İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - psikolog

Sayfa: 1 ... 82 83 [84] 85 86 ... 89
1246
Sefa KAPLAN 15 Eylül 2009
 
   
Türkiye’de antidepresan ve antipsikotik ilaç kullanımında kelimenin gerçek anlamıyla bir patlama yaşanıyor.


Doğal olarak psikiyatrlara başvuran hasta sayısında da. 2003’te 14 milyon kutu antidepresan tüketilirken 2007’de bu rakam 26 milyon kutuya fırlıyor. Buna paralel olarak, 2002’de 4.8 milyar lirada kalan ilaç pazarı, 2008’de 12.1 milyar lirayı buluyor.

TÜRKİYE Psikiyatri Derneği Dış ilişkiler Sekreteri Dr. Halis Ulaş, son yıllarda başta antidepresan ve antipsikotik ilaçlar olmak üzere ilaç kullanımında büyük bir patlama yaşandığını söyledi. Türkiye İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikasının (İEİS) verilerine göre de, 2002 yılında Türkiye genelinde toplam ilaç pazarı 4.8 milyar lira iken, 2008’de 12.1 milyar liraya çıkıyor.

Ancak, hemen endişelenmek gerekmiyor. En azından akıl ve ruh sağlığı açısından hemen endişelenmek gerekiyor. Çünkü, ilaçları hakikaten ihtiyaç duyduğumuz için değil, aklımıza estiği için kullanıyoruz. Dr. Halis Ulaş’ın verdiği bilgiye göre, bunun arkasında da ilaç şirketlerinin pazarlama faaliyetleri ve bu konuda doktorlarla yaptığı işbirliği yatıyor. “İlaç endrüstrisi” diyor Dr. Halis Ulaş, “Araştırma-Geliştirme (Ar-Ge)çalışmalarına bütçelerinin yüzde 15’ini ayırırken, promosyon çalışmalarına (tutundurma) bunun iki katı bütçe ayırmaktadır.” Şöyle devam ediyor Dr. Ulaş:

“İlaç endüstrisi; ilaçların reçetelenme, temin edilme, satın alınma ve/veya kullanımını artırmak olan bilgilendirici ve ikna etmeye yönelik tüm etkinlikler olarak tanımlanan promosyon (tutundurma) çalışmalarına çok ciddi miktarlarda para ayırmaktadır. Tutundurma çalışmaları öncelikle ilacın tanıtımını ve reçete edilmesini artırmayı amaçlamaktadır. Tıbbi temsilcilerin çalışmalarından, ilaç çalışmalarına; basit bir kalem vermeden, yurtdışı gezilerine; tanıtım yemeklerinden, gösterişli kongrelere kadar yapılan etkinlikler tutundurma çalışmaları arasında sayılmaktadır.”

Sistem yanlış

Dr. Ulaş, Türkiye’de uygulanan yanlış sağlık politikalarının da ilaç tüketimindeki artışta bir başka neden olduğunu söylüyor: “Şu anda ülkemizde uygulanmaya çalışılan Sağlıkta Dönüşüm Programı çağdaş hekimlik uygulamaları ile örtüşmemektedir. Son yıllarda sağlık hizmetlerine ayrılan bütçe incelendiğinde, her geçen gün tedavi edici hizmetlere, yani ilaca ayrılan pay artırılırken; bireysel ve toplumsal koruyucu sağlık hizmetlerine ayrılan bütçe azalmaktadır. Ayrıca Türkiye’deki psikiyatrist sayısının yetersiz olmasının ve bu nedenle psikiyatrist dışındaki hekimler tarafından uygun olmayan tanılara uygun olmayan ilaçların reçetelenmesinin de antidepresan ilaç tüketiminin artışında çok önemli bir payı var. İlaç tüketimindeki artışın sebeplerinden biri olarak da toplumun ilaca ulaşımındaki artışı belirtebiliriz.”

İlaç almak çok kolay

Dr. Halis Ulaş: “Antidepresan ve antipsikotik ilaçların büyük çoğunluğu reçetesiz olarak eczanelerden temin edilebilmektedir. Psikiyatr dışı hekimler tarafından kolayca antidepresan ve antipsikotik ilaç yazmasının birçok sakıncası bulunmaktadır. Çünkü başlanan her ilacın yan etkisinin olabileceği bilinmelidir. Öncelikle uygun tanı konulması ve uygun tedavinin başlanması önemlidir. Psikiyatrik hastalıkların kronik bir seyir izleyeceği de göz önüne alınırsa hastaların yeterli sıklıklarda kontrol görüşmelerinin yapılması gerekmektedir. Özellikle komplike vakaların psikiyatriste yönlendirilmesi gerekmektedir. Bunlar yapılmadığında birçok psikiyatri hastası yeterli olmayan dozlarda ve uygun olmayan ilaçlarla tedavi edilmeye çalışılmakadır. Ya da ilaç kullanımı gerekmeye birçok kişi psikiyatrik ilaçlar kullanmaktadır.”

Doktorun ilaçla ilişkisi ve etik

Dr. Halis Ulaş: “İlaç endüstrisi bilimsel araştırmalardan ilaçların ruhsat alarak piyasaya sürülmesine, hatta hekimlerin reçete yazması üzerinde bile ciddi etki gücüne sahiptir. Hatta prestijli tıp dergilerinde “Akademik tıp satılık mı?” ya da “Akademik psikiyatri satılık mı?” başlıklı makaleler yayınlandı. Öncelikle hekimler ilaç endüstrisi ile ilişkilerini yaptıkları tüm araştırmalarda, yayınladıkları makalelerde ve kongrelerdeki konuşmalarından önce ayrıntıları ile açıklamalıdırlar. Çünkü araştırmalar göstermektedir ki, ilaç endüstrisi ile ilişkiler araştırma sonuçlarının ilaç firması lehine çıkmasında rol oynamaktadır. Ayrıca hekimlerin ilaç reçete etmeleri üzerine de etkisi bulunmaktadır. Hekimler ve ilaç endüstrisi arasındaki para ilişkisinin mutlaka çok kontrollü şekilde denetiminin yapılması gerekmektedir.”

İlaç petrol kadar kârlı

- Dünya ilaç pazarının toplam büyüklüğü 712 milyar dolar.
- 2009’da dünyadaki ilaç pazarının 820 milyar dolar olması bekleniyor.
- Türkiye, yüzde 17.2 ile dünya ilaç pazarında en fazla büyüme gösteren ilk beş ülke arasında. Pazarın dörtte birini psikiyatrik ilaçlar oluşturuyor.
- Dünyada en çok kâr edilen ilk 10 ilaçtan üçü antipsikotik.
- Türkiye’de 2007’de 2 milyon 616 bin 136 kutu antipsikotik tüketilirken, bu sayı 2008’de 4 milyon 11 bin 901 kutuya yükseldi.
- 2003’te 14 milyon 138 bin kutu antidepresan tüketildi. Bu rakam 2006’da 22 milyon 651 bine, 2007’de 26 milyon 246 bine çıktı.
-  İlaç endüstrisi, 2007’de yıllık yüzde 19.6’lık kârlılık oranı ile tüm sektörler arasında petrol endüstrisinden sonra ikinci sırada.
 

1247
Psikoloji / Çocukluğun Cehaletinden Hür Tercihlere Doğru
« : 13 Eylül 2009, 10:12:48 ös »
Dr. Murat BEYAZYÜZ

Pek çok insan içine düştüğü dertler, sıkıntılar veya üzerine binen yükler tarafından dar hayat çerçevesinin köşelerine sıkıştırıldığında, yaşadığı zamanın prangalarından kurtulup çocukluğuna dönebilme şansına sahip olma arzusunu duyar. Gönlünde bu arzunun değişken süreli misafirliğini yaşamayan insan nerdeyse yoktur. Yaşadığımız zamanın bize tanıdığı imkânlar çocukluğumuzda sahip olduklarımızdan çok daha fazla olsa bile, içinde bulunduğumuz yaşa gelene kadar çekilmiş zahmetlerin sonucunda birçok değerli şey elde etmiş olsak bile çocukluk yıllarımızı düşündüğümüzde o günlere ait yaşantıları, uzun bir açlıktan sonra yenmiş güzel bir yemeğin tadını her türlü kusurdan münezzeh biçimde hatırlamamız gibi zihnimizde rahatsız edici unsurlardan arınmış, hep güzel duygularla bezenmiş biçimde buluruz. Çocukluğumuzu yâd ederken, o günlerde büyümeyi istemiş olduğumuz için aslında samimi olmaktan uzak bir pişmanlık da dile getiririz. Çaresizliğimiz, mutsuzluğumuz ve yorulmuşluğumuzla baş başa kaldığımızda, içinde bulunduğumuz hoşnutsuzluk anlarını yakın vadede mutluluğa tahvil etmenin imkânsızlığını duyduğumuzda, bütün dertlerimizden kurtulacağımız ve hiçbir rahatsızlığın kirletemediği bir mutluluğa sahip olacağımız bir geleceğin hayallerini kurmak ve bu hayali gerçekleştirecek planlar yapmak yerine çocukluk yaşantılarımızdan elimizde kalan hatıralarla inşa ettiğimiz bir hayal dünyasına sığınırız. Yaşadıkça, bir kefesinde gerçeküstü bir romantizm bulunan terazimizin diğer kefesi, tükettiğimiz günlerin artıklarından doğan bir realizmle dolmaya başlar. Yaşamak bizi gerçekle yüzleştirir ve hep deneylerle gerçeği öğretir. Terazinin gerçeküstü romantizmle dolu kefesi yukarı kalkmaya başladıkça, gelecekte yaşanacak kusursuz bir mutluluğun hayallerini kurmaktan vazgeçmeye mecbur hissederiz kendimizi. Zira “mükemmel” denilen şeyin “gerçek” dünyanın mefhumu olmadığını idrak ederiz. Bu durumda, hayallerinde mükemmel olarak canlandırdığı büyük bir şehre gitmek için evden kaçan bir çocuğun o şehre varamayacağını, varsa da orada da mükemmel bir hayatı bulamayacağını sezdiği zaman köyünü, evini, ailesini özlemesi gibi, mükemmelin hayal ülkesinde bir semt olduğunu anladığımızda bakışlarımızı geçmişimize, çocukluğumuza çeviririz. Peki, çocukluğumuzda yaşadığımız ve yetişkinliğimizde bir harp sığınağı gibi kullandığımız hayat mükemmel midir gerçekten? Burnumuzda o günlerin kokusunun tütmesine sebep olan şey nedir? Cahit Sıtkı Affan Dede’den çocukluğunu geri alınca kavuştuğu şey nedir?

Affan Dede'ye para saydım
Sattı bana çocukluğumu
Artık ne adım var ne yaşım
Bilmiyorum kim olduğumu
Hiçbir şey sorulmasın benden
Haberim yok olan bitenden.


Şair, çocukluğunu satın alır almaz adından da yaşından da kurtulur. Çocukluğumuzda varlığından haberdar olmadığımız bir nüfus kâğıdında yer alan adımızın çevredekilerin bize seslenmesine yaramasından öte bir anlamı yoktur. Adımızın yanına bize bir yığın mesuliyet yükleyen sıfatlar eklenmemiştir. Yaptığımız hiçbir şeye adımızı kirletecek bir önem atfedilmez. Temeyyüz etmemiş olan zihnimiz adımızın etrafını bir zırh gibi kuşatmıştır. Bu zırhın yaşımız ilerledikçe zayıflayacağını da bilmeyiz. Yaptığımız yanlışlar etrafımızdakilerin bize sunduğu engin hoşgörü denizinde kaybolur gider. Şair çocukluğuna döndüğünde kim olduğunu da unutur. Çocukluğumuza dönerken, “kimsin?” sorusuna verdiğimiz yaşadıkça artan cevaplar birer birer eksilir. Kim olduğumuzu belirleyen mesleğimizi, dünya görüşümüzü, aidiyet ve mensubiyetlerimizi üzerimizden atarız. Çocukluğumuza döndüğümüzde kimliğimizi kuşatan kıyafetlerin hepsinden sıyrılırız ve hac ihramı gibi yalın ve sade bir kıyafet kalır üzerimizde. Böylece bize mesuliyet yükleyen farklılıklarımızdan da azade kalırız. Çocukken bizden hiçbir şey sorulmaz, olan bitenden de haberimiz yoktur. Memleketin veya dünyanın dertleri bizim için oyuncağımızın kırılmasından daha önemli olamaz. Zihnimizin yeşil ovaları henüz geçim derdiyle, zaman sıkıntısıyla, görevlerle, ödevlerle kirlenmemiştir. İhtiyaçlarımız biz farkına varmadan giderilir, bedel ödemeden hayatımıza devam ederiz. Çocukluk hatıralarımızın bize güzel gelmesinin sebebinin o yaşantıların güzelliğinden çok o yaşantılar içinde erimiş biçimde bulunan bu duygularımız olduğunu düşünebiliriz. Yani istediğimiz şey kırk yaşındayken de misketlerle oynamak değil, kırk yaşındayken de misketlerle oynadığımız günlerdeki hürriyet ve mutluluğa sahip olmaktır. Yetişkinken çocukluğumuzla ilgili özlediğimiz ve gelecekte bulamayacağımız şeyler sadece bunlar mıdır acaba? Yoksa bütün bu saydıklarımız satıhta kalan gerçekle bağlantılı, ama gerçeğin yalnızca bir katmanı olan psikolojik izahlar mıdır? Bu sathı biraz kazırsak nasıl bir manzarayla karşılaşırız?
   
