İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - psikolog

Sayfa: 1 ... 254 255 [256] 257 258 ... 273
3826
UZUN ZAMAN ARADAN SONRA‏



Merhaba Hüseyin bey,
 
uzun bi aradan sonra dayanamadım ve rekrar yazma ihtiyacı duydum.
 
sizden sonra tek başıma hayatı bi tanımak kararlarımı kendim vermek istedim acısıyla tatlısyla bir seyler yasadım.sanırım daha cık acıydı. Hayatı tanımaya calışıyorum daha doğrusu insanları.
 Herseye cok farklı  bakıyorum sankiherseyi ilk yasıyorum özelikle 2 li kadın erkek ilişkilerinde görücü usulu görüştüğüm insanlardan bahsediyrum
 
neyse anlatacak ve yazacak cok sey var taabi, sanırım bi uğrasam iyi olcak fazla birikti. yapacağım tecrübeleride kendim yaptım sadece sonuçlar üzerine konuşuruz Ama özet olarak şunu söyleyebilirim EVLİLİK VE DİĞER TÜM KONULARDA SANIRIM 4 tecrübeden sonra TAMAMEN RABBİME TESLİM OLDUM cok canım yandıııı kalben olmayı sonunda o bana olumsuzluklar yasatarak anlattı hamd olsun oğlum konusundada yasttıııııııııı anlıyacağınız pek cok konu oturdu diye düşünüyorum sadece toparlamam gerek.Uçmak konusunu bilmiyorum uçmuyorum galiba gelince konuşuruz
 
kendinize iyi bakın ben yazarım yine özledim yazmayıııı

07 Eylül 2009 Pazartesi

3827
Merhaba Huseyin bey,
 
uzun zaman oldu size yazmayalı biliyorsunuz pek cok olumsuz etken girdi araya kopukluklar oldu gerci sizi her zaman dusunuyorum ama bir turlu size gelme cesaretini bulamıyorum nedenini bilmiyorum ama artık yollarımızı ayırmak isterken bir yandan da daha hazır mıyım değilmiyim bilmiyorum 100 100 sağlıklımıyım onuda tam bilmiyorum tek bildiğim huzursuzluğum hala gecmedi tedirgınım rahat değilim ve kafamı kaşıyorum bu maileri yayınlamayaın sakın yoksa bir daha yazmam ve gelmem özelimi paylaşmak istemiyorum artık yazacaksam kitapla yaparım bunu ben istediğim ve hazır olduğum zaman
kafayıda kaşıdığıma gore ben iyi değilim demektir hemde bayağı bı yogun kaşıyorum her sey o ........ ve s............den sonra oldu üstüne bi de ........... aradı 37 dakika konuştu k........la k........ bundan cok mutlu oldu hatta atağa kalktı iyileşti sosyal oldu arkadaşları oldu kız arkadasıda oldu ........... abisinin ona ne kadar değer verdiğini kişiliğinin ne kadar iyi geliştiğini söyledi mutluluktan havalara uçtu o gazla altın oluğa gitti bense allak bulak oldummm, ............ aradım ve hisslerimi ona anlattım beni ne kadar üzdüğünü vs.
ve onunla buluşmak istediğimi  ve son gorüşmenin ardından kalan izleri silmek için bir araya gelmek istediğimi söyledim kabul dedi.
 
onunla karsılaşmak istiyorum ben kimle olmuşum ,o kim , neye benziyo, gercekten beni sevmiş mi, bu ilişki başka bi şey üzerine mi kurulu ben ona ne hissedeceğim, gerci ona ihtiyac duyuyorum hala ama yanlış olduğunuda biliyorum eski haliyle o ilişkiyi zaten yurutemem oyle bi niyetimde yok o da beni bir daha kandıramz . çünkü artık gerceklerleyim ama onu özlediğim bir muhakkak gerci onu mu özlüyorum yoksa yanlız olduğum için mi bunu hissediyorum ayrıca .......... ve s.......... beni çok üzünce ve beni anlamayınca ..........ın bana ne kadar iyi davrandığını bana değer verdiğini gördüm hatırladım onun tek hatası aslında benimle evlenememek oldu
onu unutabilmek için ona cok kötülük attım bunuda itiraf etmeliyim tek sucu bana fazla gelememek oldu ve evlenememek ama bunun yanında cok sey borcluyum ona o zor donemde beni korudu sahip çıktı onu kotu hatırlamak istemiyorum ve o Oglumun gercek BABASIIII bunu kabulendiğim için belkide onu o kadar kotulemek istemiyorum o bana asla seninle evlenirim demedi ki asla böyle bir ümid vermedi, allah katında o mesul değil kiiiiii ben bunu boyle kabul ettim ve yasadım benim tercihim diii ben ona hızmet etiysem o da bana etti anneliğimi hatırlatan, kadınlığımı, hatırlatan ,bir evimin olduğunu hatırlatan, alkolu bıraktıran, namaza başlatan bana dua etmeyi tekrar hatırlatan hep OOOOOO, sırf benimle evlenmedi diye 8 yılımı verdiğim ve aldığım adama tu kaka demek haksızlık olur huseyin bey butun bunları gelince konuşuruz belkide tam tersi duygular içersinde olduğum için size gelemedim
ve siz ...........ı aramayın dediniz bunu da dinlemdim kendi kalbimi dinledimmm, o benim hayatmın en önemli parcasııııııııı  beni ALLAHA KAVUŞTURANNNNNNNNNNNNNNNNNN O DURRR kaana ilk sectiğim baba yanlıştı babası buyudu sonra 2 yine ben sectim ona benzedi onuda elinden aldım bunu yapmaya hakkım yok kiiii benim, hep ilişkilerim yurumuyo diye bu boyle mi olucak o da mı kefaret ödeyecek annee dedi ben lila lakos neden aldım biliyormusun dedi çünkü ........ abimin lila bi lakosu varda ondan dedi
ve aslında k........ın tamamen ona benzediğini goruyorum şimdi onun  gibi aynı koltuğa uzanıyo,onun gibi hizmet istiyo, onun gibi tatlı maco evi temizlesen ya anne diyo, yemek yap diyo aslında super bi erkek kişilikli ataerkil ............... gibi dindar inaçlı durust cesur ben hep ona benzemesini istemiştim zaten babsına değil ama ...........a e istediğim de olmuş zaten ama ben sanırım bunu gormek istemiyodum ve bunu bilinç altından gorduğum için onu .......... sanarak zulm ettim oğluma .........ın acısını ondan cıkardımmm allah beni affetsin o yuzden onunla yuzleşicem acımı, öfkemi, huznumu telafi etmek istiyorumm cinselik duşunmesinede vesile olduysam buda benim sucumdur onun değil anlıyacağınız onun tek bi hatası yokkkkkkkkkkkkkkkkk evlenemek dısında onuda vaat etmedi zaten hiç bir zaman oğlumla onu ayırmayı DUSUNMUYORUM BU SATEN SONRA ONA BABA BULAMAM COK GEC ARTIK ONUN ZATEN VAR O DA .......... BENDE BUNU kabul ettim mutlu olsunlar bende onu silip atamam o benim hayatımda vardı,bunu inakar edemem yaşanmamış da kabul edemem , pişmanlık olarak da hayatımın en güzel yılarıydı o beni çok sevdi bende onuuuu beni bebeği gibi büyüttü manevi ve maddi her zaman yanımdaydı beni asla kullanmadı lkaan varken asla yanıma bile oturmadı koltukta yattı ki k......... onu görmesin diye o asla bencil değil di hep önce k.........  p....... derdi allah katında hep buna dikkat etti bir değimi2 etmedi ne benim ne de kaanın sırf benimle evlenmedi diye bunu ona yapamam onu unutamam unutmıyacağımda ve hep guzel hatırlıycağım taabiki o da bi melek değil ama yuzde olarak iyi olan bir insana bir hata yuzunden kotu diyemem ben onu bırakmadığım için bırakamadığım için o da beni bırakmadı ne zaman ben istemedim bitti, ben istedim başladı zorla bi şey yapmadı ki, sırf kaan onunla beraber olacak diye ona iyi bir model çizmeye calışmıyorum gercekleri sadece görüp kabul leniyorum , nefsimin istediği şekilde konuşmuyorum yada dusunmuyorum hakikatleri söyluyorum. bu saaten sonra hayatıma girer mi girmez mi bilemem bildiğim bir gercek var ancak benimle evlenirse dönebilirim eski si gibi yasamı ne ben ne oğlum kaldıramaz ve ALLAHA da yemnin ettim biliyorsunuz allahın rızası için ben onu bıraktım bu yuzden terapiye geldi kaç seans
suan biliyorsunuz yanlız yasayabiliyorum, sadece insanın doğasında olan yanlızlığı hissediyorum bu da normal sağlıklı dusunduğumde aslında onu  ne kadar cok sevdiğimi ama asık sadece allahayım ve özlediğimi fark ettim ama yapabileceğim hiç bir sey yok eskisi olamaz , geleceğpide sadece allah bilir ben bilemem ne hayal ım var artık, ne de planim biliyorsunuz o yuzden yorumsuz geciyorum ve konuşmuyorum gelecek hakkında ona bırakmayı tercih ediyorum bunları kabullenmek beni mutlu etti şimdi huzura erdim, kendimi değersiz de görmüyorum artık, ben hiç bir kadının sevilmediği kadar sevildim, değer verildim, en guzel anları yasadım 1 satı için bile ömür verilebilirdi,şimdi kalkmış tu kaka diyemeyeceğim yasadığım hiç bir seyden asla pişman değil
çok guzeldi acısıyla, tatlısıyla ama bence ben cok doğru biriyleydimmm cunku benide oğlumuda korudu sevdi baktı ve allaha ulaştırdııııııııııııı o da evlenmedi o da ben yanlızken oda yanlızdı kısacası ben geçmişimden oturu asla pişman değilim o bana allahın bir lutfudur öyle odu  karanlıktan aydınlağa beni çıkaran kiş, bedli ağırdı çok ağladım cok acı çekdim olmuyo diye ama thy bile beni koyan o burda da seyda hz buldum kabeye burda gittim yani hep onun vesilesiyle oldu işsizken o bana 3 yıl baktı rızık vesil oldu, tövbe vesilem oldu e o zaman işime gelmedi diye tu kaka diyemem ben allah beni affetsin yanlışlarınıda kabul ediyorum bedel ödemeden bunlara kavuşamazdım zaten anlyacağınız şimdi OLDUUUUUUUUUUUUU RAHATLADIMMM KONUŞUNCADA DAHADA RAHATLIYACAĞIM o benim hayatımdan asla silip atamayacağım kişi insan erkek ne derseniz vesilem adığım ahların bedelini ödediğim zaman artık ne derseniz neyse fazla uzatmıyacağım son durum bu ve bundan memnunum üstünü bastırmak hiç bir işe yaramadı 1 yıl oldu ve bu hale geldi en son duşuncem verdiğim kararda benim için en doğru karar oldu onunla yuzleşmem gerekiyodu ve gerceklerle şimdi rahatladım ve onu hala allah için seviyorum ve kadın olarak da ama hepsi bu
onunla evlenmeyi herseyden çok istemiştim şimdiyese yorumsuzum herseyin hayırlısı diyorum olmadıysa vardır bir hayır diyebiliyorum artık ve onu hatırladığım zaman tebesüm etmek istiyorum,ve mutlu olmasını sedef olmuş, sac kıran olmuş, ve vucudu yaralar döküyomuş, yiğeni ilede konuştum gercekten abla diyo cok mutsuz, yanlız ve sinirli kimse yanına yaklaşamıyo diyo
uzgunum dedim yapabileceğim bi şey yok top onda dedim haklısın abla dedi amasizin durumunuz cok üzülüyorum dedi, fakat bu aile asla değişmez dedi dul kadına bakışları asla olumlu bakmazlar dedi amcamın herseyden vazgecmesi gerekir dedi , e bende bunu ondan isteyemem istemedim de huseyin bey işte boyle gorevini tamamladı zaman doldu ve bittiii allah boyle istedi böyle oldu, ama onun vesilesine birden nankörlük yapıp kötü diyemem allahın bile gucune gider
 
