İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - psikolog

Sayfa: 1 ... 86 87 [88] 89
1306
17 yaşında bir lise öğrencisinin yaşadığı ağır obsesif-kompülsif durum

 

G.A. nın

ANNESİNİN NOTLARI
01.02.2009

Neden insanlar en sevdiklerinden yana şanssız oluyorlar. 17 yıllık evliyim. Eşim bana ihanet etti.42 yaşından sonra azdı. Onu affetmiş olsam da kalbim kırık. Zaten bir kere artık eskisi gibi olmuyor. Güven saygı sevgi hepsi gidiyor. Eğer bir işim olsa kendi paramı kendim kazansam bugün çeker giderdim. Kimisi diyor ya çocuk için evliliğimiz sürüyor ne alaka bu ortamda daha sağlıksız büyüyor. En azından ayaklarının üstünde durmasını daha iyi bilir. İşte böyle eşim için bir yabancı gibi çünkü sorumsuz ben nereye gidersem gideyim umursamıyor bile sormuyor bile, parmağımdaki evlilik yüzüğünü çıkardım onu bile fark etmiyor. Kendi zaten takmıyor başka alemler içine girmiş ben evde nasıl olsa üstünü yıka yemek pişir bedava hizmetçi isyan ettim ne yemek yapmak ona ne de çamaşırını yıkamak, artık ondan nefret ediyorum . inşallah en kısa zamanda iş bulup kendime çalışıcam. Ayaklarımın üstünde durunca ondan ayrılıcam. Sevgi emek ister yürek ister. Sevgi güven ister eğer yoksa bırak değmez.

10.03.2009

Eve geldim kızım yine banyodan çıkmış . Her gün bir bahane, bu seferde sabunluğa takmış kafayı sabun sürüyormuş ama köpürmüyormuş. Onun banyodan her çıkış bir sorun. 17 yaşındaki o akıllı kız gidiyor yerine  zeka özürlü biri geliyor. Su kesildi mi avazı çıktığı kadar ağlıyor hem de avazı çıktığı kadar bağırarak ne söylesem fayda etmiyor. Artık tükendim her şeye ağlıyorum. Sinirlerim yatışsın diye atarax içiyorum..aslında psikoloğa gideceğim ama para sorun. Sigortası bile yok eşimin .çalışıyor ama boşuna , sözüm ona kazanamıyor. Hep böyle söylüyor , kendime çok kızıyorum, neden zamanında ise girip çalışmadım gerçi izin vermiyordu ama şimdiki aklım olsaydı dinlemezdim ki iki kuruşa köle oluyor insan bana ananın kapısına gider orada çalışırsın dedi hep, mantıksızlığa bak benim alem sensin ikimizde aklı başında insanlarız ama doğruları yanlışları ayırt edemiyor.gelelim asıl meseleye oturduğum evden nefret ediyorum. Nedeni bizim aile geleneklerine hiç uymayan şeylerle karşılaştım. Kayın pederim 10 yıldır tek başlına yaşıyor ama eşiyle aynı apartmanda oturuyorlar. Ama ayrı oturuyorlar. Ama evliler hala. Kayın pederim kızlarını istemiyor. Oğluyla katları aynı ama evleri ayrı işi düşerse konuşuyor torunu g.a. yı çağırıyordu kim ne yaptı aslında çok yanlış sonra da kafası kızdı mı kızlarını kovuyordu evinden .asıl sorun oradan başlıyor. Aile dediğin toplanır sorunlar neyse onların çözümü için çözüm yollarına gider ama bu insanın merhameti yok. Evladın evlense bile gözeteceksin kollayacaksın ama kayın pederim onlar artık evli benim işim yok sorumlulukların var dedi bana yeni gelinken çok şasırmıştım. Aile olucak. İnsan değilmiş böylelerine çocuk doğurmayacaksın bu kelimelerim sorunlu aileler için geçerli şimdiki aklım olsaydı doğurmazdım ve böylece topluma herkes böyle yapsa sağlıklı insanlardan bir topluluk oluşturdu.

Bu dünyada en yakınım erkek kardeşim, 2008 yılından itibaren sırdaşım. Ailevi sorunlar özeldir ama danıştım oda gelip eşime ve bana ayrılık kolay ama önemli olan sorunları nasıl çözebilmek dedi ve çok doğru ama kalp kırıldı mı tamiri çok zor 17 yıl sonra eşim beni aldattı cep telefonundaki mesajda “ günaydın aşkım bana para bırakmamışsın dudaklarından öptüm “diye yazmış bende telefon numarasını aldım.pastaneden aradım , bir kadın çıktı telefonu kapadım eve geldim moralim sıfır, o gün bugün eşimden nefret ediyorum. Kendisi taksi şöförü ve tabi gece eve geldi. Karşıma otur bana bu mesajın ve bu telefon numarasını açıkla dedim. Senin kalbin bozuk dedi bana. Gidip uyudu o günden sonra gece gündüz içmeye başladı ve bir gece ben senden boşanmak istiyorum dedim tamam biri var ama yatmadım dedi bende güldüm karşında çocuk yok dedim. Kadın evli 7 yaşında  kızı varmış bende mi sen eve gelmediğin geceler birinimi bulayım senin namus kavramın bu mudur dedim ,tek kurşunda işin biter dedi bana. En çok kızdığım şeyde ben üç kuruşla evi geçindirmeye çalışayım o paraları başkasına yedirsin. Ki ben dantel yapıp eve katkıda bulunuyordum. Mutfak masrafını ben karşılıyordum. . Güvercinde bakıyor kendisi meraklı bende o yokken bakıyordum ta ki kümeslerini temizlerken telefonu çaldı baktım gülün arıyor yazıyor kim bu dedim abonelerindenmiş gidip bir köşede ben duymayayım diye sessiz konuşuyor işte o zaman ipler koptu. İyice anladım ki hiçbir mücadeleye değmeyen bir adam var karşımda . güvercinlerine de bakmadım bir daha . artık benim için yabancı. Kayın pederimin de haberi var. Belki oğlunu çağırır siz ne yapıyorsunuz der dedim derler ya denize düşen yılana sarılır kendine hayrı yok ki bize olsun . torununa demiş ki “anan kıçını döner yatarsa olacağı bu “ demek ki aramızda geçen şeyler babasına anlatıyor. sözüm ona çok namus düşkünü insanlar meğerse namuslu geçinen namussuzlar bunlar .     

 

G.A.nın  annesinin  kızı hakkındaki gözlemleri

 

İzledikleri genelde şiddet içerikli şeyler. Dexter izliyor ve Stephen King okuyor. Yıkandıktan sonra neşeli. Ancak sular kesildiğinde devamlı kurt gibi uluyor. Yorulana kadar bağıra bağıra ağlıyor sonra ise bir kenarda çıplak bir şekilde sinmiş ve kafasını dizlerine dayamış ve ellerini de dizlerine bağlamış bir şekilde kenarda öylece uyuyor. Çok canı yanıyormuş gibi, can çekişir gibi sesler çıkarıyor. Ve devamlı tekrarladığı şey “ yıkanamadım, yıkanamadım,yıkanamadım” yıkandıktan sonra kendi giysilerini giymiyor. Kendi kıyafetleri pismiş o yüzden her duştan sonra hep annesinin kıyafetlerini giyiyor. Çamaşır makinasına çamaşırı atıyor. Saate bakıyor. 9-10 sefer tekrar tekrar çamaşırları çıkarıyor tekrar makinaya atıyor . 9-10 saat çamaşırları yıkıyor. Psikiyatristlere gitmiş annesi Şirin Düvenci’ye götürmüş bir çare  bulamamış. Yemek yerken sofra düzenini bile planlıyor. Kağıda çiziyor belli bir düzen içersinde yemek yiyor. 

Annesinin  getirdiği özel evrak

G.A. nın yaptığı program

AJANDA

 YAPILACAKLARIN STANDARTLARIN LİSTESİ

10.11.2008

Okuldan geldikten sonra banyo yapılacak(2+1)

Atıştırma , tv ve uyku

 

11.11.2008

Okuldan geldikten sonra çarşıya çıkılacak ,Pazar gezilecek

Banyo yapılacak (2+1) atıştırma tv ve uyku

 

12.11.2008

Okuldan geldikten sonra banyo yapılacak (2+1)

Atıştırma tv ve uyku

 

13.11.2008

Okuldan geldikten sonra banyo yapılacak(2+1)

Atıştırma tv ve uyku 

 

14.11.2008

Okuldan gelirken çarşıya uğranılacak

Banyo yapılacak(2+1)

Atıştırma tv ve uyku

 

15.11.2008

Banyo yapılacak (2+1)

Temiz kıyafetler giyilecek

Bu hafta giydiğim eşofman takımı , pijama ve havlularım makinaya atılacak bir güzel yıkanacak

Atıştırma tv ve uyku

 

16.11.2008

Sabah kalkıp ütü yapılacak (yıkanan çamaşırlar, yatak çarşafları, koltuk çarşafları vb..)

Dolap silinecek

Tüm halılar süpürülecek, kişisel bakım ve banyo (3+1)

Atıştırma tv ve uyku

 


1307
Bülent Akyürek'in "kişisel gerileyiş kitabı"

"Gayret bizden, tevfik Allah'tan" mı diyorsunuz? "Nasip"li, "kısmet"li, "kader"li mi konuşuyorsunuz? Hayırlısı ne ise onun olmasını mı diliyorsunuz? Her hâlükârda takdir-i ilahiye boyun mu eğiyorsunuz? Öyleyse siz, nefsini şahlandıran her insanın mutlaka ama mutlaka "başarılı, güç sahibi, zengin" olacağını vazeden ve buna tevessül etmeyenleri keriz ilan eden bazı "kişisel gelişim" gurularının tefe koyduğu insanlardansınız. Bunlar kadere inanmayı ve mütevekkil olmayı ayıp sayarlar. Derler ki: "İyi ya da kötü, yaşadığınız her şey değişmeyen, kaçınılmaz yasanın bir sonucudur ve bu yasayı yöneten de yalnızca sizsiniz… Zenginlik ve başarı doğuştan hakkınız ve yaşamınızın her alanında, büyük olasılıkla hayal edebileceğinizden daha zengin olmak için anahtarı elinizde tutuyorsunuz; istediğiniz bütün iyi şeyleri hak ediyorsunuz ve hayatınıza çağırmayı bildiğiniz takdirde evren hak ettiğiniz bu güzellikleri size verecek… İnandığımız, kabullendiğimiz ve güvenle beklediğimiz her şeye sahip oluruz…"

Bülent Akyürek, ortalığı kasıp kavuran "kişisel gelişim" furyası hakkında bir kitap yazdı. "Kişisel gelişim"i yerin dibine batıran bir "kişisel gerileyiş kitabı". Sert bir kitap. Yakıcı bir kitap. Kurunun yanında belki yaşı da yakan, ama "kişisel gelişim" kültünü tartışmaya açmakla çok iyi eden bir kitap. Adı: "İçinizdeki Öküze Oha deyin!" Hülasası: "Kişisel Gelişim Şeytanları, Kur'an'ı tersten okuyup yorumlayarak modern dünyanın yeni dini olmaya çalışıyorlar… Yabancı dillerden çevrilen kişisel gelişim kitapları, bizim kültürümüze ve insanımıza uygunluğuna bakılmadan bolca reklamı yapılarak okutturuluyor. Çevrilen kitapları okuyup özümseyenlerin, bizim ülkemizde sevilen değil, nefret edilecek adamlar olacaklarını bilmiyorlar mı? 'İçindeki Devi Uyandır, İçindeki Tüccarı Fişekle vs…' kitaplarının binlerce benzeriyle içimizin şeytanlarını serbest bırakmalarına inat, bir Allah'ın kulu da çıkıp; 'İçinizdeki Mümini, dervişi uyandırın!' diyemedi! Sabahları uyanır uyanmaz tüm dünyaya av hayvanı gibi bakan, kazanmaya kilitlenmiş, para avcısı insanlar topluluğuyla nasıl birlikte yaşayacağız? Bunlara nasıl 'Çüş!' diyeceğiz, kim diyecek? 'Milli Çüş Hareketi'ni başlatmakla ne kadar gecikmişim yeni anlıyorum ve bin dört yüz yıl öncesine gidip kaldığımız yerden devam edersek, kaybettiğimiz yüzyılları geri kazanacağımızı sanıyorum…" (İçinizdeki Öküze Oha Deyin!, sayfa 303 / KENTKİTAP, Ankara 2008)

Dediğim gibi, sert bir kitap. Bol miktarda argo da var. Tehlikeli madde.