“Dirilen ölülere sonra ne oldu?”  
Babası altı yedi yaşlarındaki çocuğa İsa peygamberin hayatını ve mucizelerini anlatır. Bütün hikâye tamamlandıktan sonra çocuk ne İsa peygamberin sonunu merak eder ne de onun getirdiği dinin özelliklerini. Çocuk İsa peygamberin ölüleri diriltmesinde takılıp kalmıştır ve babasına sadece bir soru sorar: “Dirilen ölülere sonra ne oldu?” Baba bu soruyu doğuran büyük zihin keşmekeşini sezemez ve dirilen ölülerin bir süre daha yaşadıktan sonra tekrar öldüklerini söyler çocuğuna. Çocuk başka soru sormaz ve susar, ama meraktan kurtulmuşluğun, soru işaretlerini temizlemiş olmanın suskunluğu değildir bu. Çocuğu susturan sormak istediği soruların cevaplarından korkmasıdır. Sorularını dilinin ucundan geri çevirip zihninin mahzenlerine kilitler çocuk, zira cevapları tahmin etmekte, tahminden öte, deney ötesi bir gerçeklik şeklinde sezmektedir. “İsa peygamberin dirilttiği ölüler daha sonra tekrar öldüler, o halde herkes ölecek mi?”, “Baba sen de ölecek misin?” ve bütün bu soruların en trajik olanı; “Bir gün ben de ölecek miyim?”  Bilimsel paradigmalar içinde ‘tümevarım’ ve ‘tümdengelim’ gibi yöntemlerin insanoğlunun zihin işleyişine yakınlığı sebebiyle asırlarca muteber olduklarını düşünecek olursak küçük çocuğun sormadığı bu soruların cevaplarını zihninde adeta hazır bulduğunu da tahmin edebiliriz. Çocuğun yaşadığı bu alt üst edici olaydan sonra izleyeceği yol ya bütün bu karmaşayı zihninde bastırıp oyuncaklarına koşmak yahut da bu karmaşayı sürekli zihninde taşıyarak yaşamak olacaktır. Zihinsel işleyişi henüz tam olarak olgunlaşmamış olan çocuk baş edemediği gerilimi yok saymayı yeğler ve tabii ki birinci yolu seçer. Acıdan kaçmak ve haz duyarak yaşamak için buna muhtaçtır. Ama bastırılmış, mahzene kilitlenmiş bu korkunç canavar başka şekillerde, kılık değiştirerek, peçe takarak sürekli hayatının içine sızmaya devam edecektir. Ta ki çocuk, yaşı ilerleyip bu canavarla yüzleşmeyi, olgunlaşan zihni sayesinde onun varlığına rağmen yaşamayı başarabilene kadar.
Gelişen teknoloji ve onun büyük desteği ile ilerleyen tıp ve biyoloji artık insanların neden yaşlandığını ve neden ölmek zorunda olduğunu moleküller seviyesinde izah eden teoriler geliştiriyor. İnsanın sahip olduğu hücrelerin sınırlı bir çoğalma ve yenilenme kapasitesi olduğu, bu sebeple de bir süre sonra hücrelerin, yerlerine yenileri gelmeden öldüğü ve anlatması zor, ama esasında basit bir ekonomik gerçeğe dayanan bu süreçler sonunda insanın canlılığının son bulduğu şeklindeki izahlar sayesinde artık neden ve nasıl öldüğümüzü biliyoruz. Bu bilgi gündelik hayatımız içinde koşuştururken bizim için bir anlam ifade eder mi? Soğuk bir havada üşüyeceğimizi biliriz ve daha kalın giyinip dışarı çıkarız. Peki, üşümenin bilimsel izahını öğrensek daha mı farklı davranırdık. Büyük bir ihtimalle hayır. Öleceğini yüzyıllardır bilen insanoğlu bu kaçınılmaz sonu değiştirmek için ab-ı hayat hayalleri kurdu, ölümü yenecek ilacı, ölümsüzlük iksirini aradı. Ölümü yenmek için yola çıkan insanın kafasında “Nasıl ölmem?” sorusu vardı. Şüphesiz ki bu soru, hangi biyolojik süreçler sonucunda öldüğümüzü anlamaya çalışan bilim adamlarının araştırmalarının başında sorduğu “Nasıl ölüyorum?” sorusundan daha işlevsel bir soruydu. “Neden üşüyorum?” yerine “Nasıl üşümem?” sorusunu sorarak daha kalın giyinmeyi bulan insanoğlu için “Nasıl ölüyorum?” sorusu ölümün soğukluğundan korunmaya yarayacak bir cevaba ne yazık ki ulaşamadı. Bu sorunun ulaştığı cevaplar belki de yalnızca hazin bir kabullenişi, boyun eğmeyi ve “Nasıl ölmem?” sorusunun cevabını aramaktan vazgeçmeyi kolaylaştırdı.
Yüz yıl önce, filozof ve doğa bilimcisi G.T. Fechner “Bütün canlılık süreçleri eninde sonunda cansız dünyanın sürekliliğine geri döner” dediği zaman insanoğlu için yeni bir şey söylemiyordu. Belki de onu bu hükme vardıran süreç onun kendi ölümünü psikolojik olarak inkâr etmesiyle başlamıştı ve Fechner bu cümleyi söylerken sadece kendi ölümünü kabulleniyordu. Onun cümlesini okuyan diğer insanlar da sanki öleceklerini Fechner’den öğreniyordu. Bu garabetin güçlü bir psikolojik manevranın sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Bu manevra insan zihninin en sık kullandığı savunma mekanizmalarından biri olan ‘inkâr’dır. ‘İnkâr’, içten ya da dıştan gelen tehlikeli bir durumun zihnimiz tarafından yok sayılmasıdır. Hoşnutsuzluk yaratan birçok olay, bilinçdışına bastırılırken, aynı zamanda yaşanmamış gibi de hissedilir, yani bastırmaya inkâr da eşlik eder. Ölüm düşüncesini, özellikle de başkasının değil kendimizin ölümüyle ilgili düşünceleri, öleceğimiz gerçeğini sürekli bastırarak ve farkında olmadan inkâr ederek hayatımıza devam ederiz.
Kendi ölümümüzü adeta yok sayarak gündelik uğraşlarımıza dalarız dalmasına ama ölecek olmamızla ilgili endişelerimiz biz farkında olmasak da her an yanı başımızdadır. Mesela zamanla ilgili bütün endişelerimizin arka fonunu ölüm düşüncesi oluşturur, günlerin hızla geçmesinden şikâyet ederken varmaktan korktuğumuz bir menzile yaklaşıyor olmanın korkusu zihnimizi iğneler ve hastalandığımız zaman hastalık yüzünden işlerimizin aksadığından şikâyet etmemiz, zihnimizde hastalıkla ölümü ilişkilendirdiğimiz gerçeğini ört bas etmek için uydurduğumuz bir yalandır ya da hastalık zaten sınırlı olan ömrümüzün bir kısmını huzursuz bir biçimde geçirmemize sebep olduğu için bizi endişelendirir.
Ölüm gerçeğiyle bir köşe başında yüzleşecek olsak veya cesaretimizi toplayıp kendi ölümümüzü düşünecek olsak başka bir paradoksun içinde buluruz kendimizi. Ölüm varsa hayatın ne anlamı var? Sonra her şey birer birer anlamsızlaşır kafamızda. Ölüm endişesiyle başlayan bu düşünce silsilesi hayatımızdaki bütün unsurları, ölümün canlılığı silmesi gibi silmeye başlar. Yaptığımız işleri, ilişkilerimizi, hedeflerimizi, hâsılı hemen her şeyi bu anlamsızlık sıfırıyla çarpmaya başlarız ve elimizde hiçlikten daha fazlası kalmaz. Bu hiçlik, mutlak anlamsızlık mefhumu karşısında ürperti duymamak, yok edici bir değirmenin taşları arasında çaresizce öğütülen bir ‘tane’ olmayı kabullenmek mümkün değildir. Zihnimizde kopan bu kıyametten kurtulmak için ona sırtımızı çevirmekten başka bir çare bulamayız ve hayata devam etmek için arkamızı döndüğümüz kıyametten önümüze fırlayan taş parçalarını ve alev toplarını açıklamak için bir yığın bahane buluruz. Büyüklerimizden öğrendiğimiz, etrafımızdan gördüğümüz ve kendi kendimize bulduğumuz birçok yöntemle zihnimizi sıkıntı yaratan anlamsızlık işkencesinden kurtarırız. Bu noktada şu soruları sormamız gerekiyor. Bu yöntemler her zaman doğru mudur ve bu yöntemler işe yaramadığında bize ne olur? Dahası, cevabı tek bir uzun solukla verilemeyecek olan bu soruları sormalı mıyız?


1248
NUMARA 6
Dört tane pozitif tamsayı böleni olan bu sayı sizce sıradan değil mi? Bazıları ona bir anlam veya değer yüklemiyorsa tabi. İşte o birisi bensem değerli bir sayı olur, sıradanlığını yitirir. Neden bu kadar değerli olduğunu anlatacağım. Ben bu yaşımda öğrendim nedenini sizde biraz bekleyin. Tavsiyem biraz sabırlı olmanız.

















6 ÜSTÜ HAYAT  ( 6+ )
Kulaklarımda su sesi var. Kalbimde acı, gözlerimde sabun köpüğü ve gözyaşları. Çıplağım, duştayım. Karıştı hıçkırıklarım su sesine, kimse duymadı beni.
Cildim buruştu, sıcak su cildimi ve yüreğimdeki düğümleri gevşetiyordu. Engel olamıyordum ağlamaya. Önce sabundan sandım. Sonra anladım başka bir acıdandı.
Duşum bitti, pencereyi açtım. Serin bir rüzgar esti. Bir hoş oldum, bir rahatladım. Toparlandım. Banyodan çıkarken yüzüm gülücük dağıtıyordu. Sanki içerde Nil Karaibrahimgil şarkıları dinlemiş gibiydim.
Bir çizgi animasyon filmde farenin biri eliyle bir kitabı başının üstünde tutarak camdan atlıyordu. Cam kırıkları arasında resim donuyor ve kahramanımız:
-   işteee buuuu benim! Hayatımı biraz gözden geçirmem gerektiği ortada diyordu
Bu farenin yapması gereken şeyi şimdi benim yapmam gerekiyor.
Nerden başlamalı anlatmaya? En iyisi en başından anlatmalı. Filmi başa saralım. Öyle ya kaçırdınız siz başını. Üzülmeyin! Kaçıranlar ve tekrar izlemek isteyenler için yine yayınlıyoruz.









İşte bu benim. Ağabeyimle iki vişne ağacı arasında hazırolda bekliyoruz. Amcam resmimizi çekecek. Az aşağıda duran amcam oluyor. Çekildiği günü hatırlamıyorum sadece elimde böyle bir fotoğraf var ve ailede sadece amcamın makinesi vardı.
Bir tane abim ve iki tane de ablam var. Annem kız çocuklarla erkekler arasında dengeyi tutturmuş. Bir detayın haricinde. Diğer kardeşlerim arasında 1,5 yıl ara var ama ben ve abim arasında 6 yıl var. İşte ilk tesadüf…!
Bahçeli, tek katlı, gecekondu mahallesinde bir evimiz vardı. Yıllarca dünyanın bu bahçeden ibaret olduğunu zannederdim. Biraz büyüyüp, cesaret kazanınca başka sokakları keşfediyordum. Bu keşif sonrasında böbürlenirdim gördüğüm şeyleri arkadaşlarıma anlatırken.
Okul önce dönemimde oyuncaklarımla oynamayı çok severdim. Kuytu yerlerde oynamak çok keyif verirdi. Divan altı, masa dibi, odunluk… Arkadaşlarım beni çok severdi. Eğlenceli, komik biriydim. Çocukça cilveler, taklitler yaparak büyük-küçük herkesi eğlendirirdim. Oyunculuk o zamandan beri yaptığım bir şey.
Yaptığım taklitlerin, cilvelerin dozunu çok kaçırmışım demek ki. Aslında doz aşımı denemez bu çocukça bir oyundur. Çevrenizden olumlu tepki alırsanız devam edersiniz davranışınızda. Bazıları bunu bir doz aşımı olarak görmeye başlamışki erkek olmadığımı düşünmeye başlamış. Daha doğrusu bundan şüphe duymaya başlamıştı. Erkek olduğumu ispatlamam için en sevdiğim arkadaşım Hasan’ ı dövmemi istiyorlardı abim yaşındaki insanlar. Küçükken onlar için yapmam gereken bu ispatı ara ara yineleyecektim. Şimdi ise kendime yapmam gerekiyor. Nihayetinde Hasan’ ı altıma almayı becermiş, hareketsiz tutmayı başarmıştım. Ardından alkışlar, tebrikler beni o zamanlar memnun etmişti. Şu an canım yanıyordu. Sebepsiz yere arkadaşımın canını yakmıştım.
İşte bu da benim babam. Her sabahın 7’sinde yüzümü öpmekten tükürük içinde bırakıyor. Sakalı yüzümü acıtıyordu, çok ağlardım bu sebeple.
Okul öncesi dönem gittikçe tükeniyordu. ‘ Gelecek seneye okula yazdıracağız, benim oğlum çok çalışkan olacak’ diyen annemdir. Şu an gördüğünüz kişi o. Kulağıma çok hoş geliyordu ‘çalışkan’ kelimesi ama yinede dualarımda ‘Allah’ım okulda yer kalmasın da babam beni okula yazdıramasın’ derdim.
Önlük, çanta, pantolon, ayakkabı, defter, kalem, silgi…vs  alındı. Benim dışımda herkes mutlu ailede.
  OKUL YILLARIM
Okulun ilk günü; itinayla hazırlanıyorum bizimkiler tarafından. Evden çıktık, annemin avucunun içinde kayboluyordu küçük ellerim. Heyecanlıydım ve ileride beni iyi şeylerin beklemediğini biliyor gibiydim.
Okulun bahçesindeyiz; diğer sınıflar içeriye sınıflarına girdiler. Sonra okul müdürü yere çömelip, yere bakarak bir takım isimler okudu. Yerde yazıyordu sanki. İki sınıfa ayrıldık.
Başımızda bir öğretmen aldı içeriye bizi. Annem:
-Bekliyorum seni burada, sen içeri gir, çıkınca ben buradayım dedi.
İçeri girdik, sıralara oturduk, pencereden dışarı baktım. Annelerimiz bizi bırakıp bahçenin kapısından eve dönüyorlardı. Canım yanmış gibi ağlıyordum. Sanki arı ısırmıştı
Annesinin kandırdığı bu ağlayan çocuk 6 yaşındaydı….
Gözyaşları içinde annemin dönüp gelmesini, beni almasını bekledim. Zaman akıp geçiyor ama bahçe kapısı açılmıyordu. Öğretmenimiz bir bayandı ve bir anne sevecenliğindeydi o ilk gün. Bu sevecenliği sayesinde ağlamayı kesmiş, ilk günden başlayan derse konsantre olmuştum.
Zil çaldı, teneffüse çıkmamız gerekiyordu. Herkes çantasını toplayıp çıkmaya çalıştı. Okul bitti sanmıştıkki öğretmenimiz nazikçe:
-Sadece ara verdik dedi. Birkaç ders daha yapacağız. Çantalarınız sınıfta kalabilir, merak etmeyin kimse çalmaz. 
Okulun ilk günü güzel geçmişti. 