geldiğimde konuşuruzzzz sağlıcakla kalın 

3828
Din & Felsefe / ALLAH ŞEYTAN ve AŞK
« : 31 Aralık 2009, 12:25:54 ös »
Mutasavıfflar baştan beri akılla Allah’a varılamayacağını, O’na ermenin ancak sevgiyle olacağını savunmuşlardır.Mi’racda söz konusu edilen Cebrail aklı,refref aşkı temsil eder.Cebrail Hz. Peygamber’i bir noktaya kadar götürebilmiş, daha ileri götürmesi için onu refrefe teslim etmişti. Demek ki Allah ‘a giden yolda akıl belli bir yerde durmak zorundadır;bu noktadan itibaren insanı Allah ‘a götüren aşktır.Mutasavvıflar aşk ile manevi mi’rac yapılabileceğini  söyler, kendilerinin  böyle mi’racları bulunduğunu ileri sürerek buna “mi’rac-ı muhabbet ” veya   “ mi’rac-ı aşk”  adını verirler.İbnü’l-Farız et-Ta’iyyetü’l-kübra kasidesinde sevgi ve aşk esasına dayanan kendi ruhi ve manévi mi’racını gayet parlak bir üslupla tasvir etmiş,aşk merdiveninde basamak basamak yükselerek nasıl maşukuna erdiğini ve onda fani olduğunu anlatmıştır.Cemil ve Büseyne,Kuseyyir ve Azze, İbn Hizam ve Afra, Mecnun ve Leyla gibi aşk hikayelerini ilahi aşkın değişik bir biçimi olarak gören, bu aşıkları bir bakıma örnek alan Allah aşıkı mutasavvıflara göre bütün alem aşk esasına göre kurulduğuna ve çalıştığına göre bu esasla uyuşmayan İblis’in ve cehennem telakkilerinin değişik bir yorumu olması gerekir .Hallac ile başlayan ve Ahmed el-Gazali,Aynülkudat el-Hemedani,Senai ve Atar gibi mutasavvıflar tarafından geliştirilen bu yeni yaklaşımda İblis’in bütün hal ve haraketleri onun Allah’a olan aşkıyla izah edilmiştir.Buna göre eğer maşuku uğrunda en büyük azaba katlanmak aşk ise bunu en iyi şekilde İblis yapmıştır.Peşinden cebirciliği de getiren bu aşk çerçevesinde İblis’in Allah’a aşık olduğunu iddia etmek mutasavvıflar için fazla zor olmamıştır.

İslam Ansiklopedisi

3830
Din & Felsefe / VARLIK ve ÖLÜM
« : 19 Aralık 2009, 02:43:30 öö »
VARLIK ve ÖLÜM

Elvin HEKİM
bahçeşehir üniversitesi
sosyoloji bölümü

          Felsefe tarihi süresince birçok felsefeci varlığın ne olduğunu açıklamaya çalışmıştır.Çünkü felsefenin amacı varlığın gerçekten ne olduğunu kavramaktır.Yani felsefe varlık üzerine yapılan bir soruşturmadır ve felsefe Varlık’la başlar.Bunun için Heidigger ‘e göre felsefe tüm nesne ve şeylerin kaynağı ve temeli olan varlıkla ilgilenir.
                 Heidigger varlığın anlamını zaman kavramı içinde “Dasein “ kavramının analitiksel ve varoluşçu bir yaklaşımla açıklanabilineceğini iddia eder ve savunur.
                  Heidigger’e göre felsefedeki en büyük problem Varlığın anlamı nedir sorusudur.Heidigger’e göre varlığın anlamını açıklayabilmek için “var oluş” konusunu rehber almamız gerekiyor.Varoluşun konusu ,varolanın var olmasıdır.Yani varoluş , var olabilmek demektir.
                 Ancak Dasein’in var olduğu zamanlarda muallakta olma gibi bir sorun söz konusudur.Bu söz konusu muallakta olma ile Dasein’in “son” u gelmektedir.Yani Dünya içinde var olmanın sonuna “ölüm” denmektedir.Söz konusu olan insanın diğer bir ifadeyle Dasein’in yaşamının bütünlüğü ve tümlüğüdür.
                   Heidigger’in ele aldığı en önemli konulardan biri hiç süphesiz ölüm fenomenidir.Ona göre ölüm insan varlığının en belirgin bir özelliği olduğu gibi aynı zamanda Dasein’in  varoluşunun sonunu hazırlayan ve bitiren bir olgudur.
                    Ölüm günlük hayatımızın en kaçınılmaz bir gerçeği olarak karşımızda durmaktadır.Herkes öleceğini bildiği halde hiç kimse kendisine ölümü yakıştırmaz.Her canlı varlık gibi insanda birgün ölmek üzere doğar.Kimileri çok küçük yaşta hayata veda ederken kimileri genç ,kimileri orta ,kimileri de ileri yaşlarda bu dünyayı terk ederler.Bu “başkalarıyla birlikte olamama” durumudur.İnsan özellikle gençliğinde ölümü hiç aklına getirmek istemez.Bunu bir son olarak gördüğü için ölümün düşüncesinden bile kaçar.Düşünmemek onun için en rahat kaçış yoludur.Oysa fiziksel kaçış ölüme bir çare olmadığı gibi, ölümü aklına getirmekten kaçınarak  ölümden




kurtulabilmekte mümkün değildir.Zamanın ilerlemesine rağmen kendini yaşlanmaya ve ölüme karşı koyabilmiş tek bir insan gösteremezsiniz.Ölmeyecek tek bir insan bulamazsınız.
                  İnsanın kendi olması ,kendi varlığını gerçekleştirmesi sadece kendi eylemiyle ilgilidir.Kendini gerçekleştirmede başkaları temelde söz sahibi olamazlar.İnsanın kendini gerçekleştirmedeki bu yalnızlığı aynı zamanda kendi ölümünde de geçerlidir.Ölüm sadece ve sadece benim ölümümdür ve bu başkaları tarafından benden koparılamayacak bir gerçekliktir. Hiç kimse başka birinin ölümünü elinden alamaz ve engelleyemez.Yani ölüm deneyimlenemez  bir olgudur.Bir  insan başka bir insanın ölümüne sahip olamaz.Birisi için ölmek istenebilir ancak bu “feda edilme “ durumudur.Burda da yine insan kendisi ölür.Çünkü ölüm özsel bir olgudur.Ölüm ,ölüm olduğudan dolayı özsel olarak benimkidir.Yani Dasein “vekaleten “olan değildir.Günlük işlerimizde bir başkasının yerine vekalet edebiliriz ancak bu günlük ilgilenmelerdir.Ben bir başkasının üzerinden ölüme vekalet edemem bir başkasıda benim üzerimden benim ölümüme vekalet edemez.Çünkü herkesin kendi ölümü vardır.Bireysel tecrübeler söz konusu değildir.Aslında tam olarak anlatmak istediğim birinin ölümüne sadece dışarıdan katılabilmemiz.Mesala bir yakınımız öldüğünde onun defin işlemleriyle bizler uğraşırız.Ancak biz onunla uğraşırken cansızlaşan yani kaybettiğimiz varlık bizimle değildir.Yani bizler ancak bu dünyada , kendi dünyamızda , onunla ilgilenebiliriz.Onun arkasından üzülürüz,onunla birlikteyizdir ama bu birliktelik gerçek anlamda olan birliktelik değildir.Bu sadece bir ‘yad etme” halidir. Yani bizim kaybımızla ölen kişinin kendi varlığını kaybetmesi deneyimlenecek bir durum değildir.Fakat ölenin dünya içinde var olmayışı , onun sadece cansız bedenini bu dünyada bırakmasıdır.Bizler onun ölüme yakın anlarını , ya da ölme anını gözlemleyebilir ve de ölüm hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Bu dünyada var olmayanın cansızlaşan salt bedeni hakkında da bilgi sahibi olabiliriz . Adli Tıptaki




