İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - psikolog

Sayfa: 1 ... 84 85 [86] 87 88 89
1276
Psikoloji / Dikkat Eksikliği (resmi yazışma; gözlem ve öneriler)
« : 26 Mayıs 2009, 11:13:55 öö »
………….. İLKÖĞRETİM OKULU MÜDÜRLÜĞÜNE
             
           Merkezimizde 13.12.200. tarihinde incelemesi yapılan …… protokol numaralı …………….’ın “Normal Zihin Düzeyde” olduğu tespit edilmiştir. Öğrenciye hiperaktivite ve dikkat dağınıklığı kontrol listesi uygulanmış ve Dikkat Eksikliğinden şüphelenilmiş, hastaneye yönlendirilmiştir. Öğrencinin yaşıtları düzeyinde akademik beceriye sahip olabilmesi için birebir eğitim alması gerekli görülmektedir. Öğrenci ile ilgili veliye gerekli rehberlikte bulunulmuştur. Öğrenci hakkında karar verebilmek için Hastane sonucu beklenmektedir. Normal sınıfına devamı uygundur.   
          Gereğini bilgilerinize arz ve rica ederim.



                                                                                                                             















GÖZLEM VE ÖNERİLER
Öğrencide dikkat eksikliğinden şüphelenilmiştir. Okula ve derslerine uyum problemlerinin, dikkatini toplamada zorluk çekmesi, öğrendiklerini sistemli bir şekilde zihnine işleyememesi ve unutmasının neden olduğu düşünülmektedir.Bu sebeple aşağıdaki öneriler sunulmuştur.

-Sınıftaki yeri öğretmenin öğrenciyi kontrol altında tutabileceği önde bir yerde seçilmelidir. Hem görme kusurunun bulunması hem de dikkatini toplamada zorluk yaşaması nedeni ile faydalı olacaktır.
-Yeterli ve yetenekli olduğu alanlarda sorumluluk verilmesi ve/veya ödevler verilmesi , başarılı olduğu işlerin sonunda sınıf önünde onere edilmesi. (öğrenci bugüne değin hep yapamadığına tanık olmuş ve bundan sonrada başaramayacağına inanabilir. kendini aşırı  yalnız bırakma, başkasına uymadan hareket edememe, potansiyelini gösterememe, kendine güvensizlik geliştirme, öz benlik algısının çok düşük ve olumsuz olması gibi nedenlerden dolayı başarması beklenen görevin-görevlerin yapabileceği şeyler arasından seçilmesi önemlidir.)
   Aksi durumlarda çocuklar kendilerini olumsuz duygulardan kurtaramamakta ve aynı zamanda kendilerine ve çevrelerine gizli bir öfke yaşamaktadırlar. Bu öfkede öğrencinin yapabilecekleri karşısında motive olabilmesini engellemektedir.
-Yapamadıkları değil yapabildiklerinden örnek verilerek güven duygusunun geliştirilmeye çalışması,
-Öğrencinin yazma, okuma, anlatma eksikliklerinin giderilmesi için bol bol okuma, anlatma, yorum içerikli ödevler verilebilir. Ayrıca seviyesine uygun ödev desteği ile öğrencinin zihinsel faaliyeti hızlandırılabilir.
-Örnek bir davranışının ya da başarısının sınıf içinde öğrenciye belirtilmesi,
-Matematik, Türkçe vb. derslerde konun gidişatına göre başarı sağlayacağı derse katılması ve konuşması için desteklenmesi,
-Dikkati çok çabuk dağılacağından ders esnasında göz teması, fiziksel ufak dokunmalar, cevap verebileceği sorular ile dikkati uyanık tutulabilir.
- Yine dikkati çabuk dağılacağından ödevlerini parçalara bölerek yapması ve bu şekilde tamamlamasını sağlamak amacıyla aile-öğretmen-öğrenci birlikteliği ile verimli ders çalışma planı yapılması.
-Sosyal faaliyetlere katılmasının teşvik edilmesi, sorumluluk verilmesi öğrencinin kendisini sınıfta değerli hissetmesini sağlar. Sınıfa uyumu bu yolla sağlanabilir.
-Ailenin sürekli okul ile iletişim içinde olmasının sağlanması (amaç; ailenin okulla daha sık gelmesi ile çocuğa kendisinin ve okulda yaptıklarının ne kadar değerli olduğunu hissettirmek ve olumsuz davranışlarda okul ve ailenin çocuğa karşı ortak bir olumlu disiplin yöntemi kullanabilmesi –ceza,ödül v.b.--)
-Öğrencinin akademik yönden eksiklerini tamamlaya bilmesi için okul kursundan yararlanması sağlanmalıdır.
-  DEHB’li çocuklarla başa çıkabilmesi için öğretmenlerin olumlu ve gerçekçi akademik beklentiye, sıkı bir gözlem ve denetim becerisine, tutarlı, sabırlı ve esprili bir kişilik yapısına, işbirliğine yatkınlığa (özel eğitim öğretmeni ve uzmanlarla), sahip olması gerekir.
- Okulunda yoğun olarak spora-müziğe-resime v.b.  yönelmesi sağlanabilir. Bu konuda ilgili  ders öğretmeni ile işbirliği yapıp çocuğun yatkın olduğu bir spor alanını belirleyip, bu aktiviteleri yapması için imkan tanıması faydalı olacaktır.
- Bir öğretmen olarak kendi hızınızı değerlendirerek sınıfta konuları işlerken ne kadar hızlı yada yavaş olduğunuza dikkat edilebilir.

1277
                            …………………..İLKÖĞRETİM OKULU MÜDÜRLÜĞÜNE
             


        Merkezimizde  12.01.200. tarihinde incelemesi yapılan  …..  protokol numaralı ……….nin Hafif Düzeyde Zihinsel Öğrenme Yetersizliği olduğu tesbit edilmiştir. Yapılan gözlem ve inceleme sonucunda öğrencinin sosyal yönden; çevre ile uygun iletişim kuramadığı, akranları ile iletişim kurabilme becerisinin zayıf olduğu, aşırı güvensiz olduğu gözlenmiştir. Duygusal yönden; kendini ifade edemediği, öğrenmedeki yetersizliğini bilmesi okulda bulunmaktan rahatsız olmasına ve sıkılmasına sebeb olmuştur . Kişisel ve toplumsal becerisinin zayıf olması öğrencinin bir çok alanda kendisini göstermesini engellemektedir. Ayrıca bu durumun okul ilişkilerini ve öğrenme potansiyelini önemli derecede etkilediği gözlenmiştir……….’in kendine yönelik olumsuz benlik algısının olumluya dönüşmesi için desteğe ve zamana ihtiyacı vardır. Okul içi ve okul dışı yaşantısında başarabileceği, kendini işe yarar görebileceği sorumlulukların ve uğraşların verilmesi kendine olan güveninin artmasında faydalı olacaktır. Ayrıca akademik açıdan kendi düzeyinde dersler ve ödevler  verilmesi, başardığını görmesi okula ısınmasını sağlayacaktır. Öğrencinin bir yıl sonra tarafımızca tekrar incelenmesi gerekmektedir. 
   Bu veriler ışığında öğrencinin tarafımızca  sınıfına devamı uygun görülmüştür.

            Gereğini bilgilerinize arz ve rica ederim.


1278
                                         ………………….İLKÖĞRETİM OKULU MÜDÜRLÜĞÜNE

Merkezimizde 17.01.2…. tarihinde test gözlem ve incelemesi yapılan okulunuz öğrencilerinden…………..’ın “Normal Zekâ Düzeyinde” olduğu tespit edilmiştir. Öğrencinin yanlış aile tutumları,  özgüven eksikliği ve hafızasını zayıf olması gibi yaşayabileceği düşünülen sorunlar nedeni ile öğrenmede yaşıtlarının gerisinde kaldığı düşünülmektedir. Öğrenciye verimli ders çalışma, özgüvenini kazanma, hedef koyma amaçlı rehberlikte bulunulmuştur. Aileye gerekli rehberlikte bulunulmuştur. Öğrencinin normal sınıfına devamı uygundur. Aşağıda ihtiyaç duyulabilecek gerekli eğitsel önerilerde bulunulmuştur.
         Gereğini bilgilerinize arz ve rica ederim











GÖZLEM VE ÖNERİLER
     Öğrencinin normal zihin düzeyinde olduğu ve okuma yazma olgunluğuna ulaştığı tespit edilmiştir. Eğitim performansındaki seviye düşüklüğü, kimlik gelişiminin gerçekleştiği okul öncesi dönemde baskıcı bir aile tutumuna maruz kalması, özgüven eksikliği yaşaması ve kısa dönemli hafızanın zayıf olması etki etmektedir. Uygun ortam ve motive sağlandığında başarılı bir öğrenci olabildiği gözlenmiştir. Özgüven eksikliği nedeni ile öğrencide kendini ifade etmede başarısızlık gözlenmiştir. Öğrencinin bu eksikleri önemli derecede giderildiğinde başarı sağlayabileceği düşünülmektedir.                                                                                                                 

-Yeterli ve yetenekli olduğu alanlarda sorumluluk verilmesi ve/veya ödevler verilmesi , başarılı olduğu işlerin sonunda sınıf önünde onere edilmesi.
-Sınıf içinde basit sorumluluklar verilmesi
-Yapamadıkları değil yapabildiklerinden örnek verilerek güven duygusunun geliştirilmeye çalışması,
-Öğrencinin hafızasının zayıf olması nedeni ile görsel ağırlıklı eğitim faaliyetlerinin eve ödev olarak verilmesi. Sınıf içinde ödevlerini anlatmasının sağlanması. Bu nedenle bol bol okuma, anlatma, yorum içerikli ödevler verilebilir.
- Güven problemi nedeni ile kendini ifade etmede zorlanan öğrencinin kısık sesle konuşmasını engellemek için her sessiz konuştuğunda anlamazdan gelip tekrar ettirmek  ve sesli konuşmasını sağlamak öğrenciyi destekleyecektir.
-Ayrıca seviyesine uygun ödev desteği ile öğrencinin zihinsel faliyeti hızlandırılabilir.
-Örnek bir davranışının ya da başarısının sınıf içinde öğrenciye belirtilmesi,
-Sosyal faaliyetlere katılmasının teşvik edilmesi,
-Matematik, Türkçe vb. derslerde konun gidişatına göre derse katılması ve konuşması için desteklenmesi,




1279
                                   ……………..  İLKÖĞRETİM OKULU MÜDÜRLÜĞÜNE
             
        Merkezimizde incelemesi yapılan ……………..protokol numaralı ………..“Orta Düzeyde Zihinsel Yetersizliği” tespit edilmiştir.  Öğrenci ……………………..yönlendirilmiştir. Özel eğitime gereksinim duyan öğrencilere sınıf tekrarı yaptırılmaz.   
       Gereğini bilgilerinize arz ve rica ederim.


