İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - psikolog

Sayfa: 1 ... 80 81 [82] 83 84 ... 89
1216
Adem Güneş Uzman Pedagog   -   16.03.2010
Zaman - Yorumlar

 
Devlet Bakanı Aliye Kavaf'ın "Eşcinsellik bir hastalıktır" sözleri ile başlayan tartışma, aslında hiç bitmeyecek de olan bir tartışmanın ne kadar sinsi bir şekilde pusuda beklediğini de gözler önüne serdi.
 
 
 
Evet, eşcinsellik sadece Türkiye'de değil, Batı'da da hâlâ ne olduğu konusunda ortak bir tavır sergilenemeyen hassas bir tartışma konusudur.

Aslında beklenilir ki, bu kadar hızla ilerleyen bilim dalları böylesi hassas bir konuyu bir çırpıda çözsün ve bu konudaki tartışmalar ortadan kalksın. Ve belki de böylece, bu tartışmanın direkt muhatabı olan kişiler de kendi dünyalarında yaşadıkları sorunlarına bir isim koyabilsinler. Ancak böylesi bir ortak tavır hemen hemen imkânsızdır.

"Eşcinsellik" tartışmasına iki ayrı bilimsel pencereden bakılabileceğini söyleyebiliriz. Bunlardan biri "hekimler" veya hekimler içinde özellikle "psikiyatri" sahasında uzmanlar ki bu meslekler "makine metaforu" ile çalışır, bir diğer muhatap ise, "psikolog ve pedagoglar"lar ve/veya terapistlerdir ki bu meslekler de hermönetik yaklaşımla çalışırlar.

Bütün bu öz bilgileri bir kenara kayıt ederek tartışma konusuna bakalım.

Önce hekimlik mesleğine bir bakalım. Hekimlik mesleği "makine metaforuna" göre çalışır. Olayları incelerken "materyal" bir bakış açısına sahiptir. Örneğin bir kişinin kolu kırıktır. Konunun uzmanı olan hekim, kendi bilgi ve tecrübesi ile kırık olan o kolu "tamir" etmeye çalışır.. kemikleri yan yana getirir, filmini çeker, kemiklerin kaynaşımını kolaylaştırıcı ilaçlar verir, ağrı kesicilerle takviyede bulunur ve kırık kolun "arızasını" giderir. Bu örneği çoğaltabiliriz, kanser olan bir kişinin kanserli hücresini yok etmek için veya kalbi delik olan birinin kalbindeki "arız" yine makine metaforu ile düşünerek, yorum yaparak çözülmeye çalışılır. Böylesi bir yaklaşım tarzı aslında hekimlik mesleği açısından bilimsel çalışmanın da olmazsa olmaz bir gereğidir. İşte bu meslekî gerçek açısından bakıldığında hekimlik mesleğinde iki şey ön plana çıkıyor.

Bunlardan biri, hekimler kırık bir kolu tedavi etmeye çalışırlarken o kolun neden kırıldığı ile çok ilgilenmezler. Yani, örneğin, mahallede arkadaşı ile çocuk kavga etmiştir, arkadaşı onu kovalarken düşmüş ve kolu kırılmıştır çocuğun. Bir hekim, bu çocuğun arkadaşı ile niye kavga ettiğini, başka zamanlarda da kavga edip etmediğini, o çocuğun babasının ne iş yaptığını, mahallede devamlı kavga olup olmadığını, kavga eden çocuğun kaç kardeşi olduğunu öğrenmek istemez, öğrendiği bu bilgiler de biraz sonra kullanacağı tedavideki usulleri belirlemez. Hekim için o an kol kırılmıştır, bu kol en kısa sürede tedavi edilmelidir.

Hekimlik mesleğinin ikinci önemli noktası, bütün pozitif bilimlerde olduğu gibi, somut ve objektif olay arar. Bir hekim görevini yapabilmesi için, eli ile tutabileceği, gözü ile görebileceği somut bir rahatsızlık görmek ister. Hatta eli ile tutamıyor gözü ile göremiyorsa, özel cihazlar ile filmler çekilir, laboratuvarda tahliller yapılır, ölçümler yapılır ve somut bilgiler elde edildiği an tedavi için girişimler başlatılır.

Bu açıdan bakıldığında "Eşcinsellik bir hastalıktır" demek hekimlik mesleği açısından yanlış bir tanımlama olur ki, Bakan Aliye Kavaf'ın açıklamasına başta "Türk Psikiyatr Derneği" olmak üzere birçok hekim, eşcinselliğin bir hastalık olmadığını ve böylesi açıklamaların talihsiz bir açıklama olduğunu ifade etmek zorunda kalmışlardır.

Evet, hekimlerin bu konuda yapmış olduğu açıklama ve eleştiriler gayet normaldir. Zira, eşcinsellik, hekimlik mesleği açısından veya başka bir ifade ile, "makine metaforu" ile çalışan bilim dalları açısından hastalık olarak tanımlanamaz.

Çünkü, bir hekim için eşcinselliğin hastalık olarak kabul edilebilmesi için elde "somut" bilgiler, laboratuvar tahlilleri, filmler, röntgenler, tomografi verileri olması gerekir. Ancak, eşcinsel davranış sapması gösteren kişiler üzerinde yapılan çalışmalarda, "somut" bulgular elde edilemiyor. Ne kan analizlerinde, ne beyin tomografilerinde ve ne de fiziksel yapılarında anormal bir durum tespit edilememesi hekimlerin bu konuya bir hastalık olarak bakmasının önüne geçiyor. Ki bu nedenle Amerikan Psikiyatr Birliği tarafından eşcinsellik bir hastalık olarak kabul edilmekten çıkartıldı.

Bununla birlikte, eşcinsellik konusunda hekimlik mesleğinin tıkandığı ikinci ayrıntı ise, eşcinselliğin hastalık olarak kabul edilememesinden sonra ortaya çıkıyor. Eğer ve mademki, eşcinsellik bir hastalık değilse, o halde bu davranış sapmasının nedenini ve niçinini araştırmak da gereksiz ve anlamsızdır diye görmektedir.

İşte şu an medyada çok sıkça gördüğümüz birçok hekimin aslında söylemek istediği şey budur; birçok hekim mesleklerinin temel felsefesinin gereği olarak, yani makine metaforunun bir sonucu olarak; "Ortada somut bir arıza olmadan bir kişiye hastasın diyemezsiniz" demektedirler. Bu bakış açısına göre "eşcinsellik" bir cinsel tercih meselesidir ve kişinin kendi özgür seçimidir. Ancak olaya cinsel özgürlükler meselesi ile bakacak olursak, Hollanda'da olduğu gibi ciddi bir çıkmaz içine girilebilir. Hollanda'da önceki seçim döneminde çocuk tacizcileri birleşerek bir parti kurmuşlar ve çocuk tacizlerinde yaş sınırının 12 yaşa indirilmesi için cinsel özgürlük girişimi başlatmışlardı. Bu girişim çocuk tacizciliğinin bir hastalık olup olmadığı sorusunu da gündeme taşımıştı. Eldeki somut verilere göre bakıldığında tacizcilerde somut bir fiziksel arıza olmamasından dolayı makine metaforu ile olaylara bakan bilim dalları çıkmaza girmiş ve söz söyleyemez duruma düşmüştü.
 

1217
http://www.internethaber.com/escinsellik-tartismasi-kizisiyor-237114h.htm

Eşcinsellik Tartışması Kızışıyor
15 Mart 2010 Pazartesi 10:21

Devlet Bakanı Egemen Bağış'tan Bakan Kavaf'a AB yanıtı: Eşcinsellik bence hastalık değil!

Bağış “Bazıları İslamlaşma işareti görüyor: Restoranlar içki ruhsatlarını kaybediyor, el ele tutuşan gençler rahatsız ediliyor, Aile Bakanı (Aliye Kavaf) homoseksüelliği hastalık olarak nitelendiriyor” sorusuna da şu yanıtı verdi:

“Ben homoseksüelliği bir hastalık olarak görmüyorum. Fakat tarihçi olmadığım kadar doktor da değilim. Ayrıca Türkiye’nin muhafazakârlaştığını da düşünmüyorum. Sadece muhafazakârlar geçmişe göre daha çok görünüyorlar.”

1218
Diyanet İşleri Başkanı olsam, eşcinselleri camiye toplardım
Esra ELÖNÜ

Nasıl ki bu ülkede Kürt, Roman, Türk vs.. için açılımlar yapılıyorsa diyanette bu insanlar için kimlik açılımı yapmalı!


Lütfen Sakin Ol! Başlığa bakıp yazının başını yakma! Bu kadar yaşadığımıza göre Allah bize süre veriyor sen de ümmete o süreyi tanı! Evet Yaratıcının yargıladığına karşı ön yargılı olmakta haklısın! Sapkınlığı savunacak ve zararına hoşgörü pazarı oluşturacak, saygı duyuyorum replikleriyle toplumun normal ayarlarıyla oynayacak değilim! Kişilerin ne dinsel tercihleri ne de cinsel tercihleri beni ilgilendirir.