kişilerin bu cansız bedenlerle ilgilenmesi hem bilgi sahibi olmamızı sağlar aynı zamanda tıp öğrencilerinin ölümü kavrayıp bu duruma saygı göstermelerini sağlar.
           “Dünyaya bir şey kattım. Bunun için de , ondan bir şey alacağım ; Kendimi …” 
Susan Sontag’ın bu sözünün beni etkilediğini ve aklımdan çıkmayan bir söz olduğunu söyleyebilirim.Susan Sontag’ın oğlu David Rieff ‘ de  annesinin ölümünden 4 yıl sonra kaleme aldığı “ölüm denizinde yüzmek” kitabıyla da annesinin ölüme gittiği yolda , anlarda onun yanında olarak nasıl bir azimle yaşamayı sürdürdüğünü anlatmaktadır.Başkasının ölümünü ontolojik olarak kavrayabilmek mümkün değilse de, geride kalanın deneyimleri açısından ölümlülüğü kavrayabilmek olarak tanımlayabileceğimiz durumu David Reiff’in sonuna kadar yaşadığını söylemek yanlış olmaz.
                          Ayrıca , ölümün canlı bir olgu olması ,bir hayvanın ölümle olan ilişkisiyle bir insanın yani Dasein’ın ölümle olan ilişkisi arasındaki fark gibi hayvanın varoluşuyla insanın varoluşu arasındaki fark kadar büyük ve farklıdır.Heidigger bu ayrımıyla hayvanın ölmesine “telef olma “ derken Daseininkine  “vefat etti “ der.Çünkü Dasein’ın vefatı yani ölümü insanın dışındaki canlıların ölümünden farklıdır.Dolayısıyla Dasein biyolojik yapısını ve çok daha önemlisi “şuura “ sahip olma özelliği ile kendi varlığını varoluşsal özelliklerle biçimlendirir ve şekillendirir.Çünkü insanlar her zaman ölümle karşı karşıyadır.İlk satırlarda bahsettiğim gibi kimi genç yaşta , kimi orta yaşta vs .Aslında bu insanı ayıran özelliklerden biridir.Çünkü insanlar bu karşı karşıya kalma sonunda kaygı duymaya başlarlar , hayvanlarda kendi ölümlerinden kaçmak isterler fakat kendi sonlarını düşünerek hareket etmezler. Onlar  Kendi varlıklarının son bulcağını yani ölceklerinin idrakinde değillerdir.Sadece insan ölür.Hayvan ise son bulur.Yani insanla hayvanı birbirinden ayıran tek özellik akıl sahibi olması değildir.Ölümün gerçek anlamda insana ait olması da iki varlık türü arasında temel bir ayrımdır.İnsanın öleceğine dair bir şuura sahip olmayan biride ölebilir cevabını duyacağıma eminim.İşte insanların özsel bir korkuyla ölüm hakkında bilgi sahibi olmaları yani insanların bir gün



öleceğini  bilmeleri ölümü olağan bir durum haline getiriyor.Talihsiz bir şekilde ölümün başımıza gelmesi ister bir insan şuura sahip olsun ister olmasın mümkündür.Bir insan şuura sahip değil diye , ona yok oldu demiyoruz ki yada diğer bir değişle telef oldu demiyoruz ki ,ona da vefat etti diyoruz.
               Bu bağlamda Heidigger  ölümü anlamak ;varoluşsal boyutta Dasein’ın ölümle olan ilişkisini yaşanan ,bilinen ve idrak edilen bir ilişki olarak anlamak demektir.Diğer bir anlatımla Dasein için ölüm bir oluş biçimidir.O bir olay olmayıp olanaksızlığın olanağıdır.Kısaca Dasein’ın burada olmamasıdır.
                 Başkası ölmüştür biz değil .Biz ise ölümü yaşamayız ,ölürüz  .Heidigger “sadece insan ölür , diğerleri telef olur “ der. Ölümlü olan insandır.Ölümlü olan ,arzda yaşayan ve gökte çevrili olan , insan ölümü , ölümle ,ölüm içinde ölür , biçiminde bir belirlemesi daha var Heidigger’in .Buda bize ölüme ilişkin söyleyeceğimiz her sözün bir spekülasyon olmaktan kurtulamayacağını söyler.Ölüme ilişkin anlamlı bir şey söyleyemeyiz çünkü biz ölmeyiz.
                   Ölüm başkasınındır.O halde anlatanın öyküsü değildir bu.Peki insan başkasının öyküsünü anlatamaz mı? Anlatır ama bu kendisi anlatıyor olsa da “başkasının menkıbesi” olmaktan öteye gidemez.Hatta ölüme ilişkin yüksek bir düşünce içeriyor olsa da , sonuçta o başkasının öyküsüdür.Öykü başkasının olunca ,çünkü ölüm deneyimlenemez , anlatılan ,anlatılanın dışında, başka bir yerde ve zamanda bulunan olan bir hikayeye dönüşür.Bu özellikle ölüm söz konusunda başkasına ait bir deneyimdir.Başkasına ait bir deneyim ise bizim açımızdan sadece bir öyküdür.
                    Dolayısıyla Martin Heidigger ölü bir insanın hayatını bir bütün olarak kavrayabilmek ,anlamak için insanın ölümünün veya ölmüş olmasının ontolojik anlamını kavramamız gerektiğini vurgular.Çünkü burada söz konusu olan insanın diğer bir ifadeyle Dasein’in yaşamının bütünlüğü ve tümlüğüdür.
           




            Heidigger  Dasein’in ölüm ile birlikte tamlığa kavuşacağını ifade etmektedir. Çünkü Dasein yaşam ve ölüm arasında “muallaktadır”.Hatta Heidigger  muallakta olma durumunu daha iyi anlayıp kavrayabilmemiz için olgunlaşmamız meyve örneğini vermektedir.Olgunlaşmamış meyve olgunlaşınca tamlığa erer ama bu sırada ölmüştür.Heidigger şöle der: Olgunlaşan meyve kendini ötekisi olarak hamlığa karşı hem kayıtsızdır ,  hemde olgunlaşmak suretiyle hamlık olarak vardır.Meyvenin henüz olgunlaşmışlığı onun kendi varlığına dahildir ,ama keyfi bir belirlenim olarak değil , onu tesis eden olarak .İşte Dasein da var olduğu müddetçe buna benzer biçimde vardır , yani hep kendi henüz olmamışlığıdır”. Yani bizler öldüğümüzde tamlığa kavuşur ,kendi varlığımızı kaybetmiş oluruz.Dasein olmama durumu ortaya çıkmaktadır.Daha öncede belirttiğim gibi ölümle birlikte kendi tamlığımıza dönüştüğümüzde artık dünya içinde var olmama anlamında bir Dasein olmama durumuna geçiştir.Çünkü ölüm ile bütün ve tamdır insan.Diğer özellikleri sonra gelir.Daha varolduğumuz ilk anda ölüm bizden ayrılmayacak bir özelliktir.




“ Ve hiçbir rasyonel varlık
 Hissetmeyeceği ve görmeyeceği şeyden korkamaz.
 Diyen bu aldatıcı zırvalar …
 Tam da bu değil mi korktuğumuz –görüntü yok , ses yok
 Yok , hiçbir şey , sevecek ya da bağlantı kuracak ,
 Hiç kimsenin geri dönmediği o uyuşukluktan başka “ .


3831
Doğrudan cinsellikle alakalı bölümleri anlatacak olursam çok kısa bir yazı olacak. Ben haftalardır bu konuya kafa yoruyorum ve cinsel hayatımla ilgisi olabileceğini düşündüğüm ne varsa anlatmaya çalışacağım. Birçok bölümü zaten önceden konuşmuşuzdur. Bazılarını yeniden anlatabilirim. Fakat bazılarını atlayacağım.
Hatırladığım ilk cinsel anımı 5 yaşlarımdayken yaşadım. Annemle gittiğimiz bir misafirlikte ev sahibinin kızıyla herkesten gizli kendimizi küçük bir odaya kapattık sonra da soyunduk. Galiba gördüğüm ilk çıplaklık buydu. Bunun dışında televizyon ve gazeteler dışında bir çıplaklık yaşamadım.  Bir de o zamanlar herkesin yarı çıplak dolaştığı bir adayı hayalimde canlandırıyordum. Hepsi aşağı yukarı aynı güzellikte aynı tipte kadınlar vardı. Mahrem yerleri küçük altından yıldızlarla örtülüydü. Dans filan ederlerdi.  Mutlaka o yıllardaki TAN gibi gazetelerin resimlerinden etkilenmişimdir. Yoksa o yıldızları ben nereden akıl edeceğim. 
Makyaja ve saça merak saldığım bir dönem oldu. Daha çok ilkokul zamanlarıydı herhalde . Evde annemin bir süs bebeği vardı. Hani şu kırmızı gelinlikli olanlarından. O dönemde hemen herkesin evinde vardı. Onun saçlarıyla uzun süre oynardım. Gizli gizli örerdim, toplardım.  Demek ki kendim de anormal buluyormuşum.   Sonra kız figürleri resmederdim. Nekadar sürdüğünü hatırlamıyorum. Sonra hepsi kendi kendine bitti .  Aslında bir sürü arabam askerlerim vardı. Onlarla da oynuyordum.
Aşkla çok erken tanıştım aslında. Bu performansı devam ettiremedim fakat. İlkokulda iki kişiye aşık oldum. Mutlaka ergin kişilerin aşklarından farklı ama çok güçlü duygulardı. İlkokul 1. Sınıfta D.... isminde bir kıza fena aşık olmuştum. O kadar ki bir keresinde dersin ortasında kendimi tutamayıp kıza sarılıp öpmüştüm. Sonrasında bütün sınıfın da aşık olduğu Selen isminde bir kıza tutuldum. Sarı saçlı mavi gözlüydü. Her piyeste prenses o olurdu. Sınıfın en çalışkanı oydu. Kısacası herkesin gözbebeği olan kızlardandı. Akşamları onunla ilgili hayaller kurabilmek için yatağa biraz erken girerdim. Genelde He-man olurdum. Bazen superman. Hatta inceden cinsel hayallerimde vardı. Üzerimizde giysi yokken birlikte uyuduğumuzu filan düşünürdüm. İlkokul bitene kadar  ilgim sürdü. Hatta yıllar sonra 20 yaşında tekrar karşılaştım. Yine bile onu görünce kalbim hızlı hızlı çarptı.
İlkokulda çok yakın olduğum iki arkadaşım vardı. Her tenefüste birlikte oynardık okuldayken ayrılmazdık birbirimizden. B.... la T...... B.....’ un abisi T......’un ablası vardı. Bizim cinsel eğitimimiz dolayısıyla B.....’la benim abilerimizden oluyordu. Onlar bize, biz birbirimize anlatıyorduk doğru yanlış.  Aslında abim çok aydınlatıcı bilgiler vermiyordu hatırladığım kadarıyla. Çocuk nasıl yapılır ondan öğrenmiştim o yıllarda ama daha ziyade genel anlatıyordu. Ben detayları da merak ediyordum. Heralde açığı Berkun’un abisinden gelen bilgilerle kapıyordum. Üçümüzün birbirimize bir keresinde pipilerimizi gösterdiğini hatırlıyorum. Galiba içlerinde bir ben sünnetliydim onlarda merak ediyorlardı.