                                                                                                                           
                                                                                                                       










GÖZLEM VE ÖNERİLER


Öğrencide, çekingenlik, duygusallık, aşırı özgüven eksikliği ve amaçsızlık bulunmaktadır. Ayrıca durumunu düzeltebilmesi için uygun aile ortamı bulunmamaktadır. Bu konu ile ilgili aileye gerekli rehberlikte ve uyarılarda bulunulmuştur. Ancak öğrenciye okul ve öğretmeninin daha faydalı olabileceği kanaati uyanmıştır. Bu konuda; 

-Yeterli ve yetenekli olduğu alanlarda sorumluluk verilmesi, başarılı olduğu işlerin  sonunda  sınıf önünde onere edilmesi..
-Yapamadıkları değil yapabildiklerinden örnek verilerek güven duygusunun geliştirilmeye çalışması,
-Sınıf içinde basit sorumluluklar verilmesi,
-Örnek bir davranışının ya da başarısının sınıf içinde öğrenciye belirtilmesi, sınıfta kabulünün sağlanması,
-Başarılı olabileceği sosyal faaliyetlere katılmasının teşvik edilmesi, katılmasının mutlaka sağlanması
-Hayat bilgisi, Türkçe vb. derslerde konun gidişatına göre derse katılması ve konuşması için desteklenmesi,
- Sınıf Öğretmenin yönetiminde oynanan grup oyunlarında kurallara uymasının sağlanması, oyuna alınmasının sağlanması ve desteklenmesi, uyarılması.
-Önümüzdeki dönemden itibaren ailenin maddi durumu göz önünde bulundurularak varsa bir sınıf geri olmak şartıyla okul kursundan veya yakın bir okulun hafta sonu kursundan ve/veya belli bir süre fazladan eğitimle destekleyerek öğrenciden beklenen başarı sağlanabilir.
-Faydası olacağı düşünülmese dahi ailenin sürekli okul ile iletişim içinde olmasının sağlanması (amaç ailenin bir şekilde durumun önemini kavratmak ve emek vermesini sağlamak, öğrenci için en azından görsel desteklerinin sağlanması.)
Bu çalışmalar ile öğrencinin, sınıfta kabul görmesi, özgüven eksikliğini önemli derecede yenmesi ve okul başarısını yukarıya çekmesi sağlanabilir.

                                                                                                                       




1280
Merhaba Hüseyin bey,
 
Size hemen Pazar gününün çok gergin ve bir o kadar da suskun geçtiğini anlatmak istedim. Evin babası  Barut  Patlamak için kıvılcım arıyor. Ben de uyanıklık yapmaya çalışıyorum.
Fakat çok zorlanıyorum. İnanın ki şöyle anlatayım size yanımdan bir kağıt çısırtısı geçmiş ben onu insan insan zannettim. çok ama çok korktum. Öyle korkmak ki elim ayağım titredi.
Düşünün beni bu hale getirmiş. Kendimi inşallah uyanık ve dingin tutacağım. Ben kendimi çok gergin hissediyorum. Çünkü evin babası evde duruyor ama pusuya yapmış bir ARSLAN gibi duruyor. Sessiz, öfkeli ve tedirgin!
Bana hiçbir şey sormuyor ve söylemiyor.
Çocuklarla da hemen hemen hiç ilgilenmiyor diyecek kadar az.
AHMET ve AYŞE ile Pazar günü çok ilgilendim. Dokunarak oynadım ve sevdim. Hatta AHMET bana dediki Anne bugün coştun  sen dedi.
Bunun ardından benden değil babadan dokunma yada daha başka bir anlamda ilgi göremediği için Anne bana ayakkabı alalım dedi. Bende babanla birlikte gidin alın dedim. Ama babasına söyleyemedi. Aşağıya indiğinde beni yalnız bulduğunda bana tekrar teklif etti. Bende babanla gidin alın oğlum dedim ya sana dedim.
Anne baban kızıyor dedi. Olsun o senin baban dedim ama gidip söyleme cesareti bulamadı. Evde kimse ondan birşey istemiyor. Çocuklar için için onun
bu zalimliğine bence çok üzülüyorlar. Bakışlarından ben öyle anlıyorum.
Akşam yemeği için masayı hazırladım. ŞAMİL yemek hazır dedim. Tamam duydum. dedi.
ve yemeğe gelmedi.Ben de tek başıma yedim. Çocuklara sen söyle falan demedim. Çünkü bir robot gibi sessiz öfkeli duruyor. Sadece çocuklara bir kez veya
iki kez söyledim. Yemek hazır yemezseniz masayı toplayacağım dedim. Ben tek başıma yemeği yedikten sonra evin erkeği masaya tek başına oturdu. ve yemeği yedi. Ben görevim olan yemek ve çay'ını kendisine sezsizce ikram ettim. Durum budur. Bana çok kısa zaman ayırarak cevap yazarsanız sevinirim.
İyi günler dilerim.
 
 18 Mayıs 2009

1281
Çoğu kez başkalırının hayallerinde yaşadım kendim hayal edemiyormuşum gbi başkaları kurdu ben canlandırdım gözümde......

Birgün otobüste giderken düşünmeye dalmıştım artık şoförün yerinde ben vardım.ama benim otobüsüm   
geçmişe gidiyordu .Hiç yolcum yoktu duraktakilerin hepsi geleceğe giden otobüse bindiler .geleceğin otobüsü kalkarken şoförüde bana imalı imalı baktı sinir oldum. bende naptım söndürdüm ışıkları düştüm yola .yollar açık ya rahatım trafik yok bi süre sonra biraz yorulduğumun farkına vardım bi yerde durmaya karar verdim arabadan indim bide ne göriyim üniversiteye başladığım senedeyim bi heyecan var üstümdeki sormayın .vay be diorum bi kapıdan içeri girmek insanı bu kadar değiştirirmi .neyse birkaç dakika daha geçirdim üniversitedeki ilk senemde.baktımki o heyecanla gelen bi gazda varmış nası ders çalışıorum:)

bindim tekrar otobüsüme yol kenarındaki insanları gözüm aldı hepsi geçmişte tanıdığım insanlar selamlıorlar beni korna çalıp selama karşılık veriorum

Birden bi tabela lise yılları die sağı gösteriyo bi giriyim dedim merkeze geldiimde lise deki sıramdaydım.içimde okuduum liseye karşı aşırı bi nefret var bu lanet yerde ne işim var diorum.bide bakıorumki aşık olduğum kızlar gelio sıra sıra hepsini anımsıorum hepsi bişeler dio bana hani o en çok kullandıkları sözzükler vardıya.....

neyse orası sıkıo beni yola devam ediorum...babamı görüyorum yol kenarında ..vaybe diorum ozamanlar okadar ak yokmuş saçlarında insan hergün görünce farkedemio tabi.kendini işine vermiş yine benle sohbet edecek vaktii yok .en iyisi hiç rahatsız etmiyim .tam otobüse binerken annem gelio senin bu havada nie üstünde ince şeyler var bu otobüsü nerden buldun uykusuz flan kullanma sakın oğlum başkasının arabasıysa geri ver ...vs. yine başladı diorum en iyisi ben ozamnki gbi karşı koymıyımda biniyim gidiyim.

dağlardan ovalardan göl kenarlarından geçiorum . dağlarda izcilik kampına gittiim senedeki huzeyfe  denizde babasının yüzme öğretmeye çalıştığı huzeyfe ailesiyle hayatının en güzel tatilini yapmış huzeyfeyi falan görüyorum .tabi gözlerim onlara dalmış yoldan çıkmış bi grup insanın üzerine doğru gidiorum.tabi durduramıorum otobüsü birpıorum bi kaçtanesine .hemen iniorum aşağı bi bakıorumki hayatım boyunca kırdığım incittiğim insanlarmış ezdiklerim.hiçbiri ölmemiş ama bazısı bana sitem ediyo görmüomusun ne üzerimize çıkıosun die bazısıda onlara çarpmama rağmen bişeyim yok sen yoluna devam et diyor şikayetçi olmıcaz dior.tabi vefakar dostlarımdan başkası da diil bunnarı diyen.

bi süre sonra polis geliyo bana hatalarımdan dolayı ceza keseceğini söylüyor bi bakıorum ki polis diye gelen benim inandığım dinmiş .hatalarımdan dolayı cezalandıracak beni ama affedilebileceğimide söylüyor.

olaylar bittikten tekrar yola çıkıorum ama sinirliyim dikiz aynasına her baktığımda hayatımdan geçen  birini görüyorum bazen en güzel bazende kötü anılarım canlanıyor onlarla geçen.

bi bakıorum birisi yol kenarında bana durmam için işaret yapıor duruyorum ufak bi çocuğa benziyor pek iyi göremiorum ama kapıyı açıorum karşımda ilkokul yılalrındaki huzeyfe ..bi dişi çıkmış bide ranzadan düşüp dudağını patlatmıştı o yara bile orda benm canım acıor birden .bi binen huzeyfeye bakıorum bide kendimede insan gerçekten çok değişiyor.elinden tutuorum çantası ağır çıkamıo merdivenleri . hiç sesi çıkmıo aynı ozamanki gibi varlığı yokluğu belli diil yine en sevdiği sayı 3 .en seevdiği renk mavi yine saçları kısacık .çünkü hep mücahit traşı olcam derdi berberlere

keşke dedi sadece.cümlesini devam ettirmesini istedim .keşke dedi benm gibi kalabilseydin ne olmuş sana böyle ....verecek cevabım yoktu tabiki benimde ağzımdan aynı kelime çıktı "keşke"...

biraz daha gittikten sonra benzinimin biteceğini bildiren annemin sesi duyuldu otobüste ... hadi artık geç oldu yatağa der ya eskiden beri

benzinliğe girdiğimde fatihte bi yurt odasındaydım beni hüseyin kaçın karşıladı benzini sizmi koyacaksınız dedim ..hiçbişe söylemeden depoyu doldurdu.tam giderken bi dakka dedi kampanya var şu kadar şukadar benzin alana kırmızı kalem veriyoruz dedi elime bi kırmızı kalem tutuşturdu çok heyecanlandım ağlamaklı oldum teşekkür ettim bu seferde arkamı döndüğümde küçük huzeyfe otobüsün tozlu camına saçları dik dik bi adam çizmiş bana gülümsüyor . sarıldım sımsıkı şakalaştım biraz ilgilendim seviliyordu ama yalnızdı yine biliyordum.daha fazla samimiyete özel ilgiye ihtiyacı vardı.

artık varacağımız yere az kalmıştı havada açmıştı nerdeyse bülbül sesleriyle kasabaya girdik kasabanın kahvesinde babam bide bikaç arkadaşı oturmuş bende ellerindeyim bana isim koymaya çalışıyorlar .kararlaştırdılar HUZEYFE olsun dediler.o anda güneş tamamen ortaya çıkmış günün en güzel saatinde oldumuzu farketmiştim.burdan sonrasını yürüme gidiyim dedim bu havada yürümek güzel olur die.biraz daha geri gittiğimde kendimi 29 Ağustos 1986 cuma günü Trabzonda numune hastanesinde buldum saat 12:00 olmuştu nerdeyse cuma namazına hazırlanıordu herkes .o anda bi bebek ağlaması duydum  sesin geldiği odaya girdiğimde mavi bir kundak içerisinde kendimi bide sevinçten gözleri parlayan annemi gördüm .gülümsedim sadece sadece.....herşeyi bile bile gülümsedim.

artık yolun sonundaydık şöle bi geldiğim yola baktım hayatıma giren herkese ,olmuş bitmiş herşeye teşekkür ettim onlarla büyüdüğüm için.

kendime geldiğimde durağı çoktan geçmiştik cebimde geri dönecek paramda yolktu yürümek zorundaydım ama mutluydum çünkü milyon dolarlarla ölçülemeyecek bi hayalim vardı artık.onun verdiği hazla yürüdüm sokaklarda.

