Gönderen Konu: Hakikat Yolcusuna Kılavuz  (Okunma sayısı 5183 defa)

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4099
    • Profili Görüntüle
Hakikat Yolcusuna Kılavuz
« : 25 Şubat 2010, 01:10:37 ös »
Hakikat Yolcusuna Kılavuz 
 
Sadık Yalsızuçanlar


Nasihat kelimesini bugün daha çok, ‘uyulması yerinde olan’ anlamında kullanıyoruz. Oysa, dinin bizatihi nasihat olduğuna ilişkin çok sayıda ayet ve hadis var.
Bu anlamda nasihat, uyulması, huzurlu olmamız açısından zorunlu olan anlamındadır.
Efendimiz (asm), ‘din nasihattir’ buyurmuş ve bunu üç kez tekrarlamıştır.
İbn Arabi, Fütuhat-ı Mekkiye’nin girişinde, eserlerini, ‘imla-yı İlahi’ olarak telif ettiğini, ve onların, ‘Kuran’ın hazinelerinden geldiğini’ söyler. Şöyle der : ‘Bütün bunları yazarken, amacım, eser telif etmek veya müellif (yazar) olmak değildir, sadece kalbimi sıkıştıran bir ilhamı aktarmak zorundaydım.’
Hakikat Yolcusuna Kılavuz, Hz. Pir’in, irfani birikiminden birkaç damla sadece. Yetkinleşme yolculuğuna çıkmış olan dervişlere ve onların pirlerine yönelik bazı öğütler.
Bu anlamda pratik bir değeri de var.
Kitap, beş risaleden oluşuyor : Tasavvuf yoluna gereken şeyler hakkında, şeyhe hürmet etme makamının bilinmesi, Allah yolunun yolcularına hediye, müridin yapması gereken şeylerin özü ve Allah erlerinin Süsü.
Allah erlerinin süsü’nün özgün adı, ‘hilyetü’l-abdal’. Abdal, İbn Arabi’nin ifadesiyle, ‘Allah’ın gayret kubbesinde gizlediği seçkin velileri’ için kullanılan bir ifade.
Kitabın birinci risalesinden itibaren İbn Arabi, bize, ‘dinin nasihat ve samimiyet’ olduğundan hareketle, kendi nefsine, yola yeni girmekte olanlara ve kılavuzlara dönük öğütlerde bulunuyor. Yol’un esaslarını açıklıyor. Müridin niteliklerini, kılavuz’un vasıflarını ve yolculuğun aşamalarını özetliyor. Gerçi, ‘bu aşk bir bahr-i ummandır/ona hadd ü kenar olmaz’ diyor şair ama, bu sonsuz ve mutlak gerçeğin kalbine doğru yapılan gezinin belli uğrakları, menzilleri ve makamları olduğu biliniyor. Esasen tasavvufun bir hal olduğu, dile gelemeyeceği biliniyor. Bunu en iyi bilenlerden biri olarak İbn Arabi, bu kıyısız, kenarsız ummandan dile gelen kadarını aktarıyor.
İlk bölümde, yola yeni koyulmuş olanların yetkinleşmesine kılavuzluk eden şeyh’in niteliklerini dile getiriyor : ‘Bil ki, şeyhlik makamı sülukun sonu değildir. Şeyh de aynı şekilde kendinde olmayanı Rabbinden isteyicidir. Allah, elçisi olan Peygamber’e (sav), ‘de ki : Rabbim ilmimi artır’ buyurmuştur.’ Bu, ‘sadece Senin bildirdiğini biliriz’ ilkesinde de ifadesini bulur. Gerçek kılavuzlar, ilmin O’ndan geldiğini bilir. Zaten irfani gelenekte, ‘alim’, ‘Allah’ın sonsuz ve mutlak ilminden bir kısmını kendisine bağışlamış olduğu kişi’ye denir. Yoksa, ilim, kitaplardan okunarak, kişilerden dinlenerek elde edilmez.
Bu anlamda kılavuz, yolcuyu, her adımında izler, ona yolun işaretlerini gösterir, ayağı sürçtüğünde onu bağışlamaz, uyarır, makamın hakkını vermek için elinden geleni yapar.
Kitapta, tasavvuf irfanının temel kavramları da dile gelmektedir.
Örneğin müşahade’nin, ‘görme, gösterilme’ olmadığı, ‘Hakk’ı töhmetsiz görme’ anlamına geldiğini öğreniriz. ‘Müşahade, birlik delilleriyle eşyayı görmek anlamında kullanılır. Bazen tevhitle eş anlamlı veya Hakk’ı eşyada görmek anlamında veya hiçbir kuşkunun bulunmadığı ‘yakin’ anlamında kullanılır. Sufilerin bazı ifadelerinden ‘yakin’e müşahade dedikleri anlaşılır. Bazı ifadelerine göre ‘yakin’, bazen kuşkuya açık bazen açık olmayan şey demektir. Yani, müşahade, yakinden kuşkunun kalkmasıdır.