İlkokul 1. Sınıftan lise döneminin başına kadar ailenin en karışık olduğu dönemlerdi. Bu dönemi size anlatmadım. Ama önemli olabilir.
Babam 19... senesinde K.....’dan A.....’a tayini çıkmıştı. Kabul etmedi ve bankadan istifa etti. Bankadaki müşterilerinden biriyle bir ortaklık kurdu. Annem ilk günden beri bu ortaklığa karşı çıkmış. Galiba bir rüyasında gördüklerinden dolayı tam bilemiyorum.  Benim hatırladığım iki iş yapıyorlardı. Birisi K......’da T...... de (şehri tepeden gören bir semt) büyük bir çay bahçesinin işletmesiydi. Diğeri de ofis malzemeleri zaten bir mağaza.  Babam bu işleri 19.. yılına kadar sürdürdü. Ancak kötü br şekilde dolandırılarak çok zarar görmüş.
Annemin biraz hassas bir yapısı var. Bu dönemde rahatsızlıkları arttı. Epilepsi rahatsızlığı bu dönemde en üst düzeye çıktı. Kenetlenmeye başlamıştı. Bir şeye biraz üzülsün olduğu yerde kaskatı kesiliyor ardından bayılıyordu. Ayıltmak zor olurdu.  Sonrasında da şiddetli baş ağrıları oluyordu. Önce bilincini geri getirirdik daha sonra masajla vücudunu açmaya çalışırdık. Ben annemin bu rahatsızlığında çok defa yanındaydım. Hatta bir çoğunda yalnızdım.
Annemle babamın arası bu dönemde iyice soğumuş. Sonradan annemim anlattığına göre evi çok defa terk etmeye çalışmış. Ama abimi yada beni görünce vazgeçiyormuş. Hatta bir keresinde mutfaktaki gazları açık bırakmaya kadar vardırmış.
Ancak bu tuhaf dönemde annem hamile kaldı. Hâlbuki doktorlar birkaç sene önce kendisine artık hamile kalmasının mümkün olmadığını söylemişler.  Bu hamileliliğin etkisiyle belki aralarında bir yumuşama olmuş olacak.
 Babamın E......’a iş için gittiği bir gün annem onunla birlikte gitmiş. O da oradaki eski komşularını ziyaret etmek istemiş. Sabah gidip akşam dönecekler. O gün okuldan eve geldiğimde teyzemi ve anneannemi evde buldum. Akşam saatlerinde abim ağlayarak eve geldi. Hiç unutamadığım bir manzaradır abimin o ağlayışı. Meğer babam E.......’ da bir trafik kazası geçirmiş. Bir otomobil çarpmış.  Allah’a şükür yine hafif atlatmış. Yanlış hatırlamıyorsam 3 hafta kadar E........’daki hastanede kaldılar. Annem refakat etti.  K......’da da babam yaklaşık 2 ay kadar evde istirahat etti.     
 Annemin hamileliği sırasında rahminde bir ur oluşmuş. Bebekle birlikte o da büyümüş. Nihayetinde sanırım 8 aylıkken annem doğuma girdi fakat bebek yaşamadı. 
19... yılında babam bankacılığa geri döndü. Bir bankanın A..... şube müdürlüğünü yaptı  19... nin sonuna kadar. İki yıl O E..... da yaşadı. Haftasonları K.....’ya geliyordu. Bu benim orta 1 den orta üçün ortalarına kadar olan dönemimdi.
Bundan sonra daha rahat günler geçirdik. 
Bana dönersek,  Lise hazırlığın sonuna doğru orgazmı ilk kez yaşadım.  Daha önce size bahsettiğim olayların ilki ise bundan 1,5 – 2 sene önceydi. Bu olaylar dışında bende etkisinin olduğunu sandığım bazı tutumlarım vardı. Örneğin lisenin sonuna kadar aile içinde erkeklerin bulunduğu ortamlardan hoşlanmazdım.  Onların yanında kendimi baskı altında hissederdim. Annemlerle ise daha rahattım. Bazen babamın işi çıksa ve akşamları eve gelmese mutlu olurdum.  Ya da Pazar günlerinden hiç hoşlanmazdım. 
Aile ortamında durum böyle olmasına karşın okuldaki en yakın arkadaşlarımın hepsi erkekti.  Ancak iş futbol basket gibi oyunlara gelince pasiftim. Rekabet gerektiren her olaydan kaçardım.
 Üniversite yıllarında bu sıkıntıları büyük ölçüde yaşamadım. Üstümdeki sıkıntının çoğu gitti. Fakat rekabetten kaçma devam etti ama. Bunun nedenini tam bilemiyorum. Pikniğe bile gitsek top oynamak istemezdim.
Çocukluğumdan beri  annem sık sık rahatsızlandığı için ona evde ben yardım ederdim. Süpürürdüm silerdim sofrayı kurar bulaşıkları yıkardım.  Abim 1 kere yaparsa ben 10 kere yapardım. Bu sıkıntıların sebebi acaba bu durum olabilir mi diye düşünüyorum. Genelde evde kadın işi denilen işleri annemle ben paylaşırdık.
Babamla özellikle son yıllarda ilişkim gayet iyi. Aslında aramız hiçbir zaman kötü olmadı. Fakat çocukluğumda pek yakın olamamışız galiba. Bunun yanında yaşadığımız bir iki olay beni biraz germişti. Üniversitede bir rahatsızlık geçirmiştim. Hastanede ameliyat için yapılan tetkiklerde kalp atışlarım biraz yavaş gelmişti doktorlara. Daha sonra babamın içine sinmemiş beni arkadaşı olan bir doktora götürmüştü. Doktor kalbime baktıktan sonra koltuk altımı, kasıklarımı ve sakallarımı kontrol etti. Daha sonra hiç hamamcı olup olmadığımı sordu. Artık babam ne anlattıysa ve o ne anladıysa… Sonra babama dönüp “lüzumu yok ama sen istiyorsun diye bir hormon testi yazacağım” dedi. Çok sinirlendim.  Rahatsızlığımın hormonal bir yanı yoktu zaten. 21 yaşındaydım ama 9 gibi hissettim.  Öylece çıktım gittim oradan.
Bir keresinde de ortaokul yıllarında ben banyo yaparken babam içeri girip testislerimi kontrol etmişti. Sonra daha bir şey yok deyip çıkmıştı.
Ben de aslında görünüşümle ilgili problemler yaşıyorum. Fiziğim beni olduğumdan daha küçük yaşta ve daha zayıf gösteriyor. Bunun çelişkisini çok yaşıyorum. Özellikle yeni tanıştığım kişilere karşı çok yorucu olabiliyor. Düşünsenize her tanıştığım kişiye yaşımı ispat etmem gerekiyor. Sürekli ikna çabası içindeyim çarşıda pazarda. Bazı yerleri dert etmiyorum. Ancak iş ve sosyal alanlarda çok sıkılıyorum. 
Aslında size bahsettiğim kadar aseksüel olmadığımı düşündükçe fark ettim. Lise ve üniversite zamanlarında ortalama haftada 1 yada 2 kez kendimi tatmin ederdim.  Ancak hayal ettiğim şeyler pek yaratıcı değildi. Hep daha önceden izlediğim filmlerden sahneler hayal ederdim. Yada en fazla oradakilere benzer tiplerle benzer ortamları düşünürüm.  Kendimi pek hayal etmem. Bu noktada şunu anladım; aslında nasıl kadınlar hoşlandığımı bilmiyor değilim. Fakat onları kendimle değil başkalarıyla düşünüyorum. Tabi bu durum yalnızca fiziğinden hoşlandığım kadınlar için geçerli. Duygusal olarak hoşlandıklarımda böyle bir durum yok.  Zaten onlarla da cinsel yön eksik kalıyor.

Bu konu dallanıp budaklanıyor. En iyisi size bu kadarını şimdilik göndereyim aksi halde tamamlamayı beklersem birkaç ay daha size bir şey yollayamayacağım.


3832
Şiir / SAĞANAK AŞK - Hüseyin Kaçın
« : 17 Kasım 2009, 10:03:36 öö »
SAĞANAK AŞK

Gözlerin yağıyor gözlerime
Cehennem olur kalbin kalbime
Ateş yağıyor
Aşk yağıyor
Sağanak

İkindi vakti kim ölür
Hayat kervanında?
Eskiyen aşk defterinde
Kimin adı alacaklıdır?

Elinde hançer olan
Her kadın zalim midir?
Yağmur yağar gibi
Ben ağlarken
Kollarında sağanak sağanak
Sen ölür müsün
Kalbimde?

Cennetimi yakan meleğimsin
Alev alev
Ateşim
Aşkım
Sağanak sağanak
Cehennemimsin

16 Kasım 2009
23 00
Edirne

3833
Fatih Sultan Mehmet'e 'Hıristiyan ol' teklifi
Yaşayan en büyük Osmanlı tarihçisi Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Halil İnalcık, akademik hayatının 70'inci yılını kutladığı şu günlerde Fatih Sultan Mehmet'le ilgili bir tartışmayı yeniden gündeme getirdi.

13 Kasım 2009 Cuma 

 Prof. Dr. Halil İnalcık, en son yaptığı tetkik hakkında bilgiler verirken "Fatih'in İstanbul Tarihi"nin 2'nci cildi için çalıştığını söyledi.

İnalcık, etraflıca bir incelemenin yer aldığı kitapta Papa 2'nci Pius'un Fatih Sultan Mehmet'e hitaben yazdığı mektupla ilgili çok önemli bilgilere yer vereceğini açıkladı.