Hayal kurmaktan korkmayın ve sakın vazgeçmeyin   

saygılar

HUZEYFE

1282
Genel Tartışma / Kırmızı başlıklı kız
« : 13 Mayıs 2009, 10:32:21 ös »
Kırmızı başlıklı kız babaannesine bir kilo elma götürmek için ormana girmiş. O gün hava çok rüzgarlı olmasına rağmen babaannesi sırf gıcıklık olsun diye kızcağızı yola düşürmüş. Kırmızı başlıklı kız rüzgar uğultularının içinde ilerlerken bir yandan da en sevdiği şarkıyı söylüyormuş “hani benim recebim,recebim ona sarı lira vereceğim, almassa beni onu karakola vereceğim“ demiş ki karşısına birden kocaman gözleri ile üstüne koşan bir kurt görmüş. Kurt kırmızı başlıklı kıza saldırmış üstünü başını yırtmış ama kırmızı başlıklı kız da az değilmiş ve kurttan kurtulu vermiş. Hemen koşa koşa babaannesinin evine sığınmış ama babaanne kırmız başlıklı kızın elini boş görünce başlamış bağırmaya “ hani benim elmalarım “ diye.
Aradan günler geçmiş, aylar geçmiş yıllar geçmiş. Kırmızı başlıklı kız bazı rüzgârlı gecelerde uykudan uyanır olmuş. Geceleri gözlerine uyku girmiyor ne zaman rüzgâr sesi duysa uykusunun yerine korku geçiyormuş. Kırmız başlıklı kız bu ızdıraba daha fazla dayanamayarak uzman bir psikologa gitmeye karar vermiş. Psikolog kırmızı başlıklı kızı dinlemiş, dinlemiş durumu çözememiş. Sizce kırmızı başlıklı kız neden rüzgarlı gecelerde uyuyamaz olmuştur?

 
a aluç

1283
Din & Felsefe / Jean Paul Sartre: GÜNLÜK (13 Ekim Cuma )
« : 09 Mayıs 2009, 04:10:13 ös »
Jean Paul Sartre:
GÜNLÜK  (13 Ekim Cuma )   
    Alçakgönüllülüğü tanımıyorum, ama bununla beraber, hatalarımı hiç de kem küm etmeden görebiliyorum, çünkü kendi kendimle aramda hiçbir maddi dayanışma yok. Alçakgönüllülükte, dünkü Ben'ini yaşamaktan gelen fazla mahrem, fazla hassas -aynı zamanda derinden ve canlı da- bir yan vardır. Bu suçu işleyen Ben, hatayı gören Ben'dir de. Burada belki bir de, göğüslenenden daha fazla içtenlik ve daha fazla cesaret, kendi kendini bir tür sürekli kılış vardır.

     Fakat hayatımın her anı ölü bir yaprak gibi benden kopup gidiyor.

    O derece ki, anın içinde yaşamıyorum, daha çok gelecekte yaşıyorum. Varılabilmek için aşılmış bir hayatıvarsayan hedefimden ötürü... Ergenlik çağımdan beri beni meşgul eden, yakamı bırakmayan ilerleme yanılsaması yüzünden... Bana söz edilen herhangi bir Ben için şöyle düşünüyorum: ben ondan daha iyiyim.
     Bana bir önceki günün hataları, düşüncesizlikleri hatırlatıldığında, bunu seve seve kabullenirim çünkü bir daha aynı duruma düşmeyeceğime ikna olmuşumdur. Sonuçta, aslında bunun tek bir nedeni vardır, onunla benim aramda hep zamansal bir mesafe vardır. İnsanın ya da geleneklerin ilemesine kesinlikle inanmıyorum - en azından böyle bir şeye aldırmıyorum - kendi bireysel ilerlememe inanıyorum. Bir önceki günden daha az zeki olduğumu, daha cesaretsiz olduğumu vs. düşünmek tahammül edilemez ve bunu her işitmek zorunda kalışım benim için bir yaralanma, bir şaşkınlık oluyordu.

      Olduğum durumdan, yaptığımdan sempatiyle söz etmiyorum, anlamak için neredeyse hiç çaba sarfetmiyorum. Onu gülüşlere terk ediyorum ve gülüyorum. Yalnızca ona saldıranların onunla aramda ortak çizgiler bulduğunu gördüğüm oranda onu savunuyorum. Dolayısıyla, kendimi hep, yaşamakta olduğum günde, hayatımın en yüksek noktasında buluyorum. Aynı zamanda, ve bizzat hatalarımı kabul etmemden ötürü, kendimi tarafsız bir seyircinin, bir hakemin mutlak alanına yerleştirmek üzere bendeki insanın derisini yüzüyor, kabuğunu soyuyorum.

Bu seyirci "kendi" adamına bakan aşkın, etten kemikten sıyrılmış bir bilinçtir. Kendi kendimi tıpkı başkasını yargıladığım ciddiyetle yargılarım. Ama tam da işte o zaman kendi kendimden kaçıyorum demektir. Bizzat kendi kendini yargılama eylemi, büyük bir zevkle gerçekleştirdiğim bir "görüngesel indirgeme"dir. Böylece, çok az bir bedelle kendimi bendeki insanın üzerine yerleştirebilirim. Çok ender olarak fırsat ararım. Bir tartışmada, kavgada, eğer haksızlık etmişsem, hemen sonra, hatalarımı kabul ederim, fakat bu itirafa rağmen, karşımdakinin benden daha fazlasını istediğini görüp derin şaşkınlıklara sürüklendiğim çok olmuştur.

O zaman şöyle demek isterim: "Baksana, o artık ben değil; o artık aynı şey değil". Her an, bir tür kendinden kaçış olan özgürlük teorimi bu denli aşikar kılan da kuşkusuz bu. Hiçbir zaman asla pişmanlık duymam. Ama bunu kesinlikle, durmadan bir dediklerini defalarca tekrarlayan, kendi kendileriyle aç gözlü bir dayanışma içindeki bazı görmüş geçirmiş ruhlar gibi değil, daha çok kendimi "yüzüstü bırakarak", olayın içindeki mevcut Ben'i hissetmeden, kendime soğuk bir horgörüyle bakarak sağlıyorum. Kendimi tıpkı suç ortağını yüzüstü bırakır gibi bırakıyorum. Ve eğer bir başkasına karşı davranışlarımın sorumluluğunu taşıyorsam - en azından bundan eminim, her zaman böyle davrandım - bunu karşımdakine cömertçe ödediğim duygusuyla yapıyorum.

Örneğin, bugün bir savaş olduğunu biliyorum ve bunu öngörmeyen - öngöremeden şüpheye düşen - Ben'le dalga geçiyorum. Kendi kendimle dalga geçiyorum çünkü mevcut Ben'imi geçmişe uzatarak, 3 eylülde savaşın patladığını bilen mevcut Ben'imin bunu hep bildiği izlenimine kapılıyorum. Bu da ona, 2 eylül günü hala şüphe içindeki zavallı kaybolmuş Ben'e göre büyük bir üstünlük sağlıyor.

Buradan görünüşteki alçakgönüllüğümün bir başka veçhesine geliyoruz: Şöyle ya da böyle davranmış olduğum ya da düşünmüş olduğum için beni övdükleri oluyor ve ben karşı çıkıyorum, her şeyden sonra, öyle olmadığımı söylüyorum. Geçmiş hayatımın en güçlü ya da en yüksek anları geçmiş oldukları andan itibaren beni artık ilgilendirmiyor.

Doğal eğilimim, bugün çok daha iyi olduğumu düşünerek geçmiştekileri aşağı çekmektir. Stendhal'de çok dokunaklı olan kendi kendiyle dayanışma hali, onu en iyi anlarını tasvir etmekten alıkoyar çünkü onlardan söz ederek onların kendisi için değer kaybedeceğini düşünür, bence çok büyük bir hata bu. Benim hayatımın bu kadar açık olmasının bir nedeni de büyük ölçüde budur. Her şey benden kopup gidiyor ve ben herşeyi herkese veriyorum, çünkü zaten kopuyorum. Kendimin pruvasında derin bir yalnızlık... Öyle sanıyorum ki çok sayıda duygunun benden uzak olmasının nedeni bu.

Bunlar kibirim üzerine söyleyeceklerime bir giriş olabilir. Oldukça üzücü ve çöl gibi yalnızlaştırıcı bir kibir, yani işin aslı, kibirli kılan hiçbir şey yok. Bununla birlikte, kimi kibirli kişilerin bedbaht ve kırılgan kibirinden tamamen farklı benimkisi. "Hiçbir şeyin" kibiri: ne zekamın, ki o konuda hiçbir fikrim yok, ne hemen benden kopuveren ve bir daha içine giremediğim yazılarımın, ne son zamana kadar hakkında düşünmediğim hayatımın ne de kendi kendimle dayanışmayı reddettiğime göre Ben'in kibiri bu.


1284
Aile / Boşanma Davası Bilirkişi Raporu
« : 04 Mayıs 2009, 03:28:01 öö »
Psikolog Hüseyin KAÇIN
0 555 326 22 91
Aile ve Evlilik Terapisti


1285
Bir gün veliaht prens her zamanki gibi bataklıkta dolaşırken çalılıkların arkasından bir ses ona demişki:
-Fotoğraflarım yok ama açıklayabilrim!
O da kabul etmiş .
Bataklıktan   paşa zadeyi görünce daha güzel bi yerede konuşmak istemiş veliaht prens....
Bataklıktan uzaklaşmışlar ve bataklığı ateşe vermişler sonsuza kadar ortadan kalksın diye....
Paşa zade kendi çok çok uzaklardaki ülkesine gitmek zorundaymış ve gitmiiş...
veliaht prens bitanesini hiç akllından çıakrtamıyormuşşş güvercinlerle posta yolluyormuş...
Birgün  yakışıklı prensi onu kendi krallığına çağırmış...
Uzun süren ıssız ormanlardan geçmiş sisli ngöl kenarlarından şelallerden geçmiş velliaht prens aşık olduğu prens onu hemen karşılamış zaten oraa bekliyormuş  arkasında arkadaşı olduğu halde  aldırmamışlar bazen kol kola bazen de birbirlerine bakmadan ilerlemişler...
biraz yemek yedikten sonra bi hana girip hancıdan şarap ve yemek malzemeleri almışlar....
krallığa girecekler halkın görmemesi lasım kapşonlu pelerinlerini sıkı sıkı giymişler..
veliaht prens  pelerinini çıkartırken...sevgilisi
-Dur çıkartma tanırlar bizi demiş
ama veliaht pelerini
ikisinin üzerine atmış ve alttan diğerinin minik sıcak elini avcunun arasına almışş....
o zmana kadar hiç bu kadar mutlu ve huzurlu olmamış  yanındaki paşa zade yarı uyur yarı uyanık krallığa varmışlar
ilk oda da sonunda geç de olsailk öpücüğü sunmuş saha avantajlı paşa zade sonra elleriyle yemeke hazırlamış....
o sırada hizmetkarlar yan oda uyuyormuş
seessiz olamk gerekliymiş  şarapla beraber yenen yemeken sonra
yine hizmetkarlar duymasın diye gfısır fısır uyumuş ve sevişmişler....
prensler yataktan kalkıncca...
veliaht prens boynundaki izi görmüşşşş
bu bii lanetmiş...prens sonsuza kadar kensine aşık olsun diye  büyüler yapmış
ama bu büyü biraz mırıltı çıkartıyormuş
veliaht bunun büyü olduğunu hizmetkar uyanıp
yaa içerden mırıldanmalar geliyordu diyince anlamış paşa zade
veliaht prense hizmetkarın çayına zehir katıp öldürmeyi teklif etmiş  ....
veliaht prensi yolcu ederken bir mektup vermişş
kocaman seni seviyorum yazan....
prens ona çok minnettarmış güzel sıcaklığını verdiği için....
uykusundan uyandırıp öpücükle kahvaltıya davet ettiği için ,
güvercinlerle hep haberleşmişler....
ve paşazadeyi tekrar görmek için
hergece dua ediyormuş bizim yakışıklı prens veee
noele doğru yanına tekrar gitmeye karar vermiş.
                                                                                                                                    29.12.2008



1286
 
Elif Şafak'ın son romanı Aşk dün piyasaya çıktı. 2000'lerde Boston'da yaşayan Yahudi bir ailenin üyesi, orta yaşlı ev kadını Ella Rubinstein ile, 1200'lerde Konya'da yaşayan Mevlana'nın ne ilgisi olabilir? "Aşk hem bu dünyaya ait, hem de bu dünyayı aşan bir duygudur." diyen Şafak, sorunun cevabını 'Aşk'ın içinde bulacağınızı söylüyor. 
 
