Gönderen Konu: "TASAVVUF EDEBİYATINI ANLAMAK İÇİN İNSAN OLMAK LÂZIMDIR"  (Okunma sayısı 6345 defa)

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4310
    • Profili Görüntüle
"TASAVVUF EDEBİYATINI ANLAMAK İÇİN İNSAN OLMAK LÂZIMDIR"

Günümüzde tasavvuf deyince aklınıza ne gelir bilemeyiz ama bizim aklımıza Ömer Tuğrul İnançer gelir. Kendilerine tasavvufî edebiyattan başlayarak, bu edebiyata ve dolaylı yolda tasavvufa yönelik eleştiriler minvalinde sualler tevcih ettik. Hem sorularımızı cevapladılar, hem de yanlış bilinen veya hiç bilinmeyen birçok şeyin altını çizdiler. Sözü daha fazla uzatmadan söyleşi metnini verelim:

Mutlak mânâda vücut güzelliğini tasvir edip öven şiirler dahi mantık itibariyle ve dolaylı olarak onu yaratanın sanat ve kudretini övgü için Allah’ı övmekle eşdeğer sayılabilir mi?

Evet… Ameller niyetlere göre ölçülür. Vücut, yüz vs. güzelliği nefsin için övüyorsan nefsindendir. Allah’ın güzelliğini sevip övüyorsan, ona zaten vücut güzelliği demezler, “cemâl seyri” derler. Aynı kelimeler kullanılsa dahi o niyet “ehlince” belli olur. Herkes anlamaz. Nasıl baş ağrısının sebebinin hakikisini tabib anlarsa, hangi kelimenin ne şekilde nereye kullanıldığını da ehli anlar. Bu ehil illâ edebiyatçı olmak değildir. Edip olmak, edepli olmak, bunu anlamaya yeterlidir. Ama zannettiğimiz kadar çok edip yoktur.

Peki bu mazmunların ve remizlerin arkasına saklanıp da vücut güzelliğinin gerçek mânâsını kasteden şairler de olmuş mudur?

Onlar çoğunluktadır zaten. Sadece Türk Edebiyatında değil; bütün Doğu Edebiyatı, Arap, Fars hatta Urdu Edebiyatında. Muhammed İkbal meselâ, onun bazı yazılarını okusan aşk romanı zannedersin, öyle değildir ama, Muhammed İkbal çok ciddi bir âşık-ı resûldur. Felsefesinin, fikriyatının, tefekkürünün yüksekliğinden dolayıdır. Yahut Ali İzzet Begoviç. Çok önemli bir fikir adamıdır.

Şimdi bu mazmunlar akıl edilmeyip, kelimeler zahirî mânâsıyla ölçüldüğü zaman zaten ortada derunî bir edebiyat, ilm-i ledün edebiyatı yoktur. Bazıları bu mazmunları inkâr ederler. “Meyhane mukassi görünür taşradan amma, Bir başka ferah başka letafet var içinde” beyti Nedim’indir. Ama bildiğimiz kafa çekilen meyhaneyi anlatmıyor ki.


Pîr-i Mugan meselâ Şeyh Galip’te, “Koyma kadehi elden söz pîr-i muganındır” diyen ehl-i sünnet Mevlevî şeyhi acaba, “Şarap kadehini elinden bırakma, meyhaneci sana doldursun” mu diyor acaba? Bunu bu kadar zâhir anlayan, bu işi anlamamış demektir. Pîr-i mugan aşk sunan zattır, şeyhtir, pirdir vs. Kadeh ise aşkın güzelliğidir. Yine Muzaffer Ozak Hz.’nin “Aşktır Asıl Şarap” diye bir kitabı vardır.

Meselâ biz şarap kelimesini lûgat mânâsında anlamıyoruz. Şarap Arapça, “içilecek şey” demektir. Müskirat haramdır, meşrubat değil. Bu kelimeden saçma sapan lâkırdı türetiyorlar. “Şer” kötüymüş, “ab” suymuş, şarap da kötü suymuş. Biri Arapça biri Farsça, ikisi yan yana gelmez. Kur’an-ı Kerim’de şarap kelimesi varmış; rakı, viski vs. yokmuş, onun için onlar sayılmazmış. Bunlar uydur uydur ipe diz; cahil bile değil, deli lâflarıdır. Deli olmak kolay, saçma bulmak zordur.