Hakan Albayrak/ Yeni Şafak

1308
Psikoloji / Neden Depresyona Giriyoruz?
« : 26 Mart 2009, 04:01:53 ös »
NEDEN DEPRESYONA GİRİYORUZ?

Ruhbilimciler depresyonu açıklarken iki nokta üzerinde odaklanırlar. İlki bizim olaylara ve duygularımıza nasıl anlamlar yüklediğimizdir. Bir kişiye göre boşanmak bir trajedi iken, bir başkası için kurtuluştur. Bazı insanları sinirlenmek güçlü hissettirirken bazıları için ise sinirlilik korkutucudur. İkinci nokta ise bizim karşılaştığımız zorluklarla nasıl baş ettiğimizdir. Bazı insanlar sorunlarını kullandıkları yönetilebilir taslaklarla çözmeye uğraşır, diğerlerinden yardım ister, zorlukların üstesinden gelmek için planlar yaparken diğerleri boğulmuş hisseder, dertlerini paylaşmaz ve sorunlardan kaçmayı tercih eder.

Olayları nasıl yorumladığımız ve nasıl başa çıktığımız bilişsel terapi dediğimiz tedavi şeklinin anahtar noktalarıdır. Bilişsel terapistlerin yaklaşımı şöyledir. Örneğin kafanıza bir elma düştü ve depresyona girdiniz şöyle düşünebilirsiniz: 'Eğer bir ağacın altında oturuyorsam başıma birşeyler düşmesi çok doğal'.. Eğer iyimser bir insansanız, 'Allahım şükürler olsun ki hindistan cevizi değil dersiniz'. Eğer Newton iseniz, yerçekimini keşfedersiniz ve dünyaca ünlü olursunuz.

Bilişsel terapi olaylara yüklenebilecek yüzlerce anlamın olduğunu görmemize yardım eder, bu anlamlardan bazıları depresyon geliştirme ihtimalini yükselten anlamlardır. Daha da önemlisi olumsuz duygulara meydan okumayı öğrendiğimizde duygularımızı ve ruh halimizi daha iyi kontrol altına almaya başlarız.

Bilişsel yaklaşıma göre her çeşit problem için değişik bir düşünce şekli vardır.

SORUN DÜŞÜNCE
Panik  Bu gerginlik belirtilerinden öleceğim
Sosyal fobi Kendimi aptal gibi gösterecek bir şeyler yapacağım ve herkes beni ayıplayacak
Depresyon  Ben kötü/zayıf/yetersiz bir kişiyim, gelecekten umudum yok
Paranoya İnsanlar beni takip ediyor
Kızgınlık  Diğer insanlar kötü ve cezalandırılmayı hak ediyorlar.  

Çeşitli sorunlarla ilgili düşüncelere odaklanıldığında, insanlar çökkün ruh durumlarının onları nasıl olayları olumsuz yorumlamaya yönlendirdiğini göreceklerdir. Bilişsel terapi insanlara düşünceleri ile ilgili gerçekleri test etme ve alternatifler üretebilmeyi sağlar. Örneğin kendimizi problem çözme konusunda güçsüz ve bozguna uğramış hissedebiliriz, kötü olayların kişisel yetersizliklerimizden ya da basitçe kötü şansımızdan kaynaklandığını düşünebiliriz. Bu düşüncelerin doğruluğunu nasıl test edeceğimizi öğrenerek, alternatifler düşünerek, kendimizle ilgili (ben işe yaramazın tekiyim gibi) zarar verici olumsuz inanışlardan uzak durarak depresyonda olduğumuzda kendimizi daha iyi hissedebilir, dış sorunlarla daha kolay başa çıkabiliriz.

Demek ki depresyon değişik düşünce şekillerine sahip olduğumuz bir dönemdir. Bu diğer bir soruyu akla getirir. Nasıl ilk anda olumsuz düşünmeye başlıyoruz?

DAHA ÖNCEKİ YAŞANTIMIZ VE YERLEŞMİŞ İNANIŞLAR

Daha önceki deneyimler insanları biyolojik olarak bazı streslere karşı duyarlı kılar. Bilişşel yaklaşıma göre, gençlik dönemimizde kendimizle, dünyayla ve diğerleri ile ilgili temel ve çekirdek inanışlar geliştiririz. Zaman geçtikçe bu temel inanışlar düşüncelerimiz ve bazı olaylara yaklaşımımız üzerinde etkili olmaya başlar. Örneğin çocuklara sürekli spor konusunda iyi olmadıkları söylenirse, kendileri ile ilgili böyle bir bakış açısı geliştireceklerdir. Böyle düşündükleri için spordan uzak duracaklar, dolayısıyla bu konuda kendilerini geliştiremeyecekler ve bu düşünce pekişmiş olacaktır. Bu çocuklar erişkin olduklarında spordan uzak durmaya devam edecekler, tekrar denemeyi düşündüklerinde komik görüneceklerini ya da başarısız olacaklarını düşünecekleri için vazgeçeceklerdir. Erken dönemde kazanılmış bu tür inançlar insanların ileri yaşamlarındaki duyguları ve davranışları üzerinde güçlü etkilere sahiptir.

ÇEKİRDEK İNANÇLAR

Çekirdek inanış sizin temeliniz olduğunu düşündüğünüz inanıştır. Mesela, ben bunu bilirim bunu söylerim ki, yürekten inanıyorum ki..., ta içimden şöyle geliyor...gibi. bu inanışlar canlandığında güçlü duygu ve hisleri de beraberinde getirir. Başarısız olursak yetersizlik hissederiz ya da utanç duyabiliriz. Bizi ilk vuran duygulardır, bu duyguların bizim çekirdek inançlarımız ve kendimizle ilgili düşüncelerimizden kaynaklandığını daha sonra fark ederiz. Sevgilimiz ilişkiyi bitirdiğinde nerede yanlış yaptığımızı düşünmeye başlarız. Eğer çocukluktan gelen kendinizle ilgili olumsuz düşüncelere sahipseniz, ilişkinin bitmesinin duygusal sarsıntısı bu olumsuz çekirdek düşüncelerinizi aktive edecek ve sevilmediğinize dair derin bir duyguya kapılacak, bir darbe de buradan yiyeceksiniz.

Kendimizle ilgili olumsuz düşüncelerimiz ya da bazı yeteneklerimiz, sonradan canlanmak üzere bekleme dönemine girmiş olabilirler. Fakat değer verilen bir ilişkinin bitmesi gibi bazı önemli olaylar yaşanırsa, çocukluğumuzda oluşturduğumuz bu düşünce ve fikirler tekrar geri gelirler. O zaman bu ayrılığa çekirdek inanışlarımız ve üzüntümüzün etkisinde kalarak şöyle bir yorum yaparız, '' bu ilişki bitti çünkü ben sevilmeye layık bir insan değilim'' . Çok önceden geliştirilmiş bir olumsuz düşüncenin bugünkü olayları yorumlamamız üzerinde etkisi vardır, yeni bilgilerin olumsuz yorumlanması eski olumsuz düşünceleri pekiştirir. Düşüncelerimiz depresyona girmemizi kolaylaştırabilir. Depresyona ve strese girdiğimizde de düşüncelerimiz daha olumsuz olmaya başlar ve biz biraz daha depresyona gireriz.

ERKEN TRAVMANIN ROLÜ

Bazı bireylerin kendi değerlerini anlamamalarının önemli nedenlerinden biri de çocukluklarında yaşadıkları acı deneyimlerdir. Örneğin cinsel olarak suistimal edilmişlerse, cinselliğin kötü, kirli ve tehlikeli olduğu inancı gelişebilir. Bazen kendilerinin kirli olduklarını düşünürler ya da cinsel isteklerinin tehlikeli olduğunu düşünebilirler. Sonuçta travma cinsel hayatlarını etkiler ve daha iyi hissetmelerine engel olur.

Bazen anne babalar engellenmeyle baş edemezler ve tansiyon yükseldiğinde çocuklara yüklenirler, onlara bazı isimler takarlar. Bu çocuklar için acı vericidir. Çünkü bunun anne babalarının engellenmeye tahammüllerinin düşmesinden kaynaklandığını anlamaları zordur ve kendilerini suçlayıp gerçekten kötü olduklarını düşünmeye başlarlar. Bazen ebeveynler çocuklarına fiziksel yakınlık göstermezler. En üzücü şeylerden biri de hala çocuğa özellikle de erkek çocuğa fiziksel yakınlık göstermenin çocukları hanım evladı yapacağını düşünen ailelerinin olmasıdır.

Sevgisizlik ve aşırı kontrol
Araştırmalar göstermiştir ki depresyondaki insanlar geriye dönüp baktıklarında erken yaşamlarında sevgiden yoksun olduklarını görürler. Ailelerin yüksek beklentileri ve kontrol edici tutumları olabilir. Çünkü çocuk olduğumuz dönemlerde çoğumuz anne babamızın da kendi sorunları olabileceğini göremeyiz ve bazı davranışlarının bizim kendi hatalarımızın karşılığı olduğunu düşünürüz. Eğer bize sürekli eleştirel yaklaşırlarsa biz de bu adeti sürdürür ve sürekli kendimizi eleştirmeye başlarız. İç görü kazanarak ve biraz çaba harcayarak bazı alışkanlıklarımızı değiştirebilir ve kendimize daha esnek davranabiliriz.

İLİŞKİLER VE SOSYAL İHTİYAÇLAR

Sevgi, ilgi, korunma gibi pozitif yaşantıların eksikliği depresyona girmeye neden olabilir. Bunun nedeni beynimizin belli seviyelerde pozitif bilgi girişine ihtiyaç duyması ve bazı kimyasalları salgılayarak stres seviyesini azaltmasıdır. Dünyadaki bütün insanların mutlu ya da mutsuz hissettiği ortak bazı durumlar vardır.