 
 
Roman boyunca Mevlana'nın söylediği, "Aşk şeriatı, bütün dinlerden ayrıdır. Şeriatı da Allah'tır, mezhebi de..." sözü üzerinde düşünen ve okuru da düşünmeye yönelten Şafak hem romanını, hem de aşkın kendisini nasıl dönüştürdüğünü anlattı.

İnternette herkes Aşk romanınızın çıktığını birbirine haber veriyor. Beklenen şarkı gibi, beklenen bir roman mıydı?

İlla bir aşk romanı değil ama muhakkak bir roman beklentileri vardı. Çok e-mail alıyordum. Yolda görünce çevirip soruyorlardı. Çünkü Siyah Süt, tam bir roman değildi. Otobiyografik eserdi. Bence Türkiye'de çok iyi bir roman okuru var. Bunların büyük bir bölümü de kadın. Aralarında aşk üzerine yazmamı isteyenler oluyordu. Ama aşkı sadece kadın-erkek ilişkisi olarak düşünmeyin. İlahi aşkın da içinde olduğu bir roman beklentisi vardı.

Genelde ülkemizde roman okurunun olmadığından şikayet edilir, siz tam tersini söylüyorsunuz?


Çünkü kişisel tecrübem o yönde değil. Türkiye'de çok iyi bir roman okuru var. Öyle bir okur ki, onları aldatamazsınız, kandıramazsınız. Romanı çok seviyor, sahipleniyor, kendi hayatının içine çekiyor. İmza günlerinde hep dikkatimi çeken bir şeyle karşılaşıyorum. Bir romanı tek kişi okumuyor. Aile boyu roman zinciri kuruluyor. Kitabı okuyan annesine, kız kardeşine, yengesine veriyor. Bunlar istatistiklerin dikkate almadığı ayrıntılar.

'Aile boyu kitap okuma' durumu bize özgü bir şey mi?

Evet bu Türkiye'ye özgü bir şey. Batı'da bu kadar yok. Ülkemizde yazar olmanın zorlukları var ama her şeye rağmen romanın bizde daha çok itibar gördüğünü düşünüyorum. Amerika'da o kadar çeşit kitap çıkıyor ki, o çeşitlilik içinde bir eser çok çabuk buharlaşıyor. Kayboluyor. Türkiye'de yazı buharlaşmıyor. Bu ülkede edebiyatı besleyen çok önemli bir havza var. Bu çok güzel, fakat burada da romana aşırı anlamlar yüklüyor, bunun bir kurgu ve hayal ürünü olduğunu unutuyoruz galiba.

'Aşk'ı yazmak nasıl bir duyguydu?

Bu benim dokuzuncu romanım. Her biri özeldi ama bu romanımın yeri ayrı galiba. Yazarken o sürece kapılıp gidiyorum. Hesap yapmıyorum. 'Şimdi bu roman nereye gidecek. Okurlar ne düşünecek, eleştirmenler ne diyecek?' Bu tür kaygıların hepsini bir çekmeceye koyup kapatıyorum. Sadece hikayenin içine giriyorum. Yazdığım karakterlerle; Ella, Aziz, Şems ve Mevlana'yla yaşadım. Gönülden sevdiğim karakterleri anlattım.

Bu kitap aşkla yazıldı. İnşallah bu duygu okura da geçer. Çünkü aşkla okunması gereken bir roman.

Kitapta 'aşk'tan çok 'aşk şeriatı' üzerine yazdıklarınız etkileyici. "Kimsenin aşkın inceliklerine vakit bulamadığı bir dünyada aşk şeriatı daha büyük önem kazanmakta" diyorsunuz. Aşk şeriatı nedir?

Aşk şeriatı bana ait bir kavram değil. Mevlana'nın kullandığı bir kavram. Mesnevi'de Musa ile çobanın hikayesinden sonra diyor ki: 'Aşk şeriatı, bütün dinlerden ayrıdır. Aşıkların şeriatı da Allah'tır, mezhebi de..." Bu ifade benim kafamı kurcaladı. Çünkü biz içinde yaşadığımız toplumda özellikle Türkiye'de aşkı cinsellikle, kuralsızlıkla, daha dünyevi algılıyoruz. Şeriatı ise hep kurallarla, yasaklarla, parmak kesmeyle, korkuyla anıyoruz. Bu iki kavram nasıl yan yana gelmiş? 800 sene önce bir alim böyle bir laf ediyor. Halbuki biz bugün insanları etiketliyor, öteliyor, Ötekileştiriyoruz. Bunu kimi zaman din adına, kimi zaman ideoloji adına yapıyoruz. Özü unutuyoruz. Biçime takılıyoruz. Bunları düşünmek benim için bir düşünce egzersiziydi.

Bu egzersiz sizi nasıl bir sonuca ulaştırdı?

Mevlana'nın anladığı anlamda "Aşk şeriatı"nda birlik var. Ayrımcılık yok. Ama birliğin olması için de insanın 'benlik zannı'nı aşabilmesi lazım. Kendini ayrı bir 'ben' zannetmeyi aşmak şart. Bu bir sanatçı için zor bir sınav. Biz sanatta egolar inşa ederiz. Tasavvufta da o egoları silmeyi öğreniyoruz. Dolayısıyla iki ayrı ses var. Benim içimde de iki ayrı ses var. Bunları düşünmeyi, okura da düşündürtmeyi seviyorum.

Romanda Şems'in 40 kuralı var. Hepsi birer ders gibi. Bu kurallar nasıl oluştu?

Bunlar tamamen benim hayal gücümün ürünü. Yani Şems'in kendi yazdığı kurallar değil. Sonuçta bu bir kurgu. Tabi ki ben tasavvuf okumalarımdan çok beslendim. Sadece Anadolu Sufizmini değil, Pakistan, Hindistan, Amerika ve Avrupa'da yaşayan Sufizmi de ilgiyle takip ediyorum. William Chittick'in Şems'in biyografisini de dikkatle okudum. Tabi ki tasavvufun bir manifestosu yok. Ama evrensel, ortak bir özü var.

40. kuralda; "Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi semavi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur..." diyorsunuz. Romanda Ella ile Aziz'in aşkı ile Mevlana ve Şems'in birlikteliği aslında iki aşk arasındaki ayrıma işaret etmiyor mu?

Aynı şeyler değiller ama birbirlerinden kopuk da değiller. Ella gibi nice kadın var. Çocuklarını büyütmüş, yirmi senelik bir evlilikten sonra mutsuz, ruhen kendini sıkışmış hissediyor, arayış içinde. Amerika'da Mevlana'yı seven ve merak eden o kadar çok insan gördüm ki! Bunların sayıları giderek artıyor. Bütün dünyada ne kadar büyük bir Mevlana ilgisi olduğunun farkında değiliz bence. Mevlana geceleri düzenliyorlar. Şiir dinletisi programları yapılıyor. Mesnevi'den pasajlar okuyup tartışıyorlar. Dünyanın her yerinden insanı kendine çeken manyetik ve mistik bir çağrısı var Mevlana'nın.

Geç de olsa bu ilginin farkında vardık aslında. Semayı izlemeye gelenlerin çoğunun yabancılar olduğunu görüyoruz.

Tabi doğru. Sırf rüyasında Mevlana'yı görüp Konya'ya gelen insanlar var. Sihir gibi. Amerika'da en çok okunan şair Rumi. İslam dünyasının Shakespeare'i diye biliniyor. Romanda bunlara bakmak istedim. Boston'da yaşayan Yahudi Amerikalı bir ev kadını olan Ella için Mevlana ne ifade ediyor? Bir yandan da şu var: Ella hem dünyevi hem ruhani bir aşk yaşamak istiyor. Çünkü Aziz'i tanımadan seviyor, onun bedenine değil kelimelerine aşık oluyor. Bu benim için önemli bir bilmeceydi. Bir insanı tanımadan, kelimelerine aşık olup sevebilir misiniz? Özünü görebilir misiniz? Şems'in de Mevlana'ya ilk söylediği şeydir: 'Gör beni.' Kitap boyunca dünyevi aşkla ilahi aşk arasında geçişler var. Ayrımcılık yok. Çünkü aşk bu hayatın motoru. Var olma sebebimiz. Arayışımızın nedeni...

Aşk sizce bu dünyaya ait bir duygu mudur?

Aşk hem bu dünyaya ait, hem de bu dünyayı aşan bir duygudur. Sizi alıp sınırlarınızın ötesine geçirir. Kendinizi aşmaya yöneltir. Bence aşkın özünde dönüşüm vardır. 'Ben aşık oldum ama hâlâ aynı insanım' diyorsak, orada bir sorun var demektir. Aşk tam da benliği eritmektir. 'Ben' olmaktan çıkmaktır. Materyalist dünyanın çok ötesine geçiren bir gücü var aşkın.

Sizi nasıl dönüştürdü?

Beni bambaşka bir insan yaptı. Romanda diyorum ki her insan tamamlanmamış bir sanat eseridir. Beşeriyet denilen eser kusursuzluğu hedefler. İşte bu yolda bizi pişirecek olan şey aşktır bence. Beni de aldı, silkeledi, yeniden yoğurdu. Eskisine göre çok daha uyumlu, daha huzurlu bir insan yaptı.

Sabah ezanını aşka benzettiğiniz bir tanım var: 'Gizemli, sıra dışı, neredeyse tılsımlı. Ama aynı zamanda doğaüstü, akıldışı, hatta ürpertici. Tıpkı aşk gibi.' diyorsunuz. Seher vakti size ne hissettiriyor?

Sabah ezanının çok özel olduğunu düşünüyorum. Size de olmaz mı, duyduğunuz an içinize bir ürperti gelir. Ruhani bir şey... Bütün ezanlarda var diyeceksiniz belki ama sabah vaktinin ayrı bir tılsımı var... İnsanı tatlı uykusundan uyandıran bir güç var orada. Bir de açıkçası biz sabah ezanını layıkıyla duymuyoruz. Kulağımızla işitiyoruz ama yüreğinden duymak başka bir şey.


 

Dinlemek için gittiğiniz özel bir mekan var mı?

Bu öyle bir şey ki sizi her an yakalayabilir. Evinizde derin uykunuzdan uyandırabilir. Bir şehirde otelde kalıyorsunuzdur. Camı açarsınız, birdenbire o ses içeri dolar. Bunun özel bir mekanı yok.

Romanı okurken, 'İlahi aşk yaşamak isteyen ama nazlanan bir kadın'la karşı karşıya olduğumuz hissine kapılıyoruz. Siz ne dersiniz?

Böyle düşünmemiştim ama düşüneceğim söylediğinizi. Bir yanda tabi ki O'ndan vazgeçemiyorsunuz, bir yanıyla bazen O'na nazlanıyoruz galiba. Hepimizin gelgitleri var. İnsan böyle bir mahluk zaten. Ama roman bittikten sonra yazara değil okura aittir.

Allah'a nasıl bir yakınlık duyuyorsunuz?

Türkiye'de inancı konuşmak kolay değil. Çünkü önyargılı bir toplumuz. Çok bağnaz olabiliyoruz. Bağnazlığı dar bakış açısı olarak kullanıyorum. Bağnazlık belli bir kesime has bir şey değil.

Solcusu da, sağcısı da, feministi de bağnaz olabiliyor. Bağnazlık kendi bakış açını, tek doğru bakış açısı zannetmek. Bu kadar önyargının ve yaftalamanın olduğu yerde samimiyetle inancı konuşmak kolay değil. Ama şunu söyleyebilirim. Benim için O'nunla ilişki kurmak önemli bir mesele. Bunun bir arayış olduğunu düşünüyorum. Kimse 'ben inanıyorum' deyip son noktayı koyamaz. Hayat sürekli bir imtihanlar silsilesi. Kendimizi bazen çok şey biliyor zannediyoruz, sonra bir düşüyoruz hiçbir şey bilmediğimizi anlıyoruz.