1249
Psikolog Hüseyin KAÇIN
0 555 326 22 91
Aile ve Evlilik Terapisti

KADIN ve AŞK

Hz Havva zekası ve ruhuyla hayata dokunan ilk insandır. İyi ki eli o yasak ağaca uzanmıştır. İyi ki Hz Adem'in aklını çelmiştir. Böylece hayatın sırrını açığa çıkarmıştır. Aşk ve cinselliği cennetten hediye olarak dünyaya taşımakla görevlendirilmiştir. Allah hayata dair tüm oluşumların nüvelerini kadında gizlemiştir. Bu anlamda kadın hayatın kendisidir. Yüreğinde Hz Havva'ya şükran duygusu beslemeyen insan yücelik mertebesine erişemeyecektir. Kadını yüceltmeyen erkek asla yücelemeyecektir.


http://www.youtube.com/watch?v=K9MC30t7Uhc&list=UUIe19S-aZ6TQNiC1Tsfjviw&index=2

tıklayınız


26/12/2011 tarihli Radikal Gazetesinde sitemiz ve eşcinsel terapiler hakkında
yayınlanan makaleye ulaşmak için tıklayınız

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1073587&Yazar=PINAR_OGUNC&Date=26.12.2011&CategoryID=97#



Osmanlı Tarihinde Dinî Mûsıkî

Din; insanla birlikte başlayan bir olgu. İlk İnsan; Hz. Âdem, ilk Peygamber… Yaratıcı’nın yarattıkları içerisinde kendine en yakın ve yeryüzünde halîfesi olduğunu ilân ettiği İNSAN’a (üns-enîs yakınlık, yakınlık sahibi) Kendisinin emir ve yasaklarını tebliğ eden, ulaştıran elçisi…Ve…Örnek kişi.

En güzel yaratılış ile yaratılan insan, bütün yaratılmışların en güzeli olduğu gibi, ayrıca her tür güzellikleri algılayacak yüksek kabiliyetlere sahibdir. “Ses” olan her yerde de “Mûsıkî” vardır. Dolayısı ile Din ve Mûsıkî veya Dinî Mûsıkî ilk insanla beraber başlamıştır.

“Bu temennide bulunanlara haber verelim ki; ilâhilerimizin motifleri, halk şarkılarınkilere kıyas kabul etmiyecek derecede zengindir. Daha doğrusu, motif zenginliğine birinci derecede Kâr, Nakış, Murabbâ, Semâî, Şarkı gibi gayri dinî klasik eserlerimizde, bunlardan başka sırasile Mevlevî Âyinlerinde, Tekke İlâhilerinde, Bektâşî Nefeslerinde tesadüf olunur ve Halk şarkıları motif itibariyle en son sıraya kalır.”

- Rauf Yekta

Zaman içinde Hz. Âdem’in ve takib eden Peygamberlerin tebliğ ettiği İlâhî hükümler ve tevhid-birlik inancı, türlü sebeblere ve nefs (benlik-ego) gereği, insanlar tarafından kısmen veya tamamen değiştirildi ve bozuldu, ayrıca kişiler tarafından beşerî fikirler eklendi. Böylece; Semâvî dinler, felsefî dinler, putperestlik vs. gibi sınıflandırılarak anlatılan dinler ortaya çıktı. Bütün dinlerin ortak yanı, hepsinin bir mûsıkîye sahib olmalarıdır. Dinî Mûsıkîde; yalnızca tempo tutmaktan oluşan basit ve ilkel, hatta gelişmiş kulaklarda gürültü duygusu verebilecek ses düzenlerinden, en yüksek bilim, sanat ve estetik düzeydeki melodik ve armonik yapıya sahip şâheserlere kadar bütün örnekler yer alır.

Türklerin bilinen en eski dinî hayatında da bu böyledir. İlk çağlardaki Türk topluluklarında, dinî kurulların öğretilmesi, öğütler verilmesi ibadetlerin ve dinî törenlerin yapılması sırasında, konuşulan dilin âhenginden yararlanmak için şiir, bu şiirlerin tesirini arttırmak için de mûsikî kullanılırdı. Mûsikî eşliğinde dinî törenler yapan ve yaptıran, ayrıca toplunda şifacılık, büyücülük, ruhculuk gibi özel meşguliyetleri olan ve Kızgızlarda Baksı-Bahşî, Oğuzlarda Ozan, Altaylılarda Kam, Yâkutlarda Oyun, Tunguzlarda Şaman adı verilen din adamları, şiir ve mûsikî bilen kimselerdi. Türklerin İslâmdan önceki bir çok değişik dinlerinde; Mûsıkî hep önemini korumuştur.

İslâm inancında, mûsıkî hakkında kesin bir “Nas” (değiştirilemez kesin hüküm) bulunmamaktadır. Mûsıkînin İslâmda yeri, din bilgini Fakihlerin ve müctehid imamların (Kaynaklara dayanarak hüküm çıkarma düzeyine erişmiş çok ulu bilginler) ictihaâdî fikirleri ve hükümleri ile açıklanmıştır. Mûsıkî, cins ve icrâ bakımından, dinleyende eğer insâni değerleri alçaltıcı, nefsaânî duygular uyandırıyor ise, “levh” (vakti boşa harcamak ziyan ve ısraf etmek) ve hatta “haram” sayılmış; yok eğer manevî ve yüce duygular uyandırıyor ise, “mubah” (yapılmasında sakınca olmayan) ve hatta “helâl” sayılmıştır. Bu hüküm dahi, mûsıkîyi icrâ eden ve dinleyenin durum ve seviyesine göredir.

Der mezheb-i münkirân harâmest semâ
Der mezheb-i âşıkân helâlest sema

beyti bunu ifade etmektedir. (Semâ: işitmek, dinlemek, inkâr etmeyi mezhep edinmişler için haram; aşkı mezheb edinen âşıklara ise helâldir.)

Hazret-i Peygamberimiz de; gerek “Kur’ânı güzel sesle süsleyiniz” hadîs-i şerîfi ile, gerek sesinin güzelliği ile tanınan Bilâl-i Habeşî’yi müezzinlik ve ezan okuma ile görevlendirmesi ile, mûsıkî’nin İslâm’daki yerini en güzel ve açık bir biçimde belirtmiştir. Kur’ân okunmasında uyulması gerekli kurallar bilimi demek olan ‘Kirâat’ ve ‘Tevcîd’ ilimleri de mûsıkî ile iç içe kurallardır.

Dinîn bir başka anlamı ve yönü olan Tasavvuf ise, mûsıkîyi “Tezkiye-nefs ve Tasfiye-i Kulûb”da (kişilik terbiyesi ve kalb temizliği) en etkili araç olarak kabul etmiştir. Tasavvuf, bir felsefî, bir düşünce tarzı olmaktan çok; bir yaşayış biçimi, bir hayat tarzıdır ki; bu yaşayış biçimi ile Hak’ka ulaşma yolunda ilerlenilir. Tasavvuf Hayatının, dış yüzünde göze çarpan en belirgin özellik, sanata olan bağlılıkdır. Allah’ın ‘El-Mübdî (İbda’ edici, bedii eser yaratıcı) isminin tecellisi olan güzel sanatların her kolu ile Tasavvuf, ilgilenmiştir. Ancak, Tasavvuf yolunda sanat, bir amaç değildir. Çeşitli tasavvuf ekolleri demek olan Tarikatlarda “Âyîn-i Evliyaullâh” (Allah dostlarının oyunu) denilen tasavvufî âyin ve törenlerde yer alan, en geniş anlamıyla dans, en yüksek anlamı ile mûsıkî, burada bir amaç olmayıp, kişiyi Hak’ka çekmek, Hak için ve nefsin tuzaklarından kurtarıp Hak yolu için tuzağa düşürüp avlamak için kullanılan bir araçtır. Mûsıkî ile, raks ile, hatta giyim, konuşma ve davranış biçimleriyle kişinin önce dikkatini çekmek, sonra göze ve kulağa hitab edip, böylece her insanda yaratılıştan var olan estetik duyguları harekete geçirerek kişideki ‘beşeri, zevki, ‘ilâhî’ zevk seviyesine yüceltmek…Tasavvufdaki sanatta amaç, işte budur. Çünkü, Tasavvufun kendi amacı ancak ve yalnıza “Hakkı” dır.

Dinin bir mükellefiyet (yükümlülükler) bir de muhabbet (sevgi) yönü vardır. Yükümlülüklerin nasıl ve ne şekilde yerine getirileceğini (Edâ-yı mükellefiyet) din bilginleri ögretirler. Bu yoldaki muhabbetin ve hatta aşkın nasıl ve ne şekilde ortaya konacağını (ızhâr-ı muhabbet) ise, Tasavvuf gösterir.

Gerek yükümlülüklerinin yerine getirilmesinde, gerekse sevginin ifade edilip ortaya konmasında mûsıkînin ne kadar kudretli bir araç olduğu, tartışılmaz bir gerçektir.

Genel ana başlıklarına değinilen Dinî mûsıkî; doğuşu, kaynağı, dayanağı, formları ve icrâ edilişi yönünden iki tür olarak sınıflandırılarak anlatılmıştır: (Bu sınıflandırma, kesin sınırlar taşımamakta ve yalnızca anlatım kolaylığı-izah bâbında- sağlamak içindir.)

A- Cami mûsıkîsi
B- Tasavvuf veya Tekke mûsıkîsi.

Bu iki ana başlıkta incelenen Dinî Mûsıkînin, Osmanlı tarihi içindeki seyrine geçmeden önce, Osmanlıdaki bir önemli özelliğe temas etmek gerekmektedir.

Bilindiği gibi, sanatın korunması ve yüceltilmesi, sanatçının korunması ve yüceltilmesi ile olur. Tarih perspektifinden bakıldığında, tarih boyunca bunun böyle olduğu da zaten gözlenmektedir. Bu koruma ve yüceltme Dünya tarihinde en çok Türklerde görülmektedir. Maddî imkanı geniş kişi ve ailelerin yanısıra, devlet idarecilerinden ve bizzat devlet başkanlarından teşvik görme ve himaye edilme, Türk sanatkârlarının ayrı bir imkân ve imtiyazı olmuştur. Koruma, teşvik etme ve ödüllendirme dışında ve üstünde, edebiyat ve mûsıkî alanlarında kendi devirlerinin en yüksek edebiyat ve mûsıkî sanatkârları ile hem-ayar eserler verebilmiş bu kadar çok devlet başkanına sahib başka bir millet yoktur.

Sadece mûsıkî ilmî ve sanatı açısından baktığımızda; Doğu Türkistan Hakanı Sultan Hüseyin Baykara (1438-1506) ve Hint-Türk Hükümdarı Bâbür Şah (1483-1530), Kırım Hanı II. Gazi Giray Han (1554-1607) ile torunu Hacı Selim Giray Han (1634-1704) ve Kırım ikinci veliîahdı Çoban Devlet Giray (?-1630) doğuda ve kuzeydeki örnekler olarak görülebilir.

Osmanlı Tarihinde ise durum bambaşkadır. Devletin, beylikten imparatorluğa sıçradığı devrenin hükümdarı, altıncı Osmanlı Sultanı II. Murad Han ile ilk örneğine rastlanan mûsıkîyi teşvik etme ve bizzat eser verme olarak ortaya çıkan sanatseverlik, otuzaltıncı ve son padişah VI. Mehmet Vahidettin’e kadar, adetâ kesintisiz devam etmiştir. Türk mûsıkîsinin bilimsel temellerini oluşturan, daha doğrusu ortaya koyan ilk bilimsel eserler, Sultan II. Murad Han (1404-1451) ve oğlu Fatih Sultan Mehmed Han’ın 91432-1481) teşvikleri ile hazırlanmıştır. Hızır bin Abdullah’ın “Edvar” isimli eseri; büyük bestekâr ve mûsıkî bilgini Abdülkadir Merâgî’nin (1360-1435) Bursa’ya davet edilmesi ve “Mekâsîd-ül Elhân” isimli eserini Sultan II. Murad Han’a takdimi, Merâgî’nin oğlu Abdülaziz Çelebi’nin, Fatih Mehmed Han’a ithaf ettiği “Nakavât-ül Edvâr” isimli eseri ile torunu Mahmud Çelebi’nin Sultan II. Bâyezid Han için (1450-1512) yazdığı “Mekâsid-ül Edvâr” isimli nazariyat kitabı, bu teşviklerin ürünü olan ilk eserlerin örnekleridir.

Bu örneklere daha sonraki devirlerde de rastlanmaktadır. Dâhî bestekâr ve ney virtiözü Kutb-un nâyî Şeyh Osman Dede Efendi’nin (1652-1730) ortaya koyduğu “Ebced Nota Yazısı” Sistemi ve “Rabt-ı Tâbîrât-ı Mûsıkî” isimli eseri, Şeyh-ül İslâm Mehmet Es’ad Efendi’nin (1687-1753) kendi bestelerinin yanısıra bestekâr biyografilerinin yer aldığı “Atrab-ül Âsâr” isimli eseri Sultan III. Ahmed Han (1673-1736) ve Sultan I. Mahmud Han (1696-1754) gibi kendileri de bestekâr olan padişahların zamanında yapılmış eserlerdir. Osman Dede Efendi’nin torunu Şeyh Nasır Abdülbaki Dede Efendi’nin (1765-1821) kendisinin daha da geliştirdiği ebced notası ve bu nota sistemini açıklayan “Tahrîriye” isimli ve önemli bir nazariyat kitabı olan “Tedkîk ü Tahkîk” isimli eserleri ise büyük bestekâr Sultan III. Selim Han’ın (1761-1808) teşvik ve emri ile yazılarak, Türk mûsıkîsine kazandırılmıştır.