Kaldı ki eşdinselleri hoş görerek kaybettiğiniz zamanları bir eşcinseli kazanma, rehabilite etme sahasında harcasaydınız ümmet dediğiniz birincil sınıfın kalbi duruşu bu kadar elden ayaktan düşmezdi. Eşdinsel yani Müslüman gibi görünen ama bir münafık gibi parça parça hak yiyen, din magazini yapıp Müslüman mahallesinde palazlanan bizim meşhur kol kırılır emanete bırakılır anlayışının paçalarına sığınarak besmele sömüren ve yaratıcının af kontenjanından riya dolu din jönlüğüyle faydalanmaya çalışan adamlara eşdinsel diyorum.

Hepimiz dünyanın hiç organlarıyız bunu öğrettiler! Sizce Allah’ın kalbimizi içimize saklamasının sebebi, ne düşünüyorsan ya da neyin peşindeysen sana özeldir fakat bana aşikârdır anlayışında uzlaşmak adına bir işaret olarak gösterilemez mi? Bu insanları ötekileştirerek kıyının varisi olamayacağımızı bir ahkâmcı gibi değil bir Müslüman olarak söylüyorum! Nasıl ki bu ülkede Kürt, Roman, Türk vs.. için açılımlar yapılıyorsa diyanette bu insanlar için kimlik açılımı yapmalı! Hele ki bu insanlar Müslümansa hele ki bu insanların da kimliklerinde bağıra çağıra İslam yazıyorsa, hele ki bu insanların da insan olduğu görülüyorsa!

İkna odaları için harcanan entrika zekası bu insanları sapkınlıktan uzaklaştırmak ruhsal denetimlerini sonuna kadar sahiplenme adına harcansaydı bu insanlar fıtratlarına ikna edilseydi biz şu anda paha biçilmez bir ötekileştirme edebiyatıyla karşılaşmayacaktık! Şimdi bana aklınızı yırta yırta Lut kavmi diyeceksiniz , fakat Lut kavmi zaten Allah’ı tanımamakta ısrar eden bedevi fukaralarla dolu değil miydi? Peki Allah’a inanan eşcinselleri nereye koyacaksınız? Siz mi helak edeceksiniz?

Yazımın başını sarsarak tekrar ediyorum ben sapkınlığı savunacak ve ilahi mahkemenin bilir kişisi gibi hadsizleşecek değilim! Bu insanlara ilahi rehabilitasyon merkezleri açılmalı diyorum sadece! İmamlar hutbelerinde Cuma günleri böceği ezme kalbi kırılır diyerek cemaati uyutacağına, dudak bükülerek insanlıktan kapı dışarı edilen bu insanları toparlamak için esnetmeli! Bu insanlar ne dağda ölüm afişi basan Öcalan yaverleri, ne koltuk boyuyla suç bastırmaya çalışan İsrail kılıklı densiz! Hiç biri.. Dil din ırk gözetmeyen tarafınla bir kez şans vermelisin azizim! Senin verdiğin şansı geleceğini ve refahını kurtarmak adına kullanacak niceleri olacaktır! Ben veriyorum şimdiye kadar yediğimiz taşların üzerine bir taş daha yeriz! Nasıl olsa afiyetteyiz azizim!

Esra ELÖNÜ - Haber 7
eelonu@mynet.com

1219
Adnan Berk OKAN

27 Şubat 2010 Cumartesi2002 yılında ülkemize gelen “turist sayısı” 11 milyon…
2009 yılında bu sayı 27 milyona fırlıyor…
2002 yılında ülkemizin “turizm geliri” 12 Milyar Dolar...
2009 yılında bu rakam 22 Milyar Dolar’a yükseliyor…
                                   ***
Aman ha!..
Zannetmeyin ki bu Gâvur milleti din turizmi için koşup geliyor…
Aksine…
Çoğu; kıçı başı açık olarak tatil beldelerinin caddelerinde dolaşıp eğlenen ve denizle güneşin tadını çıkaranlar…
Yani bir şer’i devletin ve mürteci iktidarın asla kabul etmeyeceği türden turistler…
                                   ***
Yıl 2002…
Ülkemizde gay ve lezbiyen bar hemen hiç yok…
Varsa da gizli…
Yıl 2010; sadece İstanbul’da elliye yakın gay ve lezbiyen bar olduğu söyleniyor…
Yani…
Bir şer’i devletin ve mürteci iktidarın aklının almayacağı bir sapık(!) gelişme ama oluyor…
                            ***
Yıl 2002…
Eşcinseller öyle uluorta çıkıp da cinsel tercihlerini açıklayamıyorlar…
Gazetelerdeki eşcinsel köşe yazarları bile sus pus!..
Yıl 2010…
Eşcinsellerin askere alınmaları tartışılıyor…
Eşcinsel köşe yazarları kendilerine ayrılan sütunlarda bir gün herkesin eşcinsel olacağını iddia ediyor...
Yani…
Bir şer’i devlette ve hem de mürteci bir iktidarın(!) devri saadetinde, rüyada görülse abdest bozacak bir vak’a…
Ama gerçek bu!..
                                   ***
Yahu!..
Bu nasıl bir şeriat devletine gidiş; bu ne akıl almaz bir mürteci hükümet ki; sosyal hayat en Liberal ülkeleri bile sollamış!..
Ey CHP ve dahi ey MHP!...
Bugün iktidarda olanların daha düne kadar; “turizm para getirir ama ahlâkı götürür” dediğini iddia edenler sizler değil miydiniz?..
Ne oldu da yıllardır, patlamasını beklediğimiz ama hiçbir zaman patlamayan turist sayısı ve turizm geliri bu gâvur turist düşmanı(!) mürtecilerin(!) devri iktidarında patladı?..
Ya bu adamlar mürteci, şeriat devleti meraklısı falan değil…
Ya da siz bu milletti korkutarak iktidar olacağınızı sanıyorsunuz…
Bu kafayla giderseniz askere; atkestanesi ile alırsınız teskere…
 
adnanberkokan@gmail.com


http://www.internethaber.com/chp-ve-mhp-irtica-ticareti-yapiyor-gibiler-9321y.htm

1220
‘ben gizli bir hazine idim, sevdim ki bilineyim’
İnsanın doğasında yaşanmayı bekleyen birçok kodlar olduğu muhakkak, yazgı da yaşanacakların yazılımı olmalı.


Define gibi orada var olduğu halde bulunup değerlendirilemeyen zenginlik kişinin temellük edemediği kendiliği; yaratıcı tarafından doğasına gömülen değerlerdir ve onları keşfedip işletmesi için yaşatılır insan denebilir, bir söylem türü olarak. 
         İnsan potansiyelindeki olasılıklar içerisinden kinetik kıldığı tercihleri ile oluşur yaşamının tarihi, gizli olanının açığa çıkarılmasıdır bu bapta kaderin kazası. Toprakta her element var ise de buğday ektiğinde o toprağa, buğdaya ilişkin olanları toplar alır oradan da sunar sana doğa. İnsan doğasının işleyişi ve insan toprağının yapısı da başka değil ya, ona da ne ekersen onun programına göre harman sağlıyor zira. Duvar ustası ya da gen uzmanı olması bir insanın, doğasının duasına göre şekillenmesinden ibaret.
       Her define gibi insan doğasındaki definenin de haramileri vardır, kişi kendini keşfetmeden keşfedenler olur onu ve kullanır kul edinir bu kâşifleri onu. İş kendi kaynaklarını kendin bulup işletmek ve işlemektir elbette, kimlik ve kişilik sahibi olmak budur belki; özgürlük de buna söylenmeli. İnsanlar da kolektif bağlarla zenginleşirler her doğal gelişim ve tekâmülde olduğu üzere. İlişki kurma sanatıdır sosyalite, varlığını devam ettirmede önemli bir unsurdur bu ayrıca yarında da. Zira çimlenmek dış etkenlere uyarılmak ve onlarla etkileşime girmektir, uyuyakalan tohum sene geçirir hatta uyanmadan ömrü dolan tohum dahi bildirilir.
    Her bir insan da ilahi bir özle hazinedir özündeki öznellikle, bilinmek ve kalımlı olmak ister yine ilahi ihsas cihetinde. Bilinmek için bilinen formlara dönüşmek bir yineleme olacağı için, bilinmek için bildirim formlarını kullanmak yeğlenmelidir önce. Özgün ve özel olanın varlığı yadsınmamalı, olağanlıkla olduğu halin tekâmülünü sağlamasına olanak bulundurulmalıdır. Bilinmek deşifre olmak olarak algılanıp yağmaya tellal sayılmak yerine, herkesin kendini servis yapmasında bir sanat aramalı. Armut piş ağzıma düş demek yerine, uğruna efor harcamalı; onu ağaca çıkaran doğaya hürmetle düğünde evinden kız almaya gidilir gibi onu dalından koparmaya varmalı.
Bilinmeyi sevip kendi zenginliğini milli servete katmayı amaçlayan, kitleyi önemsemiş ve onlara kendini bezletmekle sevgisini göstermiştir denmeli. Gizli kalmayı ve karanlıkta saklanmayı yeğleyen ise kitleden korkan ve kitle için korku saklayan bir özle çimlenmediği olasılığı hesaba katılmalıdır. ‘zuhuru perde olmuştur zuhura, gözü olan delil ister mi nura’ sözü çerçevesinde gören için her öz çevrime girmeden de görülür belki fakat özünü kendi gözü görsün için kişinin kendisi bile define halinden sefine gibi harekete geçip ermeli ereğine. Kendini tecrübe etmeyen kendine ermiş olmaz zira mutlak manada, rüya da bir gerçektir ama uyanıkken yaşanandır esas yine de. Her şeyin hesap üzere yaratıldığı bu dünyada rüyalar muhasebeleştirilemiyor zira dahaca.
Saklanmayı gerektirecek çevresel etkenler, haramilerin ve ilkimin sertliği saklı defineleri saçmaya engeldir pazarda. Baharla gelen cemreler ile doğar Yunus Emre’ler, Celalettin Rumi’ler. İnsan da topraktır ve toprağa ait doğa kuraları onu da ilzam eder, ancak insanın içinde bir ruh vardır gömülü define; onu oraya elbette ki Tanrı koydu. Şeytan bu defineyi sahiplenme ve işletmeye sokmama derdinde iken, insan da bu defineyi temellük edip işleme derdinde olmalıdır. Bireysel değerler cemiyetin ceminde milli servettir haliyle, içimizdeki ruh ile ruh katmadıktan sonra bu topraklara; hayvanat ve nebatat gibi yaşamış oluruz coğrafyayı, insanlığımız işleme girmeli ve işletmeli değil mi doğayı.
O halde her gizli hazine bildirilmeli, yastık altında sermaye gibi çevrim-döngü dışı tutulmamalı. Doğal kaynaklarımızı ferden ve cemiyeten kuvveden fiile doğurmalı ve onunla millet ve memleket hamurunu yoğurmalıyız. Bireyimiz olurken cemiyet olarak da oluşmalıyız yani, sevgi bildiğini bildirmekten geçer. Kim kendini bilirse Rabbi bilir, kendini bilmeze de cahil denir. ‘bilirim ve bildiririm ki tanrıdan başka yoktur tapacak’, herkeste bir hazine var saklı madem kim ötekisinin hazinesini ne yapacak. Mesele kendini tecrübe etmektir hayatla, gir çevrime gör kendini; sen seni bil sen seni. En uzun gece şebiyelda, daha karanlık 21 Aralık; ışıyana aşk olsun.