Hiç kimse için imanın ispatı yok.

Evet o ispatlanabilecek ya da 'buldum' deyip sırtını yaslayabileceğin bir şey değil. Benim için uzun bir yolculuk olduğunu söyleyebilirim. Bu yolculuğun inişleri, çıkışları var. Ama arayışın güzel olduğunu düşünüyorum. Benim için kıymetli bir mesele.

Romanda da çobanın Yaratanı'yla kurduğu ama Musa'nın anlayamadığı hatta çobanı yargıladığı bir iletişim biçimine rastlıyoruz. Siz nasıl bir dil geliştirdiğinizi düşünüyorsunuz?

Aslında herkes kendi meşrebince konuşur. Güzel olan da bu gibi geliyor bana. Romandaki Musa ile çobanın hikayesi benim için önemliydi. Çoban Hak'la kendi bildiği dilden dua ediyor. Öyle şeyler söylüyor ki, "Allahım ben senin ayaklarını yıkarım, koyunlarımı senin için keserim. Pilavına katıp yersin." diyor. Musa bunları duyduğu zaman çok hiddetleniyor. Duasını bölüyor. 'Sen nasıl böyle konuşursun' diye kızıyor. Ama aynı gece Hak onu rüyasında ikaz ediyor. "Sen buluşturmaya mı, ayırmaya mı geldin. Bırak, nasıl içinden geliyorsa öyle dua etsin.

Biz dile değil, kelimelere değil, gönle bakarız." diyor. İnsanları yargılamadan, yaftalamadan, kendi durduğumuz yeri büyük zannetmeden, inancın özüne bakmak gerek. Bunu yapabilirsek daha evrensel, kucaklayıcı ve barışçıl bir yerde durabiliriz. Romanda Şems ne diyor? "İnancın büyük olsun, ama inancınla büyüklük taslama!"

Mevlana'nın eşi Kerra'nın bir iç konuşması var: "Müslümanlığa geçerken benim esas zorlandığım husus Meryem'i terk etmek oldu. Bunu kimseye söylemedim. Mevlana'ya bile. Ama Meryem'in o müşfik, kahverengi gözlerini özlüyorum..." diyor. İlerleyen sayfalarda Şems, Kerra'nın bu endişesine cevap veriyor: 'Meryem Ana'yı özlemene gerek yok. Çünkü onu terk etmene gerek yok. Eğer bir kadın Peygamber gelseydi, o hiç şüphesiz Meryem olurdu... Müslüman bir kadın da Meryem Ana'yı hayırla, duayla zikredebilir." Sadece Hıristiyanlar değil, bizler de Hz. Meryem'in İslam'daki önemini kavrayamıyoruz... Bu diyaloğu yazarken neler düşündünüz?

Romandaki Kerra sonradan İslamiyeti seçen bir kadın. Onun psikolojisine eğilmek istedim. Müslüman olan bazı Hıristiyan kadınlar böyle bir tereddüt yaşayabiliyor, bunu gözlemledim: "Meryem'i terk etmem gerekiyor mu, onu geride bırakmalı mıyım, eski önemini yitirecek mi?' Hz. Meryem, Hıristiyanlıkta dinin şefkate açılan en önemli kapısıdır. Tanrı'ya dua etmek isteyen Meryem'le kurar iletişimini. Bu endişeleri taşıyan kadınlar için tasavvufun Meryem'e pozitif bakışı kucaklayıcı ve evrensel bir cevap olabilir.

Ella gibi kadınlar çok fazla Avrupa'da ve Amerika'da değil mi?

Evet, Ella gibi kadınlar çok fazla. Türkiye'de de çok fazla. Isparta'da ya da Rize'de yaşayan bir ev kadınına Ella gibi karakter ne ifade ediyor? Ella ilk bakışta Amerika'da Boston'da yaşayan Yahudi bir kadın. Zengin bir hayatı var. Ama bir sıkışmışlık, eksiklik hissi içinde. Bu hissi belki Burdur'daki, İstanbul'daki, İzmir'deki kadın da biliyor. Zahirideki ayrımları kaldırdığınızda altta kalan hikayeler benzer ve evrensel. Birbirimizle bu noktalarda empati kurabiliriz. Mutsuz bir evliliğin içine hapsolmuş ama oradan çıkmak için veya kendini dönüştürmek için çaba göstermeyen, hayatı akışına bırakan çok insan var.

Cesaretleri yok belki de, Ella cesaretli bir kadın.

Evet cesaretli bir kadın ama savaşçı bir kadın değil. Hatta bütün hayatı boyunca mütevazı ve munis bir yaşam sürmüş, sessiz biri. Öyle bir kadının dönüşümü beni çok heyecanlandırıyor. Bir de bütün hayatını planlar, programlar yaparak geçiren bir kadın. Böyle birçok insan tanıdım. Çantalarına ajandalar, özel notlar koyan, üç ay sonrasını inceden inceye planlamış. Böyle bir kadının "yarın" saplantısından vazgeçmesi ve şimdi, şu an aşkı yaşamayı tercih etmesi oldukça radikal bir dönüşüm. Bu kitabın en önemli bölümüydü benim için. Çünkü Aziz ona yarın vaad eden bir adam değil. Aslında kimse kimseye yarını vaad edemez bu dünyada. Ama öyle zannediyoruz ve öyle yaşıyoruz.

Mevlana'nın kitaplara konu olması, organizasyonlarda ilgi görmesi, bir yandan kıyasıya eleştiriliyor. Bir yandan da çok değerli çabalar olarak görülüyor. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz.

Tüm dünyada Mevlana'ya ilgide muazzam bir artış var. Bu çok güzel bir şey. Bu dönemde yapılan kalıcı eserler kalır, geçici hevesler uçar. Oysa kimileri eleştiriyor, "bu bir modadır" deniyor. Öyle olsa bile, ki bence değil. Çünkü moda için kimse Amerika'dan kalkıp yolara düşüp Konya'ya gelmez. Muhakkak ki bir ruhani çağrı var ve o insanlar bu çağrıyı duyuyor. Bizim de bunu küçümsemeye hakkımız yok. Hele niyetten şüphe etmeye hiç hakkımız yok. 11 Eylül sonrasında çok ciddi bir İslam fobisi oluştu Batı'da ve bu fobinin aşılabilmesi için gene İslam dünyasının içinden çıkacak değerlerin görülmesine ihtiyaç var.
 
SEVİNÇ ÖZARSLAN
07 Mart 2009, Cumartesi

1287
Erkekliğin, Kadınlığın, Geyliğin ve Lezbiyenliğin Sosyal Psikolojik ve Kültürel Kurulumu Üzerine


Üstün ÖNGEL
Sosyal Psikolog

 

Uzak durulan bir sözcük: Seçim

Son yıllarda gey ve lezbiyenliğin (ama daha çok “geyliğin”) doğuştan belirlendiğine dair “varsayımların” ardı arkası kesilmiyor. İşin kötüsü, “varsayımlar”, kesinlik taşıyan bilgilermiş gibi sunuluyor ve kullanılıyor. Genetik biliminin giderek öne çıkması, bu varsayımların artmasının önemli bir nedeni olsa gerek. Fakat, ilginç bir gelişme olarak, gey ve lezbiyenlerin de, bu yönelimlerin doğuştan olduğu bilgisinin varoluşlarının kabulünü kolaylaştıracağı düşüncesiyle, bu varsayımları sahiplendiğini görüyoruz.

Oysa, nasıl kadınlık ve erkeklik, sosyal psikolojik, toplumsal, ve kültürel etkilerin ortasında bedenimizi nasıl kullanacağımıza, varoluşumuzu nasıl gerçekleştireceğimize dair hem erken yaşlarda bizim adımıza verilen, hem de yaşımız ilerledikçe kendi başımıza verdiğimiz kararlarla ve seçimlerle “kuruluyorsa”, geylik ve lezbiyenlik de öyle olsa gerektir.

Doğuştan getirdiğimiz “bedenle” nasıl yaşayacağımız, bir kültürel iklimde sosyal psikolojik deneyimlerle oluşan bir süreç içinde verdiğimiz kararlarla ve yaptığımız seçimlerle belirleniyor. Bu yaptığımız seçimlerin ömür boyu değişebilir olduğunu da unutmamamız gerekiyor.

Carl Wittman, ta 1970'lerde “iradenin” ve “seçim” yapma gücünün cinsel yönelimle ilgili ne kadar önem taşıdığını şu sözleriyle vurguluyor:

“Doğa, cinsel arzu nesnesini tanımlanmamış olarak bırakmıştır. Arzu nesnesinin cinsiyeti bizlere sosyal süreçte dayatılmıştır….. Çocukluk çağında birbirimize yönelik hislerimizi boğmamızı talep edenlere teslim olmayı reddettik. Hakim öğretinin bize aşılanmasına bir şekilde direnme gücü bulduk ve bunu en değerli özelliğimiz ve hazinemiz olarak görmeliyiz.”

—Carl Wittman, “Amerika’dan Sürülenler: Bir Gey Manifesto,” 1970

(Nature leaves undefined the object of sexual desire. The gender of that object has been imposed socially..... As kids, we refused to capitulate to demands that we smother our feeling toward each other. Somewhere we found the strength to resist being indoctrinated, and we should count that among our assets.

—Carl Wittman, “Refugees From Amerika: A Gay Manifesto,” 1970  )

Fakat nedense son yılların gey-lezbiyen sivil oluşumlarına baktığımızda, “seçim” sözcüğünün neredeyse yasak sözcük haline getirildiğini görüyoruz.

Bu yasaklama ya da daha hafif deyişle uzak duruş, gördüğüm kadarıyla şöyle bir kaygıdan besleniyor: Yıllardır eşcinsel yönelimlerin muhafazakâr kesim tarafından reddi, aynı zamanda bu yönelimlerin “istenirse” değişebileceği iddiasıyla da karşımıza çıkıyor. Psikiyatrik/psikolojik müdahalenin de bu cinsel yönelim değişimini sağlayabileceği gibi bir iddia da buna eşlik ediyor (1970'lerin ikinci yarısına kadar psikiyatrik teşhis listesinde “eşcinselliğin” bir “hastalık” olarak tanımlanmış olması da bu süreçte önemle üzerinde durulması gereken bir nokta). Özellikle ergenlik dönemindeki gençlerin bu değişime zorlanması da geçmiş yıllarda sık rastlanan bir durum (bunu günümüzde de oldukça yaygın düzeyde görmek mümkün).

Dolayısıyla, eşcinsel yönelimle ilgili sivil hakların mücadelesini veren birey ve gruplar, “seçim” sözcüğünü, muhafazakârların bunu yıllardır koz olarak kullanmasından duydukları rahatsızlık nedeniyle, kullanmamaya özen gösteriyorlar. “Seçim” ve “irade” vurgularının mücadelelerini zayıflatacağını düşünüyorlar.

Tam da bu noktada, muhafazakârların sesini kesebileceğini düşündükleri başka bir “bilgiye” (varsayımsal bir bilgiye) sarılıyorlar. “Seçim” vurgusunun tam tersini savunan “genetik” iddialar bunlar. Doğuştan getirdiğimiz özelliklerin, bizim irademiz dışında bizi yönlendiren bir genetik altyapının, bizi gey, lezbiyen, travesti, transseksüel olmaya yönelttiğini düşünmeyi yeğliyorlar.

Fakat az sonra örneklemeye çalışacağım üzere, yine muhafazakârların elinden kurtulamıyorlar.