Mutluluk yaratan durumlar

Sevilmek ve istenmek
Diğerlerine yakın olmak
Kabul edilmek ve ait olmak
Arkadaşlara sahip olmak
Bir gruba ait olmak
Diğerlerinin gözünde değerli olmak
Takdir edilmek, beğenilmek
Diğerlerine ve kendine çekici gelmek
Bir statüye sahip olmak ve saygı görmek
Mutsuzluk yaratan durumlar

Sevilmemek ve istenmemek
Terk edilmek
Kabul görmemek
Arkadaşsız kalmak
Dışlanmak
Diğerlerinin gözünde az bir değere sahip olmak
Takdir edilmemek
Diğerlerine ve kendine çekici görünmemek
Statü kaybetmek ya da daha düşük bir statüye zorlanmak
Yukarıdaki liste düşük stres hormonu seviyeleri ile ilişkilidir. Bunlar kendini iyi hissettirici şeylerdir. Aşağıdaki liste ise artmış stresle ilgilidir. Beyin güzel hissettiren şeyleri ister. Bunu başaran insanlar sosyal olarak başarılı, diğerlerinin yapamadıklarını yapabilen insanlardır. Bu insanların hayatta kalma ve genlerini geleceğe aktarma ihtimalleri daha fazladır. Demek ki biz biolojik olarak da yukarıdaki listedekileri yapmaya, aşağıdakilerden ise uzak durmaya eğilimliyiz. Sosyal başarı bizim duygularımızla bağlantılıdır. Düşüncelerimiz aşağıdaki listeye doğru geçiş yaptıkça daha mutsuz oluruz.

Temel inanışlar, dikkate alınmak ve ilişkiler
Daha önce de bahsettiğimiz gibi kendimizle ilgili oluşturduğumuz temel bazı inançlarımız vardır, temelde ben şöyleyimdir... böyleyimdir... gibi. Sosyal ilişkilerimizi etkileyen bu temel inançların bazılarına bir göz atalım

Diğerlerine yük olduğumuz hakkındaki inançlar

Kimse beni dikkate almıyor
Benim ihtiyaçlarım diğerlerinin başına bela
Ben diğerleri için bir yüküm
Sevgiye ihtiyaç duymak ve birilerinin tekrar şüphelerini gidermek benim için acıklı bir durum
Kendi başıma ayakta duramam
Yalnızlığa mahkumum
Birinin şüphelerini gidermeye çalışma ihtiyacı çocukçadır
İhtiyaç duyan bir insan zayıf bir insandır
İhtiyaç duyan insan açgözlü insandır
Benim ihtiyaçlarım diğerlerinin karşılayabilmesinden çok uzak
Bu inanışlar bizim diğerlerine ulaşmamızı engeller. Tahmin ettiğiniz gibi stresi artırır ve diğerleri ile olumlu ilişkiler geliştirmemizi engeller. Arkadaşlarla bu duygular hakkında konuşmak yardımcı olabilir çünkü konuşarak diğerlerine ulaşma konusunda bir girişimde bulunmuş ve kendi ihtiyaçlarımıza sahip çıkmış oluruz. Nelere ihtiyacımız olduğunu bilmek bunları ifade edebilmek demektir. Diğerlerinden koruyucu ve yardım edici sinyalleri almakta başarılı olmak akıl sağlığımız için önemlidir.

Diğerlerine ulaşamayacağımızı ya da onları sinirlendirebileceğini düşündüğümüz inançlar

Diğerleri benimle ilgilenemeyecek kadar meşgul
Benimle ilgilenmek zorunda değiller
İhtiyaçlarım için beni cezalandırabilirler
Beni anlamazlar
İhtiyaçlarımı söylersem benden daha az hoşlanırlar
Kendilerinin yeterince problemi var zaten
Başkalarının yardımını istediğimizde uzaklaşmalarına neden olabilecek düşünceler:

Başkaları bana istediklerimi benim istediğim zamanda vermeli
Benim ihtiyaçlarım başkalarınınkinden daha önemli
Eğer bana istediklerimi vermiyorlarsa beni sevmiyorlar demektir
Bana ilgi göstermiyorlarsa bu onların bencil olduğunu gösterir
İhtiyaçlarımızı belirtmek, diğerlerine duyarlı olmak, diğerleri ile işbirliği yapmak zor bir iştir. Bundan dolayı yakın ilişkiler kurabilmek o kadar kolay değildir. Bu listelerde yazılmış olan inanışlar yakın ilişkiler geliştirmeye çalışmak konusunda size yardımcı olabilir.

KENDİNİ FEDA ETMEK VE KURBAN ROLÜNE BÜRÜNMEK

Kendimize karşı biraz dürüst olabilirsek bazen diğer insanlara kendimizi daha iyi hissedebilmek için yardım ettiğimizi görürüz.''Ben iyi bir insanım çünkü diğerlerine yardım ediyorum''.Bazen kendimizi iyi hissedebilmek için kendimizi yardıma ihtiyacı olan insanlara döndürürüz ve onların sorunlarına boğulduğumuzu fark ederiz. Umutsuzca bu yardım yükünden kurtulabilme isteği duyabilirsiniz fakat kurban rolü oynama eğiliminiz varsa bu durumdan kurtulmaya çalışmak ve kendinize biraz daha fazla önem vermek sizde suçluluk duygularına yol açacaktır. Aşağıda bu konuyla ilgili bazı önemli noktalara değinilmiştir.

Bizi hizmetçi konumuna getirebilecek düşünceler:

Diğerlerine her zaman öncelik tanımalıyım
Eğer kendi ihtiyaçlarımı öne alırsam bencil bir insan olduğumu düşünecekler
Diğer insanların olmamı istedikleri gibi olmalıyım
Fedakârlık yapmak iyidir/beni diğerlerine sevdirir
Bana ihtiyaç duyulmasına ihtiyacım var
Başkalarına ne kadar çok verirsem onlar da bana o kadar çok verirler
Eğer bir hizmetçi gibi davranırsanız, size hizmetçiymişsiniz gibi davranabilirler. Yardım edici ve paylaşımcı bir ilişki oluşturabilmek eğer kendi ihtiyaçlarınızla ilgili olarak yeterince açık olmazsanız çok zordur. Hepimizin sosyal ve duygusal ihtiyaçları vardır, fakat bazıları çok fazla muhtaçtır ya da ihtiyaçlarının asla karşılanamayacağına dair , bunlara sahip olamayacak kadar güçsüz olduklarına dair inançları vardır.


1309
DEPRESYONUN NEDENLERİ VE DEPRESYONLA BAŞA ÇIKMAK

Bu bölümde size insanı depresyona götüren nedenlerle ilgili genel bir bilgi vereceğim. Bu bilgiler gündelik hayatımızda neleri değiştirebilirsek depresyona yakalanmayacağımızın ip uçlarını içeriyor. Bu bilgileri derlerken yararlandığım kaynaklar şunlardır : Paul Gilbert. Overcoming Depression, İkinci Baskı, Oxford University Press, 2002. Gilbert'ın kitabı depresyon üzerine okuduğum en kapsamlı kitaplardan birisi, burada onun görüşlerinden geniş ölçüde yararlandım. Diğer kaynakların ikisi David Burns'e ait. Burns de dünyada depresyon üzerine yazılmış en çok satan kitaplardan birinin yazarıdır, özellikle ilk kaynak aradan yıllar geçmesine rağmen hala en önemli başvuru kaynaklarından birisidir. David D. Burns. Feeling Good. The New Mood Therapy. Avon Books, New York, 1999 ve David D. Burns. The Feeling Good Handbook. Plume Books, New York, 1999. Aaron T. Beck bilişsel terapi ekolünün kurucusu ve önde gelen bir kuramcıdır. Alıntı yaptığım kitabı şöyle : Aaron T. Beck. Cognitive Therapy and the Emotional Disorders. Penguin Boks, 1993..

Depresyon ne sıklıkta görülür?

Maalesef depresyon sık görülür. Kadınlarda görülme oranı % 4-10, erkeklerde ise %2-2,5 . Hayat boyu risk kadınlarda %10-26, erkeklerde %5-12'dir.

Bu şu manaya geliyor: her dört yada beş kişiden biri hayatlarının bir döneminde bir çeşit depresif dönem geçirebilir. Depresyon kadınlarda erkeklerden üç kat daha sık görülür. Depresyon işşizliğin yüksek oranda görüldüğü yerler gibi sosyoekonomik seviyenin düşük olduğu yerlerde daha sık görülür. Yeni araştırmalar göstermiştir ki depresyon yirminci yüzyılda artış eğilimindedir ancak bunun nedenleri belli değildir. Sosyoekonomik değişiklikler, aileler ve topluluklardaki bölünmeler, genç kuşaktaki özellikle işsiz olanlar, umutsuzluk duyguları, beklentilerdeki artmanın etkisi olabilir.

Eğer depresyondan yakınıyorsanız, başarısız hissediyorsanız, kendinize yönelmiş yoğun bir öfkeniz varsa, eğer hayatı yaşamaya değer bulmuyorsanız, kapana kısılmış hissediyorsanız ve kurtulma umudunuz yoksa, duygularınız her ne ise; yalnız olmadığınızı hatırlayın. Dünyadaki milyonlarca depresyondaki insan sizinle aynı duyguları paylaşıyor. Elbette bunu bilmek depresyonunuzu daha az ıstıraplı yapmaz fakat bu sorunun sizden değil de zihninizden kaynaklandığını anlamanızda yardımcı olur. Bu duygular depresyonun bir parçasıdır. Doğrudur, bazı depresyonda olmayan insanlar sizi anlamazlar ve kendinizi toplamanızı söyleyebilirler, 'unut gitsin' veya 'takma kafana ya' derler, fakat bu sizinle ilgili bir şeylerin kötü olduğu manasına gelmez. Bu sadece sizi anlamakta zorlanıyor oldukları manasına gelir.

Depresyondaki insanlara yardım etmek amacıyla yapılacak çok şey vardır. Antidepresanlar ve psikolojik tedaviler gibi. Antidepresan ilaçlar yeterli doz ve sürelerde kullanıldıklarında çok etkilidirler ve pek çok depresyonun tamamen iyileşmesini sağlayabilirler.

Depresyonun Nedenleri

Akıl -beden bağlantısı

Depresif hissettiğinizde duymak isteyeceğiniz en son şey bunun tamamen psikolojik olduğu ya da sadece zihnin durumlarından biri olduğu sözleridir. Tüm bunlardan sonra yorgun ve amaçsız hissedersiniz, iyi uyuyamıyorsunuzdur ve tükenmiş hissediyorsunuzdur. Eskiye nazaran fiziksel olarak da rahatsızsınızdır. Depresyonda olduğumuzda beynimiz daha farklı çalışır. Depresyon psikolojik olduğu kadar fiziksel bir problemdir de. Sadece ruhunuz değil bedeniniz de depresyonla yavaşlar. Bağışıklık siteminiz bile daha yavaş çalışır. Bazen biz akıl ve bedenin birbirinden ayrı olduğunu düşünebiliriz ama öyle değildir. Akıl ve beden tektir.

Depresyonda beyin birçok yönden etkilenmiştir. Uyku sistemi etkilenmiştir. Beynin olumlu duyguları yöneten alanını (eğlence, aşk, mutluluk gibi) baskılarlar, olumsuz duyguları yöneten alanını (kızgınlık, gerginlik, kıskançlık, utanç gibi) uyarırlar. Diğer bir deyişle, depresyonda olduğumuzda sadece hayatın eğlenceli yönlerini durdurmakla kalmaz aynı zamanda daha gergin, üzgün ve kötü huylu oluruz.