Ömer ÇELEBİ
iyisaatteolsunlar@hotmail.com

1221
Din & Felsefe / ‘hangi bağın bağbanısan gülüsen’
« : 26 Şubat 2010, 02:07:31 ös »
‘hangi bağın bağbanısan gülüsen’

İyilik ve kötülük iki ayrı kutup olarak ayrıştırıldığında, insanların eylemleri de iyiliğe ve kötülüğe yönelik olarak tasnif edilebilir.


İyiliğe katkı sağlayan eylemler ve kötülüğe destek olan eylemler tarifteki kadar yalın belirmezler elbette, aynı eylem kimi yönüyle iyiliğe kimi yönüyle de kötülüğe hizmet edebilir. İnsan ferdi de hem iyilik hem de kötülük tezgâhlarında bezi olan kişi olur,  her eylemi ilgisi oranında iyilik ve kötülük olarak muhasebeleştirildikçe de kendisi iyilerden veya kötülerden yazılır zamanla yekûnda.
     İnsanın her iki yanında kayıt tutan yazmanlar olduğu, bunların birinin iyilikleri derç ettiği diğerinin ise fenalıkları listelediği inancına sahip olan toplumumuzda; hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekin düsturu da göz ardı edilerek hesap kitap yapmadan iş yaparlık töreleşmiş olduğundan acaba terazinin dengesi ve toplumun aidiyeti nerededir diye ilgi çekmeyi gerektirdi konuya. Ömrün sonunda bize bu imkânı veren tarafından bir hesaba çekileceğiz inancındayız, ancak bu inanç sistemi bize hesabı bir gözden geçirip sunun diyor ilgili makama ki son pişmanlık fayda vermez orada.
Her eylem kendi yönelişi ve doğuracağı neticesi açısından iyi eylem ve kötü eylem olarak tanımlanabileceği gibi, her birey de eylemlerinin yönelişi ve doğurduğu sonuçlar açısından ağırlık merkezi esas alınarak iyi veya kötü kişi olarak değerlendirilebilir. İyilikler ve iyiler gibi kötülükler ve kötüler de örgütlenebilir ve kümeleşebilirler. Hatta her varlığın çoğalma metotları ile iyi ve kötü de iyilik ve kötülük de çoğalabilir. Belki hayat insan için iyilikle kötülük arasında taraf olma sınaması ve iyilerle kötüler arasında müsabakadaki çabasının ölçülmesi şeklinde bir uygulama.
    Pis pise mis kokar, iyiler de iyiler içindir denir ya; herkes türdeşi ile ünsiyet eder. Koyun koyunlarla kümelenir, kurt kurtlarla; insan da kendi ortak paydalarında paylaşır cemiyeti fevç fevç. ‘söyle bana arkadaşını, söyleyeyim sana kim olduğunu’ deyimi kapsamında insanın ait olduğu cemaat cemiyet ve sosyal ilişkiler bize onun hakkında tanı koyma ve tanım yapma imkanı sağlar kümülatif. ‘biz zahire göre hüküm veririz’ der hukuk, kalpleri ancak Tanrı görür zira. Tasavvuf kişiye kendisini tanımak için kalbine bakmasını öneriyor ama tozdan dumandan şehri görmeye engel olan sis tabakası gibi görülmez olduğundan kalplerimiz kendisini kaplayan günahtan ve yağdan; biz eylemlerimize ve etkinlik guruplarımıza bakmayı ikinci bir yol olarak önereceğiz objektif kriter olarak kabul edilen yol diye. Zaten insan insana ayna, aç gözünü bak gözüme gör gözümde özünü dese yeri insan insana. 
   Kişi emek verdiği yapıya ait bir unsurdur, inandığın gibi yaşamazsan yaşadığın gibi inanır olursun derler bu bazda zaten. ‘ben bir ulu şehre vardım, o şehri yapılır gördüm; ben de beraber yapıldım taşla toprak arasında’ diyen ermiş de bunu söylemiş ve kendini de kentini de böyle inşa eylemiş. Hangi bahçenin emekçisi isek helalinden o sofranın paydaşı oluruz, tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmaz çünkü. Emek verdiği yere ait addedebilir kişi kendisini ancak, Müslümanlık için bir emeği olmayanın Müslüman olduğunu, Türklük için bir emeği olmayan Türk olduğunu, vatan için bir emeği olmayanın vatandaş olduğunu söylemesine karşılık payı nedir diye bakmalı bu ortak hesapta onun önce.
   Dikenli olsa da bir diken değildir gül, bahçıvanlar tarafından özel ihtimamla yetiştirilir onun hası. Gül gibi çocuk yetiştirmek isteyen ve gül gibi geçinmek isteyen de bu yönde emek vermelidir bahçesine bağına. Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur demişler. Ulusunun bağrındaki dağları dağlamak yerine, gül bağına çevirmek için herkes emek ve etkinliğimle ben hangi ürünün yetiştiricisiyim diye bakınmalı civarına. Etrafın çıplak doluysa hamamdasındır, etrafın ağlayan dolu ise cenaze olmalı olduğun yer; kendini kaybetmiş olan yerini tespitte bu kabil metotlardan yararlanabilir, kendini bilen ise rabbini bilir. Kendini dağ kılmış ve içindeki ininde hinlik biriktirmiş olanlar da bağlandıkları bağlardan ve kurdukları ağlardan kurtulmalıdır, halaskar dedikleri ise kendini ve insanlığı kurtarmak için kurtuluş mücadelesinin bitimsiz bir sürek olduğunu bilendir. Dikenden gül olmaz belki ama dikensiz gül de olmaz; yağ ile bal herkesin duasıdır ama bunlar gökten yağmaz ki. Hangi bağın bağbanı ve gülü olduğu insana sorulmadan insan sormalı onu kendisine. Her ortaklıkta aidiyet payı kadardır kişinin paydada zira

Ömer ÇELEBİ
iyisaatteolsunlar@hotmail.com

1222
Tarih & Türkiye / Zemheri
« : 26 Şubat 2010, 02:06:46 ös »
Zemheri

Karakış ilkim şartlarının en zor dönemini ifade ediyor, en sert koşullar yaşanıyor doğada bu devrede zira. Yine o karakış sezonundan geçiyor insanlık bu kuşakta, gribin en domuzu revaçta; ekonomi dünyada kesatta.