Buna girmeden önce vurgulanması gereken başka bir şey var belki de: Bu genetik iddialar ve doğuştan getirildiği düşünülen özellikler, cinselliği aslında sadece “bedensel/fizyolojik” bir “faaliyete” de indirgeme yanılgısını içinde barındırıyor. O nedenle de, eşcinsellikle ilgili tartışmaların ve mücadelelerin, mevcut erkek egemen yaşam biçimlerinin (siyah-beyaz kurulan, erkekliğe ve kadınlığa değişmez rollerin atfedildiği yaşam biçimlerinin) değişimi ve dönüştürülmesiyle ilgili çok ama çok önemli katkılarını da yok etmiyorsa da büyük ölçüde engellemiş oluyor.

 

Muhafazakârlar ve genetik iddialar

Yukarıda da değindiğim üzere, varsayımlara dayanan genetik iddialar son yıllarda çokça dillendirilmeye başladı. Bu iddialar kabul gördüğünde eşcinsel yönelimlerin de toplum tarafından daha rahatlıkla kabul edilebileceği gibi bir beklenti oluştu.

Bizzat kendileri de gey olan bazı araştırmacılar da bu genetik iddiaları öne sürdüler ve savundular.

Simon LeVay ve Dean H. Hamer, bu araştırmacıların önde gelen ikisi. Scientific American’da 1994 yayımlanan “Erkek Eşcinselliğinde Biyolojik Etkiyle İlgili Kanıtlar” (Evidence for a Biological Influence in Male Homosexuality) başlıklı ortak makalelerinde bu iddiaları enine boyuna tartıştılar (her ikisinin daha önce kendi başlarına yazdıkları makalelerin derlemesi de denebilir buna).

Bu iki araştırmacının bulgularının herhangi bir kesinlik taşımadığını, bulguların sadece bir olasılık olarak görülebileceğini söylemekle yetinmek isterim bu noktada (bu araştırmaların ayrıntılarına başka kapsamlı bir incelemede girmek daha isabetli ve yararlı olacaktır). “Gey geni” tartışmalarının LeVay ve Hamer’in ortak makalesi sonrası nasıl seyrettiği hakkında bilgi edinmek isteyenler, gene Scientific American’da 1995’te yayımlanan “Gey Genlerine Yeniden Bir Bakış: Eşcinselliğin Biyolojisi Üzerine Yapılan Araştırmalara Yönelik Kuşkular Artıyor” (Gay Genes, Revisited: Doubts arise over research on the biology of homosexuality) başlıklı makaleye bir göz atabilirler.

Burada benim dikkat çekmek istediğim başka bir şey: Tam da toplumun eşcinsel yönelimlere bakışını yumuşatacağı düşünülen bu genetik iddiaların, muhafazakârların elinde nasıl bir koza dönüştürülebileceğini örneğiyle göstermek istiyorum.

Muhafazakâr bir siyaset ve kültür dergisi olan Weekly Standard’ın 9 Aralık 1996 tarihli sayısında Chandler Burr adlı bir yazarın “Neden Muhafazakârlar Gey Genini Bağırlarına Basmalılar” (Why Conservatives Should Embrace the Gay Gene) başlıklı yazısı, bu anlamda çok somut bir örnek oluşturuyor.

Chandler Burr, “Ayrı Yaratılış: Cinsel Yönelimin Biyolojik Kaynaklarının Araştırılması” (A Seperate Creation: The Search for the Biological Origins of Sexual Orientation” adlı bir kitabın da yazarı aynı zamanda. Bu kitaptaki, “Genetik Müdahaleyle Homoseksüelliği Heteroseksüelliğe Nasıl Dönüştürebiliriz?” (How Genetic Surgery Can Change Homosexuality to Heterosexuality) başlıklı bölüm ise özellikle dikkat çekici. Öylesine dikkat çekici ki, Chandler Burr, ileri yaşlardaki erkek eşcinsellerden (muhtemelen “içselleştirilmiş homofobinin kurbanı” erkek eşcinsellerden), “bu değişime hazırız, bu cerrahi müdahaleyi istiyoruz” diye mektuplar bile alıyor, bu yazıları yazmasının ardından.

Özetle, Chandler Burr’ün argümanı, madem böyle bir gey geni bulundu, o halde bu gene müdahale de edebiliriz ve geyleri “straight” (streyt) yapabiliriz, yapmalıyız şeklinde (başka bir deyişle buna, geyleri “ıslah etme girişimi” de denebilir).

Oysa, George Eberr adlı bir nöroloğun da net bir şekilde ortaya koyduğu üzere, ne böyle bir gen bulunabilmiş durumda, ne de kromozom yapısında bu iddiaları kesinlik taşıyan bir şekilde doğrulayacak veriler mevcut. Halihazırda varsayımlar bilimsel kesinliğe ulaşabilmiş değil ve bence böyle bir bilimsel kesinliğe ulaşılması da pek mümkün değil.

Dolayısıyla, ne gey araştırmacılar Simon LeVay ve Dean Hamer’in iddiaları doğrulanmış durumda, ne de özellikle muhafazakâr Chandler Burr’ün bir hevesle genlere müdahale edelim demesinin herhangi bir geçerliliği var.

Bu bölümü kapatırken, özellikle vurgulamak istediğim başka bir şey daha var: Son yıllarda genetik iddiaların insanla ilgili neredeyse her konuda karşımıza çıktığını görmekteyiz. Medyanın da bu “şıpın işi” çözümlerin üstüne atladığı ve halkı sürekli yanlış yönlendirdiği de bir gerçek. Gün geçmiyor ki “mutluluk geni bulundu” benzeri bir haber çıkmasın gazetelerde. İnsanlık adına bu indirgemeciliğin geleceğimizi ciddi biçimde tehdit ettiğini söylemek mümkün. Benim genetik üzerine araştırmalar yapanlara ve bu varsayımları çoğu zaman tereddütsüz benimseyen ve yayanlara tavsiyem, sosyal ve psiko-sosyal konulara bulaşmadan önce, genetik araştırmaların insanın fizyolojik sorunlarına dair bulduğu (varsa bulduğu) çözümlere odaklansınlar. Örneğin, AIDS’e çare bulsunlar, kansere çare bulsunlar, veya henüz çaresi bulunmamış birçok başka tıbbi sorunun çaresini bulsunlar. Eğer bu konularda başarı sağlayabilirlerse, ancak ve ancak ondan sonra insanın sosyal ve psiko-sosyal boyutlarına el atsınlar. Bu boyutlara hiç el atmasalar daha iyi ya, neyse...

 

Sosyal psikolojik ve kültürel süreçler

Genetikle ilgili iddiaların halihazırda sadece varsayımlara dayandığını söylediğimizde, haklı olarak psiko-sosyal ve kültürel süreçlerle ilgili elimizde ne gibi somut bilgiler olduğu sorulacaktır. Ayrıntıya girmeden söyleyebilirim ki, varsayımlarla konuşmamıza gerek bırakmayacak kadar tatmin edici araştırma bulgusuna sahibiz.

En başta şu temel veriler dikkatimi çekiyor. Gey-lezbiyen oranı 2’ye 1 olarak çıkıyor araştırmalarda. Gerçi gey-lezbiyen grupların sözcüleri bu verilerin sağlıklı olmadığını, zira lezbiyenlerin deşifre olmadan, olmaya gerek duymadan yaşamlarını sürdürdüklerini söylüyorlar; bunun doğru olabileceğini kabul etmekle birlikte, eşcinsel yönelimlerin aynı zamanda bir erkek egemen yaşam biçimi protestosu olarak da ortaya çıktığını gördüğüm için, bu yönelimlerin erkek eşcinselliğinde daha yüksek oranlarda olduğunu da düşünme eğilimindeyim.

Dolayısıyla da tek başına bu 2’ye 1 oranının bakmamız gereken bir kültürel boyuta işaret ettiğini düşünüyorum.

Ayrıca, bir başka şey de bu konu bağlamında çok dikkat çekici geliyor bana. Dean Hamer, eşcinselliğin biyolojik kaynaklarını irdelerken, bu biyolojik kaynakların sadece erkek eşcinseller için geçerli olduğunu da iddia ediyor. Tuhaf bir şekilde, erkek eşcinselliğinin biyolojik kaynakları olduğu iddiasındaki Dean Hamer, lezbiyenliğin tamamiyle çevre etkisiyle kültürel süreçlerde oluştuğunu iddia ediyor. Bunun nasıl olabileceği doğrusu benim kavrayış ve anlama kapasitemi aşıyor. Böyle bir şeyin olabilirliğini, yani geylik için biyolojik kaynakların var olup, lezbiyenlik için bu kaynakların var olmamasını, anlamlı bir şekilde açıklayabilecek biri varsa, buyursun anlatsın bizlere.

Sempozyumda yaptığım, zaman sınırlılığı ve yasak sulara dalmanın bende yarattığı belirgin gerginlik nedeniyle de hiçbir şeye benzemeyen konuşmam sırasında en çok tepki aldığım konuya geldi sıra. Cinsel yönelimlerin değişebilirliği konusuna (değişimin kişinin kendi başına yaşayacağı doğal süreçlerle ve/ya psikolojik yardım –“terapi”- ilişkisi ile sağlanabileceğine). Her iki yönde de olabilecek bir değişimden söz ediyorum aslında. Yani, heteroseksüellikten homoseksüelliğe geçişin de her zaman ve her yaşta olabileceğini, homoseksüellikten heteroseksüelliğe geçişin de. Genetik belirlenimciliğin ve indirgemeciliğin ise bu iradi değişimlerin önünü kesiyor olduğunu görüyorum.

Tabii odaklandığımız konu itibariyle sadece homoseksüellikten heteroseksüelliğe geçiş hakkında konuşuyormuşum gibi algılanıyor rahatlıkla. Sempozyum konuşmam sırasında da maalesef bu algıyla oluşan refleks tepkilerle karşılaştım. Oysa vurgulamaya çalıştığım, ama o gün hakkıyla iletemediğim, cinsel ilgi ve yönelimin, cinsel kimliğin, ve cinsiyet rolünün, tüm toplumsal-kültürel etkilerle kuşatılmış olsak bile neticede bireysel seçimlerimizle ve kararlarımızla vücut bulan varoluşsal süreçler olduğuydu.

Meselenin özü şu: Birtakım araştırmalar gösteriyor ki, doğuştan olduğu düşünülen, genetik bir altyapısı olduğu düşünülen homoseksüellik, eğer kişi isterse, psiko-sosyal süreçlerle değişebiliyor. Bu psiko-sosyal süreçler bir yardım ilişkisi desteği ile de hayat bulabilir, kişinin kendi başına bu süreci yaşamasıyla da (“terapi” sözcüğüne başvurmuyorum; “yardım ilişkisi” demeyi tercih ediyorum; aslında, “terapi”nin orijinal anlamı, antik Yunan’da “eşlik etme, yardım etme, hizmet etme” imiş; “eşlik etme” özellikle en çok benimseyebileceğim anlamı; fakat günümüzde maalesef “terapi” “tedavi” ile eşanlamlı kullanılıyor ve “iyileştirme” odaklı yaşanıyor; bunu kabul edebilmem mümkün değil; orijinal anlamına dönebilme olanağımız olsa, ki artık yok bence, “terapi” sözcüğünü kullanmayı çok isterim; neticede bunun yerine “yardım ilişkisi” demeye devam edeceğim, en azından şimdilik).