Niyazî-i Mısrî “Hamr-ı rûy-i yâr ile sekrân olan anlar bizi” diyor. Yârin yüzünün güzelliği ile sarhoş olanlar bizi anlar. Bir kadın yazarsa erkeğin, bir erkek yazarsa kadının yüzü değil ki o. Kâinatta gördüğün her şey vech-i ilâhidir. İşte o güzelliğin seyriyle sarhoş olanlar bizi anlar. “Anlamaz câhil olan, zevil-irfan olan anlar bizi”. Bütün bunları tarif ettikten sonra bu tariflerin insan mânâsına geldiğini, bu tarifleri taşımayanın hayvan mânâsına geldiğini söylüyor. Yani anlamaz hayvan olan, insan olan anlar bizi diyor Niyaz-ı Mısri. Onun için tasavvuf edebiyatını anlamak için “insan” olmak lâzımdır. Nefsinin peşinde giden, Kuran-ı Kerim’de Allah’ın tabir ettiği, “Onlar belki de hayvandan aşağıdır” tarifine uyan mahlûkat bu işleri anlamaz. Ağır olduysa oldu, ağırlığını nazar-ı itibara almam ben, doğruluğunu yanlışlığını nazar-ı itibara alırım!

Şöyle bir iddia var: Yasak olan resmin Arab harfleri arasına gizlenip…

Resim yasak değildir, kim söylemiş? Ayet göstermedikten sonra Allah’ın yasak demediği bir hususa yasak demek tanrılık taslamaktır, küfürdür. Nasıl haram dediğine haram dememek küfürse, haram demediğine de haram demek küfürdür. Takvim yaprağı arkası okuyup kendisini Ebu Suud Efendi zannedenler değil, ciddi ulema bu nev’i meselelere haram değil, tahrimen mekruh demişlerdir. Yani, “kaygan bir zeminde olup insanı nefsinin peşine sürükleyebilecek hususları yapmayınız, sonunda nefsinize hâkim olmazsanız kötüye varabilir” meseleleri haram değildir.

Resim, tasvir, her ân oluş ve oluşumda olan (oluşum derken gelişim değil, şuunat meselesi) Allah’ın makbul kulları da her ân değişim üzeredir. Menkıbeleri olağanüstü hadiseler olarak değil de anlatmak istediği meseleler olarak dikkat eder, okursak, doğrularını anlarız.

Hz.Mevlâna’nın bendegânından Sultan’ın kızı bir Gürcî Hatun vardır. Sizi çok sık göremiyorum, müsaade eder misiniz bir tasvirinizi yaptırayım diyor. Hz.Pîr de kabul buyuruyor. Rum bir resmî devlet ressamı var. Hz.Pîr poz verdiği hâlde resmini yapamıyor. Çünkü yapıyor; baktığı ile yaptığı birbirini tutmuyor. Ennihayet Hz.Pîr, “Yapamazsın oğlum” diyor. “Biz her ân değişik ifadelerde oluruz”. Kesrette midir, vahdetde midir bilinmez.


Habeş kilisesine git bak; kıvırcık sakallı, esmer tenli, patlak gözlü bir Hz.İsa. İsveç kilisesine git; mısır püskülü gibi saçlı, mavi gözlü, burnu yukarı doğru kalkık bir Hz.İsa vs. Hangisi Hz.İsa bunların? Tahayyülâtın aksetmesi elbette sanattır, sanata bir lâfım yok; ama Hz.İsa’yı kendi kafasına göre betimlemek olmaz. Habib-i Edib-i Zîşan böyle muhtelif şekilde resmedilmekten korunmak için bu bir yasak değil, ta’zimdir.

Bu, şuna benzer: Kadınlar analıktan ötürü bazı zamanlarında ibadetlerinden muaftırlar. Muafiyeti yasak olarak anlatan hocaların kulakları çınlansın. Allah’ın ikramına bir israiliyyat kafasıyla pis diyorlar. Ağzından kelime-i şehadet çıkan pis olmaz! Abdestsizlik pis değildir, pislik imansızlıktır.

Resim bir yasak değil, ta’zimdir. Fakat o ta’zimi yerine getirebilmek için betimlemeler yapılmıştır. Koskoca bir İran, Türk, Kuzey Arabistan minyatür sanatı vardır.

Yeri gelmişken müzik için ne diyebiliriz? Müziği tef ve ney’in insafına bırakıldığını söylüyorlar.