Bir zamanlar eli en geniş işçiler olan ve hava sahamızı dumanlandıran tekel personeli zarar eden kurumlarından kar etmek için partileri yol etmişler zemheri ayında. Kozmik odasına kar düştü askerin, terörün şehir yapılanmasına kıran girdi bu ayda.
Hazreti Musa devrinde kavmine gökten bıldırcın ve kudret helvası gelirmiş rızık çölde, ancak bıldırcını avlarlar kudret helvasını da çöldeki doğa koşullarında sabahları toplarlarmış kitabın kaydına göre. İnsanın hayat standardı kendi emeği ve emeğinin işletmede alacağı değeri ile ilgili, sömürülmediği kadar alın teri yeterli. Üreten insanlardan oluşan ülkeler kendi emeklerini dünya pazarında kıymetinden satabilecek örgütlenmeye sahipse cihan piyasasındaki ağı ile ne iyi. Millet olmak ve ticaret örgütlenmesini sağlam ve doğru kurmak; bunu cihana yani müşterinin var olduğu her yere yayabilmek kurumlaşmış bir hali gerektirir.
   Türk toplumu Osmanlı çağında pek ticareti sahiplenmiş olmadığı söylenir, bu ticaret ağı konusunda Yahudilerin namı anılır o devirde de bu devirde de. Pazarlama ve fiyatlandırma konusunda tekelleşmek veya etkin olup karar mercii olmak üretimden de ziyade hüner isteyen husustur zira bu dönen dünyada. Tarım da sanayi de üretim ve pazarlama usulleri üzere yürümekte, kapitalist örgütlenme haramiliği kurumsallaştırmıştır ve rızaya bağlamıştır adeta haracı. Tefeciye mecbur olan köylü veya esnaf gibi ülkeler de tefeciye mecbur olurlar bu kıskaç altında.
    İlklim doğada olduğu gibi ticaret piyasasında da belli usullerle işler, baharı kışı vardır ticaretin de paranın da. Bağıranın ağzını susturmak için kaynakları onun ağzına akıtmakla ne adalet ne de hakkaniyet sağlanır; emeği koruyan ve mazlumu kayıran bir sistemi yaygın biçimde etkin kılmak için her safhada ve seviyede örgütlü olmalı insanlar. Hakkın korunması için gereken hukukun tesisi tüm insanlığın meselesidir, organize azınlıklar organize olamamış çoğunlukları yenmeleri bundandır.  Savaşlarda hedef kaynaklar üzerine egemen olmaktır ve savaşım şekilleri gelişip değişmiştir. Her toplum diğerinin elindeki kaynakları kendi çıkarları için tahsis edebilmek için örgütlenmektedir. Bu uğurda din ve misyonerlik, milliyetçilik ve etnik yapılar, çatışma ve terör gibi her argüman silah haline getirilmektedir.
    ‘Zemheri ayında gül istemek’ içerisinde bulunulan koşulları iplememek anmalımda bireysel arzularını önemsemek manasını ifade ediyor olmalı. ‘eşeğin çalıştığı at içindir’ deyimi de emektarların emeğinin tüketici hazcı sosyal sınıfa yaradığının bir ifadesi belki. Nimetler gibi külfetlerin de denkleştirilmesini sağlayacak yapılanmaları her aşamada önemsemeli ve tesisine emek vermeli insan. Eşekle at arasında bu denkleştirmeyi yapamayan, işçi ile işletmeci arasında da yapamaz bu metodu kurmamış olduğu için daha en basit aşamasında. İşin karmaşıklığı ve geniş bir art alanı olduğu halde, bir kişiden bir günde adalet hesabı sormak yerinde değildir. Masum olmadığını bilmeli herkes kendisinin, kendine adalet etmeyenin başkasından adalet istemesi kabil değildir zira.
     ‘Sanki benim mor sümbüllü bağım var’ diyecektir kendisinden talep edilen kişi, kaynaklar sınırlı ihtiyaçlar sonsuz iktisat ilmine göre daima. Ne ekersen onu biçersin doğadan, zorluk da vardır kolaylık da; zora göğüs germeyen kolaylığa eremez elbette. Ancak ‘sana sevdanın yolları, bana kurşunlar’ usulündeki taksim adil olmadığından süreğenlik kazanamaz. Duvarı nem insanı gam sistemleri de adaletsizlikler yıkar. Karakış karagün gibidir, dost karagün içindir. Zemheriden sonrası bahar aylar, emek veren gül derer. Bir gül bin emek ister, çile bülbülüm çile


Ömer ÇELEBİ
iyisaatteolsunlar@hotmail.com

1223
‘Ne Ekersen Onu Biçersin’




‘’şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
 kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin.

 şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
 pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin.’’ İ. Ö.

Mehmet Akif Ersoy  ‘medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar’ demekle istiklal marşımızda, insani öze yabancılaşmış kitle kültürünü de kastetmiş olmalıdır. Şehir yaşamının doğal sonucu olduğunu söylemek yerinde olmaz insanındaki deformasyon. İslam kent modeli olan Medine ve o isimden türeyen medeniyet İslam kültüründe hiç de istiklal marşındaki tek dişi kalmış canavar olmadığı gibi İsmet Özel’in epigraf alınan ifadesindeki yozlaşıyı içermez. Her iki şairin medeniyet ve şehir insanı olarak andığı efrenci tipoloji İslam kentinde olmaması gereken bir tiplemedir.

Canavarlaşmış birey ve toplumun değerleri ‘insan insanın kurdudur’ söyleminden ilham almaktadır. Ucuz cesaret ve pahalı zevklerin insanı olan kentli ise bu menfi medeniyetin çocuğudur. Kaypak ilgiler ve zarif ihanetlerle besler gâvurun medeniyetini özsüz cemiyet ilişkileri. Medine kent modeli ve medeniyet modeli ise aksine bireyin sağlamlığını ve cemiyetin sağlamlığını önceler. Komşuluk hukukunu kutsayan ve dedikoduyu telin eden bu müspet medeniyet kültü, ihaneti ve kaypaklığı da tüketim zevkini ve sahte kahramanlığı da yadsır.
Hassasiyeti yüksek insanlar olan şuara, görgü ve sezgisini sunar yazınında topluma. Şehirliliğimiz ve medeniliğimiz menfi marazları içermekte ve insanlık değerlerimizi yüzeğelleştiriyorsa birçok yerde yanlış yapıyoruz demektir. Anadolu insanı diye tarif edilen harbi insan tipolojisi köylü olarak biliniyorsa bir terslik var demektir bu işte. Şehirler milli değerlerin daha kesif olarak işlenip yaşandığı yerler değilseler, o toplumun canavarlaşmasını sağlayan yanlış beslenme olanakları serbest kalmış demektir. Yenmesi yasaklanmış olanları belirleyen din ve kültür normları, sadece tensel değil tinsel besinleri de tasnif eder.

‘elin ağrısı ele seyran’ ise, ‘en doğudaki bir müslümanın ayağına batan dikenin acısını en batıdaki müslüman hissetmelidir’  telkininin terk edildiği açıktır. ‘el elin nesine, gülerek gider yasına’ diyen toplum, ‘bir tarağın dişleri ve bir binanın tuğlaları gibidir müslümanlar’ ölçüsü ile ölçülmediğindendir eylemlerimiz. Müslüman olduğunu söyleyen ve müslüman olduğu yedi düvelce söylenen bir cemiyetin efrenci marazlara müptela olması ecnebileştiğindendir tabiatıyla. Kendi kendisine yabancılaşmış ve kendi duasına ve doğasına Fransız yaşayan bir toplumun yolu ve yordamı değişmiş olmalı. Bunun kanıksanmışlığı ise vukuundan da acı.

İnsanımız bizim değerlerimizi temsil ettiği kadar bizimdir, şehirlerimizi bizi temsil ettiği kadar bizimdir ve ülkemiz –devletimiz- de bizliği benimsediği kadar bizdir. ‘Aynası işidir kişinin lafına bakılmaz’, medeniyet kriterleri eserlerinde görünür kişinin de kitlenin de. Şehirlerimiz ve yaşadığımız medeniyetimizin bize ait olduğu ve bizi temsil ettiği nazara alındığında, bizi biz yapan kök değerlerimizi ve insani ölçülerimizi günün gereklerine cevap verecek işlerlikte işletmeye özen göstermemizin gereği ayan olur. Bu yönde kurumlarımızın ve okullarımızın ekolleşmesi ve her ferdin bu misyon ile bir misyonerce insan numunesi gibi yaşaması gerektiği de tabii görülür. Aidiyet addettiğimiz her değerin temsili ve gelişimine yönelik sorumluluğumuzu unutmaksızın kimlik kullanmalıyız, her fert milletinin değerlerine kendi pozitif emeğini eklemelidir. Kendisini milletine eklemeyen elbette ki kültürüne asalak ve yabancı kaldığı kadar da illettir. Millet mücahit fertleri ile gelişecektir, milletin dininde de bu nedenle cihat elzemdir. Kutsal olan emek ve helal olan yemek, toprağa milli değerleri ekmeğe merbuttur desek zait değildir.



1224
Marifet

Herkesin bir marifeti var elbet, hiçbir şeyi kitaba göre olmayan bir ortamda yaşamak ise başlı başına bir marifet.