Hakikat Yolcusuna Kılavuz, dervişlerin yetkinleşmesine hizmet eden kılavuzun niteliklerini anlattıktan sonra, yola girmiş ve yürümekte olanların vasıflarına sözü getirir. Salik, süluk eden, bir yola giren, kelam ile mayalanmakta olan anlamındadır. İnsan, maya ile insanlığını bildiğinden ve ancak kelam ile yani nur-ı Muhammedi ile mayalanacağından, bu süreç belirli bir çaba ve zamana bağlıdır. Şeyh el-Alevi’nin, Fransız doktoruna söylediği gibi, ‘bu bilgi, kullanmayana verilmez. Bu, huzur bilgisidir. Yani sürekli, kesintisiz bir huzur haline ulaşma çabasıdır. Bu ise, yolcunun kendisini sürekli Rabbinin yüksek huzurunda hissetmesidir.
Zaten, salik, kendisiyle Rabbi’nin yüksek huzuru arasındaki bütün engeller ortadan kalkıncaya değin Kılavuz’unun nasihatlerini emir olarak görür ve harfiyen uyar. Değilse, yolculuğun belli uğraklarında asılı kalmaya mahkumdur. Bu, bir tür sözleşmedir. Karşılıklı bir ahittir. Mürit bilmelidir ki, Kılavuz, kendinde Hakk’ın tecelli ettiği, bu yüzden baktığında O’nun nazarıyla bakan, Hakk’ın hatırını yüce tutan, hiçbir hatıra feda etmeyendir. O’nun öğütleri bu anlamda her zaman uyulması gereken buyruktur. Bu aynı zamanda bir muhabbet ve hürmet ilişkisidir. Yüksek bir gönül meselesidir. Ünlü deyişiyle, salik, şeyhinin elinde, ‘gassalın elindeki meyyit’ gibi olmalıdır. İbn Arabi, bu bağımlılık ve itaat ilişkisinin metafiziğini biçe açıklamaktadır. Modernlerin anlamakta güçlük çektiği noktalardan biri, belki en önemlisi de budur : ‘İradesiz olmak, mürid olmanın şartındandır. Müridin iradesi olduğunda o kimse heva sahibi olur. Ve o, şeyhiyle değil nefsiyle beraberdir. Müridin şeyhiyle beraberken yıkayıcı elindeki ölü gibi olması gerekir. Mürid için nefsini idare etmek ve üstadının istediği şeyi kendinden def etmek yoktur. Böylece mürid, şeyhin istediği şeyde şeyhiyle beraber kalır. Tercih edilen aslında, müridin şeyhiyle beraberken iradesi olmamasından dolayı mürit olarak adlandırılmamasıdır. Ancak o, başlangıçtaki haline nispetle mürit olarak adlandırılmıştır. Çünkü o kendisi için yaratılmış olan kemali talep etmektedir. Bu, talep edilen şeyin yolu ise, müridin meçhulüdür. Cehaleti nedeniyle o yolu kendisine tanıtacak Allah’ı bilen birine zaruri olarak ihtiyaç duyar. Bu yüzden müride, kendisine manevi fetihler açılana değin, başlangıç denizindeyken teslimiyet, bağlılık gerekir, mürit, karşı çıkmayı terk etmelidir.’
Bize paradoksal gibi görünen şey, gerçekte, salik-kılavuz ilişkisinin nirengi noktasını oluşturmaktadır. Müridin, şeyhin elinde ölü gibi olması, iradesini terk etmesi, kimi zahir alimlerince dinin temel ilkeleriyle de çelişir gibi görünmektedir. Bunu İbn Arabi, ‘mürit’ yani ‘irade eden, isteyen, talep eden, kendi dileğiyle karar veren’ ile, iradesini terkeden’e dönüştürür ve yola yeni koyulmuş olan müridi taşa benzetir. Esasen taş, yola yeni çıkmış dervişlerin imgesidir. Risale-i Nur’da da, kimi metinlerde, ‘taş’ın, kendi iradesiyle hareket etmeyen, bir başka el tarafından tahrik edilmeyince hareketlenmeyen anlamında sembolik bir değeri, bir anlam dünyası olduğunu sıkı okurlar bilirler. Nitekim, Bediüzzaman hazretlerinin kendisine en çok sadık ve sürekli hizmetinde olan merhum Zübeyir Gündüzalp’in bazen omzunu okşayarak, ‘bu, taş, taş…’ dediği de anılarda geçer.
Modernlerin kavramakta güçlük çekmelerini de olağan karşılamak gerekir, zira modernitenin ‘birey’i, Yaratıcı’nın yerine kendisini koyan egosantrik bir tasavvura sahiptir.
Unutmayalım : ‘Yolların değerli ya da değersiz oluşları menzillerine bağlıdır. Menzili Allah olan yolun yolcusu, tüm yolcuların en talihlisi ve en selâmete ermişidir. Ancak bu yolda çeşitli engeller, tuzaklar, nefsi sapmalar olabilir. O'na giden yollar, yol kesiciler ve yok ediciler tarafından sarılabilir. Bu yüzden Allah yolundaki mürîde kılavuzluk eden mürşidin rolü hayatidir.’