1250
Psikoloji / PSİKOLOG KİMDİR? Psikolog Hüseyin KAÇIN 0 555 326 22 91
« : 22 Ağustos 2009, 02:40:16 öö »
Çocukta büyüp insan olma tutkusu var;fakat kaç büyükte aynı tutkuya rastlanabilir?
                       
 Psikolog Kimdir?

   Psikolog aklın ve yüreğin sesini birlikte dinleyen insandır. Asla yargılamaz; gözler sever ve anlar.
   Psikolog eylemin kendisini görmez. Eğer eylem kötüyse onu,ancak düzeltmek için görür. Bu eylemin derinlerinde olan özünü araştırır. Bir kez bu öz değişmiş olursa,eylemin izleyeceği yolda değişmiş demektir.
   Psikoloğun psikoloji ve fizyoloji ile ilgili geniş bir bilgi dağarcığı vardır. Bu bilgiler psikoloğun sahip
olduğu alanda abece görevine sahiptir. Psikolog bu ön bilgilere dayanarak çalışır; ancak bu bilgileri sürekli
olarak yenilemek zorundadır.
   O, her insanın ıstırap çektiğini asla unutmaz.Görevi de budur zaten. Aslında insanoğlu sahip olduğu araçlarla
bu ızdıraba bir çözüm arar. Körü diye adlandırdığımız eylemlerin büyük bir kısmıda bu araştırma sahasının esas konusunu oluşturmaktadır.
   Psikolog bir din adamıdır. Bu sözden kendisini çevreleyen herşeye gittikçe daha fazla bağlanmaya çalışır anlamı çıkar.Çoğu insanların korktuklarını ve endişe içinde olduklarını bilir.İnsan herşeyden önce güvenlik içinde
olmayı ister.Bu güvenlik duygusu ona aile ve toplum tarafından verilmelidir. Bu güvenliği bulamadığı zaman endişeye kapılır.
Ona yeni bir güvenlik duygusu kazandırmak psikologların görevidir. Psikolog,herkesin bu güvenlik duygusunu kendi içinde bulmasına çalısır.
   Psikolog son derece kaygan ve kumlu bir zemnde yürümektedir. Bu zemin tümüyle insanlığın kendisidir.Tüm insani eylemleri aynı açıdan seyreder. Herhangi bir şey onu ne şaşırtır nede iğrendirir.Çünkü o, o eylemin
nedenlerini araştırır ve yargılamadan bu nedenleri ortaya çıkarır.
  One yüzlerce ergen,anne-baba ve eşler başvurur. Bu kişilerin duyguları çoğu kez çelişkilerle dolu ya da insanı
çileden çıkaran bir yoğunluğa sahiptir.Bizden bu kimseleri birbirine karşı çıkmış bir halde görürüz.Psikolog
bu kimselere,sorunları açık ve seçik olarak görme yetisi kazandırarak bozulan dengeyi sağlar.
  Budalalarla karşılaştığında,bu budalalığın gerçek mi yoksa gelişmemiş olanaklar yüzünden mi ileri geldiğini
araştırır.Eğer bu budalalık gerçek bir budalalıksa,bunun kötülüğe dönüşmesine engel olur.Herkesle kendi diliyle konuşur
ve sözcüklerin korkunç bir güce sahip olduğunu asla unutmaz.Rahiplerin dışında  hiç kimsenin işitemiyeceği sıraları
ve itirafları işitir.Önüne saçılan insan özdeğidir.O, bu durumu şerefle kabullenir fakat asla gururlanmaz.Tüm bunlar
duygu olmadan öte,görevin ön koşuludur...
 

1251
Genel Tartışma / Work And Travel Turkey
« : 06 Ağustos 2009, 02:46:48 öö »
MUTLU BİR AMERİKA DENEYİMİ İÇİN BU UYARILARA DİKKAT EDİN !

Work and Travel programının ne olduğu kadar “ne olmadığını” da detaylı olarak anlatmalıdır. WAT programı, bilinçli olarak kullanıldığında gerçekten de eşi olmayan bir deneyimdir.
Work and Travel programı bazen yanlış anlaşılmaktadır. Bu program, her şeyi ile mükemmel organize edilip müşteri memnuniyeti yaratmaya çalışılan bir turistik gezi programı değildir. Bu programa katılan adaylar ABD de çalışma deneyimi kazanmak, bunu yaparken de aynı zamanda da kendi giderlerini karşılayarak Amerika’da kendi ayakları üzerinde kalarak yaşamak ve tatil yapmak isteyen üniversiteli öğrenciler olmalıdır.

İşverenler ve o işletmelerde çalışan diğer kişiler, gelen öğrencileri misafir olarak değil, çalışan olarak algılarlar; onlardan mesai saatlerinde üzerlerine düşen görevi en iyi ve verimli bir biçimde yapmalarını isterler. Bu işveren ve diğer çalışanlardan fazla bir misafirperverlik beklemek yersiz olacaktır.

Work and Travel programına İngilizce öğrenmek için değil, İngilizce pratiği yapmak için katılmalısınız. İngilizce pratiğini sadece çalışırken değil, yabancı WAT öğrencileriyle ya da Amerikalılara arkadaş olup, onlarla sosyalleşirken de geliştirebilirsiniz.

Work and travel programına ücret ödeyerek katılıyor olmanız, Amerika’da bir işyerinden sezonluk iş satın aldığınız ve işverenin size katlanmak zorunda olduğu anlamına gelmiyor. Seçtiğiniz iş için ne kadar yeterli ve uygun olduğunuzu öncelikle kendiniz çok iyi  değerlendirmelisiniz. Size ve yeterliliklerinize uygun olmayan bir işe yerleştirilirseniz gidince ciddi sorunlarla karşılaşabilirsiniz.

Work and Travel programında her şey her zaman mükemmel gitmeyebilir. Güvenlik olarak bir sorununuz olmayacaktır. Ancak bu temelde bir macera programıdır. Gerçek hayatta olduğu gibi, bu programda da işinizle, evinizle,iş arkadaşlarınızla vs bir çok farklı sorunlarla karşılaşabilirsiniz. Bu sorunlar karşısında sponsor firmanızdan ciddi bir destek alacaksınız. Ama sizin de birçok sorunun üstesinden tek başınıza gelmeniz gerebilir. Bunlara hazırlıklı olmalısınız.

Work and Travel Neden Eşi Olmayan Bir Deneyim?

Work and travel programı sadece ülkemizde değil, tanıtıldığı tüm ülkelerde büyük ilgi gördü ve yüz binlerce öğrenci bu programa katılarak Amerika macerasının tadına vardı. Bu programın en önemli özelliği, dil eğitimi almak ya da turist olarak gitmek seçeneklerine nazaran çok daha ekonomik katılım şartlarına sahip olması ve katılan öğrencilerin çalışarak masraflarını çıkartma olanaklarının olmasıdır. Work and Travel programına katılımın toplam maliyeti yaklaşık 3000 USD civarındadır ve öğrenciler bu ücretin tamamını ya da büyük bölümünü çalışarak geri kazanabilirler.. Öte yandan  üç aylık bir dil eğitimi programı konaklamasıyla birlikte yaklaşık 9000 USD tutar. Turistik olarak gitmeyi düşünürseniz, 3000 USD size sadece 10 günlük bir tatile yeter ve bu seçeneklerde çalışıp para kazanamazsınız. İşte bu yüzden Work and Travel, Amerika deneyimi edinmek için eşsiz bir seçenektir.

Work and travel ile hayatınızda muhtemelen birçok şeyi ilk defa yapacaksınız. Bir pasaportunuz olacak ve yurtdışına çıkacaksınız. Deniz aşırı uçuş yapacaksınız. Bir işiniz, mesainiz, çalışma arkadaşlarınız olacak. Kendi çalışmanızın sonucunda para kazanacak ve kendi kazandığınız para ile yaşam giderlerinizi karşılayacaksınız. Gerçek hayatta da olacağı gibi bazı sorunlarla da yüzleşmek ve hepsiyle başa çıkmak zorunda kalacaksınız. Bunlara ek olarak yepyeni arkadaşlar edinecek, İngilizce pratiği yapacak, çok eğlenecek, bir sürü yeni yer görecek, gezecek, maceralar yaşayacak  ve belki de hayatınızın en yoğun yaz tatilini geçireceksiniz.

Kısacası eğer bir üniversite öğrencisiyseniz ve Work and Travel programına katılma imkanınız olduğu halde bunu yapmamışsanız, gelecekte çok pişman olabilirsiniz. Çünkü bu deneyim sadece üniversite öğrencileri için…

WORK AND TRAVEL PROGRAMINA KİMLER KATILABİLİR ?

Work and Travel öğrencilerinde aşağıdaki şartlar aranmaktadır:


•18 – 25 Yaşları arasında olmak

•En az orta seviyede İngilizce bilgisine sahip olmak

•Lisans veya yüksek lisans(1.sınıf) öğrencisi olmak.

•4 üzerinden en az 2 genel not ortalamasına sahip olmak.

•Yabancı uyruklu öğrenciler programa başvuru yapabilirler, ancak konsolosluk yetkilileri bu öğrencilerin vize  başvurularını kendi ülkelerindeki konsolosluklara yapmalarının, değerlendirme ve sonuç açısından daha uygun olacağını belirmektedir.

Mezun olacak son sınıf öğrencileri de 2007 yılından itibaren programa kabul edilmeye başlanmıştır. Geçtiğimiz sezonda son sınıfa giden öğrencilerinin tamamına yakını vizelerini almışlardır. Mezuniyet aşamasındaki son sınıf öğrencilerinin, standart vize belgelerine ek olarak, eğitime master ile devam etme niyetlerini gösterecek olan ALES sınav belgesi de getirmeleri tavsiye edilmektedir.

”Turizm bölümü haricindeki ” 2 Yıllık yüksek okul öğrencilerinin başvuruları genellikle vize reddi ile sonuçlanmaktadır. Anadolu Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümü 1. ve 2. sınıf öğrencileri, örgün öğretimde olduklarından programa kabul edilmektedir. Bunun dışındaki açık öğretim bölümleri programa kabul edilmemektedir. 2. Öğretimde okuyan öğrenciler programa standart koşullarla katılabilirler. Yurtdışındaki üniversitelerde okuyan Türk öğrenciler de programa standart koşullarla katılabilirler. Bu öğrencilerin vize başvurularını Türkiye’de yapmalarını tavsiye edilmektedir.

NERELERDE ÇALIŞILIR ?

İşte çalışabileceğiniz bazı iş alanları ve pozisyonlar :

Eğlence Parkları:

Her gün  binlerce insanın geldiği Amerikan turizminin en fazla tercih edilen mekanlarından olduğu için work and travel öğrencilerinin en çok tercih ettiği iş sahasıdır. Diğer ülkelerden gelen yüzlerce öğrenciyle tanışma ve arkadaşlık kurma imkanı sağlaması ve ziyaretçi sayısının çok olması nedeniyle iletişim imkanının bol olması, bu iş alanlarını work and travel öğrencileri için cazip kılmıştır. Eğlence parkları, alışveriş merkezleri ,mağazalar, yüzme havuzları ve su parkları, restoranlar, fotoğrafçı  gibi birçok işyerini de bünyesinde bulundurduğu için çok çeşitli pozisyonlarda iş imkanı sunmaktadır.

Ride operatorü, food ve servis elamanı, cankurtaran, animasyon, fotoğrafçı, garson, temizlik, stand görevlisi gibi pozisyonlar, work and travel öğrencilerinin çalıştığı alanlardır. Özellikle İngilizcesini geliştirmek isteyen öğrencilerin popüler iş türüdür.

Oteller:

Yaz sezonunun vazgeçilmezlerinden olduğu için work and travel öğrencilerinin en gözde iş alanlarından bir diğeridir. Resepsiyonist, housekeeping, belboy, bulaşıkçı, çamaşırhane sorumlusu, maintanence, garson gibi pozisyonlara İngilizce seviyenizle orantılı olarak yerleştirilebilirsiniz. İngilizce seviyesi çok iyi olmayan öğrencilerin genellikle tercih etmiş olduğu pozisyon housekeeping pozisyonudur. Öğrencilerimiz, İngilizce seviyesine göre diğer alanlara da yerleştirilebilmektedir.

Mağaza ve marketler:



Genellikle turistik bölgelerdeki  market ve mağazalar work and travel öğrencilerinin tercih ettiği iş türleri arasındadır. Kasiyer, reyon görevlisi, stand görevlisi ve temizlik elamanı gibi pozisyonlarda çalışabilirsiniz. Müşteri ilişkisi yoğun pozisyonlarda çalışmak isteyen öğrencilerin iyi düzeyde İngilizce bilmeleri gerekmektedir.

Yüzme Havuzları ve Aqua Parklar:

Yaz mevsiminin vazgeçilmezlerinden olan yüzme havuzları ve aqua parklar, work and travel öğrencileri için de İngilizcelerini geliştirebilecekleri ve çalışabilecekleri ideal çalışma alanlarındandır. Life guard veya attendant olarak çalışabilirsiniz. Bu pozisyonlarda çalışacak öğrencilerin açık alanda güneş altında beklemeye ve uzun süre ayakta durmaya  hazırlıklı olmaları gerekmektedir fakat kapalı aqua parklar ve yüzme havuzları da mevcut iş alanları arasındadır.Çok sayıda insanın uğrak mekanı olduğu için öğrencilere daha fazla iletişim imkanı sağlayarak İngilizcelerini geliştirme imkanı verir.