Şehirlerimizin şehircilik kitabında yeri yok, cemiyetimizin cemiyet kitabında. Yani kitaptaki tarifle uyumlu olan yanı devede kulak. Gemisini yüzdüren kaptana selam, amaç için her araç mubah nasılsa Makyavelist fetvada. Önce can, herkes canan; benmerkezci olan merkez oluyor, hayranı ise herkes oluyor nasılsa. ‘Marifet mahkemesinden verilen hükme göre’, kronikleşmiş bir mesele bu mesele.
Marifet sahibine arif derlerdi, arife de tarif gerekmezdi. Şimdi de kendilerine tarif gerekmeksizin marifet sergileyenler hayli ziyade. İlim ile irfanı ayırırlar, irfan sahibine arif ve irfandaki yetisine de marifet derlerdi; ilim için bilim elinden geleni ardına koymuyor da irfan için ne yapılıyor; bilgim dışında. Maarif teşkilatı idi eski adı milli eğitim bakanlığının, maarif nazırı idi bakanı da; eğitim askerde olurdu öğretim mektepte kimine göre. Eğitim çavuşu vardı bizim asker olduğumuz yerde, okullarda da vardı ya; ‘yandım çavuş yandım senin elinden’. 
İnsanımızın marifetini geliştirmeliyiz elbette, ancak marifet pozitif anlamlı bir kelime idi kamusta; şimdilerde o da aksından kaydı galiba. Ya da marifetini alkışladıklarımız eskiden görsek yadsıyacaklarımız oluverdi. Sanırsam toplumsal değerlerimiz küreselleşti. Dairevi oldu her şey, her bir daireden bu husus kutsana kutsana; kutsalımız oluverdi daire de. Dairenin çapı da alanı da olurdu, bu hususa dair bir iki de formül bulunurdu.  Daire fiyatları artıyor kimi yerde diye izci ve takipçiler danışanlara rehberlik eder oldu, artanı eksileni bilmek konumlanmada yaşamsal bir önem arz etmekte zira çağın icabı. Bir dairede adamını buldun mu olmazların oldurulduğu akait kaidelerine eklendi öte yanda.
Kanun nizam ne der, bu işin ilmi irfanı ne demiş ve nasıl yön ve yol göstermiştir hususu önem arz etmez olmuştur. Oysaki medeni olmak insanlık birikiminden, yaşanmış deneyimlerden ve uzun vadeli çözümlerden yana olmaktır. Kitabın neresinde olduğu belli olmayan, ‘devlet benim’ mantığından hareketle her kamu adına iş yapanın aklına ve keyfine esen esine göre iş ve işlem yapmasının bedelini kamu ödemesine rağmen bir gün ben de orada olacak ve kendi egomu gerçekleştireceğim umudu ile herkes sırasını beklercesine bu işe cevaz verir olmuştur. Kamil olmayan ve kitabın ortasından olmayan işlere hayır diyecek erlerimiz her işte bir hayır vardır diyerek her işi onar olumlar olmuştur.
Tam da lafın burasında geliyor sırası, ‘marifet iltifata tabidir’ sözünü söylemenin. Kirlenme ve yozlaşma kelimesi anlamını buluyor işte ‘pis pise mis kokar’ sözünde. Tercihlerimizle oluşuyor yaşamımız bizim de, her tuğla bir sonraki tuğlaya temel oluyor. Her arpa hasadında ambara konan daneden tarlaya geri kalan arpa sapı gübre oluyor bir sonraki mahsule, ondan doğuyor belki, onda buluyor muhtaç olduğu kudreti. Hiçbir gömü kalmıyor ilelebet yerde, magma bile arada çıkıyor yerin üstüne. Hiçbir yerin üzerindeki ilelebet kalmıyor üzerinde, her varlık bir tohum gibi gömülüyor yere vakti saati gelince. İnsan bile dirilmeyecek mi gömülünce, her içimize gömdüğümüz de bitiyor elbette. İyi niyet ise de kötü niyet ise de; hatta senin niyetine bile bakmayım o iyilik ise iyi bir neseple türüyor kötülük ise kötü bir neseple.
İltifat edilen marifetler ortalıkta gırla, kendine yabancılaşma ve bir başkasına öykünme safhasında insan kendi bindiği dalı kestiği de olmuyor değil ama. İngilizce öğrensin isterken velet, bakıyor peder İngilizce yaşamaya başlamış; İngiliz dilini okuturken İngilizliği öğretivermiş ona, ancak atası ona ana dilinde öğretememişmiş Türklüğü –İslamlığı. Şeytan cemiyetimizin kültürünü neslini ve ekonomisini bozmuştur marifetiyle, yani bizim marifet yoksunluğumuz vesilesi ile. Kitap o bunu yapar diyor sen gereğini yapmazsan, o yapmış baksana; yapmamışız işin gereğini demektir bu veri. Arş ileri marş ileri…

1225
Din & Felsefe / ‘halin ne ise sen oldun o hale müşteri’
« : 26 Şubat 2010, 02:03:46 ös »
‘halin ne ise sen oldun o hale müşteri’

İçerisinde bulunulan durum ‘hal’. İnsanın kendisinin belirlediği gerçektir halini, direkt veya endirekt eylemleri ve katlanımlarıyla; etkisi ve etkisizliği ile halini belirlemiş olan insan neden yakınmakta o halde.



Kendinden elbette ki, işin sonunda defteri dürülüp verildiğinde eline ‘bu gün hesap görücü olarak kendin yetersin kendine’ denecekmiş ya inanışta insana. İşte o gün herkes varacak bunun farkına ama bu gün de aynı vaka.
İnsanın farkındalığını artırmak içindir bilgi, ‘kendini bilmeyene cahil denir’ sözü anlamıyla ‘ilim kendini bilmektir’. Herkes hakkında her şey bilen ilim sahibi değildir kendini bilmezse. ‘kendini bilen Rabbini bilir’ ki Rab bilgiyi yaratandır. Âlemin gözbebeği olarak tanımlamış insanı Şeyh Galip, bu gözün nuru da bilgi ve irfan. Bilmek insana gösteriyor ki kendisinden başka yakınacağı kimse yoktur insanın, çözüm de insanın kendisinde bu nedenle yakındığı her şeye ilişkin. ‘bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah onlarda bulunanı değiştirmez’ diyen ayet de beyan ettiği üzere kişi de kendini değiştirinceye kadar yazgısı değiştirilmez bence.
İnsanın doğası kendi duası yönünde gelişir ya da geriler. Her şeyde hesap işler, hesap bilmeyenin iyi niyeti pek de korunmaz; bu hususun ayan kılınması için dimağın ve duyuların berraklaştırılması gerekir. Elbette ki insan cemiyet halinde yaşar ve fertlerin yekûnu ile ordu kurulur. Necip Fazıl ‘gençliğe hitabe’ diye irat ettiği metinde her ferde kim var diye bakınmadan ben varım demeyi önermekte. Konfiçyüs de ‘karanlığa küfredecek yerde kalk bir mum yak’ demişmiş insana. O halde durumdan vazife çıkarmalı insan, durumundan. Yoksa ‘balyoz’u yer kafasına alimallah durdukça.
İçerisinde bulunduğumuz hal ‘hal’ değil diyorsak, bu hali biz davet ettiğimizi kabul etmeliyiz duruşumuzla. ‘masum değiliz hiç birimiz’ güfteli şarkıları mest olarak dinliyorsak bir yerde yansıma buluyor demektir varlığımızda. İnsan doğasının soyut ve somut varlıkları insicam ile işliyorsa kolaylıkla görür her sorunu, ancak sorunla entegre ve müşterekleşmişse ayırtına varamaz olağan ve normal bulmaya başladığı haldeki illetin. Ne ise bu gün gelen başına bu milletin ve bir ferdin, müsebbibi bir nebze de kendidir bu derdin. Ne kadar müsebbibi ise o kadar çözümü olabilir zaten, engelleyebileceğimizi engellememiş olduğumuz ölçüde desteklemişizdir çünkü.
Haberi olmakla durumdan vazife çıkarmak gerekli, duyduk duymadık demeyin ve her türlü naneyi yemeyin diye enformasyon artmıştır bu çağda demeli insana. Kanunu bilmemek mazeret olmadığı gibi halini bilmemek de mazeret olmaz. Fıkıh için, ‘kişinin neyin kendisinin lehine neyin aleyhine olduğunu bilmesidir’ derlerdi eski kitaplarda. İnsanın kendine haksızlık etmemesi için hukukunu yani lehine ve aleyhine olanı bilmesi gerekmektedir. ‘ben kendime zulmettim’ diyecek olan insan mizanda, bu gün bu zumlun farkına varmak ve ondan caymakla kendisini koruyabilir ve insan insana ayna olduğu bu cihanda sevginin enterkollekte ağı ile ışığı yayabilir insanlığa da.
Edison’un yanacağı cehennemin narında değil de cennetin nurunda olacağım diyen yürekler, müşteri oldukları hedefin hali ile hâllenmelidir ki malihulyaların insanı olmasınlar. Cinler nardan melekler nurdan yaratılmış iseler, ateş yakıtı olmaya değil ışık olmaya emek vermeli canlar. Kitabın hitabını ‘haberin olsun’ için değil de malumat olarak algılarsan ey insan, kitap mahfuzdur ona bir şey olmaz sen yanarsın ‘kendim ettim kendim buldum, gül gibi sarardım soldum’ ezgisi eşliğinde demeli. İnsanların en hayırlısı, insanlığa faydalı olandır’ denmiş malum, ‘faydasız olan ilimden Allah’a sığınırım’ demiş başöğretmen. Neyse halın çıksın falın, Amin…


1226
Memur

Emir alan demek olan memur kelimesi devlet adına milletin emrinde olan kamu personelinin genel adıdır malum.