Sinir hücreleri arasında mesaj iletiminden sorumlu olan maddelere nörotransmitterler/ sinirsel ileticiler denir. Beyinde çok çeşitli nörotransmitterler vardır. Bunların bir çeşidi monoaminlerdir. Dopamin, noradrenalin ve serotoninleri kapsarlar. Bu nörotansmitterlerin uyku, iştah, motivasyon fonksiyonları üzerine etkileri vardır. Aynı zamanda ruh hali ve duygular üzerinde de etkilidirler. Bizim ruh hali kimyasallarımızdırlar. Depresyonda bu ruh hali kimyasallarının daha az salgılandığı ve etkin bir biçimde çalışmadığı düşünülmekte.

Eğer size karmaşık geldiyse ruh halimizin ve duygularımızın beyindeki bazı kimyasal sistemler tarafından etkilendiğini bilmeniz yeterlidir. Antidepresan ilaçlar da olumsuz duyguları kontrol eden alanlara ket vuran bu sistem üzerine etkilidir. Değişik antidepresanlar değişik şekillerde etki ederler.

Artık beyindeki değişik kimyasalların ruh halimizi etkilediğini ve yapılan tedavilerin amacının da bu maddelerin daha etkin çalışmasının sağlanması olduğunu biliyoruz. Depresyondaki insanların doğal olarak sordukları niçin beyinde bu değişiklikler olur ve bunu düzeltmek için ne yapabilirizdir.

Bizim ruh hali kimyasallarımızı etkileyen bir çok faktör vardır. En önemli üç tanesi genlerimiz, geçmişimiz ve yeni oluşan stres faktörlerimizdir.


Erken çocukluk dönemi ve beyin gelişimi

Depresyon üzerinde genlerden başka neyin etkisi olabilir? İnsan hayatında ruh hali kimyasallarını etkileyen bazı faktörler olabilir mi? Gerçekten olabilir. İlk önce bilmemiz gereken doğumda insan beyninin gelişiminin tamamlanmamış olduğu ve gelişmeye devam ettiğidir. Erken dönemde kurulan iletişimlerin kalitesi beyindeki sinir hücreleri arasındaki bağlantıların şekillenmesinde etkilidir. Bugün biliyoruz ki beyin bu konuda çok esnektir. Erken çocukluk dönemindeki sosyal girdilerin beyin gelişiminde çok büyük katkısı vardır. Sevilen ve istenen bir çocuğun beyin gelişimi suistimal edilmiş bir çocuktan farklı olacaktır. Araştırmalar göstermiştir ki soğukluk ve istismar yerine ilgi ve sevgi gösterilen çocuklarda beynin ruh hali ve duygularla ilgili olan bölümünün gelişimi etkilenmektedir. Örneğin kronik depresyondaki insanların suistimal edilme öykülerinin olduğunu gösteren kanıtlar artma eğilimindedir ve bu insanların stres sistemlerinde artmış duyarlılık vardır.

Depresyona karşı olan biyolojik duyarlılık erken dönemde yaşanan deneyimlerin beyin gelişimini etkilemesinin bir sonucu olabilir. Bunlara bakarak çok da karamsar olmamamız gerekir çünkü bu durumlarda bile ilaç tedavisi ve psikolojik görüşmelerin faydası olur. Eğer kişiler kendi duyarlılıklarının ve psikolojik özelliklerinin farkına varıp bu konuda kendilerini eğitirlerse bu duyarlılıklarını daha kolay değiştirip onlarla daha kolay başa çıkabilirler. Bu arada korumak tabi ki tedavi etmekten her zaman daha iyidir, çocukla erken dönemde kurulan ilişkilerin beyin gelişimi üzerine olan etkilerini bilirsek toplumsal olarak çocuk bakımına daha fazla önem veririz.

Stres ve Depresyon

Beyin gelişiminin ve genlerin depresyona biyolojik duyarlılık üzerine olan etkilerini gördük. Peki ya yeni stresler? Stres bizi biyolojik olarak depresyona yatkın yapar mı? Cevabımız evet olacaktır. Çünkü stres duygular üzerine etkili kimyasalları etkiler.Stresin yaşadığımız zorluklara ve üzüntülere bağlı olduğu düşünülmekte. Düşüncelerimiz, davranışlarımız ve stres sistemimiz arasındaki bağlantı göz önüne alındığında düşünce şeklimizi değiştirmeye odaklanmanın önemi anlaşılabilir.

Stres veya ruhsal zorlanma; gerginlik , huzursuzluk, yorgunluk ve depresyon gibi birçok psikolojik sorunla ilgilidir. Herkesin stresle başa çıkma yolu farklıdır. Stres altındaki bazı insanlar bunun kaynağını çok rahat bulabilirler. Bir kısmı ise bu stres dolu olaylardan kolay kolay kurtulamazlar. Örneğin stres kaynağı işiniz ya da birlikte olmak zorunda olduğunuz bir kişi ise bu stresten kurtulmanız kolay değildir. Stresle başa çıkmak için kullanılan diğer yöntemler, mesela çok fazla alkol almak veya eve çok geç gelmek, başka sorunlara yol açabilir. Düşüncelerimizin ve stresle başa çıkma yollarımızın stresi nasıl kötüleştirdiğini düşünmeden önce, stres altında olduğumuzda vücudumuzda meydana gelen değişikliklere bir göz atalım.

İlk olarak beyinde milyonlarca yıldır bizi dış tehditlerden koruyan bazı değişikliklerin olduğunu söylemek gerekir. Bu nasıl çalışıyor? Şöyle düşünün; bir gece eve doğru yürüyorsunuz ve biri üstünüze atlıyor. Vücudumuz harekete geçmeye başlar. Kalp atışlarınız hızlanmaya başlar, daha hızlı nefes almaya başlarsınız, midenizde sıkıntı hissedersiniz, terlemeye başlarsınız ve korkarsınız. Bu vücudun çalışan savunma sistemidir. Bu sistem otomatik olarak çalışır ve sizi koşup kaçmaya ya da kalıp savaşmaya hazırlar. Vücudu harekete geçiren ve savunma sisteminin çalışmasını sağlayan çok çeşitli stresler vardır. Örneğin; çocuğunuzun hayatının tehlikede olması, önemli bir sınavda başarısız olmak, ciddi bir hastalığınızın olduğuna inanmak ya da sevdiğinizden ayrılmak gibi. Çeşitli tehditler ve kayıplar savunma ve stres sistemimizi harekete geçirir. Birinin üzerinize atlaması kısa süreli gelip geçici streslerdir, kısa bir süre sarsılırsınız ve stres sona erer. Bir sınavdan başarısız olmak, ciddi bir hastalık, bir ilişkinin bitmesi gibi zorlanmaların etkileri daha uzun sürer.

Depresyon büyük olasılıkla uzun dönem streslerle ilişkilidir. Kısa dönem streslerde vücudun stres sistemi faydalı olurken uzun dönem streslerde dezavantajlı olmaya başlar.Acaba stresi kontrol altına alabilir miyiz, alamazsak ne olur?

Kontrol edilemeyen stres Yapılan deneylerde hayvanları kontrol edemedikleri çok fazla strese maruz bıraktıklarında pasif bir hale geldikleri ve depresyondaki insanlar gibi davrandıkları görülmüştür. Eğer stresi kontrol edebilirlerse bu durum görülmez. Bu önemli bulgular kontrol edilemeyen stresin beyin üzerine olan etkilerini araştıran diğer araştırmacılar tarafından da gündeme getirilmiştir. Bazı değişikliklerin depresyonda meydana gelenler ile aynı olduğu saptanmıştır. Örneğin olumlu duygu ve davranışları kontrol eden beyin alanlarının etkinliğinde ketlenme, stres sisteminin aşırı çalışması ve dopamin, noradrenalin ve serotonin seviyesinde düşme gibi. Ancak stres kontrol edilebiliyorsa vücudumuzda ve beynimizde daha farklı değişiklikler meydana gelir. Eğer stres altındaysanız ve bu konuda bir şeyler yapabiliyorsanız beyniniz farklı çalışır, yapamıyorsanız daha farklı çalışır. Bu yüzden stresle başa çıkma yolları önemlidir.

Aslında bir olayın ne kadar stresli olduğu bizim o olayla baş etme yeteneğimizle ilgilidir. Biraz önce bahsettiğimiz üzerinize atlayan insan örneğini hatırlayın, eğer çok iyi bir karateci iseniz çok fazla strese girmezsiniz. Bir sınavda başarısız olduğunuzda 'önemli değil oturur seneye tekrar çalışırım' diyebilirsiniz. Yani bir stresin üzerinizdeki etkisi onunla başa çıkma yeteneğinize bağlıdır.

Bardağı taşıran son damla

İnsanlar sürekli bardağı taşıran son damladan bahsederler çünkü stres yavaş yavaş inşa edilir. Depresyonların çoğunda streslerin birikmişliği vardır. Ekonomik sorunlar, işle ilgili problemler, evde yada işteki çatışmalar, çocuklarla ilgili problemler ya da sağlık problemleri gibi. Bu biriken stresler bizim bu konuları tekrar tekrar hatırlamamıza ve depresyona girmemize neden olurlar. Ben pek çok hastamdan işitmişimdir: Yıllarca en zor olaylar karşısında direnç göstermiş ve dayanabilmişler, daha sonra ufacık bir olayla yıkılmışlardır. Kendileri de bunu şaşkınlıkla karşılarlar. Özellikle duygularını ifade edemeyen, kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyen insanlar gün gelir bütün birikimlerini bir depresyonla ifade ederler. İçimizde sürekli gerilen bir telin bir gün gelip artık zorlanmaya dayanamaması ve kopmasına benzetebiliriz bu durumu. Bardak dolar dolar, sonra ufacık bir damla onu taşırır.

Zor görünen küçük şeyler

Depresyondaki insanların fark ettiği bir konu da evi toplamak ya da arkadaşları akşam yemeğine çağırmak gibi küçük etkinliklerin çok zor gelmeye başlamasıdır. Bu işleri yapmamaya başlarlar sonra yapmadıkları için üzülürler ve bir bakarlar ki küçük şeyler artık büyük şeyler haline gelmeye başlamış. Böyle hissetmeye başladığınızda bu küçük şeylerin üstüne gidin ve birikerek üzerinize gelmelerine izin vermeyin. Bunu yaparken biraz zorlanabilirsiniz ama daha iyi hissedersiniz çünkü eğer birikmeye başlarlarsa bu sizin üzerinizde stres yaratacaktır.

Düşünceleriniz stresinizi artırabilir.

Problemlerimiz hakkında düşündüğümüzde daha fazla strese girmemiz doğaldır. Strese girdiğimiz zaman da stres sistemimiz devreye girmeye başlar. Hayatımızdaki olumsuzlukları, özellikle de işe yaramaz olduğumuz ya da olayların bizim kontrolümüz dışında olduğu gibi olumsuz düşünceleri durdurabilirsek, stres sistemimiz de devreye girmeyecektir.

Genelde depresyondaki insanlar düşüncelerinin kendilerini kötü hissetmelerinde etkili olduğunu pek inandırıcı bulmazlar. Ancak durum böyledir. Elbette olumsuz düşünceler depresyonun tek nedeni değildir. Ancak kendinizi değersiz ve sevilmeye layık olmayan bir insan olarak düşünüp dolaştığınızı farz edin. Stres ve duygu sisteminize neler olabilir? Beyniniz bu olumsuz düşünceleri stres olarak algılayacaktır ve bu olumsuz duygular stres hormonlarının salgılanması için sinyal gönderecektir. Stres hormonları salındıkça daha fazla olumsuz düşünmeye, olumsuz düşündükçe daha fazla hormon salgılamaya başlayacaksınız ve olay bir kısır döngüye girecektir. Fakat tekrar hatırlatmak isterim ki eğer sinirsel ileticiler çok azalmışsa veya stres sistemi çok duyarlı hale gelmişse, mutlaka tıbbi tedavi görmek gerekir.