 

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4099
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hakikat Yolcusuna Kılavuz
« Yanıtla #1 : 25 Şubat 2010, 01:15:52 ös »
‘Siyah Örtülü Kadın’ın Yaktığı Ateş : Mazhar Alanson 
 
Sadık Yalsızuçanlar


Bilgeler bilgesi İbn Arabi, Arzuların Tercümanı’nda şöyle der :

‘Hangi güzelden söz ettiysem hep Sen’in güzelliğinden kinayedir/Hangi evi anlattıysam hep Sen'in Beyt’inden söz ediyorum.’ Mazhar Alanson’un ‘Yandım Yandım’ını ilk dinlediğimde bu dizeler gelip konmuştu zihnime. Kendisine yeniden şarkılar söyletenin bir kadın oluşu, inisiyasyon sözlüğüne aşina olmayanlarca bu şarkının doğru anlaşılmasını güçleştirdi.

Altmışlı yılların ilk yarısında birbirini bulan Mazhar ile Fuat’a sonraki yıllarda Özkan da katıldı. MFÖ, modern Türk müziğinin en uzun soluklu, en özgün, en zengin gruplarından ve damarlarından biri oldu. Bu damarda akan şey, bir yandan geleneksel/irfani duyuşlar dünyasıdır, diğer yandan, modern yaşama karşı, onun içinden köktenci ama son derece insani ve estetik bir eleştiri, yer yer ironi ve giderek bir yaşam deneyimidir. Mazhar Alanson ve arkadaşları, geniş kitlelerin de ilgisini çeken bir manevi/estetik deneyimler toplamının, bir yürüyüşün, hatta bir geleneğin adresi olmuştur.

Yandım Yandım’a gelesiye, Buselik Makamı, Sufi, Bu Sabah Yağmur Var İstanbul’da ve Derman Arardım Derdime uğraklarına uğramışlardır. Kaygısızlar’dan, Türküz Türkü Çağırırız’dan, Şahları da Vururlar’dan, Kahraman Bakkal’dan, Vak The Rock’tan, Adımız Miskindir Bizim’den, Bu Akl u Fikr İle Mevla Bulunmaz’dan geçilmiş, bu menzillerin her birinden yeni bir sıçrama ile bir başka müzikal yetkinlik düzeyine çıkılmış, nihayet iş başa dönmüş ve siyah örtülü kadın, bu bilge şarkıcının kalbine düşürdüğü ateşle, onu yangınların en büyüğüne salmıştır. Öyledir, başlangıç sondur ve son başlangıçtır. Hakikat kürevidir, insan ve varoluş başladığı yere döner, iş kemale erer.