Bürokrat dedin mi memura Avrupalılaşır anında, ne emir dinler ne iş görür olur. Emir demiri keserken önceden, şimdi paslanıverir demir. Vatandaşa da istersen var kemir denir, vatandaş da demirin sıcakta yumuşadığını bilir de sıcaklık gösterir demir bir el olan devlete. Şehrimizde memur vatandaşı bağırtır eze eze dilerse, vatandaş ezkaza memura bağırırsa memura mukavemetten kodese kadar yolu vardır derler.
Memura yan bakarsan senden öcünü alır, yaltaklanacaksın ona diye inanılır. Zira memurun elinde halkın kendi gücü vardır, halk onu memura bir kez kaptırmıştır; kendi taşı ile taşlanır, baltanın sapı ağaçtandır. Bürokrasi ülkemizde kutsaldır, seçilmiş siyasal iradeye güvenilmez ve inanılmaz da memura inanılır. Herkes gelip gidicidir de onlar kalıcıdırlar ya, su akar kum kalır ya derenin yatağında. Kozmik odanın odacısı da olaya öyle bakar, odaya başbakan bakamaz ama bir çavuş bakar. Memur devlettir de mebus illettir adeta, bu memurlar nerde yetiştirilir bilmem valla.
657 dedin mi 6666 diye bilinenden daha kutsaldır kimileri nazarında, memurun yargılanması hakkında kanunda memur hakkında il idare kurulu lüzumu muhakeme kararı vermesi gerekir denir. Bu memur dokunulmazlığıdır, ülkenin memurları ülkenin seçilmişlerini hedef gösterir. Kim tarafından hangi nedenlerle ne zamandan beri himaye edilerek nereye getirildiği belli olmayan kişiler halkın seçtiği ve sevip bildiği kişileri sığaya çekerler. Menderesi asan yargıçlar hangi normlara göre o makamlara geldiler, halkı eğiten öğretmenler 40 günlük mü idiler. Halkın müdahil olmadığı ve halk iradesinin dahli olmayan yerler kutsaldır demek kimilerince.
Demokraside halkın iradesi esastır ve bunun saptanması önem arz eder, elin ülkesinde hâkimi halk seçer. Jürisi vardır, parlamenter sistemde parlamentonun karışmadığı ne olabilir ki. Halkın uzak tutulduğu yerler kozmiktir bizde, kozmonotlar olur oralarda. O odalar Hıra mağarasından kutludur, oraya gelir gizil bilgiler iyisaatteolsunlardan. Oralarda sağlam koruyucular vardır, halk asla giremez ve göremez; onun gördüğü imha edilir. Çünkü halk bilmez, cahil ve sabidir. Devletimiz ve o ulularımız yani memurlarımız bilir her şeyi.
Bürokrasi devletini kökleştirenler o bürokratlardır, onlar Çinliler gibidir siyasetçiler Hunlar gibi. Memur evin hanımı gibidir siyasetçi evin beyi gibi geleneksel kültür formatında. Yuvayı dişi kuş yapar ya, bizim kuşlar da yuvalanmışlardır iyicene bu fetvayla. Ne yargı erkindeki memura ne kışladakine ne tekeldeki memurlaşmış işçilere yan bakan hükümet kendi canından emin olabilir, millet sana % 95 oy verse ne Kanatoğulları ya da kanatlıgiller bu işleri belirler. Onlar memurdurlar, milletten mi devletten mi devlerden mi emir alırlar bilinmez. Aynası işidir kişinin söze kanılmaz, işlerine bakıp karar veren ise yanılmaz. Devlette ruhbanlık vardır, dinde yoksa ne. O ruhbanlar bize normları kendi yorumları ile uygularlar; devlet tanrısı adına. Ol derler oluruz, öl derler ölürüz.
Memur yanlış yapsa bedelini devlet öder, dava tam yargı davası olarak devlete karşı açılır. Memura soruşturma açsa bakan; bir başka memur gönderir, meclisin araştırma komisyonu da memurlarla çalışır. Nedense mebus bile sekreterini kendisi seçildiği yerden götüremez, ondan da devlet elinde yeterince bulundurur. Belediye başkanı olsan memurlar imza eder her şeyi, memur olmaz derse olmaz hiçbir şey. Bir kalem müdürü atayabilirsin o da nüfusun ve nüfuzuna bakar, o da kalemdir işte sadece. Mürekkebi yine o demirbaş memurlar. Kanun bu.
Her Türk vatandaşı memur doğasına sahiptir eğer iş devletin işini görmekse, memurun kutluluğu değil emeğin kutluluğu esas olmalıdır. Bir de halkın teveccühü, halkın takdiri olmaksızın halk adına ne meclis karar verebilmeli ne mahkeme ne mektep. Öğretmen seçme hakkımız-imam seçme hakkımız yok, ikametime göre devletin tayin ettiği hazret ille okutacak çocuğumu; teveccüh sistemi geliştirilmeli ve yasalar da ona uyarlanmalı artık. AB de ne, yasalar halk ile uyumlaştırılmalıdır. Bürokrasi devletinin değil demokrasi devletinin yasal düzeni kurulmalıdır. Anayasa değiştirecekler sözde TBMM’de, sisteme halktan başka müdahil kalmayacak şekilde olmalı bu anayasa; halk isterse vatanı satabilmeli, onun değil mi nasılsa. Memur satınca oluyor da, halk satınca neden olmuyor; Ergun Göknel -Engin Civan memur idiler. Satmayan savuruyor zaten, halktan alıp hasa saçıyor.
Halk ne yaparsa doğru o olan sisteme demokrasi, Hakk ne yaparsa doğru o olan sisteme teokrasi denir. Memurun doğrusuna giden devlete de bürokrasi devleti derler. Ben kitabın yalancısıyım, halkın kitabı olacak bir anayasa yapılmalı artık halkla halka. Memurun amir olduğu yeter olsun, amir halkın sözü olsun. Bakalım neymiş şu demokrasi hiç değilse, bedeli neyse öderiz; çakma demokrasilerden gına geldi, adı var tadı yok bunda zira.


1227
İkibinon

Zamanı ölçmek için takvim ve saat gibi ölçekler kullanılıyor, bunun da alafrangası alaturkası oluyor; kameri olanı şemsi olanı, miladi olanı hicri olanı rumi olanı oluyor bu diyarda. Dünümüzü dün edip günümüzü gün etmeye baktığımız son çağda, gâvur kavramlarını beleşe bizle üleşmekte ve bu da bize baldan tatlı geldiğinden onlardan gelen pay başa güreşmekte



Ahir zamanda kıyamet alametleri belirdi öz değerlerimize, ‘kendime yeni bir ben lazım diyen sanatçı gibi sahne almaktayız yeni değerlerle. ‘gün doğmadadır bir başka ziyada.

Muasır medeniyet seviyesini yakalamak için bir koşturmacadır gidiyoruz, dökülenimizi hesap edecek durumda değiliz. Her medeniyet kendini içinde bulunduğu asra göre temsil eder elbette, ancak bizim yetişmek istediğimiz medeniyet bir geri dönüş gerektiriyor İsaya. İsa nebiden sonra gelen yeni bir mesaj üzere kurulmuş medeniyetimizi her çağda daha bir güçlü ve yeni yönleri ile temsil etmekten pes ettiğimiz için, bu bizim boyumuzu aşar bari İsevilere takılalım demişiz hülasa. O nedenle bir milat oluvermiş bize İsa, bir İsa doğmuş oldu medeniyetimize ama değil o kurandaki İsa.

İsanın mevlidi ile başlatılan bir papazın düzenlediği takvimi kullanmaya başlayalı beri, Noel de dadandı evimizin kapısına bacasına. Papaz kıyafeti ve sakalı ile bu misyoner kilise emekçisi, çocuklarımızın babası olmaya hevesli; hatta değil çocuklar dünün çocukları dahi ona baba diyorlar, adı o ‘noel baba. Oysa biz Demirel sanırdık millete oyuncak (anahtar) dağıttığı için baba olarak anılan tek kişidir diye. Meğerse bizim gâvurluk tarikinde ilerlememize her emeği geçene ‘baba desek yeri imiş. Bu aralık da hacı hocasına- ulusalcı milliyetçisine varınca nice esnafın işletmesinde tecelli eder oldu kızıl urbalı İsevi peder, zaten bu her sene gelir Müslüman mahallesinde salyangoz çuvalı ile gezer ve çocuklara işmar eder. 

Takvimini aldığımız İsevilerin medeniyet seviyelerini de alabilmek için İsa ihmal edilemezdi, zaten İsa diğer şeylerinden daha bizimdi. Bizim İsa onlara yabancı idi ama onların İsa bizimle pek çabuk kaynaştı. Heybeliada için heybetli adamlarımız TV ekranları eskitir oldu, Akdamar için suyun üstünde devlet yüzdürüldü. Taksime Cami yapmak isteyenler tefe koyulduğu demleri insan demlenerek anmalı artık ‘ekmek şarap ayinleri gölgesinde. Ayasofya müze iken Fatih adı halen revaçta, başını örtmek teklif dahi edilemezken bu ülkede ekümenlerimiz eşleşiyor bir yandan da.

