düzeltmeliydi. Lanet hayat ve kendini düzeltmeyi beceremeyen aileler!