Kabe, kendisini ilk gören her faninin gönlünde o ateşi yakar.
Şu ya da bu şiddette ama mutlaka yakar. Kabe aşk demektir. Aşk ise ateştir. Yakar ve ateşiyle yeni bir vücudun varlığına vesile olur.
Kabeyi, ‘siyah giysili kadın’ı görünce büyük bilge Rabiatü’l-Adeviyye de yanmıştı. Başını kaldır diye bir ses duymuş, göğe bakmış ve orada bir kan bulutu görmüştü. ‘Nedir bu?’ diye sorduğunda, ‘aşıkların kanıdır’ denmişti. Allah, sevdiği kulunu seçer ve onu Kendine doğru bir sefere çıkarır. Bu yolculuğun ilk evresinde insanı izzetle yüceltir, ardından belaya düçar ederek zilletle sınar. Buna İbn Arabi, sınav ve tuzak yolculuğu der. Hz. Yusuf’unki böylesi bir yolculuktur. Onu, aklı temsil eden babası Yakub’dan ayırır. Akıl, benlikten ayrılmaksızın ve ağlayarak körleşmeksizin nur’a kavuşamaz. Nitekim ayette, ‘gözlerine boz indi’ denmiştir. Boz, ışıktır. Kabenin rengi siyahtır ve tüm renkleri kapsar. Mazhar Alanson ihtimal ki, tüm renklerin aurası olan beyaz’dan da öte ve aşkın renge, siyaha baktığında, onun Yüce İlke’yi simgelediğini görmüş, bu görüşle gönlündeki ateşi fark etmiş ve ‘yandım!’ diye bağırmıştır. Kabe, el-hakika(t) gibi dişil bir sözcüktür. Arapçada, inisiyatik kavramların neredeyse tümü dişildir. İbn Arabi’nin de belirttikleri üzre, Hakk, kemaliyle ve dolaysız biçimde kadında tecelli eder. Hakk’ın kadında görünümü dolaysızdır. Bu sırdandır ki, İlahi Hakikat dişil imajlarla temsil edilir. Bilge şair İbn Farıd, ‘biz sarhoş iken henüz üzüm yaratılmamıştı’ der. Ömer Hayyam’ın yaşamına ilişkin yazdığım ‘Şey’ adlı son romanımda bu sırrın peşinde aylarca dolaştım. Hayyam’ı sarhoş eden şarabın üzümle, üzüm suyu ile ilgisi yoktur. Buradaki şarap, hakikat-i Muhammediye’dir ve onunla sermest olanlarda O’nun aşkı ve nuru daima mütecellidir. Hz. Mevlana bu sırrı şöyle dile getirir: ‘Üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum/Benim sarhoşluğumun sonu yok’
Gördükleri ilgiye rağmen, Ele Güne Karşı Yapayalnız bir yolu yürüyen bu üç kafadar’ın serzakiri Mazhar Alanson’u Yandım Yandım diye bağırtan sırrı anlamak için Yunus Emre’ye kulak vermek zorunludur: ‘Bizim sevdiğimiz Hak’tır/ Bu, halka göz ü kaş gelir.’ Benzer bir ifadeye Hz. Mevlana’da da rastlarız: ‘Aşık olduğumu gördüler/Ama aşkımızın kime olduğunu bilemediler/anlayamadılar.’ Şeyh haklıdır, hele bugün, aklı gözlerine inmiş bir dünyanın bunu anlaması imkansızdır. Yine de, doğrudan kaştan gözden bahis açan sözlerin de asıl adresinin O’rası olduğunu unutmamalı. Zira herhangi bir ilahi deneyim yaşayan kimse, mutlaka bu tecrübeyi, bir insan dolayımından gerçekleştirir. İnsan menziline uğramaksızın Allah’a vasıl olunamaz. Bir insanı sevmeksizin Allah sevilemez. ‘Ben insanlığı seviyorum’ sözünün kofluğu da buradadır, çünkü insanlık sevilmez, bir insan sevilir. ‘Bir insanı sevmekle başlayacak herşey’ diyen bu gizden habersiz de olsa aynı sırrı yiyip durmaktadır. Evet, insanlara kaş göz görünen şey, gerçekte O’nun güzelliğidir. İnisiyatik metinlerde, sufiler meyhane derken tekkeyi kastederler, saki mürşittir, kadeh feyizdir, örneğin ağız, feyz kaynağını sembolize eder, saç kesrettir, bu yüzden küfr-i zülf ifadesi kullanılır tevriyeli biçimde yani hem saçın siyahlığından kinaye, gece, siyah, karanlık, küfr manası ima edilir hem de küfr'ün gerek kelime gerekse ıstılahi anlamı. Mevlevi şeyhlerinden İbrahim Dede'nin dediği gibi, yüz’ün sembolizmi gerçekte İlahi hakikat'in sembolizmidir. Mahmut Erol Kılıç hocanın Sufi ve Şiir’i bize anlatır ki, şair, yüz derken kasıt bilgelerin zikr ve tefekkür meclisinden söz etmektedir. Yanak'tan amaç, onların toplandığı yerde kandil gibi ışık yayan güzellik kaynağıdır, mürşittir. Hat’tan maksat, zahittir. Eğer şair ‘ben’ (hal) diyorsa hakikatte taklit düzleminden tahkik düzeyine yükselen, hem benliğini hem de Sevgili’yi hakikatiyle görebilen, batınını mamur kılmak için dışını harab etmekten çekinmeyen, dünyaya karşı kayıtsız bir bilgeden, ‘abdal’dan söz etmektedir. Göz, bakışı daima ‘mutlak birlik’ (ehadiyyet) aleminde sarhoş olmuş ‘birlik’ (tevhid) ehlini simgeler. Kaş (ebru), alem mülkünün tahtında hüküm süren ‘sultan’ı sembolize eder. Ağız ‘Qutb’un bizatihi kendisini de simgelemektedir.
Peki Peki Anladık dediğinizi duyar gibiyim. Hayır hayır ben Beatles veya Cohen etkisini inkar etmiyorum. Hatta onlardaki felsefi anarşizmi de göz ardı edemem. Agannaga’nın, Ağlamakla Olmaz Sevgilim’in, Bazı Bazı’nın, Belediye Nerede’nin, Bodrum Bodrum’un, Bir Ordayım Bir Burda’nın, Borsazede’nin, Çok Problem Var’ın, Deli Deli’nin, Deneylere Doğru’nun, Diday Diday Day’ın ve diğerlerinin hareketlendirici toplumsal şartlarını da bi yana bırakamam. Lakin bütün bunlar, o büyük firar öyküsünün bir parçasıdır. İktidar’dan bunalan, onunla başı hoş olmayan her gönül mutlaka bir firarın peşindedir. ‘Bu akl u fikri ile’ gerçeği bulmanın imkansızlaştığı yerde kaçış kaçınılmazdır. Bunu Heidegger Kıryolu’yla gerçekleştirdi, Nıetzcshe o felsefi yarığa, uçuruma çıkarak Zerdüşt’çe inşa etti, Derrida yapısökümle…vs. Oysa bizde İstanbul gibi bir büyük kentin karmaşası ve dünyevi kalabalığı içinde, sıradan bir yaşamı tercih etmiş, alelade görünümlü, okuryazar olmayan nice firari vardır ve sözgelimi Üsküdar’da, Eyüp’te böylesi bir kaçak’a rastlamak her an için mümkündür.