Stres çemberi

Stresle başa çıkmaya çalışan insanlara ilk önerimiz stres çemberini kırmalarıdır. Her zaman başımıza her çeşit olay gelebilir. Planlarımız umduğumuz gibi gitmeyebilir, ilişkilerle ilgili sorunlarımız olabilir, araba kazası geçirebilir, ekonomik zorluklarla karşılaşabiliriz. Çok çalışıyor olabilir, çocuklarla sorun yaşıyor olabilir ya da sürekli ''hızlı, daha hızlı'' diyen rekabetçi ve yarışmacı bir toplulukta yaşıyor olabiliriz. Tüm bunlar stres etkenleridir ve stres hormonu kortizol seviyesini yükseltir, nörotransmitter seviyesini azaltırlar. Kortizol seviyesi arttıkça daha olumsuz düşünür, daha yorgun olur, daha fazla strese gireriz.

Stres ve akıldışı şeyler üretmek

Hayatımız boyunca akla pek yatkın olmayan bir sürü davranışta bulunuruz. Aşık olmak, bir filmden hoşlanmak gibi duygularımızla karar verdiğimiz şeyler de vardır. Duygularımız otomatik olarak olaylar hakkında ne düşündüğümüzü ve ne yaptığımızı etkilerler. O zaman olumsuz duygulara odaklanmamızın başka bir sebebi daha vardır. Bu biraz da bizim beynimizin çalışma şekliyle ilgilidir. Beynimiz çoğu zaman mantıksız çalışmak üzere yapılandırılmıştır! Örneğin ormanda avını yemekte olan bir hayvan düşünün, bu esnada çalılıklardan bir ses geliyor. Ne yapmalı? Biraz bekleyip ne olduğunu anlamaya mı çalışmalı? Yoksa yemeğini bırakıp ne olduğuna bakmaya mı gitmeli? Ya da ordan uzaklaşmalı mı? Vahşi hayatta genelde oradan uzaklaşılır. Çünkü tehlikeyi ciddiye almayıp bir kere yanlış davranmanın sonu ölümdür. Kaçmakla yiyeceğini kaybeder ancak hala hayattadır. Bu ilke 'savaş ya da sıvış' ilkesidir.

Bu şu demektir : stres altında beyin önce güvenliği sağlamaya programlanmıştır. Beynimiz her koşulda gerçekçi düşünmez. Bunun amacı da bizi tehlikeden korumaktır ancak stres altında bizi korumak amaçlı bazı yanlışlar da yapabilir. Kendimizi anlamsız bir şekilde en kötüyü hesaplarken bulursak aptal hissetmemize gerek yok bu beynimiz strese verdiği cevaptır. Bu durumda önemli olan bunu bilip aklımızın daha gerçekçi çalışan kısmını yardıma çağırmaktır.

Biraz içgörü ile bunu başarabiliriz. Stresle başa çıkabilen insanların her zaman yaptıkları da budur. Bu insanlar da diğerleri ile aynı olumsuz durumlara maruz kalırlar ancak streslerini 'şu an bu durumun benim için kötü göründüğünün farkındayım ancak bunu zamanla düzeltebilirim' , 'üç ay sonra bu durum tarih olacak ve ben bunu unutmuş olacağım', 'bu benim hatam değil', 'falancadan yardım isteyebilirim' diyerek daha çabuk atlatabilirler.

Elbette bunu başarabilmek kolay değildir. Depresyona yatkın insanların genelde bu durumu paylaşacak kimseleri yoktur ya da dertlerini başkalarına anlatmaktan utanç duyarlar. Eğer uyuyamamaktan dolayı çok bitkin iseniz ve günler gözünüze siyah görünmeye başladıysa ilaç tedavisine ihtiyacınız olabilir. Fakat bir durup bakmak lazım, nasıl düşünüyoruz, stresle nasıl başa çıkıyoruz ve olumsuz düşüncelerimiz bize neler yapabilir.

Umarım depresyonun, sadece psikolojik olmadığını, sadece kafadan kaynaklanmadığını ve güçsüz bir karakterin göstergesi olmadığını anlamışsınızdır. Depresyon beynimizin ve vücudumuzun strese nasıl cevap verdiğiyle ilgili bir durumdur. Depresyon genetikle ve gelişimsel duyarlılıkla ilgilidir. Ve tabii ki çökkün ve yorgun olmanın kendisi de stresli ve depresyona sokucu nitelikte olabilir. Eğer depresyonda olmaktan dolayı utanç duyuyorsanız hatırlayın ki strese bu şekilde cevap vermesi için vücudunuzu siz organize etmediniz. Eğer depresyon teriminden hoşlanmıyorsanız kendi kendinize tükenmiş olduğunuzu , içinizde bir yangının olduğunu ya da kortizol fazlalığınızın olduğunu söyleyip yardım arayabilirsiniz. Fakat stres döngünüzü kontrol altına alabileceğinizi asla unutmayın.

Bir duvarın dibinde bekleyen bir adam varmış, eski zamanlarda, şehrin surlarının dibinde bekler ve gelen giden yolcularla konuşurmuş. Bir grup yolcu gelmiş bir gün ve 'söylesene dostum' demişler, ' Bu şehirde yaşayanlar nasıl insanlardır, içeri girip burada konaklamaya değer mi? ' 'Peki ya sizin geldiğiniz yerde insanlar nasıldı?' diye sormuş adam. 'Aman aman' demiş yolcular, 'Herkes o kadar kötü, o kadar hırslı, o kadar düzenbazdı ki kendimizi buralara zor attık'. 'Buradaki insanlar da öyledir' demiş adam, 'varın siz yolunuza devam edin. Bu şehrin size verebileceği hiçbir şey yok..' Günün birinde başka yolcular gelmiş ve aynı soruyu sormuşlar. Adam da aynı şekilde cevaplamış. 'Bizim geldiğimiz şehirde insanlar iyi, cömert ve yardımseverdiler ve biz orada çok mutluyduk' diye cevaplamış yolcular. 'O halde girin ve şehrin tadını çıkarın, zira bu şehrin ahalisi de öyledir' demiş adam. Hayata nasıl baktığımız neyi gördüğümüzü belirler. Düşüncelerimiz bazen hislerimizi tayin eder. Hayatı hakkını vererek yaşayabilmek çok önemlidir. Öğrenci ustasına sormuş : 'Usta nasıl aydınlanırsın?' 'Yiyerek ve uyuyarak' demiş usta. Talebenin kafası karışmış. 'Ama usta herkes uyur ve herkes yemek yer'. Bunun üzerine usta şöyle cevap vermiş : 'Ama yediği zaman herkes yemez ve uyuduğu zaman herkes uyumaz'.
 
 
Prof. Dr. Kemal SAYAR


1310
Şiir / ÜŞÜYORUM (Muhsin YAZICIOĞLU)
« : 26 Mart 2009, 02:17:40 ös »
Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır

Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum

Gözlerim parke parke taş duvarlarda

Açılıyor hayal pencerelerim

Hafif bir rüzgar gibi, süzülüyorum

Kekik kokulu koyaklardan aşarak

Güvercinler ülkesinde dolaşıyor

Bir çeşme başı arıyorum

Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp

Mis gibi nane kokuları arasında

Ruhumu dinlemek istiyorum

Zikre dalmış her şey

Güne gülümserken papatyalar

Dualar gibi yükselir ümitlerim

Güneşle kol kola kırlarda koşarak

Siz peygamber çiçekleri toplarken

Ben çeşme başında uzanmak istiyorum

Huzur dolu içimde

Ben sonsuzluğu düşünüyorum

Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum

Durun kapanmayın pencerelerim

Güneşimi kapatmayın

Beton çok soğuk, üşüyorum..

(Muhsin YAZICIOĞLU)


Kendi Sesinden dinlemek için tıklayınız...


http://www.haber7.com/haber/20090327/Sen-usudun-bizim-de-icimiz-dondu-Reis.php



1311
Tarih & Türkiye / Çanakkale İçimde
« : 19 Mart 2009, 04:04:20 ös »
Çanakkale İçimde


Anaları mermi kucaklayıp cepheye taşıyacak kadar sevgi dolu idi vatana, bebeklerini beşiklerine taşıyabilmesi için Anadolu kadınlarının kendilerinden sonra milli değerlere er yetiştirmek üzere onları.





Birinci Cihan Harbi taraflarından olan Osmanlı Devleti’nin savaştığı cephelerden sadece birisi Çanakkale, o savaşta şehit olmayıp gazi olanlardan ikisi Mustafa Kemal ve Mehmet Akif. İttihat ve Terakki iktidarının kararı olan savaşa katılmakla kazandığımız zafere karşılık kaybettiklerimiz oldu elbette, yüz binlerce insan. Vatanı kazandık ama insanını kaybettik, ancak kazandığımız vatanı da zaten yeniden savaşıp kazanmak gerekti ‘kurtuluş savaşı’ adı ile yapılan savaşımla geriye kalan milletle.  Çanakkale Zaferinin neticesi Sevr anlaşması imzalanmakla soykırıma tabi kılındığımızı anlamış olduk beklide savaş adı altında. İstiklal şairi Mehmet Akif Ersoy gibi soyu er kişiler ile Mustafa Kemal Atatürk gibi Türk’e ata olmaya emek verenler harabeden hazine çıkardılar; ‘kuvayımilliye’.

Milli kuvvetlerle giderildi vücudu saran illetler o demlerde, bayrağa renk verecek kanı vardı milletin delikanlılarının; harcayacak parası vardı sermayesi imanı olan alnı terleyebilecek kadar ak olan babalarının. Anaları mermi kucaklayıp cepheye taşıyacak kadar sevgi dolu idi vatana, bebeklerini beşiklerine taşıyabilmesi için Anadolu kadınlarının kendilerinden sonra milli değerlere er yetiştirmek üzere onları. Anadolu’yu bir petek ve insanını bir arı gördüğü için o günkü canlar, arı kovanındaki arılar gibi çalıştılar daima ve bir saldırı anında arının hasmı sokması halinde kendisinin öleceğini bilmesine karşın feda etmesi gibi kendini kovanın saadet ve bekasına; o arı gibi insanlar ar etti de can taşımaktan kovana ihanet edip, kovanı korudular arı soyunun devamı için ve bal gibi milli –dini- değerlerin üretimine devam edilebilmesi için.

Çanak ve boğaz derdine düşen bir insan türü görmekte isek baktığımızda bu topraklar üzerinde eğer, bu topraklar için can verip bu topraktan yeşerene can veren şehitlerle ilgisi olmadığını biliriz onların; biliriz ki onlar ithal gıdalar ile beslenmekte olan beslemelerdir, elin emeğiyle geçinirler onlar alın emeği yerine. Milli değerlerimize değmeden gezinenleri görüyorsak eğer ortalıkta nazar edince civara, zilli değerlerin sesine kanmış olduklarını anlarız fareli köyün sihirli kavalcısı ardınca seğirten fareler gibi seğirttikleri için Wilson’un torunlarının besteleri ardında. Dolar’ın rengi karşısında gözleri dolanların, bayrağın rengi karşısına istiklal marşı okunurken sadece zamanı doluyorsa, biliriz ki ‘kale’ içten fethedilmiştir o oranda.