Burada sadece iki kaynağa atıfta bulunacağım, bu değişimin olanaklı olduğuyla ilgili somut veriler sunan. Birisi, Joseph Nicolosi’nin “Erkek Eşcinselliğinde Onarıcı Terapi”(Reparative Therapy of Male Homosexuality) adlı 1991 tarihli kitabı. Kitabın başlığı hoşuma gitmedi, zira “onarım” vurgusu ortada “bozulmuş” bir şeyin olduğuna işaret ediyor, ki eşcinselliğin böyle görülmesini hiçbir zaman kabul edemem (tam da bu nedenle, yani işin içine “terapi” girince sürecin ahlaki zaafları ister istemez ortaya çıktığı için, mesleki pratiğimde bu tür uygulamalar içine girmeyi çok olağanüstü durumlarla karşılaşmadığım takdirde arzu etmiyorum). Fakat öyle ya da böyle bu değişimin olanaklılığını göstermesi açısından burada kaynak olarak atıfta bulunuyorum

İkinci kaynak çok daha temiz bir yaklaşım örneği sunuyor. 1970’li yıllarda eşcinselliğin psikiyatrik hastalıklar listesinden (DSM adlı teşhis el kitabından) çıkarılması için de yoğun mücadele vermiş olan Robert L. Spitzer’in çok yakın tarihli bir araştırması bu. “Homoseksellikten Heteroseksüelliğe Geçiş Yaptığını Söyleyen 200 Kişi” başlıklı araştırmayı ilk kez 2001 yılında bir kongrede sunmuş Spitzer ( 200 Subjects Who Claim to Have Changed Their Sexual Orientation from Homosexual to Heterosexual. Presentation at the American Psychiatric Association Annual Convention. New Orleans, May 9, 2001). Sonra da bu ay içinde “Cinsel Davranış Arşivi” adlı bilimsel dergide aynı çalışma yayımlanmış. (Archives of Sexual Behavior, Vol. 32, No. 5, October 2003, pp. 403-417).

Araştırma 200 kişiyle mülakatı içeriyor ve bu kişiler kendi başlarına homoseksüellikten heteroseksüelliğe geçiş yapmış ve en az beş yıldır da bu şekilde yaşayan kişiler. Spitzer’in eşcinselliğin psikiyatrik hastalıklar listesinden çıkması için mücadele vermiş birisi olması, konuya nasıl baktığını görmemize yeterli bence. Şunu söylemeye çalışıyorum: Bu türden değişimin olabilirliğini savunmak, insanın, muhafazakârların değişimi şart gören ve dayatan yaklaşımlarının içinde yer aldığı anlamına gelmez.

Tam da bu noktada şunu savunabilmeyi doğru buluyorum, hem kendi adıma hem eşcinsellerin sivil haklarıyla ilgili mücadele verenler adına: “Bunu seçtik, birileri nasıl erkek olmayı, kadın olmayı seçtiyse, biz de gey olmayı, lezbiyen olmayı, travesti, transseksüel olmayı seçtik; herkes de değişebilir, biz de. Ama istersek. Kimse kimseye bir şeyi dayatma hakkını kendine görmesin.”

Bu değişimin olabilirliğiyle ilgili verilerin benim için iki açıdan büyük önemi var: Bir, genetik iddiaları olduğu gibi çürütüyor; iki, her iki yönde de değişimin olabilirliğinin önü kapanmamış oluyor.

Konunun “ahlâki” boyutlarına hiç girmeye gerek görmüyorum aslında; fakat, hem sempozyum sırasındaki tepkilere hem de bu yazıyı okurken oluşabilecek olası tepkilere baktığımda, kısaca da olsa buna değinmem gerektiğini düşünüyorum. Çok temel bir şey olduğu için gereksiz yere yazıyorum duygusu taşıyorum ama yine de burada tekrarlamak gerek galiba: Bu “değişim” hiçbir koşulda genç veya yetişkine dayatılmamalı. Yukarıda  parantez içinde de ifade ettiğim üzere, mesleki pratiğime ilişkin bir tercih olarak da buraya not düşmek isterim ki, bu türden talepler bireysel iradeyle karşıma çıktığında bile, böylesi homoseksüellikten heteroseksüelliğe değişim amaçlı çalışmalara olağanüstü koşullar dışında girmeyi arzu etmiyorum.

Bu noktada şöyle bir “yanlış” kanıya da değinmek isterim. Bilhassa eşcinsel yönelimli dostlardan sıkça duyduğum bir argüman var: “Değiştim” diyene aldırmayın siz, o aslında hâlâ içinde bu yönelimi taşıyor. Ya da, sonradan heteroseksüellikten homoseksüelliğe geçiş yapanların, bu yönelimi sonradan edindikleri doğru değil, onlar aslında küçüklükten beri bunu içlerinde zaten taşıyorlardı, ancak şimdi ortaya çıkıyor.

Bu iki argümanın da herhangi bir geçerliliği olduğunu düşünmüyorum. En başta, insan varoluşunu kaba bir indirgemecilikle siyah-beyaz algılamanın kabul edilir bir yanını göremiyorum. Cinsel yönelimleri geniş bir “yelpaze” içinde değerlendirmemiz gerektiğini, bu yelpaze içinde de her türlü değişimin süreç içinde olabilirliğini görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Erkek veya kadın olmanın da binbir çeşidi var, bu iki ana cinsel yönelim dışında kalan cinsel yönelimlerin de.

Fakat yaşadığımız sosyal ve kültürel iklimler, bu “çeşitliliğe” ve “esnekliğe” genellikle pek sıcak bakmıyorlar (tam da bu nedenle, geylik-lezbiyenlik ve diğer cinsel yönelimlerin, hakim siyah-beyaz erkek egemen dünyayı dönüştürme gücünü çok ama çok önemsiyorum). Öylesine sıcak bakmıyorlar ki, en başta çocuk yetiştirme biçimlerimiz sürekli bu siyah-beyaz dünyayı besliyor.

Örneğin henüz iki ve üç yaşındaki çocuklara sorulduğunda bile, erkek ve kız çocukların özellikleri çok keskin ayrımlarla tanımlanıyor:

Hem erkek hem kız çocuklar, kızların özelliklerini şöyle tanımlıyor

-          oyuncak bebekle oynamayı sever

-          anneye yardım etmeyi severler

-          çok konuşurlar

-          hiçbir zaman vurmazlar

-          “yardıma ihtiyacım var” derler

-          büyüyünce hemşire ya da öğretmen olurlar

Hem erkek hem kız çocuklar, erkeklerin özelliklerini ise şöyle tanımlıyorlar:

-          arabalarla oynamayı severler

-          babaya yardım etmeyi severler

-          inşa etmeyi, yapıp bozmayı severler

-          “seni dövebilirim” derler

-          büyüyünce patron olurlar


1288
Genel Tartışma / DOMUZ GRİBİ
« : 03 Mayıs 2009, 05:07:18 öö »
 D İ K K A T    ! ! ! ! ! ! ! !

 

 

Gaziosmanpasa Hacimasli köyü domuz çiftligi'nin sulari ve kati atiklari 300 metre mesafedeki Sazlidere Baraji'na akiyor. Baraj on milyon kisinin su ihtiyacini karsiliyor. Çiftlikte 5 bin domuz var.


Türkiye'deki domuz çiftliklerinde yillik 3 milyon kg. civarinda et üretiliyor. Bu rakam neredeyse kirmizi et üretiminin yarisi. Üretilen domuzlar otellere, yemek fabrikalarina ve marketlere 'kiyma' seklinde satiliyor. Domuz etini Salam, sosis olarak da piyasaya sürmek en çok kullanilan yöntem.


Peki neden domuz?


'Dinen yasak olmasina, Türk yemek kültürüne aykiri bulunmasina ragmen neden domuz cazip bir konu?'

 
Çünkü domuz yetistiriciligi kârli bir is. Domuz üretken bir hayvan. Cinslerine ve yasina göre yilda bir, iki, bazen de üç kez ve her batinda 15-20'ye kadar varan yavru dünyaya getirebiliyor. Bir domuz yilda iki kez dogum yapsa, her batindan 10 yavru yasasa, 20 sene yasayan bir domuzun 400 yavrusu oluyor. Ve dahasi yeni dogmus bir domuz 4-5 ayda 100 kiloya kadar çikabiliyor.

 
Normal Sartlarda evcil bir domuzun yüzde 30'u yag olarak ayrilabilmekte iken bu rakam bazen yüzde 50'yi bulabiliyor. Yani 150 kg'lik bir domuzdan 75 kiloluk yag elde edilebiliyor. Bu da dana yada koyuna göre tercih edilmesinde önemli bir etken.

 
Beslenmesi kolay, cam disinda -les dahil- her şeyi hatta kendi pisliğini bile yiyebiliyor.

 
 
Her domuz da ortalama 80-100 kiloya ulastigi zaman kesiliyor. Kaba bir hesapla sadece bu çiftlikten yilda yaklasik 1 milyon kg. et çikiyor.

 
Bu etlerin hangi kanalla, nerelere satildigi meçhul. Diger çiftlikler de göz önüne alindiginda Türkiye'de yaklasik 3 milyon kg domuz etinin piyasaya degisik yollarla sürüldügü ortaya çikiyor.

 
Türkiye'deki toplam kirmizi et tüketiminin de 6 milyon kg. oldugu göz önüne alinirsa tablonun vahameti daha da netlesiyor. Kilosu 1 ile 3.5 milyon lira arasinda satilan bu domuz etlerinin agirlikli olarak kiyma, sucuk, salam ve sosis olarak satildigi dile getiriliyor. Çiftlik çalisanlarindan Ismail Türk'ün verdigi bilgiye göre kesilen etler toplu olarak büyük otellere, yemek fabrikalarina kiyma ve sosis gibi ürünler olarak satiliyor.

 
Bu ve benzeri çiftliklerden resmi olarak bes firma domuz satin aliyor:
Çerkezo, Polonez, Nuta, Namet ve Sütte ...


1. Çerkezo aldigi ürünleri Salam Sosis olarak piyasaya sürerken ayni zamanda Tesvikiye'deki Sarküterisinden de nihai tüketiciye ulasiyor. (ki bu firmanin bir de TADET adi altinda otellere ürün sattigi bir markasi daha bulunuyor... ) Ayni zamanda butik magazalarda ve ulusal zincir magazalarda satilan BONUS markali ürünlerin üreticisi de ÇERKEZO...


2- Ayazaga'daki Çerkezo'nun hemen yaninda üretim yapan
SÜTTE firmasi da salam, sosis ve jambonlarini markasiyla satiyor. Ancak bilinen bu firmalar ürünleri çesitli zamanlarda far kli isimlerde piyasaya sürüyor. Daha önce Sütte olarak piyasaya sürülen domuz mamulleri son dönemde PIGGY adiyla satiliyor. Üstelik ünlü Amerikan fast food zincirlerinden Little Caesar's Pizza tam 10 yili askin süreden beri et mamullerini SÜTTE firmasindan temin edip bizlere bir güzel yediriyor.


3- POLONEZ 5 yil öncesine kadar resmi olarak domuz ürünleri imal edip MIGROS'larda açik açik ürünlerini satarken, son yillarda %100 dana etinden ürünler imal ettigini iddia ediyor.


'Peki ya bunlari göz göre göre magazalarinda sattiran satin alma müdürleri aldiklari rüsvetin yani sira bu milletin vebalini aldiklarini da biliyorlar mi sizce?'

POLONEZ'in ciddi anlamda piyasaya yayilmasindaki en büyük faktör MIGROS' tur . O dönem Migros'un et mamulleri satin almasinda olan (Su an oyuncak reyonunda satin almacilik yapan) Coskun bey'in büyük paralar karsiliginda POLONEZ'le isbirligi içerisinde oldugunu ve bizzat domuzlari bizlere yediren kisi oldugunu biliyor muydunuz?


Peki ya
Migros'ta çalisan tüm tezgahtarlarin eksiksiz olarak her ay sonunda POLONEZ 'in sahibi MUSTAFA AKKAS beyden (veya satis müdürü sifati ile çalisan ALI ÖZYAVAS'tan) maaslarini ve primlerini (bizlere sattiklari et mamulleri üzerinden ) aldiklarini biliyor muydunuz?