Papa'nın bu mektupta Fatih Sultan Mehmete'e kendisini Roma İmparatoru olarak tanıyabileceğini ifade ettiğini söyleyen İnalcık, ancak Papa'nın bir şart öne sürdüğünü açıkladı.

İnalcık'ın çalışmasına göre Papa 2'nci Pius, Fatih Sultan Mehmet'ten Hıristiyan olmasını istedi.

Bu konuyla ilgili Türk ve yabancı ilim adamları tarafından bunun üzerinde birçok tetkikler yapıldığını ifade eden İnalcık kendisinin de inceleme yaptığını söyledi.

Bazı çevrelerin "Mektup gönderilmemiş" dediğini anlatan İnalcık, "Ben o mektubun gönderildiği kanaatindeyim. Mektubun gittiğini fakat Fatih Sultan Mehmet'in mektubu nazarı itibara almadığını, hiç önem vermediğini göstermeye çalışıyorum. İleride de bunu yayınlayacağım" diye konuştu.

Çetin Altan'ın iddiası
Daha önce de gazeteci-yazar Çetin Altan, Fatih Sultan Mehmet'in Avniya mahlasıyla yazdığı bir beyite dayanarak Osmanlı'nın efsane padişahının Hıristiyan olduğunu öne sürmüştü.

Altan'ın bahsettiği beyit şöyleydi:
"Bir frengi kâfir olduğun bilürdi Avniya (Avniya -Fatih'in mahlası- bilirdi senin bir kafir Hıristiyan olduğunu)
Belde zünnarını boynunda çelipayı gören

Prof. Dr. İskender Pala, Altan'ın yazdığı beyitin doğru olmadığını, aslının aşağıdaki gibi olduğunu söyleyerek, iddiayı reddetmişti.

"Bir frengi kâfir olduğun bilürdi Avniya
Belün ü boynunda zünnâr u çelîpâyı gören"
(CNNTÜRK.COM)

3834
Din & Felsefe / Ynt: ÖZ CAN
« : 31 Ekim 2009, 10:35:51 ös »
        الرَّحِيمِ الرَّحْمنِ  اللهِ  بِسْمِ                                                                                 
                                                             
                                                                    EFENDiM(s.a.v.)


                                              YEGANE BEŞER,YEGANE SEVGİLİ
          M                                GAYRI,YA ‘HİÇ’,YA ‘MUHAMMEDİ’
                                              MAZHAR-I;HAKİKAT,MA’RİFET,İLM-İ EZELİ

                                              NEYE İSE AŞK-I İŞTİYAKIN,ÖZDE O’NADIR HİSSİYATIN
          U                                 YEGANE SULTANI,SARAY-I LA MEKANIN
                                              SATIRI,SADRI HZ.KUR’AN-I AZİMMÜŞŞAN’IN

                                              SURETLER AYNADIR NURUNA
          H                                 RUHTUR,NURDUR,DÜNYAYA VE UKBAYA
                                              NURU,‘ÖZ’DÜR HER ‘CAN’A

                                              ALLAH’IN ZATIYLA,SIFATINA TECELLİSİ
          A                                 HAKKIN CELAL VE CEMAL ESERİ
                                              SIRLARIN,NÜZUL VE HÜBUT MAHALLİ

                                              İLMİN,HİLMİN,HİKMETİN KAYNAĞI
          M                                HAKİKATLERİN MAKARRI,MENBA’I
                                              HAREM SARAY-I VAHDETİNİN MAHREM-İ ESRARI

                                              HERAN YENİ BİR ŞANDA,SURETTE
          M                                YANSIMADIR NURUNDAN,ALEMDE HER ZERRE
                                              GÖRENEDİR GÖRENE,KÖRE NE!

                                              EVVEL,AHİR,ZAHİR,BATIN SULTANI
           E                                 HAKKIN YEGANE MURADI,AŞKI
                                              MA’RİFETULLAH SERHATTI,SERDARI

                                              ZİRVE-İ TEVHİDE VARANA
           D                                BASİRET İLE,SADRA BAKANA
                                              KAİNAT,SEYR-İ DİDAR-I MUHAMMED MUSTAFA(S.A.V.)



                                                                                           Muhammed Özcan     
                                                        13 Zilkade 1430 
                                                          Cum’a-i Şerif         

3835
Din & Felsefe / MEHMET ÖZ/CAN ÖZHAN
« : 31 Ekim 2009, 10:04:04 ös »
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ


   Lütf-u Muazzamadır Aşk-ı Muhammedi
   Saadet-i İslamiyyedir,Aşk-ı Muhammedi
   Hakikat,Ma'rifet,Ruhtur Aşk-ı Muhammedi
   Devlet-i Aladır,Nurdur Aşk-ı Muhammedi


                                Muhammed Özcan


3836
Şiir / YEMİN ETTİM - Hüseyin Kaçın
« : 24 Ekim 2009, 02:41:43 ös »
YEMİN ETTİM


Sevgi bir kuş olsa
Kalbimde kör bir kurşun
Ölüme sevgili

Sevgi bir çiçek olsa
Ellerimde kör bir bıçak
Hayata sürgün

Sevgi bir yağmur olsa
Gözlerim kurumuş bir yaprak
Allah’a hasret

Yemin ettim
Sensizim
Sevgisizim

24 ekim 2009
14 00
istanbul

3837
Şiir / SON ŞARKI - Hüseyin Kaçın
« : 15 Eylül 2009, 03:54:49 ös »
SON ŞARKI

                           "تغرل togrıl" "yırtıcı kuşlardan bir kuş, bin kaz öldürür, 
                           bir tanesini yer."


Beyaz gelincik tarlasında
Kavurucu haziran sıcağında
Güneşi gördüm gözlerinin siyahında

Beyaz bu kadar günahsa
Ben bu kadar kara
Kederi yüce bir karınca
Gökler değirmeninde sema ediyor
Şaha kalkmış bir kısrak gibi
Kalbimi mühürledim kalbine
Ellerinde eridim

Derdimin siyahından
Asi bir kuş uçurdum
Bin kez öldüm bir kere bile ağlamadan
Senin kanatlarının altına sığındım
Gökler yırtılıyor kederimden
Yağmurlar da yalan ben yağınca gözlerine
Dermanım sensin

Bir karıncanın kalbi kırılınca
Kalem sensin
Kadere keder çizgisi çizen
kırık bir sözün
son şarkısı da sensin…

kalbimin kalbine fısıltısı
günahımın ilk hecesinde
sevaplarımın beyaz seccadesinde
oku dedi gökler
dinle dedi yeryüzü

gökler yerler
kelebekler
şahit olsun
melekler

kadir gecemsin…

15 Eylül 2009
15 50



3838
Sefa KAPLAN 15 Eylül 2009
 
   
Türkiye’de antidepresan ve antipsikotik ilaç kullanımında kelimenin gerçek anlamıyla bir patlama yaşanıyor.


Doğal olarak psikiyatrlara başvuran hasta sayısında da. 2003’te 14 milyon kutu antidepresan tüketilirken 2007’de bu rakam 26 milyon kutuya fırlıyor. Buna paralel olarak, 2002’de 4.8 milyar lirada kalan ilaç pazarı, 2008’de 12.1 milyar lirayı buluyor.

TÜRKİYE Psikiyatri Derneği Dış ilişkiler Sekreteri Dr. Halis Ulaş, son yıllarda başta antidepresan ve antipsikotik ilaçlar olmak üzere ilaç kullanımında büyük bir patlama yaşandığını söyledi. Türkiye İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikasının (İEİS) verilerine göre de, 2002 yılında Türkiye genelinde toplam ilaç pazarı 4.8 milyar lira iken, 2008’de 12.1 milyar liraya çıkıyor.

Ancak, hemen endişelenmek gerekmiyor. En azından akıl ve ruh sağlığı açısından hemen endişelenmek gerekiyor. Çünkü, ilaçları hakikaten ihtiyaç duyduğumuz için değil, aklımıza estiği için kullanıyoruz. Dr. Halis Ulaş’ın verdiği bilgiye göre, bunun arkasında da ilaç şirketlerinin pazarlama faaliyetleri ve bu konuda doktorlarla yaptığı işbirliği yatıyor. “İlaç endrüstrisi” diyor Dr. Halis Ulaş, “Araştırma-Geliştirme (Ar-Ge)çalışmalarına bütçelerinin yüzde 15’ini ayırırken, promosyon çalışmalarına (tutundurma) bunun iki katı bütçe ayırmaktadır.” Şöyle devam ediyor Dr. Ulaş:

“İlaç endüstrisi; ilaçların reçetelenme, temin edilme, satın alınma ve/veya kullanımını artırmak olan bilgilendirici ve ikna etmeye yönelik tüm etkinlikler olarak tanımlanan promosyon (tutundurma) çalışmalarına çok ciddi miktarlarda para ayırmaktadır. Tutundurma çalışmaları öncelikle ilacın tanıtımını ve reçete edilmesini artırmayı amaçlamaktadır. Tıbbi temsilcilerin çalışmalarından, ilaç çalışmalarına; basit bir kalem vermeden, yurtdışı gezilerine; tanıtım yemeklerinden, gösterişli kongrelere kadar yapılan etkinlikler tutundurma çalışmaları arasında sayılmaktadır.”

Sistem yanlış

Dr. Ulaş, Türkiye’de uygulanan yanlış sağlık politikalarının da ilaç tüketimindeki artışta bir başka neden olduğunu söylüyor: “Şu anda ülkemizde uygulanmaya çalışılan Sağlıkta Dönüşüm Programı çağdaş hekimlik uygulamaları ile örtüşmemektedir. Son yıllarda sağlık hizmetlerine ayrılan bütçe incelendiğinde, her geçen gün tedavi edici hizmetlere, yani ilaca ayrılan pay artırılırken; bireysel ve toplumsal koruyucu sağlık hizmetlerine ayrılan bütçe azalmaktadır. Ayrıca Türkiye’deki psikiyatrist sayısının yetersiz olmasının ve bu nedenle psikiyatrist dışındaki hekimler tarafından uygun olmayan tanılara uygun olmayan ilaçların reçetelenmesinin de antidepresan ilaç tüketiminin artışında çok önemli bir payı var. İlaç tüketimindeki artışın sebeplerinden biri olarak da toplumun ilaca ulaşımındaki artışı belirtebiliriz.”