İsviçrede imzaladık Lozan Anlaşmasını şimdi birlik olmak istediğimiz dirliğimizi bozanlarla, minare istemeyiz demişler o medeniyetin en yüksek rakımındaki gâvur dostlarımız İsviçrede yaşayan Müslümanların camisinde. Bizim her yerde kiliselere ruh üfleme çabamız ve Ortodoks İsevilerden Ermeni ve Rum dinbaşlarının eşbaşkan olarak ekümenleşmesini alkışlamamız muasır medeniyeti yetişmemize engel olmaya. Belçika başörtülü milletvekili seçmiş, bizde yasak. İsviçre minare yasak demiş, kimliğimize ters demiş; bizde çan çan ötüyor tersine kimlik. Kırmızı urba referandumu yapsak bari ‘noel baba denilen adam imam cübbesi giyse hiç değilse.  Ya da dini bayramlarda da imamlara ‘noel hakları sağlansa eşitlik ilkesi kapsamında. Bu hususta ne der acaba emine ayna.

Yeni bir takvim dönemine giriyoruz, iki binin dokuzuncu senesi bitiyor da geliyor onuncu senesi. Zamanımızı ölçen ölçü gâvurdan ithal olunca zaman da mı gâvurlaşır acaba, ‘ tuz gölüne eşek düşse tuz gölü eşek olmaz diyor hazreti Mevlana. Paranın rengi olmaz denmişti, yeşil kırmızı sermaye olmazdı; zamanın da rengi olmaz mı, gâvur zamanı bir yanılsama mı? Sene yineleniyor, yenileniyor; yeni bir sayfa çevriliyor yazgının defterinden belkide zamanın rengi yoksa. İsa zamanı ile 2010 geldi işte, islam zamanı ile 1431 gelmişti iki hafta önce. Geleni mi gideni mi saymalı, iyi işler yapmaya mı bakmalı, herke kendi vicdanına sormalı.


1228
Tarih & Türkiye / Neticeye Değil Hatice’ye Bak
« : 25 Şubat 2010, 02:12:29 ös »
Kullanımda ‘Haticeye değil neticeye bak olarak bilinen sözü tersine çevirmekle bir ters nazarı düzeltmek amaçlandı. Makyavelizmin neticeyi kutsayıcı yaklaşımına karşın bizim ‘usulsüz vusul olmaz kaidemiz, işin yapılış biçiminin hiç değilse netice kadar önemli olduğunu ifade eder. Amaç için her araç mubah değildir bizim değerlerimizde, bizde ancak iyi araçlarla iyi amaçlara erişilir; ‘kem alet ile kemâlât olmaz zira.




İslam tarihini hiç değilse bir müsteşrik kadar bilmesi gerekir her ben müslümanım diyen belkide. Peygamberimizin biricik birinci eşi Hatice valide netice kadar kutlu bir mesnettir. Peygamberin mesajına ilk iman edendir o, İslamın ilk sponsorudur. Haticeye bakmadan nasıl netice görülebilir ki, Hatice görülmeden netice görülebilir mi yani. Onun yetiştirdiği kızların eşi değil mi Ali de Osman da; ki onun evinde (elinde) büyüdü zaten Ali de. Hatice görülmeden netice alınamaz, Haticeye bakmalı bence bu sebeple hiç değilse. Zira Hatice burada anılandan hayli öte, Hatice neticeye bağlı olarak önem arz etmez sadece; neticesiz de Hatice önem arz etmekte.

Bir fidan dikse bir insan yetişip meyve versin ve gölgesinde seyyah serinlensin için, sonra da bir başkası gelse onu ısınmak için kesip yakıverse; netice vermedi diye o fiden amaçlanana göre o fidanı dikenin erdemi yok olmaz ki. Ya da bir çukur açmaya yönelse birisi gelen aracın yardan uçması için tuzak niyetiyle; ancak bu çukuru açarken bir mayına denk gelip ölüverse, o kötü niyetli şehit olacak değil ya. Hacca giden karınca anekdotu da bunu söyler ya, sen hacca gidemesin ki bu yürüyüşle ölürsün yolda kâfi gelmez ömrün buna diyenlere o ‘hiç olmazsa o yolda ölürüm demiştir denir. Yolunda olduğumuz önemlidir, yolunda öldüğümüz önemlidir; amacımız varmaktır hedefe ama o hedefe yönelmek hedefe erişemesek de kutludur.

Makyavelist Frenk felsefesi,  neticeyi kutlu bulur ve ona eriştiren her şeyi mubah kılıp kutsar malumdur ki. Oysa bizim değerlerimizde ‘revişi pak gerektir davası İslam olanın denir. Gelişi gelmişi temiz olmalıdır Müslümanlık iddiasında olanın, Hatice göz ardı edilerek netice kutsanmaz bizde. Nerden peydahlandığı belli olmayan meşru görülmez, ‘bağı sorulmayan üzüm yenilmez. Nerden buldun yasası diye bir uygulama yapılmış bu ülkede, hesabını veremeyeceği işi yapmamalı kişi. İşin neticesi kadar yapılışı da kurallara uygun olmalı. ‘ki diken gül olmaz gül de diken  demiş Fuzuli.

Test usulü olacağı sanısında değilim mahşerdeki sorgunun, işlem sonucuna değil işlemin yapıldığı metoda puan verdiği gibi öğretmenlerin; doğruyu işaretlemenin yetmeyeceğini ve doğruyu bulma yolunun da doğrudan değerlendirmenin kapsamında olacağını sanıyorum. Neye ulaştığın kadar nasıl ulaştığın önemsenmezse, yüksek maliyetler ve kesek yollar çıkar karşımıza. Neticeye ne bakıyorsun demeli insana, bu doğruya doğrulukla mı ulaştın acaba. ‘Haramın binası olmaz diyen millet bir şey denemiş olmalı, dinin değerleri elbette ampiriktir de. Hayatla doğrulanmamış dini değer mi var ki, dinlerin neden paralel alelekser önerileri peki.

Herkes eremeyebilir, ama erme derdinde olmalı her kişi; ki zaten değeri bu, derdi. Adam olmak için her insan kurgulamalı kendini yani, adamlık bir erektir; herkes hafız olmaz ama kitabı bilmek ve tümünü hatırda tutmak bir ülkü olmalı yine de insanda. Bilmediğim kardır, bilmediğin yerde kafana göre hareket etme imkânı vardır demek akla ziyandır. İnsanın Gılgamış destanındaki Enkidu gibi ormandan çıkması önemlidir ama devirdiği çamların hesabı da ondan sorulacaktır. Ne yaptığı kadar nasıl yaptığı görülmeden kahramanlık beratı verilmesi yerinde değildir kişilere elbette. ‘haramdan şifa olmaz sözü kitapsız işleri çözüm görmeyi önermemektedir, işini normatif yoldan çözmeyi koşul kılıyor. ‘Yolda duralım kaim, ‘trafik işaret ve işaretçilerine uyalım; yolunuz açık olsun…

Ömer ÇELEBİ
iyisaatteolsunlar@hotmail.com

1229
Tarih & Türkiye / Örnek
« : 25 Şubat 2010, 02:11:37 ös »
Örnek

Temsil makamları özenilir yerler olmaktan çıkarılınca, idealist insanlar emek vermezler varmak için oralara. Büyüyünce yüzsüz ya da hırsız olacağım diyen çocuklara tanık olmaya başlarsak yakında, şaşırmak nafile.