Restaurant , Cafe ve Fastfoodlar:

Her İngilizce seviyesine ve gidiş-dönüş tarihine hitap eden , work and travel öğrencilerinin sıklıkla tercih ettiği bir iş alanıdır. Kasiyer, servis elamanı, garson, temizlik ve mutfak personeli, aşçı yardımcısı, barmen gibi pozisyonlarda çalışabilirsiniz. Pozisyon seçiminde İngilizce seviyeniz çok önemlidir. İngilizce seviyesi iyi olan öğrenciler, garsonluk ve kasiyerlik gibi müşteri ilişkisi gerektiren pozisyonlarda; İngilizce seviyesi iyi olmayan öğrenciler ise temizlik ve mutfak personeli gibi pozisyonlarda çalışabilir. Pozisyonunuz her ne olursa olsun eğer isterseniz Amerikalı çalışan arkadaşlarınızla ve müşterilerle iletişim kurma imkanına sahip olduğunuz için İngilizcenizi geliştirebilir; diğer ülkelerden gelen öğrencilerle ve Amerikalılarla arkadaşlık kurabilirsiniz.

Alaska Balık Fabrikaları:

Alaska balık fabrikaları Work and Travel öğrencilerimizin tercih ettiği önemli iş alanlarındandır. Özellikle son yıllarda öğrencilerin talepleri Alaska konusunda oldukça artmıştır. Alaska yı tercih eden öğrencilerin ilk ve öncelikli amacı para kazanmaktır ve Alaska işlerinde öğrencilerin büyük bölümü tatmin olacakları düzeyde para kazanabilmektedirler. Alaska da fazla para kazanmanın en önemli etkeni saatlik ücretler değil  gün içerisinde ortalama 12 ila 18 saat arasında çalışma imkanı sağlaması ve fazla çalışılan saatlerin “overtime” dediğimiz ücretler üzerinden ödenmesidir. Alaska’ya gitmek isteyen öğrencilerimizin bilmesi gereken diğer önemli nokta ise; bu eyaletin sosyal açıdan ve İngilizce geliştirme konusunda kısıtlı imkanlara sahip olmasıdır.

Not:

• Bir işte ortalama 30-40 saat çalışabilirsiniz. Saat ücreti ise 7-9 dolar arasında değişebilir. Haftalık çalışma saatleri ve kazanabileceğiniz ücretler,iş yerindeki işlerin gidişatına; sizin kabiliyet,girişkenlik,performans ve dil becerinize göre  değişebilmektedir. İsterseniz birden fazla işte çalışarak kazancınızı artırabilirsiniz

• Çalıştığınız işin ve pozisyonun İngilizce seviyenize katkısı konusunda ise; müşteri ilişkileri fazla olan pozisyonlar daha fazla iletişim imkanı sunmasına karşın hangi pozisyonda çalışırsanız çalışın müşteriler ve çalışan arkadaşlarınızla iletişim kurma imkanına sahipsiniz ve İngilizcenizi geliştirebilmeniz tamamen sizin iletişim yeteneğinize bağlıdır.

ÇALIŞMA SAATLERİ ve GELİR

Programa katılan öğrenci çalışma saatlerini ilk olarak is sözleşmesinde belirler. Bu sözleşmede is vereni ile anlaşarak kendisi ve is vereni için uygun minimum bir oran belirler.

Bu genellikle haftada ise 35 – 40 saat olarak gerçekleşir.. Çalışma saatleri is verenin yoğunluğuna göre değişebilir. Örneğin sezonun yoğun olduğu dönemlerde bu is veren size ekstra çalışma saati verebilir fakat bu saatleri arttırmak sizin inisiyatifinize bırakılmıştır.

Eğer iş vereniniz size ekstra çalışma imkanı vermiyor fakat siz çalışmak istiyorsanız bunu ikinci bir işe girerek tamamlayabilirsiniz. İkinci iş de ilk işiniz gibi tamamı ile yasaldır.

Genel olarak Work and Travel öğrencileri saatte 6.5 – 8 USD arası kazanırlar. Buda ortalama olarak tek işte çalışan bir öğrencinin 3 aylık Work and Travel dönemi boyunca yaklaşık 4000 USD ciro yaptığını gösterir. Bu ücret ABD’de kalacağınız sürece ihtiyacınız olacak konaklama ve yaşam giderlerinizi karşılamaya fazlasıyla yetecektir.

Buna ek olarak, Work and Travel öğrencilerinin çoğu  ikinci işlerde çalışmakta, bu sayede birçok öğrenci toplam kazançlarını toplamda 7000 – 8000  USD seviyelerine çıkartabilmektedirler.

http://www.selimcangir.com/2011/04/work-and-travel-nedir/

1252
Çok şükür namaza yeniden başladım. Akşam namazını kıldım. Tesbih çekmeye başladım. Elhamdülillah...bu kelimeyi ya üç ya dördüncü söyleyişimdi. Tesbih çekerken alışkanlıktır bende secdeye bakarım hep. Yine aynı şekilde secdeye bakarken gerçekleşti bu olay. Gözlerim açıktı ve kesinlikle uyku halinde değildim. Secdede baktığım yerde birden kendimi gördüm. Yukarıdan bakınca mezarın içindeydim. Sonra birden kendim oldum. Bu arada tesbih çekmeye devam ediyordum. Elhamdülillah Elhamdülillah Elhamdülillah.... Tahtaları dizdiler. Üstüme toprak attılar. Tedirgin değildim gayet sakindim. Sadece ailemin üzüntüsü garip hissettirdi. Kalktım yerimden. Annemin yanına gittim. Ben burdayım dedim ama beni hiçbir şekilde ne hissediyor ne duyuyor ne de görüyordu. Sonra ailenin diğer üyelerin de yanına gittim. Ama onlar da hissetmedi, duymadı, görmedi. Sonra birini gördüm. Işık gibiydi ama bir silüetti eminim. Ancak tesbih bitmişti. Tesbih bittiğinde ise secde yeniden secde oluvermişti.....

Ş. KILIÇ

1253
26 mayıs 2009
19 36



İlginç bir şey yapmak üzereyim. En azından bana göre ilginç. Daha önce hiç tanımadığım  birini aramakla görevlendirildim. Ama içten içe aramayı bende istiyorum. Fakat ilk cümle ne olmalı?

Tanımadığım biriyle telefonda konuştuğum olmuştu aslında ama nedense bu konuşma farklıydı. Bu nedenle de ilk cümleyi bulmak zordu. Numarayı çevirmeye karar verdim. Her zamanki gibi dört kere çaldırdım. Açan olmadı ve kapattım. Demek ki görüşmememiz gerekiyor dedim kendime, vazgeçer gibi göründüm. Ama arayacağımı biliyordum, tekrar arayacağımdan emindim. Nitekim Yeşim'in kahve teklifini biraz erteleyip tekrar aldım telefonu elime. Numarayı özenle çevirdim. Gene çalıyordu ama bu sefer açılacağını hissettim. Her zaman konuştuğum bir arkadaşımla konuşuyormuş gibi rahat ve huzurluydum.

Zeynep : Alo!...

Aysun:    İyi günler Zeynep Hanım! Ben Aysun! Rahmetli eşinizin eski bir dostunun nişanlısıyım. Sanırım ismini söylediğimde sizde hatırlayacaksınız.

Zeynep : Kim?

Aysun   : Hüseyin Kaçın

Zeynep  : Tabi ki! Nasıl hatırlamam. Hiç unutmadım ki.

Aysun    : Kusura bakmayın Zeynep Hanım! Amacım size acınızı hatırlatmak değil. Aslında birazda çekinerek aradım sizi. Fakat Hüseyin Bey'le dün akşam ki sohbetimizde rahmetli eşinizi andık. Bende hem bir başsağlığı vermek, hem de eşiniz ve Hüseyin Bey arasındaki dostluğu bir de sizden dinlemek istedim. Eşinizle bizzat tanışmak maalesef kısmet olmadı. Ama kendisi bizim hayatımızda çok özel bir ana şahitlik etmiştir. Açayım isterseniz biraz. Hüseyin Bey'den ilk evlilik teklifi rahmetli eşiniz vasıtasıyla gelmişti bana. Bu nedenle sizi aramak istedim.

Zeynep : Bende aramanıza çok memnun oldum. Kadir'i unutturan değil hatırlatan olaylar beni daha çok mutlu ediyor. Kadir ve Hüseyin Bey arasındaki ilişkiyi bende tam olarak bilmiyorum. Onların ki çok farklı bir ilişkiydi. Bir dönem sürekli birliktelerdi. Öyle ki evde nereye baksam Hüseyin Bey'i görür olmuştum. Çok farklıydı. Sanırım bir psikolog olarak Kadir'e yardımcı olmaya çalışıyordu. Zaten Kadir bu ilişkiyi benimle pek paylaşmazdı. Hüseyin Bey'in size ettiği evlilik teklifine vesile olduğundan da haberim yoktu mesela.

Aysun:    Peki bu ilişki size nasıl yansıyordu?

Zeynep : Dediğim gibi Kadir pek anlatmazdı. Sadece farklı diyebiliyorum. Ama zamanla Kadir'in bu ilişkiyi istemediğini fark ettim.

Aysun:     Nasıl fark ettiniz?

Zeynep:   Hüseyin Bey aradığında oflayıp pofluyor ve telefonu kapatıyordu. O zaman müdahele etmem gerektiğini anladım.

Aysun : Evlenmeden gelmeyin cümlesi bu zamanda mı çıktı?

Zeynep : Çünkü Kadir de  rahatsız oluyordu. Ben de anlam veremiyordum. Aslında aralarındaki kuvvetli  dostluğu şimdi daha iyi anlıyorum. Şems ve Mevlana gibi.

Aysun : O dönemde sorun neydi sizce?

Zeynep : Bilmiyorum farklı geliyordu. Belki de o güne kadar hep yalancı dostluklara şahit olduğumuz için gerçeğini anlamakta  güçlük çektim. Ama diğer taraftan da düşünüyorum, bu kadar derin bir dostluk nasıl olur da biter. Çünkü bir ara hiç görüşmediler. Dedim ya sadece farklıydı diyebiliyorum.

Aysun : Anlıyorum. Değerli zamanınızı  ayırdığınız için çok teşekkür ederim Zeynep Hanım! En kısa zamanda yüz yüze de sohbet edebilmek dileğiyle diyorum.

Zeynep : Çok isterim. Sesinizden çok sıcak ve samimi bir elektrik aldım Aysun Hanım. Sizi Konya'da ağırlamak isterim.

Aysun : Neden olmasın. İnşallah bir gün Hüseyin Bey'le ziyaretinize geliriz. Bende sizi İstanbul'a beklerim. Hatta yolunuz düşerse Edirne'ye.

Zeynep : Kısmet bakalım. İnşallah. Bende çok isterim.

Aysun : En kısa zamanda görüşmek üzere öyleyse. Hasan ve Mina'yı benim için öpün lütfen. Tekrar teşekkürler. Hayırlı akşamlar.

Zeynep : Ben teşekkür ederim. Size de hayırlı akşamlar.

 ve konuşma biter. Üzerimde çok hoş bir rahatlık var. İyi ki aramışım diyorum kendime. Güzel bir tecrübe. Mutluyum.










Ah ulan Rıza.......
Bu mahallenin nesini beğenmedin de,
Öte yana taşındın?
Arasıra gıcıklaşırdın ama inan ki...
Benim en kral arkadaşımdın.
Ah Ulan Rıza....
Ben şimdi bu koca denizde tek başıma ne halt
ederim?
Senden ayrılacağımı sanma...
Birkaç güne kalmaz ben de gelirim.

https://www.youtube.com/watch?v=UVNdIWjqcF8










Ahmet Muhtar Büyükçınarın "Hayatım İbret Aynası" kitabından okumuş. Rica ettim, bana aktardığı olayı kitaptan (Kaynak yayınları, sf. 105-106) yazarak göndermiş. Aynen aktarıyorum:
?O sıralar ninemde bambaşka bir hal peyda olmuştu. Daha önce dedemle birlikte anamın kabrinin yanında iki mezar kazdırmışlar, ninem kendi mezarının baş tarafına bir adamın inebileceği kadar açık bıraktırmış, üzerine bir tabaka (yassı büyük taş) koydurmuştu.
Bir gün bir süpürge aldı, elimden tuttu, dondurucu soğua bakmadan mezarlığa gittik. Anamın mezarının başucunda birer Fatiha okuyup dua ettikten sonra, benim de yardımımla kendi mezarının üzerindeki tabakayı kaldırdı. Mezara inmeye başladı: ?nine ne yapıorsun? dedim. ?Yavrum elimi tut, bana biraz yardım et? dedi ve kenarlarına tutunarak mezara indi. Süpürgeyi istedi. ?Yavrum! benim asıl evim burasıdır. Yakında geleceğim? diyerek mezarı süpürdükten sonra süpürgeyi başının altına koydu. ?Ohh, ne güzel yermiş diyerek biraz yattı. O sırada ben de mezarın başında hayretle ninemi seyrederken ?Yoksa ninem yakında ölecek mi?? diye hüzünleniyor, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
Mezarlıktan eve dönünce ikinci bir garip olaya şahit oldum. Ninem sandığını açtı, daha önce kendi eliyle eğirdiği pamuk ipliğinden dokuttuğu, o güne kadar görmediğim kefeniyle, bir kalıp sabun ve bir lif çıkararak ?İşte benim kefenim, sabunum ve lifim. Ben ölünce kimseye eziyet olmasın diye bunları hazırladım. Dedikten sonra sözüne şöyle devam etti.
-Yavrum, ben ölünce sakın üzülüp ağlama. Ayrılığımız geçici olacak, öbür dünyada beraber olacağız. Annen Münevverin yayına gideceğim. Kim bilir ne kadar sevinecek?
Ninem, gözyaşları yanaklarını ıslatarak bunları söylerken, bütün dikkatimle onu dinliyor, için için ağlıyordum. O günden sonra bu mezar ziyareti birbirini izledi. Meğer bu mezara girip yatma sahnesini sık sık tekrarlaması, yakında öleceğine işaret etmek, ölümünü tabii karşılamamı bana telkin ederek beni ayrılığına hazırlamak içinmiş.?
İnsan bu örneği okuyunca, dünyada ne insanlar var demekten kendini alamıyor.