Peki
METRO GROS MARKETLER'in (Su anki degil bir önceki) satin almaciligini yapan kisinin Su an BAGDAT CADDESINDE bulunan Polonez - Barbekü restoranlari' nin sahibi oldugunu biliyor muydunuz?


Peki Izmir'in kalesi olarak görülen  KiPA Marketler'in satin almaciligini yapan bayanin Polonez'in resmi hissedari oldugunu biliyor muydunuz?


PEKI AMERIKAN FAST FOOD ZINCIRI
DOMINO'S PIZZA ve ALMAN EKOLÜ DR.OETKER PIZZALARIN IÇERISINDE POLONEZ ET MAMULLERININ KULLANILDIGINI BILIYOR MUYDUNUZ?


PEKI GIMA MARKALI VE PIYASALARDA SATILAN OPI MARKALI ÜRÜNLERI POLONEZ'IN ÜRETTIGINI VE BUNUN KARSILIGINDA NE KADAR PARA YEDIRDIGINI BILIYOR MUSUNUZ?


'Peki, sizce Türkiye'de domuz eti yemeyen insan kalmis midir?'


4- NUTA öncelikle 7 TEPE markasi ile taninmakla beraber Güneydeki - Her sey dahil - tatil köylerinin birnumarali tedarikçisi, e tabi yabanci turistlerin yaninda yerli turistlerde güme gidiyor. Bu firmalar özellikle büyük alisveris merkezlerinde ayri bir stant açiyorlar. Ancak küçük Sarküterilerde karisik olarak duruyor ve birçok tüketici farkina varmadan domuz ürünlerini satin alabiliyor . Üstelik isin ilginç tarafi bu firma Simdi de firma tanitim cd si hazirlamis Carrefour gibi büyük hipermarketlerde ne kadar hijyenik üretim yaptigini anlatiyor. Ama 7 TEPE SOSIS hafta sonlari marketlerde KDV dahil 2.900 YTL ye satiliyor.


Çünkü maalesef bu adamlar sosislerin içerisinde hayvan küspesi gibi lafini bile etmek istemedigimiz katkilar kullaniyorlar ... Domuz hammaddeli salam ve sosislerin kesiminin yapilip piyasa sürüldügü bir baska yer de
NUTA'nin üretimin i yapan kisinin islettigi Dolapdere'deki imalathane. (IDEAL markali salam sosis imalatçisi )


5- NAMET ünlü EMINÖNÜ HASIRCILAR ÇARSISININ IÇINDE yillardir taninan NAMLI PASTIRMACI'nin modern hali !!! Su an modern(!) üretim tesisleri BAYRAMPASA MEGACENTER (GIDA HALI) içinde derme çatma bir imalathaneden öteye geçemeyecek konumda olan ve üretim kapasiteleri aylik -günün 24 saati çalistiklarini düsünürseniz- 70 tonu geçemeyecek olan bu imalathanede NAMET ayda 270 ton et mamulü üretiyor ve satiyor.


Bu aradaki 200 tonluk kapasite açigini ise ISTANBUL DISINDA ne id ügü belirsiz imalathanelerde, merdiven alti firmalarda üretim yaptirip üzerine ' %100 NAMET KALITESI' bastiktan sonra (üretim yeri olarak BAYRAMPASA'daki adreslerini gösteriyorlar) bizlere afiyetle yediriyorlar.


Carrefour ve diger tüm zincir magazalarda POLONEZ'in uyguladigi benzer taktikleri uygulayan NAMET bugün kapasitesinin 3 kat üzerinde üretim yaparak gururla ülkemizi temsil ediyor.


Peki, Cem Yilmaz'in dedigi gibi janjanli ambalaja sahip NAMLI pastirmalari' nin sahipleri olan Engin ve Esen Mepa kardeslerin ayni zamanda Çorlu'daki domuz çiftliklerinin yari hissesine sahip olduklarini da biliyor muydunuz?


2000 yilinda patlak vermis olan kaçak buffalo etlerinin de NAMLI pastirmalari' nin sahipleri olan Engin ve Esen Mepa kardesler tarafindan getirildigini hatt a Bayrampasa'daki imalathanelerinin gazetecilerin ve kameralarin gözü önünde basildigini, Engin Mepa'nin Show TV'ye, o dönemin 1 trilyon lirayi kendi elleriyle hediy e ettigini, sonra da Milliyet, Hürriyet ve Sabah gazetelerine verdikleri dev ilanlarla tüm olanlari ve baskinlari yalanladiklarini biliyor muydunuz?


NAMLI Pastirmalarinin hem % 5 hissesine sahip olan, hem de imalat müdürlügünü yapan Muzaffer adindaki sahsin ayni dönemde kardesi ile Bagcilar semtinde açmis oldugu imalathanede at ve esek etinden yaptigi pastirmalari dilimleyerek zincir marketlere sattiklarini biliyor muydunuz?


2004 yilinda da Ugur Dündar ekibi tarafindan basilarak ekranlarda gösterildigini hatirlayabildiniz mi?

Domuz konusunda herkes topu baskasina atiyor. Bu noktada tüketicinin yapmasi gereken seyi Çevre Saglik Il Müdürlügü Gida ve Çevre Kontrol Subesi


Müdürü Irfan Yilmaz özetliyor;


'- Piyasadaki etleri denetlemek mümkün olmuyor.'
'Kisacasi ne yediginize dikkat edin. Çok emin olmadiginiz bilmediginiz markalarin ambalaj güzelligine kanmayin.'
 
Ömer KIZILIRMAK
TÜBITAK-SAGE Planlamalar ve Kalibrasyon Birim Amiri


 
 
 
   

1289
Cinsellik / LGS/LYS ve AGRESİF ÇALIŞMA YÖNTEMİ
« : 02 Mayıs 2009, 03:12:49 ös »
LGS/LYS ve AGRESİF ÇALIŞMA YÖNTEMİ

sanırsam bunu size hüseyin kaçın söledi.Evet ilk duyduğumuzda bize de anlamsız gelmişti ama gerçekten de çok ince bir ayrıntı.hoca bana bu konuya haftada kaç defa mastürbasyon yapıyorsun diye girdi ve devamı geldi. İşte kısacası kendi nefsini kontrol altına almak için o içimizden gelen yap sesini dinlemiyeceğiz. Düşün işte ben futbolcuyum aynı zamanda, bir gece önce falan o olayı yaptıysam maçta hiç olmayacak topları sektiriyorum, top yanımdan geçip gidiyor umrumda değil.Örneğin sivassporun bu seneki başarısında büyük pay sahibi olan şey de bu. İstanbul takımları gibi gece hayatının karı kızın bol bulunmadığı bir yer Sivas ve bu futbolcuları psikolojik olarak olumsuz yönde etkilemiyor. Neyse anlayacağın o yap diyen sesi yok ettiğin süre gerçekten kendine olan güvenin artıyor, o enerji içinde saklı kalıo ve olumsuz yönde etkilenmiyorsun. 1 kere bile olsa dene derim.

Erim ÇALIGÜN

MARMARA ÜNİVERSİTESİ




dikkate alıp cevap verdiğin için teşekkür ederim.bu dediklerinizi uygulamaya başlayacağım inşallah hayatımdaki değişikliklerin oluşmasına yardımcı olur ve hedeflediğim puana ulaşabilirim tekrar çok teşekkürler

İSLAM KILIÇKAYA

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ

1290
Din & Felsefe / Açıl Susam Açıl
« : 02 Mayıs 2009, 01:33:38 öö »
Açıl Susam Açıl

Fatih kelimesi açan anlamına geldiği bilinen gerçeklik olmasından hareketle, kabz ve bast hali diye ifadesini bulan açıklık ve kapalılık ruh hali üzerine bir kimlik anıştırması yapmak isteği duydum bu kez de. Dışa açık, gelişime ve değişime açık; iletişime açık, aydınlığa ve bilgiye açık olmak ile kişi ancak açık ve açıcı olur belki de. İç açıcı gelişmelerin kaynağı da, iş açıcı ve açılışlarla mutlu olabilen bir yöneliş kuşağı.

Elbette ki bu kavramın zıttı kapalı ve kapatıcılıktır ve fatih kişiliklere kontra olan muğlâk kişiliklerdir. Muğlak kapalı anlamına gelen anlamıyla bir kaos bilinmezliğini ima eder hiç değilse bana. Kapalı kapılar ardında kara ve kapalı planlar ile kar peşinde koşanların her yerin kapanmasındadır faydası belki. ‘Açın Türkiye’nin önünü’ ey fatihler diyecek bir cemiyet ruhudur fatihleri uyandıracak olan.

İdealist kuşaklar ürettiğinde her defasında bu cemiyetin kümeleri, bir kapalı hava sarar bu ülkenin ufkunu; bir kasırga olur yumurta tokuşturur gibi insan çarpıştırılır, her bir fatih adayı Donkişot kılınıp birbirine gladyatörcesine kırdırılır ve yerini koruyan korunur. Firavunlar her zaman Musaları yerine namzet olmasın için daha doğduğu anda toplattırır ve imha ettirir fakat bu iğdiş sürecine rağmen önünü kesip kodese kapatamadığı olursa onları da sürer Kenan diyarına kovalar da.

Evlad-ı fatihan olarak anılan ülke insanı malazgirtten beri, ruhuna fatiha okunacak olan bir merhumiyetle ve halinden memnuniyetle yatmaktadır şüheda fışkıracak topraklarda sıktığında sırtı üzerinde dahaca. Dehaca potansiyelini ortaya eser vasfında sürecek adamları, işin sonu sanıyor fatihayı. Oysa fatiha kitabın başındaki sure, yani fatiha ölü için değil diri için diriliş efsunudur. Fatihanın ölünün hatırası anıldığında okunması, daha diri olması içindir ölen kişinin de ideallerini gerçekleştirmesi için sağ olanın. Açtın mı bayramlık ağzını, bayramlaşmak gerekir her bireyle; açmak ve kaçmak yok elbette, fetih kelimesi ile islama açılan alanlarda açıcılardan sonra aşk işçileri işlerini iyi işleselerdi o topraklardaki kalpler kapanmazdı bir daha ışığa.

Hiçbir şey tesadüf ile oluşmadığı gibi hiçbir hasenat da sevdasız olmuyor cihanda; ne ekersen onu biçersin derler ya, etme bulma dünyası bu dünya. İnsan hububat gibi değildir ki, türünün özelliğini gayri ihtiyari yinelesin her ekimde. İnsan değerlerini kendi ihtimamı ile takip ettiği sürece o türe ait kalır, kanatlarını çırpmayan serçenin havada kalması uzun süreli olamayacağı gibi insan da değerleri için çırpınmadığı sürece o değerlere ait olmakta uzun süreli olamaz. İnandığınızı gerçekleştirmediğiniz süreçte, gerçekleştirmekte olduklarınıza inanırsınız diye bir anış olduğu üzere; sistemi eleştirenler onun yerine ideallerindekini ihdas edeceklerini söylediklerini idealleri için pek bir şey yapmadıkları için unuttular da sistemin işleyişini ideal edinir oldular galiba bu fotoğrafta.

Tanrının kitabındaki hitabında fatiha ilk başta, açıcı değilsen gerisi sana açılmaz mana bazında demektedir adeta. İç açıcı iş açıcı, ön açıcı çığır ve çağ açıcı adamları muhatap alan bir hitaptır o kitap bence. Aç gözünü aç gönlünü de öyle dinle, ebedi bu yurdun üstünde inleyeceksen bu sorumluluğun sancısı ile inle; istiklal marşını bir daha aşk ile dinle. Buyurun bir daha; ne diyordu 97 senesinde eurovizionda şarkısıyla ülkemizi temsil eden sanatçı; ‘dinle’!

ö.ç

Sayfa: 1 ... 84 85 [86] 87 88 89