Özenilir ve öykünülür yerlerde bu insanların olmasını sağlayan koşulları biz oluşturduk milletçe. İyi insanları asarsan, yargılayıp kargılarsan nafile yere; bu yerlere aklı başında olan iyi yönelir mi bir daha.
Seçkin ve yetkin makamlar için yetkin ve seçkin insanlar temayüz ettirmek istiyorsak oraları hem güvenli hem de onurlu kılmalıyız oradaki onurlu güvenilir insanlar için. Ağzı olanın konuşma hakkı olmalı ama milletin temsil makamlarındaki kişiler için konuşurken itina gösterilmesi de kollanmalıdır mutlaka.  Haddini bilen toplumda dokunulmazlığa gerek olmaz, o zaten dokunmaz kutlu olana. Ancak peygamber kavramını da başörtüsü kavramını da TBMM ortamında geyik muhabbeti ve sokak dalaşı konusu kılınması Atatürk’ü Koruma Kanunu ve Türk Parasını Koruma Kanunu gibi kanunlara çokça gereksinim duydurmakta topluma.
Ülkenin başbakanına şamar oğlanı ile muhatap olur gibi hitap eden kişiler bulundukları makamı alafranga helâ gibi rahatlama mekânı sanıyor olmalı oturdukça. İnsanın insana hitap şeklindeki ölçüyü kaçırmış toplum olduğumuz oturduğumuz sokaktan belli, vali mi kaymakam mısın da memura bağırma hakkın olsun demiş birisi de; kaymakam ve vali olmak bağırma hakkı sağladığını düşündüğünden. Kendisine bağırılmasını sağlayacak ölçüsüzlüğü kanıksayan memur da bağırmayı gerektirecek kontrolsüzlüğü kanıksayan amir de; millet adına gözetim ve denetim şirketi gibi işlemesi gereken siyasal örgütler de bu milletin üyesidir. TBMM bizim aynamız, suç aynada değil milletin örnek almasında ve örneklerinde. Eşi karantina yıllarında mağdur edilen peygamber idi zalimlerce, başbakanın eşi devletin kurumunda temel haklarını kullanamıyorsa asıl sorundur; peygamber eşleri zaten mağdur edilmişlerdir. Beyaz yakalı ya da yeşil üniformalı sen nasıl başbakanın eşini bile dini temelli temel hakkından yoksun kılarsın demek lazımdı belki. Kaldı ki başbakanın eşi olmak gerekmez, vatandaşı nasıl temel insan hakkı olan din özgürlüğünden yoksun kılarsın, kamusal alan ise GATA diğer devlet hastaneleri ve okullar kamunun değil mi. Anayasa mahkemesi kına yakmalı hukuk adına, başörtüsü ile ilgili anayasa değişikliğine yaptığı iptal gerekçesi nedeniyle. Değişikliğe oy değil mahkemeye pas vermiş olduğunu düşünmeli belki birilerinin TBMM’de o dönemde. Büyüyünce yeni neslin ne olmasını istiyorsa bu günün haklı, ona göre müfredat koymalı hayatın işleyen kurumlarına ve kendini ona göre programlamalı. Mumcu destek vermiş değildi başörtüsü anayasal değişikliği diye bilinen düzenlemeye örgütü yönünde, ancak destekçilerin siyasal polemik uğruna nasıl da askeri hastaneyi akladıkları ortada mum ışığında. Ancak peygamber eşi girebilir başı örtülü GATA’ya eski bir bakan fetvasına göre galiba, Meryem ana gelse giremez zira Peygamber eşi değil ya. Kapalı alanlarda kep takılmaz askeri normlarda, kadınları da askere almalı galiba bu vatanda. Hastaların da nöbet tutması sağlanmalı askeri hastanelerde, hasta ziyaretçileri de tekmil vermeli daima kapıdaki ere bile. Militarizm ile yönetiliyor olmalıyız, kendi ülken gibi dolaşma hakkını nerde buluyorsun kendinde, bazıları daha eşittir unuttun mu?
Örnek paşalar günlük olarak resmigeçit yaparlar ekranlardan her evde, örnek mebuslar da öyle; örnek aydınlar da. İnsan insanın kurdudur ya malum, kurtlarını dökmeli bu toplum bir eğlence programına katılıp da örnek TV’lerde. Kurt açılımı Kürt açılından daha acil bence, başörtüsü askerin de başında var adı değişik ve şekli farklı sadece. Önce asker başını açsın sivil alanda; kozmik odalarda saklamasın özünü, irtica kafanın dışında ise sorun yok ki. İçine sakla düşünceni hince, kozmik irticacı olsana sen de Emine ( Âmine), Ayna olsaydı soyadın meclise bile girerdin askerin dolaylı desteği ile, kocan başbakan olsa ne milletin desteği ile. 

 Ömer ÇELEBİ
iyisaatteolsunlar@hotmail.com



1230
Din & Felsefe / İlgisiz
« : 25 Şubat 2010, 02:07:54 ös »
İlgisiz

İnsanlar bildiklerini düşündükleri konuda öğrenmeye açık değillerdir diye ifade edilir, zaten bilmedikleri konularda da insanlara bir şey anlatılsa da olaya Fransız kalırlar argo tabiriyle. İnsana bilmek istediği ve meraklı olduğu konuda ancak bir etkili sunum yapılabilir bu zaviyeye göre. İnsan muhatabının beyanının ne olduğunu bilmek isterse, ona yönelik bir merakı ve ilgisi olursa ancak ondan bir değerlendirme çıkabilir demek yersiz olmaz bu durumda.


Toplumun merak ve ilgi yönelttiği bilmek istediği konular ve yönelişler popüler kültürün de gereksinimlerinin de itkisi ile yazının dışına kaymıştır. Başkasını izlemekten ve gözlemekten kendisi ile ilgili olanın ne olduğunu ve özünde neye meraklı olduğunu saptaması müşkülleşmiştir. Milletimiz çoğunluğu itibarıyla tüketim toplumu olduğundan ve fırsatçılık ile ancak nimete erildiğine dair yaygın kanı toplumda kanıksandığından; hangi ürün nerde kaç lira olduğu ve kim neye hangi fırsatları kullanarak eriştiği konularındaki malumatlara uyarılacak ve onları takip edip algılayacaktır. Pazarı olmayan malı arz etmek acze düşmek olacaktır özgesi için.
        Şehirde sükûnet istenmektedir nedense, aheste çektikten sonra kürekleri ve mehtap uyanmadıktan sonra; hırlı ile hırsız fark etmemektedir kitle için, beni rahatsız etme de ne istersen becer denmektedir özünde işleyen sisteme. O da teker teker hesap görmektedir bu nedenle belki de, gürültü patırtı etmeden sıra gözeterek. Nasılsa cambaza bak dediğinde laf dinleyen bir toplum vardır ülkemde, camdan bakmaktansa cambaza bakmayı yeğler; bilir zira gerçekler acıdır ve tatlı yeyip tatlı konuşmak evladır. Ağzına bal çalınan her fert ve müessese tatlı konuşması ihsas edildiğini bilir, ağzından bal damlar olur.
        Kentin insanına kendi kurumları da kişileri de ölümü gösterip hastalığa onu razı ettiği bilinir özünde, ağlayanın ağzına biçer sürülerek ağlayacakların önü kesildiği de bilinir öte yanda. ‘Vurun Kahpeye’ mahalle baskısı oluşturmada kitleyi tahrikte belli odakları amigolarla şenlendirmeyi bilen organize güçler; kara gün için sakladıkları ak akçelerini ve besledikleri bekçilerini iktidarlarına içlenenler içine salar ve içerden çökertirler alternatiflerini. Bu yüzden kentin nazeninleri ‘Her mevsim içimden gelip geçersin’ ezgisini mırıldanır göçen ruh iklimleri karşısında teskin ederlerken kendilerini şehrin batan güneşine ve karara ufkuna bakarak.  ‘Bir hilal uğruna ya rab ne güneşler batıyor’ deyip yüksek gördüğümüz fatura yüzünden, doğan güneş olsun demiş ve hilali halel görmüşüz terakkimize.
         Terazi doğru tartmıyor demek Bağdat’ta yaşamayı gerektiriyor Fuzuli gibi Türbe’de. Sarayda ve pazarda söylenecek sözler değil bunlar, zabıtası var bunun mahkemesi ve muhakemesi var. Yargıçlar bu ara kılıç sallıyorlar şövalye gibi, halka rağmen halk için. Dinde ruhbanlık yoktur der İslam, devlette vardır diyor anayasa. Halk kendisi kendi kaderini belirleme hakkına sahip değildir bu bapta, halkın kaderi kadının elindedir. Kadı hakları kadın haklarından daha güçlüdür ülkemde, çünkü zayıfı korumakla mükelleftir yasa. Halk güçlüdür, düştüğü yerden kalmasını bilir zira. Halka ne lazım olur yasa ne de masa. Memur korunmalıdır, onlarca özel yasalarla özelleri korunduğu gibi bakiyesi de memurun muhakematı yasasıyla. Tanrı Türkü Korusun, yargı kendini korur; zira anası yasa.
          Ulu yargı sen yasa, TBMM sen ise yasama. Hakları daraltan iktidarlara karşı hakları koruyan ve genişleten bir yargı anlayışı varken cihanda; yargıya rağmen hakları genişletmek isteyen parlamento ile özgün bir ülkeyiz. Yargımız var olsun ki tutumludur haklar konusunda, asıl olan serbestliktir ilkesi bizim ülkemizde ben izin mi verdim şeklinde tezahür eder. Tepesi böyle erkin dibi nice olsundu, hiçbir kanunun başında TBMM Türk Milleti Adına yazmaz ama yargının her kararında bu ibare yazar. Türk Milleti Adına karar veren yargı örgütü karşında ilgisiz ve meraksız halkım nedense kendi seçtiği ve özlemini gerçekleştiren vekillerini ve hükümetlerini anlatan haberleri dinler; asıl olarak bir ödevi kalmamıştır onun vekillerini ve iktidarını tanlayanla aynı yöne yanlar. Kentini de kendini de vekillerle teslim etmiş ve o gladyatör dövüşünü izler gladyo ile onların arasındaki. İnsanın içinde de var bu gladyo, şuuraltı mı desem şeytan mı desem nefis mi adına; ‘ruhumuzun dehlizlerinde bizden habersiz binlerce insan yaşar’ demiş Bu Ülke’de yazar. Kendimde yaşayan fenalığı, kentimde yaşayan fenalığı; ülkemde veya cihanda görsem çığ gibi ne yapacağım ki, kendimde iken yapmadığımı mı. Kendinde misin demeli enformasyonun formasyonunu almış bireye, kentinde misin demeli; gerisi buradan belli.

Ömer ÇELEBİ
iyisaatteolsunlar@hotmail.com

Sayfa: 1 ... 80 81 [82] 83 84 ... 89