1254
Şiir / KURU EKMEĞİM - Hüseyin Kaçın
« : 04 Ağustos 2009, 08:34:38 ös »
KURU EKMEĞİM

      -özümün canına-

Kuru ekmeğimdin
Gözyaşlarımı katık ettim sana
Kimsesiz kaldığım zamanlarda
Hep
Hayata kalbini banarak yaşadım
Güneşi görmediğim zamanlarda
Hiç
Kimse sen olmadı bana

Göklere kör olmuş yüreklerde
Ağlayan çocuklar gördüğümde
Kalbimi iki elime alıp ben kırdım
Senin günahın olmasın gözlerimde

Ne güneşe ne aya ne de yıldıza
Yalnız sana taptım
Sevabın ben olacaktım
Kuru ekmeğim azığım
Hayata katık ettiğim de
Susuzluğum da
Açlığım da sana oldu


Kır kelebeğim
Kırılmış kanadım
Umutlarım
Kimsesiz dağ çiçeğim
Bahar kokum
Ben bir kuru yaprağım
Sana savrulmuş

Günahımda sevabımda
Sabrımda şükrüm de
Yolumu hep seninle buldum
Sokaklarda oynayan çocuklar kadar
Mutluyum


Kuru ekmeğim
Gözüm
Kalbim
Aşkım

05.07.09

17 50

1255
MATEMATİK BÖLÜMÜ


Bölümün amacı güçlü bir matematiksel alt yapı ile donanmış, uluslararası düzeyde bilimsel araştırmalar yapabilecek, kendine güvenen, yeni gelişmeleri takip edebilen, temel akademik matematiği ve matematiksel düşünceyi özümsemiş ve aldığı eğitimle gerek ülkemiz bilim hayatında gerekse toplum ve iş yaşamında saygın yerler edinecek ögrenciler yetiştirmektir.

Programdan mezun olacaklar diğer üniversitelerin Matematik Bölümlerinde veya ilgili olabilecek bir bölümde lisansüstü eğitim alarak akademik çalışma yapabilir, araştırma görevlisi olarak çalışabilirler. Ayrıca bankacılık, sigortacılık ve finans sektörlerinde; çesitli kuruluşların sistem analizi, bilgi-işlem ve Ar-Ge birimlerinde veya bilim, teknoloji, iş ve devletin ilgili alanlarında istihdam edilebilirler; Milli Eğitim Bakanlığının öngördüğü koşullarda orta eğitimde, özel lise ve dershanelerde öğretmen olarak çalışabilirler ve uzun vadede Üniversitemiz’in matematikçi ihtiyacını karşılayabilirler.

ENDÜSTRİ MÜHENDİSLİĞİ

Endüstri Mühendisliği, üretkenliğin, verimliliğin, uyumluluğun ve kalitenin artırılması ve sistemlerin, ürünlerin ve hizmetlerin yaşam çevrimleri boyunca sürekli iyileştirilmesi amacını güden bir mühendislik dalıdır. Bu bölümden mezun olan öğrenciler, planlamacı, tasarımcı, uygulamacı ve bütünleşik imalat ve servis sistemi yöneticisi olarak görev yapmaktadırlar.

Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü, 21.yüzyılın Türkiye�sinde imalat ve hizmet sektörlerinde üst düzey görev alabilecek yetkin elemanlar yetiştirmeyi ilke edinmiştir. Endüstri Mühendisliği Bölümü öğrencileri, matematik ve temel mühendislik bilimlerinin yanında, yöneylem araştırması, simülasyon, yönetim felsefesi, insan kaynakları yönetimi, finans, yatırım planlama, üretim yönetimi ve kalite kontrol konularında bilgilendirilmektedir. Öğrencilerimiz, yaz aylarında Türkiye ve Fransa�da yaptıkları stajlarla kuramsal bilgilerini uygulamalarla pekiştirmek olanağına sahip olmaktadırlar. Endüstri Mühendisliği Bölümü öğrencileri, sürekli olarak iyileştirilen bilgisayar olanakları ile ulaşılan üst düzeyde bilgisayar bilgisi yanında, Fransızca ve ikinci yabancı dil olarak da İngilizce�yi iyi derecede konuşma ve yazma olma özelliklerine sahiptirler. Öğrencilerimiz, üniversitemizde kurulmuş olan UNESCO Kürsüsü bünyesindeki Bilgisayar Bütünleşik İmalat (CIM) Laboratuvarı ve temel mühendislik bilimleri konularındaki deneyleri gerçekleştirmek için fizik, elektronik ve kimya laboratuvarlarından da yararlanmaktadırlar.


BİLGİSAYAR MÜHENDİSLİĞİ

Bilgisayar Mühendisliği Bölümü kuruluşundan bu yana Mühendislik ve Teknoloji Fakültesi`nin önemli bir yapı taşını oluşturmaktadır. Bölümün amacı, bilgisayar alanında üstün yetenekli genç kadroların yetiştirilmesine olanak sağlayacak kuramsal ve uygulamaya yönelik araştırmaların yapıldığı sürekli yenilenen bir eğitim ve öğretimı ortamı oluşturmaktır.
Bilgisayar Mühendisliği Bölümü`nde eğitim ve öğretim felsefesinin özü, gerekli kuramsal altyapıya sahip, alanında son teknolojilerden haberdar bilgisayar mühendisleri yetiştirmektir.

Bu nedenle, bilgisayar bilimlerinin teorik temel derslerinin yanı sıra piyasada çokca talep edilen uygulamalı dersleri kapsayan bölümün ders programı düzenli aralıklarla gözden geçirilerek, yenilikleri takip edecek şekilde geliştirilir. Türk öğretim üyeleri ile verimli bir işbirliği gerçekleştiren davetli yabancı öğretim üyelerinin düzenli devinimi bölümde yapıcı ve dinamik bir ortamı doğurmaktadır. Bölüm, gerek kadrosuyla gerek altyapısıyla, üniversitemizin diğer bölümlerinin bilgisayar derslerini karşılamaktadır.





1256
Psikoloji / Issız Adam niçin ağlatıyor?
« : 21 Haziran 2009, 10:37:37 ös »
Issız Adam niçin ağlatıyor?


Tüm arkadaşlarınız, gazeteler aynı filmden bahsedince ve buna bir de danışanların soruları, yorumları eklenince kısa sürede o filmi görmek gerekiyor.

Ben de öyle yaptım ve Issız Adam filmini izlemeye gittim. Önce sinema seyircisi olarak düşüncelerimi paylaşmalıyım.

Çok duru, abartısız, sıkmayan, büyük beklentilere sokmadan sinema izleme duygusunu doyuran bir film. Çağan Irmak, tıpkı Babam ve Oğlum filminde olduğu gibi hemen herkese "Ben bu öyküyü biliyorum, ama bu kadar güzel anlatamazdım," diye hissettirmeyi başarmış.

YAŞAMI ANLATMAK


Filmle ilgili hep aşk öyküsü ve bağlanma korkusu anlatıldı. Oysa film, bambaşka bir öyküyle başlıyor.
İstanbul'da bazı yozlaşmış ilişkiler ve onların verdiği tükenmişlik duygusu.

Birbirini tanımadan, anlamadan kurulan cinsel ilişkiler...

İnternetten tanışılan evli çiftlerle, geçerken uğranan birileriyle kurulan cinsellikler... Duygu olmadan, insani hiçbir ilişki kurulmadan sadece cinsellikle yaşanan birliktelikler... Bu tür yaşamları anlamaya çalışmak gerek. Tüm bunları ne bağlanmaktan kaçınmakla açıklamak mümkün ne de modern dünyanın düzeniyle... Biraz daha derine, yaşayanların kendilerine, ailelerine, öğretilerine, sorunlarına, beklentilerine ya da beklentisizliklerine gitmek gerekiyor. Mutluluk arama adına daha mutsuz olmaya giden bu yolu tanımaya çalışmak, çözümleri de beraberinde getirebilir.

NİÇİN AĞLANIYOR?


Kimler ağladı filmde? Bu sorunun somut yanıtları var. Çoğunluğu kadın olmakla birlikte, filmde ağladığını söyleyen erkekler de var.

Ortak nokta, ağlamanın ayrılıktan sonra başladığı ve ayrılıkla yaşananlarla arttığı.

Onların ağlamalarına eşlik etmenin yanı sıra çoğunluk yaşadığı bir aşkı anımsadı galiba.

Hele sonu ayrılıkla bitmiş bir aşk öyküsü olanlar, kahramanların gözyaşlarında kendilerinin eski gözyaşlarını ve acılarını buluyorlar. Benim asıl merak ettiğim kaç kişi, kahramanların durumuna ağladı? Çözebilecekleri bir sorunu çözmek yerine vazgeçmelerine... Yıllar sonra karşılaştıklarında "Biz ne yaptık?" pişmanlığı yerine, "Hâlâ seviyorum ama çaresizim," şeklindeki yanlış düşünce ile kendilerine acımalarına kaç kişinin ağladığını merak ediyorum.

Filmdeki anne niçin ağlıyordu? Eğer oğlu kendisine ait olsa, ona bağımlı olsa bir başka kadına bu kadar kolay verir miydi? Yoksa oğlunun yakın olduğu kadını sahiplenerek, onun üstünden oğluna mı ulaşmaya çalışıyordu? Ya da kadın kahramanın evlendiği ve çocuk sahibi olduğu adama ağlayan oldu mu? Filmden ağlayarak çıkan kadınların birçoğu "Ben de terk edilmiştim, ama biliyordum, beni sevdiği halde bağlanma korkusundan gitmişti," diye düşünüyordu. Bu düşünce kızgınlığınızı, "Demek hâlâ acı çekiyor, oh olsun," duygusu dile getirebilir. Çoğu terk edip giden, aslında bu duyguyu yaşamasa, hatta sizi çoktan unutmuş olsa da böyle düşünmek sizi rahatlatıyorsa, bir zararı yok. Sadece her zaman olmayacağını bilin yeter.
Ama bu duygu ile filmden çıkıp, sizden ayrılan eski sevgilinizi aramayın.

Alacağınız yanıt, çok acıtıcı olabilir. Ayrılma aşamasında yapılacakları yaptıysanız, karşınızdakiyle ilgili değil, kendinizle ilgili yanlışları bulmaya ve çözmeye çalıştıysanız, buna rağmen gittiyse bitmiş demektir. Bir sonraki ilişkide benzer sorunları yaşamamak için neler yapılması gerektiğini düşünme zamanıdır. Bu arada filmin sonunda her iki tarafın aşkının devam etmesine karşın, kadının evlenip, çocuk sahibi olması, kadınların sorunları daha çabuk ve iyi çözdüklerinin bir göstergesi olarak mı verilmişti, yoksa 'Kimi severlerse sevsinler, belli yaşa gelmeden evlenip, çocuk sahibi olmak isterler,' şeklinde bir eleştiri miydi, anlamadım! Yanlarında kadın arkadaşlarıyla gelmiş ve çıkışta onun ağlamasına biraz gülerek bakarak, kendi yaşlarını saklamaya çalışan erkeklere de bir hatırlatma: Tüm insanlar yanlış yaptıklarında, canları yandığında ağlayabilir. Buna erkekler de dahildir. Ve "Bak, ben o adamlardan değilim, yanındayım," bakışıyla bakan erkekler düşünmeli ki yanlarında durmak isteyen biri olmadığı zaman, kimsenin yanında olamazlar.

Sevin, âşık olun ve sağlıklı sevgiler yaşayın.

Yanlış ilişkiler yaşıyorsanız, bağlanamıyorsanız, "Bunun sorumlusu çağımız," diyerek geçmeyin.

Kendinizi çözmeye çalışın. En azından bir sonraki sefer doğru sevgiyi bulma ve yaşatma şansınız olur. Ve Issız Adam'ı izlemeye gidin.

Ağlamaya gitmeyin, canınız ağlamak istiyorsa ağlayacak çok şey bulunabilir.


Prof. Dr. Bengi SEMERCİ


1257
Psikoloji / GERÇEKLİK TERAPİSİ
« : 20 Haziran 2009, 12:44:23 ös »
GERÇEKLİK TERAPİSİ

Bu terapi William Glasser tarafından ortaya atılmıştır. Glasser terapide, danışanların şimdiki zamanda kalmalarını sağlayarak, kendi davranışlarından sorumlu oldukları bilincini ve farkındalığını kazandırmayı hedeflemiştir. Böylece danışanlar değişmeleri gerektiğini görecek ve kendi yaşamlarının kontrolünü kendileri sağlamaya başlayacaktır.
Gerçeklik terapisi, sorumlu davranışın temelinde gerçeği kabullenmenin önemli olduğunu vurgulamaktadır. Sorumlu bir biçimde davranmak, insanların sevgi ve değerli olma gereksinimlerini karşılamasına yardımcı olur ve böylece başarılı kimliğe ulaşılır. Başarılı kimliğin zıttı, başarısız kimliktir. Başarısız kimlikler; gerçeği inkar etmenin veya göz ardı etmenin, sorumsuz davranışın, işle ve insanlarla ilgili olarak anlamlı ilişkiler kuramamanın sonucunda oluşur. Şu andaki Batı toplumu, ekonomik amaçların gerçekleşmesini amaçlayan bir kimlik toplumudur. Kimlik toplumu olmanın da çeşitli sonuçları ortaya çıkmaktadır. Ebeveynler ve okullar çocuklarla ilgilenmeli, onlara nasıl sorumlu biçimde davranacaklarını öğretmeli ve onların sevgi ve değerli olma gereksinimlerini karşılamalıdırlar.
Gerçeklik terapisinin temel sayıtlısı; insanlar çevrelerini ve kendilerini kontrol etme gücüne sahiptirler, bu nedenle kendi davranışlarının sorumluluğunu alabilmelidirler. Davranışları bireye doyum sağlamıyorsa davranışlar değişmeli, yeni davranışlar kazanılmalıdır. Gerçeklik terapisinin ilkeleri, günlük yaşamda başarılı kimlik kazanmaya çalışan insanlar kadar, ciddi duygusal ve davranışsal problemi olanlarla da ilgilidir.
Kontrol Kuramı
Gerçeklik terapisinin temel görüşü kontrol kuramına dayalıdır. Kontrol kuramının temel sayıtlısı şudur: insan kendisini ve çevresini kontrol edebilir, bu nedenle davranışlarından kendisi sorumlu olmalı ve yaşamının kontrolünü kendi eline almalıdır. Kontrol kuramı insan davranışının dış güçlerden değil de, amaçlı olarak bireyin kendisinden kaynaklandığı ve kontrol edildiği mantığına dayanmaktadır. Dış etkenler bireyin kararları üzerinde etkilidir, ancak birey nasıl davranacağına kendisi karar verir.