İlaç almak çok kolay

Dr. Halis Ulaş: “Antidepresan ve antipsikotik ilaçların büyük çoğunluğu reçetesiz olarak eczanelerden temin edilebilmektedir. Psikiyatr dışı hekimler tarafından kolayca antidepresan ve antipsikotik ilaç yazmasının birçok sakıncası bulunmaktadır. Çünkü başlanan her ilacın yan etkisinin olabileceği bilinmelidir. Öncelikle uygun tanı konulması ve uygun tedavinin başlanması önemlidir. Psikiyatrik hastalıkların kronik bir seyir izleyeceği de göz önüne alınırsa hastaların yeterli sıklıklarda kontrol görüşmelerinin yapılması gerekmektedir. Özellikle komplike vakaların psikiyatriste yönlendirilmesi gerekmektedir. Bunlar yapılmadığında birçok psikiyatri hastası yeterli olmayan dozlarda ve uygun olmayan ilaçlarla tedavi edilmeye çalışılmakadır. Ya da ilaç kullanımı gerekmeye birçok kişi psikiyatrik ilaçlar kullanmaktadır.”

Doktorun ilaçla ilişkisi ve etik

Dr. Halis Ulaş: “İlaç endüstrisi bilimsel araştırmalardan ilaçların ruhsat alarak piyasaya sürülmesine, hatta hekimlerin reçete yazması üzerinde bile ciddi etki gücüne sahiptir. Hatta prestijli tıp dergilerinde “Akademik tıp satılık mı?” ya da “Akademik psikiyatri satılık mı?” başlıklı makaleler yayınlandı. Öncelikle hekimler ilaç endüstrisi ile ilişkilerini yaptıkları tüm araştırmalarda, yayınladıkları makalelerde ve kongrelerdeki konuşmalarından önce ayrıntıları ile açıklamalıdırlar. Çünkü araştırmalar göstermektedir ki, ilaç endüstrisi ile ilişkiler araştırma sonuçlarının ilaç firması lehine çıkmasında rol oynamaktadır. Ayrıca hekimlerin ilaç reçete etmeleri üzerine de etkisi bulunmaktadır. Hekimler ve ilaç endüstrisi arasındaki para ilişkisinin mutlaka çok kontrollü şekilde denetiminin yapılması gerekmektedir.”

İlaç petrol kadar kârlı

- Dünya ilaç pazarının toplam büyüklüğü 712 milyar dolar.
- 2009’da dünyadaki ilaç pazarının 820 milyar dolar olması bekleniyor.
- Türkiye, yüzde 17.2 ile dünya ilaç pazarında en fazla büyüme gösteren ilk beş ülke arasında. Pazarın dörtte birini psikiyatrik ilaçlar oluşturuyor.
- Dünyada en çok kâr edilen ilk 10 ilaçtan üçü antipsikotik.
- Türkiye’de 2007’de 2 milyon 616 bin 136 kutu antipsikotik tüketilirken, bu sayı 2008’de 4 milyon 11 bin 901 kutuya yükseldi.
- 2003’te 14 milyon 138 bin kutu antidepresan tüketildi. Bu rakam 2006’da 22 milyon 651 bine, 2007’de 26 milyon 246 bine çıktı.
-  İlaç endüstrisi, 2007’de yıllık yüzde 19.6’lık kârlılık oranı ile tüm sektörler arasında petrol endüstrisinden sonra ikinci sırada.
 

3839
Psikoloji / Ynt: Çocukluğun Cehaletinden Hür Tercihlere Doğru
« : 13 Eylül 2009, 10:13:46 ös »
Hiç Bitmese Horoz Şekerim
Dünyadaki maceramız boyunca sırtımızda çarmıh gibi taşıdığımız ve ağırlığını benimsemekten çok bilinç algımızın kör noktalarına denk getirerek görmemeye çalıştığımız bu ölüm ve anlam karmaşasını göz önünde tutarak çocukluk hatıralarına sığınmamızı yeni bir perspektifle ele alacak olursak en başta tespit ettiğimiz ilk katmanı aşma imkânına kavuşabiliriz. “Dirilen ölülere sonra ne oldu?” diye soran çocuğun zihin kronolojisini gözümüzde canlandıralım. Çocuk için kendi ölümünü düşünmeye başlamak bir milattır. Bu milattan önce ölüm ve anlam gibi bir derdi olmayan çocuğun, bu milattan sonra bilincinde gizli ya da aşikâr bir biçimde sürekli bu mefhumlar dolanacak ve hayat bu mefhumların yarattığı endişelerle baş edebilmek için türlü manevraların icra edildiği bir arena haline gelecektir. Peki, çocuğun bu milat öncesindeki hayatı nasıldır? Her şeyden önce çocuk için ölüm mefhumu yoktur ve ölüm endişesi de zihnini kemirmeye başlamamıştır. Akıp giden zamanın anlamını idrak edemeyen çocuk için ölümün olmadığı yerde bir ‘anlam’ derdi de yoktur. Her gün defalarca düşüp canı yansa da, istediği oyuncak alınmadığı veya sevdiği oyuncağı kırıldığı için üzülse de zihnin arka planında ölümle ve anlamla ilgili kıyametler yoktur. Yani çocuk, acılarını, hüzünlerini, mutluluklarını ölüm ve anlam endişesinin olmadığı bir zihin platformu üzerinde yaşar.
Çocukluğumuza duyduğumuz hasretin altında ölüm ve anlam derdinin olmadığı zihin platformuna yeniden sahip olabilme isteği yatıyor olabilir mi? Buraya kadarki akıl yürütmelerimiz sonucunda bu soruya “evet” cevabı vermekten kendimizi alıkoyamayız. Yetişkinken çocukluğumuza dönmek istediğimiz zamanların genellikle dertlerle boğuşmaktan yorulduğumuz, sorumluluklarımızdan bıktığımız, yaşadığımız hayattan kaçıp kurtulmak istediğimiz zamanlar olması bir tesadüf değildir. Dertlerle boğuşmaktan yorulduğumuz, yani dünyadaki sınırlı vaktimizi sıkıntı içinde geçirdiğimiz; sorumluluklardan bıktığımız, yani bizi yoran ama hayatımızı da anlamlı hale getiren uğraşlarımızı sorgulamaya başlayınca yutucu bir anlamsızlıkla yüzleştiğimiz; hayattan kaçıp kurtulmak istediğimiz, yani sorumluluktan, ihtiyaçlardan ve ölümden kopmak istediğimiz zamanlarda çocukluğumuzu özleriz. Esasında çocukluğumuz da dertsiz geçmemiştir, az da olsa çocukken de sorumluluklarımız vardır, çocukken de canımızın sıkıldığı, tatsız zamanlarımız olmuştur, ama bunların hiçbiri zihnimizi ölüm trajedisiyle ve onun süre giden hayat içindeki türevi olan anlamsızlık girdabıyla karşı karşıya getirmemiştir. Çocuk zihni ölüm ve anlamla ilgili tam bir cehalet içindedir ve çocukluğu özlenesi kılan da bu cehalettir. Şiirini “Hiç bitmese horoz şekerim” diye bitiren Cahit Sıtkı’nın bitmemesini istediği asıl şey belki de hayattır. Bitmeyen şeker yoktur, çocukluğumuzda bile hiç olmamıştır, ama bitmeyecek bir hayat algısı çocukluğumuza has bir düşünce biçimidir. Şeker bitmiyorsa zaman geçmiyor demektir, zaman geçmiyorsa ölüm de hep uzaktadır.
Eğer yetişkinliğimizde bu ölüm ve anlam sorularını bir çözüme kavuşturamadıysak, daha doğrusu bu sorunlardan köşe bucak kaçarak yaşıyorsak çocukluğumuz gerçekten de harika bir sığınak olarak gözümüzde canlanır, fakat hatıraların hayalleri ile şekillendirdiğimiz bu sığınak gerçek değildir ve zihnimizde kopan, sırtımızı döndüğümüz, kulaklarımızı tıkadığımız kıyametten bizi korumaz. Kaldı ki bugünkü aklımızla çocukluk yıllarımıza dönebilecek olsak bile, bugünkü aklımızın heybesinde ölüm ve anlam sorularını da beraberimizde götürürüz. Çocukluğumuzu düşünmek, bir rahatlık hissinin ancak hayali tadını bize yaşatabilir ve yaşadığımız sürece gizli gizli etrafta dolanıp duran, arada bir arkamızdan yaklaşıp bizi ürperten endişelerimize ise çare olamaz. O halde karamsarlığa mahkûm mu olacağız? Sonsuz olmayan ve sonu olduğu için de anlamı olmayan hayat karşısında aklımızın dizginlerini nasıl elimizde tutabiliriz?