Ebabil kuşu gibi kutlu atışı ile Seyit Çavuş gibi erler karanlık ordusunun ‘Yarımdünya’ sını batırıyordu kara sulara dün, yeni bir dünya doğsun için. ‘batsın bu dünya’ diye nağme okuyan bu günkü kukuma kuşu gibi mutlu oturuş ehli beyler, ruhlarını milli –dini değerler yerine müzikle beslemekle aydınlık ordusunun zaferini baltalamaktadırlar bu ahval ile içeriden.  El elin eşeğini türkü söyleyerek arar fakat bizim ecdadımız bu vatan kaybedilirken onu süngü ucuyla aramıştır o yaşanacak coğrafyada ölmek pahasına. O halde biz kimin yitik eşeğini arıyoruz TV ekranlarında alaturka müsabakalarında acaba, küre sel’e gidiyor mazlumun gözyaşlarından ama bizim kahkahalar yükseliyor evlerimizden; her gün yeni bir beste işitiyoruz yitik merkeplerimiz için devlerimizden.

İstiklal Marşımız boğazımıza düğümlenmeden söylenebiliyorsa efrenci bestesi ile hafta başında ve sonunda mektep önlerinde eğer, onun da ruha değmeden çıkıyor olmasıdır avaza. Çanak ve boğaz koşuşturmasında gürültüye gitmiş ise ruh ve mana, kale geçmiştir belki de ele. Kameraya el salla, zira Tanrı’nın kayıt görevlileri kaydediyorlar hayatları daima; dedemize de gösterecekler yaşananları burada, bize de gösterecekler tabi orada günümüzü de dünümüzü de. Tarihin bir Mart’ında bahar ayında, hayatlarının ilkbaharında; bir bahir kenarında buhar olup yücelen canların aşkına, yol vermemek gerekir şaşkına. ‘Yol onun, varlık onun; gerisi hep angarya’, yolcu yoluna.

Ömer ÇELEBİ

1312
selam,
 
ben İ.' en E.'in arkadaşıyım, ısrarla sizinle tanışmamı, hatta  mümkünse görüşmemi tavsiye ettiği için size yazma gereği duydum, zira hayrın nereden geleceği belli olmaz ...
 
adım F., ben de İ. oturuyorum (evliyim). 1977 doğumlu olup herkesin olduğu  gibi benimde değişik bir hikayem var... ne kadar değişik olsa da aynı payda da  tanıştığımız arkadaşlar oldu, bunların çoğu cinsellik tatmini için olsa da pek azı sadece can yoldaşı oldu...
 
paydamız tabiki gaylik, o ya da bu şekilde ortamda kendini bulan , ortama girmese de kıyıda köşede yaşayanları biliyoruz ki günümüzde bu tiplerde yok kadar azlar... ünv. yıllarında ilk cinsel tecrübemi yaşadığım da bir müslüman olarak haramlarla helaller arasındaki kalın duvarımı da yıkmış oldum... ilk ilişkim ben istemeden oldu detayına girmek istemiyorum ama ilki böyle zorla olmasına rağmen sonraki günlerde bu konuda isteğim arttı. şeytan boş durmadı yani. gay cluplere girip çıkmaya başladım tanıdığım arkadaşlar vasıtasıyla gay cafelerde oturdum çevremde benim gibileri görünce içim rahatladı, sevgilim diyordu iki erkek birbirine çok şaşırdım. konuştum bir çoğuyla dertleştim, 38 yaşında biri bana aşık olmuş ama ben bir türlü kabullenemedim kabullenmem için de zorlamadı saolsun sonradan kendiliğimden konul ettim durumu(sevgililiği) yoksa gayliğimi kabul edeli yıllarolmuştu da ben kendime konduramıyordum.... derken dedim ya rahtlattı beni bu insan kalabalığı hem de kimler yoktu ki her yaş aralığından ve her meslekten, hacısı da vardı hocası da pskoloğu da vardı inşaatçısı da ama nerdeyse her meslekten insan vardı... en çok şaşırdığım evlilerdi nasıl olmuş da evlenmişlerdi hatta çocukları vardı hele bir tanesi çocuğundan bahsederken ağlıyordu ona söylemiş gay olduğunu çocuk da kabul etmiş ağzımız açık dinledik adamı... yüzeysel anlatılanların hiç birinde sorun yok gibiydi, iç dünyaları nasıldı bilmiyorum ama dine saygılı olanlardan çok din kavramını unutanlar çoktu... herkesin ağzında " biz böyle yaratıldık, diğer tarafta da heterolar gibi hesabımızı vereceğiz Allah (cc) bizi böyle kabul edecek; yeterki işin orospuluğuna kaçmayalım ,affedecek bizi" diyenlerin sayısı hiç de az değildi ... ben de inandım bu görüşe... nede olsa ALLAH " ben kulumun zannı üzereyim" demiyor muydu?  ALLAH yaratılışta hata yapmadı yaa, bir hastalık olsa hatırlardık , bir fantazi olsa hetorolar gibi de düşünmemiz lazım, kimse duygusunun ne zaman başladığını bilmiyordu ( bu da yartılıştan geldiği; genetik olduğunu ıspatlamıyor muydu?) içlerinden din adamları da aynı şeyi söyleyince bize sadece susmak kalıyordu...
 
daha yaşadığım o kadar çok şey var ki...kısa kesiyorum.
 
 
eşcinselliğin ben de cinlerden olduğunu düşündüm bir ara , bana musalat olmuşlardı (şimdi rahatım çok şükür) musallat olanlar bayanmış hamilelikte sübyan diyorlar onunla tanımışlar beni , duygularımı yönetmişler falan ... bunu bana yine onlardan biri söyledi size inandırıcı gelmeyebilir... ama bu gerçek... bu konuyu  çok uzun bilin istediğim için değinmek istedim...
 
ünv. mezun olunca ücretli öğretmenlik yaptım bir yıl annemlerle kalmaya başladım  , aynı zamanda da öğretmenlik yapıyordum,

babam çok despot biridir ,

içimde çocukluktan gelen bir korku vardır ona karşı , bunun yanında pek sevdiğimi de söyleyemezdim o zamanlar... bana evlenme baskısı yaptılar zamanı geldi falan ben erteliyordum kokuyordum çünkü hiç bir bayanla cinsellik yaşamamıştım bırakın bunu porno sitelerinde bile bayan vucudu beni cezbetmiyordu :( askerlik, atama bahaneleri uyduyordum ama nafile sen ilk çocuksun, mürvetini görelim nasısa kısa dönem yapcaksın, atamay bekleme biz sana yardım ederiz falan, ben de inançlı biriyim belki bir vesile olur da kurtulurum düşüncesiyle sıcak bakmaya başladım, bir psikologla konuştum bu konuda " kadına bakınca bir şey hissetmemen sıradışı bir şey değil bu heterolarda da olur bazan dedi, ten teması olunca farklı hissedeceksin ve kendinle barışacaksın; evlenirsen de kesinlikle alıngan olmayacaksın "dedi bana rahatlamıştım biraz, düzenli hayat, yaşlılıkta hayat arkadaşı lazımdı nede olsa , duygumdan kurtulamazsam da evli gayler vardı gayette mutluydular" diye düşündüm... kendimce kriterler belirledim ben seçmeliyim eşimi mşnyon olmalı, kadınsı olmamalı, benden yaşca büyük olmalı( cinsellili çok istemesin diye :) komik ) ünv. okumuş tanıdık bir arkadaş seçtim sonunda aynı  köyde büyümüştük. açıldım ona kabul etti beni biraz gez dolaş tanışma el ele tutşmak falan bana aşık oldu eşim  :) ama ben de tık yok.. hatta onun sevgisi altında eziliyordum ve buna ağır geliyordu ... karar verdim gay olduğumu söyleyip ayrılacaktım kendisinden ... önce ilgimi kestim biraz sormaya başladı ne oldu diye, bende bir buluşmamızda anlattım her şeyi... çok şaşırdı .. araştırmadan bana cevap verme dedim ama beni dinlemedi... seni yalnız bırakmıcam seninleyim deyince bu sefer ben şok geçirdim, dünyam yıkıldı desem aynı şey... bunda da vardır bir hayır diyerek üstelemedim illaki ayrılalım diye... ben ona bu konuyu hissettirmeyeceğime onu ihmal etmeyeceğime söz verdim (ki sözümde durdum) o da bana alınganlık yapıp eşcinlelik kelimesini kullanmayacağına söz verdi (o da sözünde durdu) 5 yıldır evliyiz, çok iyi bir beraberliğimiz var çevremizdekiler gıptayla bakıyr bize... çocuğumuz olmadı tedavi gördük ama olmadı aşılama falan denedik 4 kere şimdi tüp bebek denicez bakalım ne olacak... evlilik süresince es geçmek istemiyorum gay ilişkilerim oldu çünkü eşimle olan cinsellik onu tatmin etti ama beni hiç tatmin etmedi mutlu olamadım... evlendikten yaklaşık 6 ay sonra bir sevgili edindim sonara bir tane daha .... ve dost E. 'le  tanıştım.. bu birlikletilklerimin evliliğime olumlu yansımaları oldu... bşta kaldığımda porno sitelere giriyordum tatmin olmak için bunda evlillkteki cinselliğimi etkiliyordu...
 
neyse kısa keseyim çok zamanımı aldı derse gidecem.... durum bu bir gün enginle sizin kitabınızı gördük ve internetten satın aldık, ben eve sokamayacağım için saolsun E. okuyor, ama aktarıyor... inşallah faydası olur.. E. 'le çok güzel bir yola girdik RABBİM utandırmasın... bu konuda ( iyileşme ) hiç bir gayden destek görmedim , kabullen rahatla dediler ben de öyle yaptım .. yaklaşık 5 aydır E. 'le beraberiz ve farklıyız bu süreçte en iyi yerdeyim diyorum sanki bataklıklan bir ayağımı çıkardım... çok denemedim ama olmadı " anal ilişki yaşamamayı , tek eşli olmayı kendime kar gördüm" neyse geç kalacağım derse .. kesmek zorundayım ...
 