Bireyin davranışları temel ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Glasser 4 temel psikolojik ihtiyaçtan söz eder. Bunlar:
Ait olma ,
Güçlü olma,
Özgür (bağımsız) olma,
Eğlenme.
Kontrol kuramına göre insan beyni, bireyin istediği şeyleri elde etmesine yardım eden bir kontrol sistemi olarak işlev görür. Psikolojik ihtiyaçlar engellendiğinde bireyler yaşamdan doyum sağlayamaz ve davranışları sağlıklı ve dengeli olmaz.
Gerçeklik terapisinin dayandığı temel görüşe göre; psikolojik sorunu olan bireyler, ihtiyaçlarına doyum sağlayabilmek için çevrelerini ve dünyayı kontrol etmede ve değiştirmede başarısız olmaktadırlar. O halde çevrelerini daha etkili bir şekilde kullanabilmeleri için ve ihtiyaçlarına doyum sağlamada daha başarılı olabilmeleri için danışanlara yardım edilmelidir.
Glasser, bireyin seçtiği olumsuz davranışların nedenini, istenilen şey ile sahip olunan şey arasındaki farkı kapatma çabasının sonucu olarak görmektedir.

Gerçeklik Terapisinin Temel Kavramları
Kimlik:
Bireyin diğer insanlardan farklı ve özel olduğunu yani ayrı bir birey olduğunu hissetme ihtiyacıdır. Gerçeklik terapisi, hangi kültürden olursa olsun tüm insanların tek bir temel gereksiniminin olduğunu iddia etmektedir. Bu “kimlik” gereksinimidir. Glasser’e göre 1950’li yıllarda, Batı dünyasında, hayatta kalma toplumu olmaktan kimlik toplumu olmaya doğru bir değişim yaşanmıştır.
Başarılı kimlik gereksinimi, sağlıklılık veya gelişme gücü olarak ele alınmaktadır. Bu nedenle gerçeklik terapisinde insanların doğasının sosyalliğe dayandığı görüşü yer almaktadır. Ancak insanlar başarılı kimlikler kadar başarısız kimliklere de sahip olabilirler.




Katılım:
İnsanoğlu geçmişinden bu yana diğer insanlarla ve dostlarıyla birlikte olma ve başkalarına katılma ihtiyacı hissetmiştir. Glasser’e göre insanın başarılı bir kimliğe sahip olması için sevmeye ve sevilmeye ihtiyacı vardır.
Glasser’e göre katılım gereksinimi, insanların sinir sistemine yerleşmiştir. Sinir sisteminde insanın başkalarına katılması için onu cesaretlendiren bir acı söz konusudur. Bu acı insanları katılmaya yönlendirir.
Sorumluluk:
İnsanların ihtiyaçlarına doyum sağlayan temel davranışlardır. Sorumlu insanlar; yaşamdan ne beklediklerini bilen, ihtiyaçlarını karşılamak ve hedeflerine ulaşmak için gerçekçi planlar yapan insanlardır.
Sevgi ve değer gereksinimlerini karşılamada yetersizlik, sorumsuzluk olarak tanımlanmaktadır. Böylece sorumluluk, bir araya geldiklerinde başarılı kimliği oluşturan, sevgi ve değere sahip olmaktır. Öte yandan, sorumsuz davranış, bir araya geldiklerinde başarısız kimliği oluşturan, yalnızlık ve acıya neden olur.
Bazı ruhsal rahatsızlıkların nedeni biyokimyasal bozukluklar ve beyin hasarı olmakla beraber, pek çoğunun nedeninin en iyi açıklaması sorumsuzluktur.
Sevgi ve değerli olma:
Hayatta kalma toplumunda başarının anahtarı güvenlik iken, yeni kimlik toplumunda başarılı kimliğin sevgi ve değerli olmaya dayalıdır. Glasser, iki temel gereksinimin olduğunu vurgulamaktadır: Sevme ve sevilme gereksinimi, kendimizin ve başkalarının değerli olduğunu hissetme gereksinimi. Sevme ve sevilme gereksinimi, özen gösteren ve saygı duyan insanlarla ilişki kurmak, onlarla bir katılım içinde olmak demektir. Kendini değerli hissetmek için, insanlar kendilerinin değerli olduklarına katkıda bulunacak bir iş yapmak, başkalarının da bunu yapmasına yardımcı olmak durumundadırlar.
Başarılı kimlik için alt amaçlar olan sevgi ve değerin karşılanmasında başarısızlığa uğramanın sonucu; yalnızlık, acı ve başarısız kimliktir. Glasser, yaşadığımız bu kimlik toplumunda, pek çok kimse sevgi ve değeri öğrenemediğinden yalnızlık ve başarısızlıkların gözlendiğini ifade etmektedir.




Glasser’in gerçeklik terapisinde yer alan dörtlü zincir:


Gerçekle yüz yüze gelmek

Gerçeği inkâr etmek

Sorumsuz davranış

Sorumlu davranış





1258
Psikoloji / Çocuğumu nasıl bir okula yazdırayım?
« : 11 Haziran 2009, 09:33:42 öö »
Çocuğumu nasıl bir okula yazdırayım?

 İlkokula çocuğu başlayacak olan velilerin bu ara en büyük problemi bu. 14 yıldır bir anaokulu işlettiğim için bana şu an velilerimin en çok sorduğu soru, çocuğumu hangi okula vereyim?

 Devlet okuluna vereceklerin yeni sistemde seçeneği yok zaten, devlet tarafından yerleştiriliyorsunuz.

 Özel okula verecekseniz; çocuğunuzun nasıl olduğu artık bellidir, derslere çalışacak mı, sosyal tarafı mı daha gelişmiş, bunlar artık üç aşşağı beş yukarı kendini belli etmiştir. Ancak objektif olun. Genelde anne babalar bazı durumların farkında olsalar bile görmezden gelirler ve kendi çocuklarını zorlarlar. Bu da ilerki yıllarda sırf ders yüzünden ararlarında kötü bir ilişki olmasına neden olur.

 

 Çocuğunuz ders çalışmayı sevmiyorsa onu göz göre göre derslerin ağır işlendiği bir okula yollamanın manası yok. Bu durumda hem çocuğunuz hem siz üzülürsünüz. Sosyal aktivitesi daha fazla olan bir okula yollamanızda fayda var bu durumda.

 

 Ancak benim gördüğüm, anne babalar kendi hırslarını çocukları üzerinden tatmin etmeye başladıkları noktada o çocukların mutsuz olduğu.

 Okul kesinlikle önemli, okumak da. Sakın yanlış anlaşılmasın. Bunun sonuna kadar arkasındayım. Ancak çocuklarımızın dünyasını karartma bahasına değil. Önce mutlu çocuklar olsunlar. Tabi bu da onlara herşeyi sunmakla olmuyor. Onlara zaman ayırmalıyız. En önemlisi de bağırsanız bile sizin ona olan  sevgisinden şüphe etmemeli çocuk.

 

 Çocuğun sosyal olması en az ders başarısı kadar önemli. Ben nice okul birincileri ancak sosyal olmayan insan gördüm hayatta bir yere gelememiş.

 Çocuğunuzun tesbitini yapın ve ona uygun olan en iyi okulu seçmeye çalışın. Biliyorum zor bir karar. Sistemimiz de bunu iyice zorlaştırıyor.

 Okul seçen tüm velilere sabır diliyorum, hepinize kolay gelsin.