Halt ediyorlar. Halt etmek, karıştırmak demektir. Din, Allah’ındır. Bir tane dinin, bir tane Allah’ı vardır. Sosyolojik olarak din kurumu ile teolojik olarak din kurumu aynı şey değildir. İnanç sistemlerine sosyolojide din derler. Allah indinde din, İslâmdır. Yeryüzünde en yüce yaratık Hz.İnsandır; çünkü yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Kâfir, putperest, ayyaş vs. ne olursa olsun. Onlar sıfattır, tevbe ile temizlenir. İşte bu en yüksek kurum, en yüksek yaratığa aittir.

Âletin, paranın, çulun, kılın dini olmaz. İnsanın dini olur. Piyano gâvur da ney Müslüman mı? Hangi kafa söylüyor bunu? “Her şeyi sizin için, sizi kendim için yarattım” diyen bir Allah’ın kuluyuz Müziğin zatının haram olduğuna dair ayet mi var? Ama müzik aynı zamanda nefsi okşayan, eğlenceye kullanılan, günümüzde bilhassa “show buisness” olarak kullanılan bir şeydir.  Kötüye kullanılmış olması zâtını bozar mı? Kâbenin içine put koymakla kâbenin şerefi eksildi mi? Öyleyse müziğin şerefi de eksilmez. Doğduğunda kulağına okunan ezan da, öldüğünde arkandan okunan mevlid de müziktir. Efendim ezan başka, o insan sesi… Sen sadece aletten çıkanı mı müzik zannedersin? En yüksek musikî âleti insan gırtlağıdır. Bunlar boş lâflardır.

Aynı iddia sahipleri edebiyatla ilgili olarak da, itikat ve fıkıh kitaplarının kısıtlayıcı olması sebebiyle tasavvuf şiirine kaçılmıştır diyorlar.

Rasulullah Efendimizin huzur-u şerîflerinde okunan şiirler var. O şiirleri hiç tetkik etmişler mi? Büyük Türk Musikîsi üstadı Itrî, bir naat-ı şerîfinde “Öyle bir nûr-ı mücessemsin ki gölgen yere düşmez” diyor. Bu şimdi bir yerden kaçış mı? Kur’an- Kerim nesir bir şiirdir. Şiir sadece kalıba sığan kelimeler değildir. O, manzumedir. Hiçbir yere kaçılmaz. Tasavvuf kaçılacak bir yer değil, yükselenecek bir yerdir. Bunun da asr-ı saadetteki tipik örneği Ashab-ı Suffe’dir.

Ne yazık ki, herkesin ağzında sloganlaşmış dualarda Ashab-ı Suffe’nin ismi söylenmez. Ashab-ı Suffe olarak söylenmez. Hâlbuki onlar Hz.Peygamber’in dervişleridir. Hz.Ömer’i herkes tanır fakat Utbe bin Hattab’ı herkes tanımaz. Utbe bin Hattab ve kardeşi, Sad bin Ebi Vakkas da Ashab-ı Suffedendir. Hakim rivayetle sayısını bildiğimiz Ashab-ı Suffe’de dönem dönem bütün sayıları 214- 216 arasındadır. Azdır. Allah Kur’an-ı Kerim’de zaman zaman ayet sonlarında kalîl kelimesiyle anlatılan iyilerin, doğruların az olduğunu söyler.

Bir radyo programınızda “su kasidesi”ni naat-ı şerîf olarak zikretmiştiniz. Bunu izah edebilir misiniz?

O kaside su redifli bir kasidedir, naat-ı şeriftir. Klasik divanda bildiğiniz gibi, konuları itibariyle evvelâ münacatlar - ki bu münacatların içinde tevhidler de vardır, sadece yalvarmak ve dua etmekten ibaret değildir – sonra naatlar, sonra büyükler hakkında kasideler, ondan sonra gazeller falan gelir. Divan tertibi böyledir.

Fuzuli divanındaki su redifli kaside de bir naattır. Rasulullah Efendimize olan muhabbetini ifade etmeye çalışır. Derelerin, çayların, ırmakların akışını hüsn-ü talil sanatıyla başka türlü anlatır. “Hâk-i pâyine yetem der ömürlerdir muttasıl, Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su”. Bu şairane bir söyleyiştir, hüsn-ü talildir. Son tarafında ne diyor, “umduğum oldur ki ruz-ı haşr mahrûm olmayam, çeşme-i vaslın vere ben teşne-i didare su”. Senin yüzünün güzelliğine susamış olan beni, senin kavuşma çeşmen sulasın. Rûz-ı mahşerde bu talep kime yapılır? Rasulullah’a yapılır. Onun şefaatine muhtaç olmayan tek insan yoktur dünyada. Adem’inden sonuna kadar. “Yümn-i naatinden güher olmuş Fuzuli sözleri…” diye kendisi naat olduğunu söylüyor zaten!