 
saygılar sunuyorum


1313
Nerden başlıyacagımı bilemiyorum ama maddi sıkıntılar yüzünden çalışmak zorunda kaldım , orda normal bir erkek arkadaşım vardı.Öncelikle normal bir arkadaşlığım vardı ,bu arkadaşlıgımız ilerledi, daha önceden benim hiç duygusal boyutta arkadaşım olmadı .Benim düşüncem eğer bir gün olursa bu evleneceğim kişi olmalıydı bunuda kendisine anlattım , oda kabul etti.İlk başlarda çok güzeldi benim ne kendi tarafından nede başkası tarafından üzülmeme izin vermezdi.Ama gün geçtikce aramızda ufak tefek kavgalar çıkmaya başladı bunlar hergün birazdaha kötü oldu, aslında çok duygusal normalde çok iyi ama sinirlenince ne yaptığını bilmiyor sinirli hali fazla sürmüyor ama o an gözü hiç birşey görmüyor benden sinirli olunca susmamı istiyor onuda ben yapamıyorum son olayımızda köpegimiz yüzünden kavga çıktı o an kendini kaybetti ve ilk defa fiziksel olarak canımı acıttı .Ama şunuda söylemem gerekiyor daha önceki kavgalarda sözlü olarak kırıcı sözler söyledi bir bayanın duymak istemiyecegi çoğu şeyi ama siniri geçtikten sonra söylediklerinin gerçek düşünceleri olmadığını söylüyor.Beni sevdiğini ve benimle evlenmek istediğini söylüyor aslında bende seviyorum ama bu olaylar beni sürekli düşünmeye itiyor.4 yada 5 ay sonra evlen meyi düşünüyorduk bu sinirle bizim sonumuz yok gibi görünüyor.Birde daha 3aya kadar aynı şehirdeydik sürekli görüşüyorduk şimdi tayini çıktı oda sizin meslekten doktor yeni atandı .Evcimen bir yapıya sahip okul zamanında da sürekli evde kalırdı pek sosyal hayatı yoktu ınternette oyun oynardı şimdi direk mesleğe başlayınca hayatı alt üst oldu bır gün durup birgün nöbet tutuyor onuda anlıyorum hatta destek olmaya çalısıyorum her fırsatta yanına gidiyorum ama yanında olduğum zamanda sürekli tartışıyoruz. Bütün sorunumuz bitmiş gibi birde orda pskolajisi bozuk bir hemşire var.Kişilik çatışması yaşıyormuş sürekli erkek arkadaşımı arıyor ama erkek arkadaşım istemediğinini aramamasını söylüyor.Ama ısrarla arıyor bu yüzdendede aramızda sorun cçıktı sürekli düşünüyorum ama kafam çok karışık düşüncelerden kurtulamıyorum , kaç defa ayrılmak istediğimi söyledim ama sadece dilimin ucuyla oluyo aklımdan ve kalbimden çıkaramıyorum .Sürekli beni sevdiğini söylüyor bende düşünüyorom kafam da birsürü şey var sevse böyle beni niye üzsün diyorum .napacağımı bilmiyorum ilerde evlenipte mutlu olamamaktan korkuyorum .Arkadaşımın bir sorunu daha var ona göre değil ama bana göre sorun tartışmamız orda onun için bitiyor hemen unutuyor ama ben bunu yapamıyorum unutamıyorum sürekli aklımda oluyor Sanki hiç güzel birşey olmamış gibi sürekli kötü şeyler düşünüyorum . .Aslında onun yanında olunca ailem bile aklıma gelmiyor kendimi huzurlu hissediyorum ,güvende hissediyorum ama ayrıldıgımızda sorun olmasa bile kötüşeyler aklımda.sürekli içimde buruk bir his oluyor ,.napacağımı bilmiyorum bana yardımcı olabilirseniz ...Şimdiden ilgilendiğiniz için teşekür ederim size


1314
Genel Tartışma / Gerçek aşkın sırrı!
« : 17 Mart 2009, 02:44:51 ös »
    
Gerçek aşkın sırrı!
Siz de güzel bir ilişki yaşamak ister misiniz?

Gerçek aşkın öz güvene dayalı ilişkilerde yaşanabileceği bildirildi.

Adana Numune Hastanesinde görevli ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı psikiyatr Dr. Sümer Öztanrıöver, AA muhabirine yaptığı açıklamada, sağlıklı ilişkilerin belirli bir mesafe gerektirdiğini, bireysel farklılıkların korunmasının aşk ve sevgi açısından olumlu gelişmeler sağlayacağını söyledi.

İstanbul'da çöp konteynerinde parçalanmış cesedi bulunan Münevver Karabulut (18) ve öldürdüğü iddia edilen sevgisi C.G'nin yaşadığı olayı değerlendiren Öztanrıöver, şöyle konuştu:

''Sadece öz güveni çok düşük kişiler bunu yapabilir. Öz güven ile kendine güven hep karıştırılır. Kendine güveni yüksek, karizmatik, başarılı bir kişinin öz güveni çok düşük olabilir. Kendine güven, dış kaynaklardan başarı, statü, ün, para ve güzellik ve bu tür şeylerden beslenir. Oysa öz güven kişinin kendini koşulsuz kabul etmesinden ve sevmesinden gücünü alır. Öz güveni yüksek olan kişiler sevgiye ihtiyaç duymadan, koşulsuz sever. Yüksek öz güvenli birinin yanında kendiniz olabilirsiniz ve hata yapmaktan çekinmezsiniz. Öz güveni düşük olan kişi ise sevgiye umutsuzca ihtiyaç duyar. Sevgiyi alamazsa zorla talep eder. Yine başarılı olamazsa 'ya benim olursun ya toprağın' saplantısıyla öldürebilir.''

Kendini sevmeyen bir kişinin başka birini gerçekten sevmesinin imkansız olduğunu ifade eden Öztanrıöver, ''Böyle biri, sevdiğini zannettiği kişiyle birlikte olduğunda onu bir nesneye dönüştürür yani kendine mal eder. Onun kimliğinin kendine özgü yanlarını, benzersizliğini kabul edemez, onu kendi istediği kişi olmaya zorlar'' dedi.

-''İLİŞKİNİZDE MERAK VE KEŞFETME OLSUN''-

Öztanrıöver, gizemin kararında olmasının ilişkileri canlı tutabileceğini belirterek, ilişkide merak ve keşfetme olması gerektiğini söyledi.

Her yapılan konusunda bilgi verme yaklaşımının temelinde ''hesap sorma''nın bulunduğuna dikkati çeken Öztanrıöver, şunları kaydetti:

''Bu durumda her şeyi birlikte yapmak gerektiği düşüncesi vardır. İlişkide duygusal şiddet hemen daima kuraldır. Yargılama, suçlama, aşağılama gibi yıkıcı eleştiri, değiştirme isteği ve zorlaması vardır. Onunla birlikte olmak için hep ödün vermeniz gerekir. Fiziksel şiddet de sık görülür.''

Günde onlarca kez görüşme ve mesajlaşmanın aşkın güçlü bir kanıtı değil ilişkiyi yıpratan bir bağımlılık olduğunu belirten Öztanrıöver, ''İlişkinin bitmesi olasılığına açık olun. 'Seni sonsuza kadar seveceğim' sözünü ne kendiniz verin ne de karşınızdakinden isteyin. Ne olursanız olun kendiniz olun. Sezen Aksu'nun şarkısında söylediğini yapmayın, yani 'sevdiğinizde tutuklu kalmayın'. Bırakın ilişkiniz sizi özgürleştirsin'' diye konuştu.

1315
Genel Tartışma / ÇOCUKLARIN İBADETİ OYUNDUR.
« : 17 Mart 2009, 11:20:46 öö »
Kolonya şisenin aslında vites, yuvarlak gümüş tepsinin direksiyon olduğunu, mısırcının aslında mısırcı değil simitçi olduğunu hiçbiriniz bilmiyordur. Hele ki terliklerin gaz ve fren pedalı olduğunu hiç duymamışsınızdır. Araba kullanmaya bunlarla başladım ben. Hatta taksicilik bile yaptım o arabayla. Acıkınca simitçiden sütlü mısır alıp yerdim. Akşam olunca da evime ailemin yanına -çocuk odası- gidip çoluk çocukla ilgilenirdim. Eeee baba olmak kolay değil bide yaşınız on bile değilse hiç kolay değil. Ozamanlar en çok kitapçıya giderdim. İti tane kipatı koduz liraya alır çıkardım dükkandan. Sonra gümüş tepsi sallamaya... Şehre annemler gelince hepsi yok olurdu. Şehir -bizim ev, benim ailem- kardeşim ve üst komşunun kızı, direksiyon- gümüş tepsi ve diğerleri de eski görevlerine geri dönerlerdi.

AHMET TÜRKYILMAZ

1316
Genel Tartışma / HAP KUŞAĞI CAN DÜNDAR
« : 16 Mart 2009, 07:23:09 ös »
Hap kuşağı       
     
 
 

Tüylerimi diken diken eden bir şey anlattılar: Seçkin özel okullardan birinde öğretmen sınıfa girip avucuna doldurduğu hapları tek tek öğrencilerine içiriyor, ders ondan sonra başlıyor.
Hayır, "hapçılar" için özel bir sınıf değil bu...
Çocukların çoğu aynı hapı kullanıyor ve almaları gereken saatte öğretmenleri onlara yardımcı oluyor.
Hapın özelliği, yatıştırıcı olması...
     

* * *


Okul çağında çocuğu olan ailelerin artık kanıksadığı bir durum bu...
Evde TV veya bilgisayar ekranı karşısında büyülenmiş gibi oturan çocuk, okula gittiğinde sırada ders dinlemeye zorlanıyor. İçi kıpır kıpır, teninden enerji fışkırıyor. Başlıyor taşkınlığa... Dikkatini toplayamıyor, yerinde duramıyor, sabırsızlanıyor, arkadaşlarıyla itişiyor.
Sonra öğretmen ebeveyni çağırıyor; çocuğun yaramazlığından, şımarıklığından, laf dinlemezliğinden, her şeye itiraz etmesinden yakınıyor.
"Çocuğunuz hiperaktif" diyor.
Aile deva için psikiyatristin kapısını çalıyor.
   

* * *


Genellikle Amerika’da yetişmiş olan psikiyatrist, aileyi dinlerken çocuğa resim çizdiriyor. Çoğunlukla ekranda gördüklerini çiziyor çocuk:
Ya canavar, ya savaş...
"Çocuğunuzda şiddet duygusu gelişkin" diyor doktor ve sakinleştirici ilaç yazıyor. Veriyorsunuz; çocuk uysallaşıyor, yüzüne sahte bir gülücük yerleşiyor. Sabah "hapı yuttuğunda" itişmeden sıraya girip mışıl mışıl dersini dinliyor.
İtiraz filan da kalmıyor.
     

* * *


Dizi yara görmeden büyüyen çocuklar bunlar...
Bizden farklılar.
"Dizine bakayım" deyince biz, dizkapağımızdan kabuğu soyulmuş yaraları gösterirdik birbirimize; bunlar TV’de "Çocuklar Duymasın"ı gösteriyor.
Mahalle, sokak, arsa, oyun bilmiyorlar. Evde ekran başından kalkmadıklarından birikmiş enerjilerini dışarı atamıyorlar. Okula gidip de sosyal yaşam kurallarıyla karşılaşınca tepki gösteriyorlar. Özel ilgi ve sevgi beklentilerini, yaramazlıkla dışarı vuruyorlar.
Ne öğretmenin, ne ailenin özel ilgiye vakti var.
Halbuki hap ne kolay...
Yutturuyorsun, çocuk "uyumlu" oluyor.
     

* * *


Geçenlerde Amerikan Gıda ve ilaç Dairesi FDA, ünlü depresyon giderici Prozac’ı çocukların da kullanabilmesini onayladı.
Prozac’ın çocukçası sayılan Ritalin’in üretimi son 8 yılda 7 kat artmış.
İngiltere’de ilaç kullanan çocuk sayısı ise son 6 yılda 12 katına çıkmış.
Aktüel’deki yazısında bu rakamları veren Mine Akverdi, artık sınıflarda soruya cevap veremeyen çocukların, "Bugün ilacımı almayı unuttum öğretmenim" dediğini yazıyor.
Yeni çağın "Prozac toplumu", şimdi sübyan kadrosunu oluşturuyor.
     