Aylin KOTİL

1259
Genel Tartışma / GİZLİ BULUŞMALAR
« : 08 Haziran 2009, 05:42:04 öö »
Selim ger gün kullandığı kral yolundan geçerken iken mahallede bulunan eski bir mescit ile yeni yapılan bir cami (bir birlerine yakınlar) yeraltından bir koridor ile birbirlerine bağlamış olarak görür. Aslında koridor eski mescidin koridoruna benziyor fakat daha uzun gibi duruyor ve söylentilere göre koridorun sonundan yeni yapılan camiye giriliyor. Sanırım ilkokul ikinci veya üçüncü sınıfta olduğu vakitle eşdeğer yaştadır bu esnada. Bu koridorun bir kapısı ortaokul zamanında kaldığı yurda çıkıyor. Eline nereden sıkıştırıldığını bilmediği kirli çamaşırlar var. Biri ona bu rolü vermiş gibi oynamaya başlıyor.  Bu koridor oldukça kalabalık, insanların kimisi camide namaz kılmak için telaş içinde kimisi de yurtta verilecek seminer hazırlıkları için telaşlanıyor. Selim’in görevi ise elindeki kirli çamaşırları temizlemek diye ilham olunmuş ve onları yıkayabileceği bir yer arıyor. Selim kaybolmuş gibi etrafta dolanırken aslında aynı zamanda hedefine yönelik hareket etmektedir. Çamaşırhaneye giden bodrum katını kullanmak istiyor fakat çamaşırhaneye ulaşmak için önce yemekhaneden de geçmesi gerekmektedir. Kimse yemek haneye bu saatte girmesin diye bir kişi katın merdivenlerinin sonunda beklemektedir, bekleyen kişi Selim’in arkadaşıdır. Selim arkadaşına samimiyetin verdiği rahatlıkla yaklaşır ve
-   Çamaşırhaneye gideceğim, şunları yıkamam lazım der.
-   Bu taraftan gitme, bak yukarıda eski bir koridor var oradaki ilk kapıdan git der.
Selim önce arkadaşının kendisine koyduğu bu kurala kızıyor. Fakat bu kadar telaşlı dolaşan insanların içinde arkadaşının onu sorgulamamasına da seviniyor. Arkadaşı “ne işin var şimdi çamaşırlarla git seminere hazırlık yap“ da diyebilirdi. Bodrum katın merdivenlerinden geri yukarıya çıkıyor. Zemin katın üstündeki ilk katın merdivenlerini çıkınca eski bir kapı gözüküyor. Kahve renkli kapının üstüne sanki hiç boya çalınmamış, orijinal tahta renginin üstüne geçen yıllar yıpranma izleri bırakmış.
Kapıyı aralıyor fakat içerisi görülemeyecek kadar karanlık, bu karanlıktan içine sızan ürpertiye rağmen içeriye doğru adımını atıyor. Odanın zeminde tahtadan olduğu için hafif bir gıcırtı sesi içeride yankılanıyor. Bu yankının netliğine bakılırsa burası terkedilmiş bir oda olmalı. Dış kapı aralıklı olmasına rağmen dışarıdaki beyaz ışık içeriye beyaz olarak değil loş bir ışık renginde sızıyor. Bu görememenin verdiği korku ile diğer duyu organlarına dağılan yeti artıyor. Burnuna tanıdık kokular, yıllardır yıkanmamış eski halı kokusu, tahtaların üstüne yapışmış toprak kokusu geliyor. Yavaşça kokulara yaklaşıyor hem zihninde hem de fiziken. Kokuların kaynağını arayan bir canlı gibi usulca nesnelere yaklaşıyor. Yaklaştıkça tanıdıklaşan bu kokular üzerine Selim’deki korku yerini, vücudunu harekete geçiren merak duygusuna bırakıyor. Adım attıkça gıcırdayan tahta sesleri anıları içinde anlam buluyor ve hafızasında kontrol edebileceği, hatırlıya bileceği bir yakınlık oluşturuyor. Tam ileriye doğru bir adım daha attığında vücudundan önde giden eli bir kapıya değiyor ve ayağının altındaki zemin de titremeye başlıyor. Birden heyecanlanıyor ve olduğu yerde duruyor, sanki derin bir nefes alsa verse her şey kibritten yapılan bir iskeleye üflendiğinde dağılır gibi yıkılacak. Onu bu kadar ürküten fiziksel olayların hassaslığı mıdır yoksa birden hafızasında netleşen bu mekâna ait bazı anılar mıdır emin değiliz. Fakat bu korku ve duraksama aynı zamanda zihindeki hatıraların sıra sıra gelişi odanın içinde hafif bir loşlukta ışık doğurur. Çok kapalı bir tonda ateş renginden daha kapalı ve az yayılan bir ışık ile oda aydınlanmaya başlar. Yıpranmış eski resimlerin bir senaryoya uyarlanıp anılarla ilgili bir filme de işlendiğinde kişide uyandıran his gibi, bir his kaplıyor Selim’i. Kendi kendine konuşmaya başlıyor bu hissin ışığında;
—anılarım içinden ben mi seçiyorum bunları, keşke böyle bir yeteneğimiz olsaydı da ben de bilincimin bulanık kalan kısmına bir kez dokunabilseydim. Dün günün geç saatlerine kadar kitap okuma keyfi içindeyken birden (nesne ilişkileri teorisinde) nefret ettiklerim ve kıskandıklarımın ne kadar fazla olduğunu düşünüyordum. Aynı zamanda somatik yakınmalarımın sebebini bu nefretlerimi ve kıskançlıklarımı bastırmaktan kaynaklandığını söylüyordum kendime. Şu halime bak anılarım içinde bir sanatçı varmış da ben göremiyormuşum.“
Selim’in kendi kendine konuşmasına göre hala kendi içindeki analizi bitmemişti. Fakat bu sefer yücelttiği şeylerin vesile ile beslediği iyiler ve kötüler kaynaşacaktır.
   İlk önce kokunun tanıdıklığı sonra odanın zemini içindeki tahtanın gıcırtı seslerinin ve ardından bu karanlık oda içindeki bir kapıya daha dokunuşu ile canlanan tene ait hisleri, geriye kalan görme duyusunun aydınlığına yavaş yavaş hizmet ediyorlardı. Selim’in dört duyu organı da kendi serbestlikleri içinde yadsınan anıların tekrar aydınlanabilmesi için sembolik olarak Selim’in gözlerini aydınlatmaya çalışıyorlar. Selim kapıya bu sefer kuvvetlice dokunur ve ayakları altında titreyen tahtaların gıcırtısından bu sefer ürkmez. Oda biraz daha aydınlanmaya başlar. Bu sefer daha da tanıdıklaşan odanın içinde rahatça derin bir nefes alır ve az önce ki korkusuna karşılık nefesini rahatça bırakır. Tam karşısındaki duvara aslı duran, kırmız renklerin daha baskın olduğu ve mavi desenlerle işlenmiş bir halıyı görür.
-   Bu bizim evdeki halı.
Evlerindeki halının bu duvar ne işi olduğunu bilmiyor bununla beraber onun bu duvarda olması ona bir rahatlık veriyor. Kapı iyice aralandığında hemen karşısında uzun zamandır bakılmamış bir bahçeye yansıyan ay ışığı var. Hafif bir rüzgârla kapı tekrar kapanıyor. Kapıyı daha bir merakla araladığında bu sefer bir eli kapının tokmağında diğer eli ile odanın içine uzattığı bedenini dengeliyor. Aşağıya baktığında odanın zemini tahrip olmuş ve ahır görünür hala gelmiş..
—bu odayı da biliyorum evet bu ahırda eskiden inekler, tosunlar vardı. Şimdi ise bomboş kalmış, içinde sarı samanların kurumuş, renkleri solmuş, neredeyse toprak olmuş artıkları kalmış.
Kendi ile konuşmasının ardından oda biraz daha aydınlanır. Selim ellerine baktığında kirli çamaşırları göremeyince pek de şaşırmaz, artık içinde bu odaları keşfetme tutkusu belirmiştir. Evin içi düşük voltajlı bir sarı ampulün loşluğuna ulaşır.
—   Bu evi tanıyorum henüz ben sekiz aylık iken bu evde kırk gün kalmışım. Daha sonraları hemen hemen her seneye yaz aylarında gelirdik. Ananem vefat edince bu evi yıkmışlardı. Dede yadigârı bu ahşap ev ananemin evi. Dedem kendi elleri ile inşa etmiş bu evi ananemde onun anısına ara sıra restore etmiş fakat yıkıp yenisini yapmak istememiş. Sanırım teyzemler yıktırmıştı bu evi ve yerine tuğlalardan bir katlı ev yaptıracaklardı. Beni en çok etkileyen doğa ile olan bu evin kendi doğasında da kuralları olması ve büyük tavanıydı sanrım. İstanbul gibi bir şehrin içinde beton duvarlarının hâkimiyetinin bol olduğu bir semtten geldiğimiz için bu evin gerek kurallarının gerek mimarisinin eski insanların doğallığına has olması bende hep bu evde gizemli bir şeyler varmış gibi bir his uyandırıyordu. Şehirdeki evimizde misafir odasının yasaklığı burada yiyecek odasında vardı. İçinde ceviz, un, buğday, tarhana, bal, bisküvi, gibi hemen hemen temel gıda odası olan ve buzdolabı bulunmayan bu odaya girmemiz teyzelerimin anlattıkları iyi saatte olsunlar hikâyeleri ile yasaklanmıştı. Bazı zamanlar çocuk inadı sebebi ile yemediğimiz yemeklerden sonra geceleri uyuyamaz o daya girmeye çalışırdık, kuzenlerle.
Bu gizli odadan hala korkuyor olma ki selim o tarafa doğru fazla bakmıyor. Göz ucu ile hatırladıklarını sayıklıyor. Dış kapı meğer bir zaman tünelinden geriye doğru açılan bir kapıymış. Selim’i koridorun tam ortasına götürmüş. Evin merkezinde duruyor ve etrafına bakınırken bu evin asla yok olmayacağını anıları içinde her zaman var olacağını düşünüyor. Bundan sonra dileği zaman bu hatıraların içinde gezinebilir. Bütün bu kendinden emin duygularına rağmen ayrılmak için hareket ettiğinde ayaklarının ağırlaştığını hisseder. Gözyaşları hiç bu kadar ilham gibi birden ve dürtüselce süzülür müydü? Tesadüfî olarak bu anıların içinde kaybettiği kendini bulmuşken sevineceğine her ruhuna sirayet eden bu hüzün nedendir. Mutluluğun verdiği hafifliğin, güvenin yerine birden bire boğazına düğümlenen bir hüzün geçiyor. Selimin dokunduğu nesneler eğer canlanıp ona dokunsa idiler hıçkırmak daha kolay olacak, sanırım. Kimse yoktu odaların içinde, selim kendi dünyasının merkezinde ve bu evin içinde merkezde bulunan koridor da tek başına ayakta duruyor. İnsanlar neredeydi, hiç kimse yoktu, ne teyzeleri ne kuzenleri. Bu odaların içindeki bütün anıların içinde onlarda vardı. Ötekiler nerede? Nesnelerin seslerinin, kokularının, dokunması ile hissettiği o duyuların vesile ise gördükleri gerçek miydi yoksa algılamak istediğini hâlâ yadsıyor muydu?
-   ya oda içinde birileri varda ben onları yadsıdıysam tıpkı onların beni görmezlikten geldikleri gibi. Hayır, bu imkânsız bu kadar da çaresiz olamam sanırım. Belki de histerik bir sevgi-ilgi açlığı yaşıyor veya şizofrenik bir yalnızlık dünyasında kendimi parçalamaya devam ediyorum.
Yürümeye kalkışıyor ama sanki birileri ayaklarından tutuyor, bir ağırlık var sırtında dizleri bükülüyor. Havanın yoğunluğu artmış her yer nemlenmiş, elbiseler vücuduna yapışmaya başlıyor. Nefes alması zorlaşıyor, bu daralma hissinden kurtulmak için yavaşça geriye doğru bir adım atıyor. Geriye doğru giderken anılarına bakıyor sanki güzel bir tablonun içinde kendisini görüyor. Bir adım daha geriye doğru gidince sırtı bir yere çarpıyor. Eliyle yokladığında bunun bir divan olduğunu anlıyor.
-   Evet, tam burada bir divan vardı. Onu nasıl göremedim. Bu ananemin yattığı divan.
Oldukça büyük olan divanda genelde ananesi yatıyordu. Geçmişte bu divanda Selim ve iki kuzeni birlikte yatabiliyorlardı. Bazı zamanlarda Selim ananesinin yanına yatmak için ısrar ediyordu. Onun ısrarı yatarken ananesinin hikâyelerini dinlemek ve anane hikâyeleri anlatırken yaptığı taklitlerde değişen yüz mimiklerini seyredebilmek.
-   O beni severken, saçlarımı okşarken ben ondan hikâye anlatmasını isterdim, o da tabi yavrum der başlardı eskilerin meşhur hikâyelerini anlatmaya. Yaşlılığın verdiği kısık ve titrek sesine yüz hatlarındaki çizgiler eşlik ederdi. Sanki o değil yüzündeki parçalar konuşurdu. Onları izlemek televizyon izlemekten daha keyifli gelirdi. Bir müddet sonra uyku ağırlaşır gözlerim kapanır ve sesi ile uyumayı sürdürürdüm. Keşke biraz vaktim daha olsa da bu divana yatabilsem.
Selim gitmesi gerektiğine inanıyordu. İri yorganın üstüne eline uzattığında şaşırdı kaldı. Yorgan hala sıcacıktı. Yorganın içindeki yün miktarından dır diye düşünecekken beyaz kılıflı yorganın nefes alış verişindeki yavaşlıkla hareket ettiğini gördü.
-   Hayret onca ses yapmam rağmen bu dev divanda yatan kişi nasıl olurda uyanmamıştı. Kaç tane kapı açtım kaç kapıyı gürültülü bir şekilde kapattım. Bazen yüksek sesle kendimle konuştum, bazen ağladım hıçkırık sessizliğinde ama duymamış demek ki. Şaşılacak bir şey kim olsa uyanırdı bu kadar gürültüye.
Çıkardığı sesler sanki sembolik olarak ortaya atılmış bir iç seslerden kaynaklanan davranışlardı aslında. Selim odaya girdiğinden beri sessiz ve hep sükûnet içinde etrafı seyretmiş bazen fısıltı niteliğinde sesler çıkartmıştı. Korku ve yalnızlığının yanılgısında o kadar seslere odaklanmış olmalı ki burada yatan kişinin onu duymadığını düşünüyordu.
-   Koyunyünlerinin bolca kullanıldığı bu yorgan sanırım ona pek sıcak gelmiş olma. Bir kuzunun annesinin sıcaklığında uyuması gibi hiç rahatsız olmadı.
Bir adım daha geriye gidiyor Selim, yatan kişiden korkacağına nedense bir merak var içinde. Onun kim olduğunu öğrenmek istiyor ama karanlık ve loş ışık buna şimdilik izin vermiyor. Işık duvara yansıyor ve duvardaki kırmızı halı sanki ışığı emiyor ememediklerini yatan kişinin yüzüne yansıtıyordu.
-   Ağzı bir miktar açık kalmış der tebessümle, sanırım normal hayatında pek konuşamayan bu kişi rüya esnasında sönen savunmaları vesilesi ile tüm gece ağzını açık tutarak hayatın sıkıcılığına karşılık rahat bir nefes alma ortamı yaratıyor. Burnu da tıkanmış olabilir.
Birden yatan kişinin başındaki beyaz başörtüsünü görünce kadın olduğuna kanaat getirir. Fakat yüzü hala net değildir. Yavaşça belirmesine rağmen sabırsızlık içinde geriye doğru bir adım daha atar. Selim’in vücudu yatan kadının yüz hizasından bir adım daha geridedir. Ayaklarındaki ağırlı birden çözülüverir. Aniden gelen bunaltı hissi ile daralan kalbi aniden ferahlar ve hafifler. Evin içindeki loş ışık biraz daha net olarak kadının yüzünü aydınlatır. Sanki birisi elinde bir mum ile kadının başucunda durmuş gibi yüzü görülür olur. Artık ışığın her damlası kadının o güzel yüzüne ve Selim’in çocuk bedenine yansır. Bu aydınlıkla Selim bedenine hâkim olamaz kadın onu kendisine doğru çekiyordur, sanki onun koşulsuzca yayılan sevgisidir bu aydınlığı ve çekimi doğuran. İki-üç yarım adımı koşarcasına gidiyor. Elleri ile omzunu dürtüyor. Divanın üstüne hiç düşünmeden zıplamasına rağmen hala uyanmamıştır. Dürtüldükçe uyanan sadece divandaki kadın değil Selimde bir umuda doğru uyanmakta içinde gizli kalmış yanlarını açığa çıkartmanın mutluluğunu yaşamaktadır.
-   Sanki yıllardı bu divanda beni bekliyormuş gibi uyuyor. Bu hatıralarımın içinde nasıl olurda unuturum onu. Doğrusu unutan ben değilim galiba. Ama bu bir yüzleşme ise şimdi olmalı.
Son bir kez daha seslice bağırıyor.
—anne! Uyan anne! Selim ‘in annesi divanda donuk donuk bakıyor. Uyanmasına mı sevinmeli cevapsız bakışlarına mı sevinmeli. Selim hiç bir şey söylemiyor o da annesinin yeni narkozdan çıkmış gibi baygın, anlamsız, donuk bakışlarına cevaben tebessüm ediyor. Selim annesinden kendisini yeniden dirilte bilecek bir cümle istiyor. Donuk bakışlarından sıyrılmaya başlayan annesinin gözleri hareket ediyor artık ama sanki Selim’in şimdiye kadar hissettikleri annesine ilham oluyor. Annesine bir meleği izler gibi bakan Selim bekliyor… bu sefer ilk cümle anneden çıkıyor
— oğlum, sen neden geldin buraya diyor ama devam edemiyor. Selim duymak istediklerini yine duyamayacak olmanın karamsarlığı ile divandan ayrılmaya yeltenirken, annesi tekrar konuşur ve ellerinden tutarak Selim’i kendisine çeker
—   Dur oğlum, inan bana seni bir daha terk etmeyeceğim. Bundan sonra hep birlikte olabileceğiz, korkma yalnız değilsin. Diyor annesi. Bunlar selim in istediklerinden fazla cümleler ve kelimelerin anne tarafından sarf edilişi selim’in dileğinden daha fazla duygu yüklüdür. Selim başını annesinin göğsüne yaslamış gözyaşlarını artık annesinin kalbine dökmüştür. Annesinin bu olgun ve Selim’e onu anladığını hissettiren kendinden emin ses tonu ile kurduğu iki cümle bastırılan yalnızlıkla parçalanmış kalbinin yeniden kaynaşmasına yetiyor. Kalbinde sorguladığı kıskançlıklar, erimeye başlıyor. Anne yatağından doğruluyor ve Selim’le vedalaşmak için son kes kucaklaşıyorlar. Bunun veda olduğunu anlayan Selim üzülmemesine şaşıyor fakat kalbinde bu sıcaklığı taşıyabileceğine inanmaya başlıyor.
Selim divandan iniyor, annesine baktığında tekrar uyuduğunu görüyor. Ciğerlerinin arzusu ile bu atmosferi son kez teneffüs edip kanına karıştırmak istercesine derin bir nefes alıp dış kapıyı aralıyor. İleriye doğru sakin adımlarda gidiyor ve tekrar aynı koridora çıkıyor. İnsanlara baktığın da herkes bir telaş içinde seminer için hazırlık yapmaktadır. Elindeki kirli çamaşırları nereye koyduğunu hatırlamıyor.
—biran önce seminere yetişmeliyim, ya da gerek yok bugün dışarıya çıkıp baharın tadını çıkartmayı denemeliyim…
Dışarıya çıktığında elindeki elbiselerin kuruması için asıldığını görür.

ABDURRAHMAN ALUC
oedipusseyri@yahoo.com

1260
Şiir / NAZAR - Hüseyin Kaçın
« : 08 Haziran 2009, 05:15:36 öö »
NAZAR 

gözlerime gözlerin ekilmiş/
kurak yaz güneşlerinde/
bir yudum su gibi/
adın kavrulmuş dilimde

bir kuş olmuşsun ellerimde/
aşkın yuvasına konmuşsun /
dileklerin dua olmuş
karanlık gecelere küsmüş
hep kimsesiz ağlamışsın
elveda derken göklere uçmuşsun /
yaprak dökerken ağaçlar
kanadın kırılmış
gözlerimde hep bensiz vurulmuşsun

14 eylül

Sayfa: 1 ... 82 83 [84] 85 86 ... 89