Tasavvufî şiirinin o devrin halkını ehl-i tasavvuf olmak yönünde teşvik edici rolü olmuş mudur?

Olmuştur ama küçük bir rol. Esas özendiricilik hâl lisanı ile olur. Efendimiz de bunu tavsiye etmiştir. “Sizin davranış biçimlerinize bakıp İslâma özenenler yoksa imanınızı gözden geçirin” derken ne demek istiyor. Bugünkü Müslüman toplumuna baktığımız zaman özeniyor muyuz? Ben çok İslâma dönen adam tanıdım, hiçbiri bize bakarak değil, kaynak tetkik ederek Müslüman oldu. Bu, bizim ne kadar Müslüman olduğumuzu gösteriyor. Müslüman temiz olur, bak bakalım temiz miyiz? Komşusu açken tok yatan bizden değildir, öyle miyiz? Değiliz. Türkiye’nin malî potansiyeline bak, bir de ödenen zekât miktarına bak. Yatıp kalkmakla namaz kılınmaz, aç durmakla oruç tutulmaz. Ama yatıp kalkmadan ve aç kalmadan da namaz kılınmaz ve oruç tutulmaz. Şekil hiçbir şeydir. Ama hiçbir şey şekilsiz değildir.


Şiirlerde şöyle bir algı vardır: Aşığın en yakını ve sohbet arkadaşı dert, azığı ise gam yemektir. Bu dünya fânidir, hatta ebedi sevgiliye kavuşmak için ölmek arzusu uyanır…

Yok, o ilk iki cümle yanlıştır.

Âşık bu şekilde depresif bir hâldeymiş gibi gösteriliyor.


Olur mu öyle şey? Bu kadar mutasavvıf şahsiyetler var. Türbelerin hâlâ ziyaretçileri var. Depresif adamların mı başına bu kadar ahali toplanmış? Ahali de depresyon sahibi mi? Ahalinin anlamadığı şeye başka isimler takması çok tabiidir. Çille Farsçada “kırk” demektir. Bu, nefsinin peşinde koşup yumuşacık yataklarda, en uzunu 8 saat sürecek bir yemek içmek, homini gırtlak, iki dönüm bostan yan gel Osman vs. dünya hayatını böyle zannedenler; nefsi bu nev’i nimet görünümlü belâlardan kurtarmak için nefisle yapılan mücahedeyi, nefisle olan cihadı dert addetmişler. Ahaliye onların anladığı dille anlatmışlar. Onlara, onların kabul ettiği dille hitap etmişler. Ahalinin zannettiği, çile, dert, gam böyle bir depresif hâl değildir. Ateş Hz. İbrahim’i yaktı mı? Süleyman Çelebi, “Ehl-i derdin sohbetine mahrem et” diye dua etmesi acaba dert ehli olması için mi? Hayır, ahalinin dert zannettiği devaya ulaşması içindir.


Aşk ateşinde yanan, nefsini de yakmıştır. Nefis de adamı cennete götürür, şeytan da götürür. Her dediğini yapmazsın olur biter. Muhabbet-i İlâhi, Muhabbet-i Rasulullah, ona ulaşmak için de başka muhabbetler olacak.

Kuş tek kanatlı uçmaz, adam tek bacaklı yürümez. O kanatlardan biri muhabbettir, diğeri mükellefiyettir. İkisi de beraber olacak. Birisine şeriat, diğerine tarikat denir. Uçmaya, yükselmeye, yürümeye, varmaya da hakikat denir. O hakikata erdikten sonra kulluğa devama da marifet denir.

Bunları lâfla anlamak kolaydır, tek başına yapmak zordur. Allah-u Teala istese Peygamber Efendimize namazı şöyle kılacaksın diye anlatırdı. Üç gün üç gece Cebrail ona talim etti. Bu ne demek? Annen baban okuma biliyorken yazmayı kimden öğrendin? Öğretmenden. Okuma yazmayı bile öğretmenden öğreniyorken Allah’a kendi başına mı gideceksin? İşte bu kadar kolay.

Ayraç Dergisi, Sayı 43, Mayıs 2013, sf.48-51

http://ekremsakar.blogspot.com