Hürriyeti istiyor muyuz?
Er geç öleceğimiz sarsılmaz bir gerçektir. Bu gerçeği sorgulamanın bize bir şey kazandırmayacağı ortada olduğuna göre bu gerçekle olan ilişkimiz üzerinde kafa yormak daha çok işimize yarar. Felsefe veya psikoloji, hiçbiri bizim yerimize düşünmez. Bize yol gösterebilirler, ama bizi elimizden tutup o yola götürmezler. Onların gösterdikleri yolda da hangi hızda, hangi ahenkle ve hangi vasıtayla yürüyeceğimizi de yine biz belirleriz. O halde, ölüm ve anlamsızlık keşmekeşleriyle nasıl mücadele edeceğimiz konusunda da başkaları bize ancak kaba saba birkaç yöntem salık verebilir ve daha ötesi her zaman bizim vereceğimiz kararlarla şekillenir. Kararlarımızın sorumluluğunu taşıma cesaretine kavuştuğumuz anda yola çıkabiliriz.
Hayat sınırlıdır, bir gün mutlaka sona erecektir. Adım başı bunu dile getiriyoruz, çünkü elimizde bu gerçek mevcut, fakat insan zihni alternatifleri tasavvur edebilecek güce de sahip. Hayatın sonlanacak olması onu anlamsız kılıyor diye düşünüyoruz. Alışageldiğimiz paradigmalar bizi böyle düşünmeye zorluyor belki de. Ama bu paradigmaların esaretinden kurtulup tekrar düşünecek olursak zihnimizde kopan kıyametlerle daha rahat yüzleşmeyi de başarabiliriz. Ölüm olmasaydı, hayatımız hiçbir zaman sonlanmayacak olsaydı, o zaman da bunun anlamsızlığı üzerinde kafa yormaz mıydık? Hiçbir zaman bitmeyecek olan günler, saatler, dakikalar daha da anlamsız olmaz mıydı? Arkası gelmeyecek yarınlar varken bugünün anlamsızlığıyla, bir işi bugün, burada yapmanın anlamsızlığıyla da karşı karşıya gelmez miydik? Eğer sonsuz bir hayat yaşıyor olsaydık, zihnimizin faydacı işleyişi o hayatın da anlamsızlığını sorgulardı şüphesiz. Öyleyse ölüm gerçeği ile olan ilişkimizi şekillendirirken dikkatli olmamız gerekiyor. Bazılarımız bu gerçeğin kucağında tembellik yapmayı tercih eder ve sonunda ölüm olan bir hayatın anlamsız olduğu düşüncesiyle bir buhran görüntüsünün arkasına sığınarak hayatın kendisine yüklediği sorumluluklardan kaçmaya çalışır. Ölüm gerçeğiyle kurulan bu tarz bir ilişki zihnimizin yalnızca hileli bir manevrasıdır ve ölüm sorununa bulduğumuz bu sahte çözümün, biraz gerçekçi düşündüğümüzde, hiçbir şeye yaramadığı da ortadadır. Bu gerçeği görmezden gelmek de başka bir yanlış ilişki biçimidir. Ölümün varlığını bilinçdışımızda inkâr etmek, sürekli ertelemeci bir hayat yaşamanın önünü açar ki, bu ilişki biçimi ile de hayatımıza bir anlam kazandırmamız mümkün değildir. O halde ölüm gerçeği ile bunların dışında bir ilişki kurmamız gerekiyor. Bu ilişkinin nasıl olacağı ile ilgili, herkes için geçerli, herkesin hayatına tatbik edilebilecek hazır bir formül sunmak mümkün değil, ama ölüm gerçeği ile kurulması gereken ilişkinin yaşadığımız hayatın her anına değer katacak bir ilişki olması gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Hayat anlamsızdır. Ama onu anlamsız yapan şey ölüm değildir. Bu anlamsızlık kaosunu yine ölümle kurduğumuz çarpık ilişkilerin bir sonucu olarak düşünebiliriz. Hayat anlamsızdır, çünkü dışarıdan hayat dediğimiz akışa herhangi bir anlam yüklenmemiştir, ama ‘benim hayatım’ dediğimiz şeye bir anlam yüklemek, hem de ölüm gerçeğinden yardım alarak onu anlamlandırmak bize düşen bir vazifedir. Hayata en başta bir anlam verilmiş olsaydı, bu anlamı saçma bulabilirdik, beğenmeyebilirdik, bu anlam için yaşamaktan hoşnut olmayabilirdik, ama ‘benim hayatım’ diye bahsettiğimiz mefhumun anlamını biz istediğimiz şekilde belirleyebiliriz. Bu hürriyetimiz varken, başkalarından anlam dilenmek veya anlamsızlıktan yakınmak sadece kaçak bir oyundur. ‘benim hayatım’a bir anlam bulmak cesaret ister, belki de bu sebeple hep bu anlamın ne olması gerektiğini filozoflardan ya da etrafımızdaki insanlardan öğrenmeye çalışırız. İhtiyacımız olan cesareti bulduğumuz anlarda da yanlış yapmaktan korkarız, hâlbuki hayatı anlamlandırmak için sadece bir hakkımız yoktur. İstediğimiz zaman hayatımızın anlamını değiştirme hürriyetine de sahibiz; ta ki kendimize en uygun anlamı buluncaya kadar. Hayatımıza en uygun anlamı biz bulabiliriz, başkaları sadece kendi hayatlarının anlamını bize aktarabilirler ve ihtiyaç duyduğumuz anlamlar parmak izlerimiz kadar birbirimizinkinden farklıdır.
Ölümle ilişkimizi kendimiz için en uygun ve en faydalı biçimde kurup hayatımıza da bu ilişki sayesinde yine kendimize has bir anlam bulabilirsek asıl o zaman hayatın ne kadar güzel olduğunu anlayabiliriz. Ölüm korkusunun gölgesinde hayatın güzel olduğunu söylerken bahsettiğimiz şey yaşamadığımız ya da korku ve tedirginlik içinde yaşadığımız bir hayattır.
Asırlardır kullanılan iki anayoldan birini seçmek zorundayız. Birinci yol, eskiden yeryüzünde ölümün çaresini arayarak ömrünü tamamlayanların, ölümsüz olmak için ab-ı hayat arayanların ve sonsuz hayatı ararken mevcut hayatı kaybedenlerin, şimdilerde ise ölümün varlığını ve hayatın anlamsızlığını düşünerek kendi ölümlerini bile anlamsız hale getirmeye çalışanların seçtikleri yoldur. İkinci yol ise eskiden beri hayatına bir anlam bulan ve ölüm sayesinde hayatındaki her anın kıymetini bilen, hayattan önce ölüme anlam vermeyi, sonra da ölümün varlığını düşünerek hayatı sevmeyi başaranların yoludur. Tercih hürriyetimizin olması ne kadar da güzel… Acaba bu hürriyeti istiyor muyuz?

3840
Psikoloji / Çocukluğun Cehaletinden Hür Tercihlere Doğru
« : 13 Eylül 2009, 10:12:48 ös »
Dr. Murat BEYAZYÜZ

Pek çok insan içine düştüğü dertler, sıkıntılar veya üzerine binen yükler tarafından dar hayat çerçevesinin köşelerine sıkıştırıldığında, yaşadığı zamanın prangalarından kurtulup çocukluğuna dönebilme şansına sahip olma arzusunu duyar. Gönlünde bu arzunun değişken süreli misafirliğini yaşamayan insan nerdeyse yoktur. Yaşadığımız zamanın bize tanıdığı imkânlar çocukluğumuzda sahip olduklarımızdan çok daha fazla olsa bile, içinde bulunduğumuz yaşa gelene kadar çekilmiş zahmetlerin sonucunda birçok değerli şey elde etmiş olsak bile çocukluk yıllarımızı düşündüğümüzde o günlere ait yaşantıları, uzun bir açlıktan sonra yenmiş güzel bir yemeğin tadını her türlü kusurdan münezzeh biçimde hatırlamamız gibi zihnimizde rahatsız edici unsurlardan arınmış, hep güzel duygularla bezenmiş biçimde buluruz. Çocukluğumuzu yâd ederken, o günlerde büyümeyi istemiş olduğumuz için aslında samimi olmaktan uzak bir pişmanlık da dile getiririz. Çaresizliğimiz, mutsuzluğumuz ve yorulmuşluğumuzla baş başa kaldığımızda, içinde bulunduğumuz hoşnutsuzluk anlarını yakın vadede mutluluğa tahvil etmenin imkânsızlığını duyduğumuzda, bütün dertlerimizden kurtulacağımız ve hiçbir rahatsızlığın kirletemediği bir mutluluğa sahip olacağımız bir geleceğin hayallerini kurmak ve bu hayali gerçekleştirecek planlar yapmak yerine çocukluk yaşantılarımızdan elimizde kalan hatıralarla inşa ettiğimiz bir hayal dünyasına sığınırız. Yaşadıkça, bir kefesinde gerçeküstü bir romantizm bulunan terazimizin diğer kefesi, tükettiğimiz günlerin artıklarından doğan bir realizmle dolmaya başlar. Yaşamak bizi gerçekle yüzleştirir ve hep deneylerle gerçeği öğretir. Terazinin gerçeküstü romantizmle dolu kefesi yukarı kalkmaya başladıkça, gelecekte yaşanacak kusursuz bir mutluluğun hayallerini kurmaktan vazgeçmeye mecbur hissederiz kendimizi. Zira “mükemmel” denilen şeyin “gerçek” dünyanın mefhumu olmadığını idrak ederiz. Bu durumda, hayallerinde mükemmel olarak canlandırdığı büyük bir şehre gitmek için evden kaçan bir çocuğun o şehre varamayacağını, varsa da orada da mükemmel bir hayatı bulamayacağını sezdiği zaman köyünü, evini, ailesini özlemesi gibi, mükemmelin hayal ülkesinde bir semt olduğunu anladığımızda bakışlarımızı geçmişimize, çocukluğumuza çeviririz. Peki, çocukluğumuzda yaşadığımız ve yetişkinliğimizde bir harp sığınağı gibi kullandığımız hayat mükemmel midir gerçekten? Burnumuzda o günlerin kokusunun tütmesine sebep olan şey nedir? Cahit Sıtkı Affan Dede’den çocukluğunu geri alınca kavuştuğu şey nedir?

Affan Dede'ye para saydım
Sattı bana çocukluğumu
Artık ne adım var ne yaşım
Bilmiyorum kim olduğumu
Hiçbir şey sorulmasın benden
Haberim yok olan bitenden.