Alanson’u yakan, Kabedir. Kabe, yeryüzünün kalbidir. Efendimiz’in gönlü de kabedir, ilahi merkezdir. Yunus Emre’nin, ‘Emre
“Yunus Emre der hoca
gerekse var bin hacca
hepsinden iyice
bir gönüle girmektir”

nefesi bunu ima eder. Buradaki gönül, ‘“De ki Allah’ı seviyorsanız bana tabii olun ki Allah da sizi sevsin.” ayeti gereğince Efendimiz’in gönlüdür. Hatemi hoca bunu şöyle ifade eder : ‘Hz. Peygamber’in gönlüne girmek manevi bir hacc gibidir. Kabe, nasıl, yeryüzünde en yüce anlamda bir mabet ise, Resul-i Ekrem’in gönlü de bir mabettir. Biz, tövbeyle, aşkla, sevgiyle Allah’tan önce bir istiğfar ederek, tövbe ederek Allah’a karşı o ilahi sevgiye aday olduğumuzu gösterdikten sonra, tövbeyle yıkandıktan sonra Resul-u Ekrem’in sevgisine, ancak bu şartla bu sevgi dairesine girebiliriz.’

Mazhar Alanson’u yakan sır, Kabe’nin küp olan biçiminde ve siyah renginde billurlaşır. Küp, ‘dişil’ olan hakikatin, küreden de üstün olan mimari simgeselliğiyle ilgilidir. Hüseyin Nasr’dan öğreniyoruz ki, Işık, yalnızca İslam mimarisinin mekanlarını tanımlamakla kalmaz aynı zamanda cennet mekanlarının dünyevi bir yansıması olarak görünen hem tamamıyla beyaz hem de tamamıyla renkli binaların kullanılmasını mümkün kılmada merkezi bir rol oynar ki, bu binalar ‘O’ndan başka ilah yoktur’ tanıklığına göre, Allah’ın önünde kesret’in tüm düzeylerini ve çölün saflığını yansıtan yapılardır.

Beyaz, farklılaşmamış gerçekliğin birliğini sembolize ederken, ışığın kutuplaşmasından doğan renkler, Allah’ın kesret içinde tezahürünü ve kesretin Allah’a bağımlılığını simgeler. Her bir renk bir makamı sembolize eder ve bizzat nurdur. Fakat özel bir renkle sınırlı değildir. Renklerin, kozmik varlığın makam ve renklerini simgelediği söylenebilirse, beyazın da tüm varoluşun kökeni olan Oluş’un sembolü olduğu söylenebilir. Yeşille birlikte Hz. Peygamber’in ailesinin rengi olması nedeniyle ve hatta Kabe’yi örten örtünün rengi olarak mimari açıdan önemli olan siyaha gelince; onun, genelde anlaşılacağı üzere Oluş’u da aşan ontoloji-üstü İlke’yi simgelediği söylenebilir. O, Kabe’nin ilgili olduğu Yüce İlke’yi sembolize eder, çünkü bir anlamda İslam’da tüm kutsal mimarinin ilkesidir.

Ne diyordu Alanson:

‘Özledim seni, düştüm yollara
Açtım gönlümü rüzgarına
Bir hayaldi sanki, bir macera
Yıkıldım, kelimeler paramparça
Yandım...yandım...yandım yandım
Ah ki ne yandım
Bana yeniden şarkılar söyleten kadın
Baka baka doyamadım, hem kokladım da
Sarhoşluğu geçmedi hala
İçimde sevdan...Hala hoş bir havan var
Ne güzel adın
Bir çizik attın gönlüme, kanattın
İçimde sevdan…
Deli diyorlar bana
Ah bu ayrılık...’

MFÖ’nün bu güzelim yolculuğunun Kabe’yle yepyeni bir menzile uğradığı bu dizelerde apaçık dile gelmektedir. Kabe, kendisine gelen hiçbir yolcuyu feyzinden yoksun bırakmaz. Sözü son devrin büyük bilgelerinden Muzaffer Ozak’a bırakalım :

“Hak cemalin gören O’dur.
O, Ahmed’dir,
O Mustafa’dır,
O Müçteba’dır,
O, Mürteza’dır,
O, Muhammed’dir,
O, muhabbettir,
O alemlere rahmettir,
o günahkarlara sığınak, zayıflara kuvvettir.
O Sahib-i Şefaat,
O, Sahib-i Makam-ı Mahbubiyet,
O Sahib-i Mirac,
O Sahib-i Vefa ve Kitap’tır.
O’nun kapısından boş dönülmez,
O’nun kapısına varan mahrum edilmez."