Şair, çocukluğunu satın alır almaz adından da yaşından da kurtulur. Çocukluğumuzda varlığından haberdar olmadığımız bir nüfus kâğıdında yer alan adımızın çevredekilerin bize seslenmesine yaramasından öte bir anlamı yoktur. Adımızın yanına bize bir yığın mesuliyet yükleyen sıfatlar eklenmemiştir. Yaptığımız hiçbir şeye adımızı kirletecek bir önem atfedilmez. Temeyyüz etmemiş olan zihnimiz adımızın etrafını bir zırh gibi kuşatmıştır. Bu zırhın yaşımız ilerledikçe zayıflayacağını da bilmeyiz. Yaptığımız yanlışlar etrafımızdakilerin bize sunduğu engin hoşgörü denizinde kaybolur gider. Şair çocukluğuna döndüğünde kim olduğunu da unutur. Çocukluğumuza dönerken, “kimsin?” sorusuna verdiğimiz yaşadıkça artan cevaplar birer birer eksilir. Kim olduğumuzu belirleyen mesleğimizi, dünya görüşümüzü, aidiyet ve mensubiyetlerimizi üzerimizden atarız. Çocukluğumuza döndüğümüzde kimliğimizi kuşatan kıyafetlerin hepsinden sıyrılırız ve hac ihramı gibi yalın ve sade bir kıyafet kalır üzerimizde. Böylece bize mesuliyet yükleyen farklılıklarımızdan da azade kalırız. Çocukken bizden hiçbir şey sorulmaz, olan bitenden de haberimiz yoktur. Memleketin veya dünyanın dertleri bizim için oyuncağımızın kırılmasından daha önemli olamaz. Zihnimizin yeşil ovaları henüz geçim derdiyle, zaman sıkıntısıyla, görevlerle, ödevlerle kirlenmemiştir. İhtiyaçlarımız biz farkına varmadan giderilir, bedel ödemeden hayatımıza devam ederiz. Çocukluk hatıralarımızın bize güzel gelmesinin sebebinin o yaşantıların güzelliğinden çok o yaşantılar içinde erimiş biçimde bulunan bu duygularımız olduğunu düşünebiliriz. Yani istediğimiz şey kırk yaşındayken de misketlerle oynamak değil, kırk yaşındayken de misketlerle oynadığımız günlerdeki hürriyet ve mutluluğa sahip olmaktır. Yetişkinken çocukluğumuzla ilgili özlediğimiz ve gelecekte bulamayacağımız şeyler sadece bunlar mıdır acaba? Yoksa bütün bu saydıklarımız satıhta kalan gerçekle bağlantılı, ama gerçeğin yalnızca bir katmanı olan psikolojik izahlar mıdır? Bu sathı biraz kazırsak nasıl bir manzarayla karşılaşırız?
   
“Dirilen ölülere sonra ne oldu?”  
Babası altı yedi yaşlarındaki çocuğa İsa peygamberin hayatını ve mucizelerini anlatır. Bütün hikâye tamamlandıktan sonra çocuk ne İsa peygamberin sonunu merak eder ne de onun getirdiği dinin özelliklerini. Çocuk İsa peygamberin ölüleri diriltmesinde takılıp kalmıştır ve babasına sadece bir soru sorar: “Dirilen ölülere sonra ne oldu?” Baba bu soruyu doğuran büyük zihin keşmekeşini sezemez ve dirilen ölülerin bir süre daha yaşadıktan sonra tekrar öldüklerini söyler çocuğuna. Çocuk başka soru sormaz ve susar, ama meraktan kurtulmuşluğun, soru işaretlerini temizlemiş olmanın suskunluğu değildir bu. Çocuğu susturan sormak istediği soruların cevaplarından korkmasıdır. Sorularını dilinin ucundan geri çevirip zihninin mahzenlerine kilitler çocuk, zira cevapları tahmin etmekte, tahminden öte, deney ötesi bir gerçeklik şeklinde sezmektedir. “İsa peygamberin dirilttiği ölüler daha sonra tekrar öldüler, o halde herkes ölecek mi?”, “Baba sen de ölecek misin?” ve bütün bu soruların en trajik olanı; “Bir gün ben de ölecek miyim?”  Bilimsel paradigmalar içinde ‘tümevarım’ ve ‘tümdengelim’ gibi yöntemlerin insanoğlunun zihin işleyişine yakınlığı sebebiyle asırlarca muteber olduklarını düşünecek olursak küçük çocuğun sormadığı bu soruların cevaplarını zihninde adeta hazır bulduğunu da tahmin edebiliriz. Çocuğun yaşadığı bu alt üst edici olaydan sonra izleyeceği yol ya bütün bu karmaşayı zihninde bastırıp oyuncaklarına koşmak yahut da bu karmaşayı sürekli zihninde taşıyarak yaşamak olacaktır. Zihinsel işleyişi henüz tam olarak olgunlaşmamış olan çocuk baş edemediği gerilimi yok saymayı yeğler ve tabii ki birinci yolu seçer. Acıdan kaçmak ve haz duyarak yaşamak için buna muhtaçtır. Ama bastırılmış, mahzene kilitlenmiş bu korkunç canavar başka şekillerde, kılık değiştirerek, peçe takarak sürekli hayatının içine sızmaya devam edecektir. Ta ki çocuk, yaşı ilerleyip bu canavarla yüzleşmeyi, olgunlaşan zihni sayesinde onun varlığına rağmen yaşamayı başarabilene kadar.
Gelişen teknoloji ve onun büyük desteği ile ilerleyen tıp ve biyoloji artık insanların neden yaşlandığını ve neden ölmek zorunda olduğunu moleküller seviyesinde izah eden teoriler geliştiriyor. İnsanın sahip olduğu hücrelerin sınırlı bir çoğalma ve yenilenme kapasitesi olduğu, bu sebeple de bir süre sonra hücrelerin, yerlerine yenileri gelmeden öldüğü ve anlatması zor, ama esasında basit bir ekonomik gerçeğe dayanan bu süreçler sonunda insanın canlılığının son bulduğu şeklindeki izahlar sayesinde artık neden ve nasıl öldüğümüzü biliyoruz. Bu bilgi gündelik hayatımız içinde koşuştururken bizim için bir anlam ifade eder mi? Soğuk bir havada üşüyeceğimizi biliriz ve daha kalın giyinip dışarı çıkarız. Peki, üşümenin bilimsel izahını öğrensek daha mı farklı davranırdık. Büyük bir ihtimalle hayır. Öleceğini yüzyıllardır bilen insanoğlu bu kaçınılmaz sonu değiştirmek için ab-ı hayat hayalleri kurdu, ölümü yenecek ilacı, ölümsüzlük iksirini aradı. Ölümü yenmek için yola çıkan insanın kafasında “Nasıl ölmem?” sorusu vardı. Şüphesiz ki bu soru, hangi biyolojik süreçler sonucunda öldüğümüzü anlamaya çalışan bilim adamlarının araştırmalarının başında sorduğu “Nasıl ölüyorum?” sorusundan daha işlevsel bir soruydu. “Neden üşüyorum?” yerine “Nasıl üşümem?” sorusunu sorarak daha kalın giyinmeyi bulan insanoğlu için “Nasıl ölüyorum?” sorusu ölümün soğukluğundan korunmaya yarayacak bir cevaba ne yazık ki ulaşamadı. Bu sorunun ulaştığı cevaplar belki de yalnızca hazin bir kabullenişi, boyun eğmeyi ve “Nasıl ölmem?” sorusunun cevabını aramaktan vazgeçmeyi kolaylaştırdı.
Yüz yıl önce, filozof ve doğa bilimcisi G.T. Fechner “Bütün canlılık süreçleri eninde sonunda cansız dünyanın sürekliliğine geri döner” dediği zaman insanoğlu için yeni bir şey söylemiyordu. Belki de onu bu hükme vardıran süreç onun kendi ölümünü psikolojik olarak inkâr etmesiyle başlamıştı ve Fechner bu cümleyi söylerken sadece kendi ölümünü kabulleniyordu. Onun cümlesini okuyan diğer insanlar da sanki öleceklerini Fechner’den öğreniyordu. Bu garabetin güçlü bir psikolojik manevranın sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Bu manevra insan zihninin en sık kullandığı savunma mekanizmalarından biri olan ‘inkâr’dır. ‘İnkâr’, içten ya da dıştan gelen tehlikeli bir durumun zihnimiz tarafından yok sayılmasıdır. Hoşnutsuzluk yaratan birçok olay, bilinçdışına bastırılırken, aynı zamanda yaşanmamış gibi de hissedilir, yani bastırmaya inkâr da eşlik eder. Ölüm düşüncesini, özellikle de başkasının değil kendimizin ölümüyle ilgili düşünceleri, öleceğimiz gerçeğini sürekli bastırarak ve farkında olmadan inkâr ederek hayatımıza devam ederiz.
Kendi ölümümüzü adeta yok sayarak gündelik uğraşlarımıza dalarız dalmasına ama ölecek olmamızla ilgili endişelerimiz biz farkında olmasak da her an yanı başımızdadır. Mesela zamanla ilgili bütün endişelerimizin arka fonunu ölüm düşüncesi oluşturur, günlerin hızla geçmesinden şikâyet ederken varmaktan korktuğumuz bir menzile yaklaşıyor olmanın korkusu zihnimizi iğneler ve hastalandığımız zaman hastalık yüzünden işlerimizin aksadığından şikâyet etmemiz, zihnimizde hastalıkla ölümü ilişkilendirdiğimiz gerçeğini ört bas etmek için uydurduğumuz bir yalandır ya da hastalık zaten sınırlı olan ömrümüzün bir kısmını huzursuz bir biçimde geçirmemize sebep olduğu için bizi endişelendirir.
Ölüm gerçeğiyle bir köşe başında yüzleşecek olsak veya cesaretimizi toplayıp kendi ölümümüzü düşünecek olsak başka bir paradoksun içinde buluruz kendimizi. Ölüm varsa hayatın ne anlamı var? Sonra her şey birer birer anlamsızlaşır kafamızda. Ölüm endişesiyle başlayan bu düşünce silsilesi hayatımızdaki bütün unsurları, ölümün canlılığı silmesi gibi silmeye başlar. Yaptığımız işleri, ilişkilerimizi, hedeflerimizi, hâsılı hemen her şeyi bu anlamsızlık sıfırıyla çarpmaya başlarız ve elimizde hiçlikten daha fazlası kalmaz. Bu hiçlik, mutlak anlamsızlık mefhumu karşısında ürperti duymamak, yok edici bir değirmenin taşları arasında çaresizce öğütülen bir ‘tane’ olmayı kabullenmek mümkün değildir. Zihnimizde kopan bu kıyametten kurtulmak için ona sırtımızı çevirmekten başka bir çare bulamayız ve hayata devam etmek için arkamızı döndüğümüz kıyametten önümüze fırlayan taş parçalarını ve alev toplarını açıklamak için bir yığın bahane buluruz. Büyüklerimizden öğrendiğimiz, etrafımızdan gördüğümüz ve kendi kendimize bulduğumuz birçok yöntemle zihnimizi sıkıntı yaratan anlamsızlık işkencesinden kurtarırız. Bu noktada şu soruları sormamız gerekiyor. Bu yöntemler her zaman doğru mudur ve bu yöntemler işe yaramadığında bize ne olur? Dahası, cevabı tek bir uzun solukla verilemeyecek olan bu soruları sormalı mıyız?


Sayfa: 1 ... 254 255 [256] 257 258 ... 273