* * *


Çocuklara, birbirimize, kendimize vakit ayıramamaktan bunlar...
Ve bu iletişimsizliğin hapla tedavisi yok.
İlaç, uyuşturuyor çocuklarımızı... sadece onları mı; bizi de...
Sorunlarla baş edemedikçe, paylaşıp üzerine yürüyemedikçe ilacın şefkatine sığınıyoruz. Yüzümüzde sahte bir tebessümle dolanıyoruz.
Radyoda spiker güne "Haydi gülümseyin" itelemesiyle başlıyor. İstek parçasında "Erkekler pozitif kızları sever" çalıyor.
"Pozitif toplum" hap desteğiyle gülüyor; sorunlar olduğu yerde duruyor.
Unutmayın; depresyonun ve yalnızlığın çağında, sabırsızlığın da, uyumsuzluğun da, dertleri yenmenin de, hayata direnmenin de, hep beraber gülebilmenin de yegane reçetesi, iletişimdir.
Hapı yutmadan, konuşun onunla...

 

1317
Genel Tartışma / HAYAT YOLLARI ALİCE MİLLER
« : 16 Mart 2009, 03:54:34 ös »
Giriş

Niye öykü biçimini seçtim? Bu, önceden planladığım bir şey değildi, kendiliğinden, belki de gerçek bir iletişim biçimine eskiden beri duyduğum özlemin sonucu olarak ortaya çıktı. Başlangıçta yapmayı düşündüğüm şey, basit karşılaşmaları betimlemekti. Benzeri deneyimlerden yola çıkan ve birbirleriyle doğrudan, açık, tabular ve ideolojik engeller tanımayan bir biçimde iletişime geçebilme isteği taşıyan insanların karşılaşmaları. İç dünyam giderek, tıpkı benim gibi çocukluktaki deneyimlerin önemine inanmış hayali kişilerle dolmaya başladı. Bunlar aracılığıyla düşüncelerimi, benim için zaten açık olan şeyleri kanıtlamak zorunda kalmaksızın geliştirebiliyordum. Bu aynı zamanda kendimi aşırı zorlamam gerekmediği anlamına geliyordu. Bu şekilde yazmak giderek daha fazla zevk vermeye başladı. Bu kişilerin konuşmasına izin verebiliyor, duygularına saygı gösterebiliyor ve bu yolla onlara, içinde kendilerini güvende hissettikleri bir mekân sağlayabiliyordum. Hatta artık yaşlı sayılabilecek ebeveynleri ile (tıpkı bir zamanlar benim gibi) konuşulması olanaksız sandıkları şeyleri konuşmayı bile göze aldılar. Konuşmalarımızın barışçı havası, yeni iletişim biçimleri deneme cesareti vermişti.
       Yaşlandıkça daha sabırlı ve hoşgörülü olmaya başladım. İnsanlara, düşüncelerimin akışını izleyebilmek için gerek duydukları zamanı tanımam kolaylaştı. Bu uyumu göstermemde bana yardımcı olan şey, bildiklerimin, yirmi yıl öncesinin aksine, artık başkalarınca da paylaşılıyor olduğu gerçeği. O günden bugüne, gerek uzmanlar gerekse diğer insanlar, vardığım sonuçları kendi deneyimleri ile doğrulama olanağı bulmuş durumda. Artık kanıtlamam gereken bir şey yok.
       Bununla birlikte hayatımın ancak ileri dönemlerinde fark ettiğim bazı şeyleri başkaları ile paylaşma isteğini hâlâ duyuyorum. Bu isteğin elinizdeki sonucu edebiyat olma iddiası taşımıyor. Burada söz konusu olan "sanat için sanat" değil. Öykülerimin temelini oluşturan, insanları bilgilendirme ve düşünmeye yüreklendirme yolundaki basit ve sürekli çaba aslında. Pek çok kadın gibi ben de, genç bir anneyken, gerek çocuğuma gerekse kendime ilişkin yeterince bilgili olmamanın acısını çektim. Daha bilgili olsaydım pek çok şeyi daha iyi yapabileceğimi, ama bunları artık telafi edemeyeceğimi bilmek çok üzücü.
       Benim çektiklerimi başkalarının çekmemesi dileğinden doğdu bu öyküler. Okurlarımın yazdığı sayısız mektup, bu dileğin gerçekleşebileceğini doğrulamıştır. Tanıdığım kadınların çoğu, bugün hiç değilse daha fazla bilgilendirilmiş olmaktan sevinç duyuyor. Bu bilgi artışı, erişkin çocuklarıyla daha açık bir diyaloğa girmelerini ve torunlarını daha iyi anlayabilmelerini sağlıyor. Öykülerim zaten bilgili okura pek yeni bir şey sunmayacak belki ama böylesi okurların hâlâ azınlıkta olduğunu duydum. İnsanların çoğunluğu, çocuklukla bugüne dek pek az ilgilenmiş durumda.

Önsöz

Çoğumuz dünyaya, üzerimizde belirleyici izler bırakan bir aile çevresi içinde geliriz. Gençlik dönemimizde anne ve babalarımızı eleştirsek, hatta onlarla bağlarımızı koparsak bile bu ilk izlerin bizi zayıf ya da güçlü bir şekilde etkiliyor olmasını engelleyemeyiz. Hiç değilse kendimiz çocuk sahibi olduğumuzda bunun farkına varırız.
       Çoğu insan bunun üzerine kafa yormaz. Kendi yaşamış olduklarını çocuklarıyla tekrarlar ve bunu da doğru bulurlar. Ancak bazıları için, tam da çocukları ya da eşleri karşısında en çok eksiklik duydukları şeyin, gençlik dönemlerinden bu yana özlemini çektikleri iç özgürlük olduğunu günün birinde şaşırarak fark etmek acı verici olur. Çıkmaz bir sokakta oldukları hissine kapılabilirler bu durumda. Çocukken yollarını bulamamışlardı, çevrelerine ve onun etkilerine boyun eğmekten başka çareleri yoktu. Yetişkin insanlar olarak ise önlerinde başka seçenekler vardır ama çoğunlukla bunun farkına varmazlar.
       Köken, kalıtım ve eğitim tarafından, gerek olumlu gerekse olumsuz anlamda şekillendirilmişliğimiz ne denli güçlü olsa da yetişkin insanlar olarak bu izleri yavaş yavaş tanımaya başlayabilir ve otomat gibi hareket etmekten kurtulabiliriz. Bu izlerin ne denli farkına varırsak, çıkmaz sokaklarımızdan kurtulmamız ve yeni veriler edinebilmemiz o denli kolaylaşacaktır. Kurtuluş yolları tıpkı kişisel kaderler gibi birbirinden oldukça farklı ve çok sayıdadır. Bu kaderlerden bazıları okuyacağınız öykülerde anlatılmaktadır.
       Bu öyküler, çocukluğun izlerinin bize yetişkinler olarak kendi kurduğumuz ailelerde nasıl eşlik ettiklerini göstermenin yanı sıra, bunların toplumsal yaşam örgüsünün her alanında nasıl ortaya çıktıklarını sergilemek için de yazılmıştır. Sondaki düşünceler bölümünde, nefretin oluşumunu daha iyi anlamanın mümkün olup olmadığı ve bunun nasıl gerçekleşebileceği sorusu üzerinde durdum.
       Yetişkinlerin çocukluklarını hayatlarıyla bütünleştirme şekilleri kişiden kişiye farklılık gösterir. Ama bireyin kendi adına verdiği karar hangi yolla ve nasıl olursa olsun, çocuklukta alınan yaralara karşı günümüzde pek çok çevrede gelişmekte olan duyarlılık, toplum açısından bir kazançtır. Çocuklara karşı kötü davranışlar her dönemde varolagelmiştir ve günümüzde de yaygındır. Ama kurbanlar, başlarından geçenlerle hesaplaşmaya ve bunların sonuçları üzerine başkalarıyla konuşmaya yeni yeni başlıyor. Şimdiye dek neredeyse hiç değinilmeyen konular, pek çok insana yeni görüş alanları açan ve daha doyumlu bir hayat umudu vaat eden konuşmaların temel konusu haline geliyor.
       Bunun farkına kısa bir süre önce, bir kitabı okurken vardım. Bu kitapta, tecavüz nedeniyle mahkûm olmuş 14 baba, cezaevinde katıldıkları iyi düzenlenmiş bir grup terapisinde kendi öykülerini anlatıyor. Yaşamlarında ilk kez dertleri hakkında konuşabildikten, kendilerini anlaşılmış ve kabul edilmiş hissettikten sonra bu insanların düşünce tarzlarında ne denli süratli bir değişikliğin gerçekleştiğini görmek cesaret vericidir. Bekleneceği üzere bu öykülerde, çocuklukta çekilen ve üstü, kendilerinden esirgenen sevginin yerini alan cinsel sömürü ile örtülmüş ciddi yoksunluklar söz konusudur.
       Cesaret verici olarak nitelediğim şey, bu erkeklerin, salt aydınlatıcı konuşmalar sayesinde geçirdikleri değişimdir. Bu kişiler, çocukluklarında çekmek zorunda kaldıklarını bir kez bile olsun sorgulama ve hatta haksızlık olarak görme imkânı bulmaksızın otuz, kırk, elli yıl yaşamışlardır. Gayet doğal bir şekilde de kendi çektiklerini çocuklarına çektirmişlerdir. Aradaki bağlantıları açık olarak göremedikleri sürece kendilerini bu takıntıdan kurtarmaları mümkün değildi. Ancak şimdi, çocukluklarında yaşadıklarını kader olarak kabullenmeyi bırakıp haksızlık olarak görmeye başladıkları ve buna paralel olarak bundan üzüntü duymayı öğrendikleri için sorumluluk üstlenmeye muktedir ve buna hazır durumdadırlar.
       Eleştiri yeteneği kazanmalarını sağlayan bu gelişme, bu insanları kendilerine acır duruma getirmeyip tam tersine kendi acıları sayesinde çocuklarına karşı eşduyum geliştirmelerini ve onlara hayat boyu taşıyacakları zararlar verdiklerini fark etmelerini sağlamıştır. Bu zararları olabildiğince gidermeye çalışıyorlarsa da, pek çoğunun kalıcı olduğunu biliyorlar. Tabii ki ancak birkaçı bu çıkmazdan kurtulmayı başarabilmiş durumda, diğerleri için henüz söz konusu değil bu.
       Benim kitabımdaki kişiler hayal ürünü. Zaman içerisinde öyküler, son yıllarda öğrenmiş ve anlamış olduklarımı kolay izlenebilir bir biçimde geliştirmeme olanak tanıyan bir öz dinamik kazandılar. Kitapta betimlenen kişiler kesinlikle örnek olmak durumunda değildir. Sadece yaşamış olduklarını, bununla nasıl başa çıkmış ya da çıkamamış olduklarını anlatıyorlar. Kaderlerinin ve çevrelerinin betimlenmesinde formaliteleri en aza indirip bunun yerine kişiler arasındaki ilişkileri ayrıntılı şekilde ele almayı tercih ettim.
       İnsanın hayatını nasıl yoluna koyacağının reçetesi yoktur. Hedefler ve bunları gerçekleştirme olanakları kişiden kişiye değişir. Çocukluğumuzda potansiyelimizin tümünü geliştirmemiz her zaman mümkün olmadıysa da, eski korku, güvensizlik ve yoksunlukların kalıntıları hâlâ bizimle olsa da, bilincimizin genişlemiş olması pek çok şeyi daha iyi bir hale getirmemize olanak tanır. Bunda, sevgi ve saygı içerisinde büyüme, çocukluklarında kaygısızca zevk ve neşe duyma şansına sahip olmuş ve bu yüzden de ilerki yaşlarında daha kolay ve mutlu bir hayat sürebilmiş duyarlı insanlarla temasın rolü de küçümsenemez.
       Öykülerimde bu insanlara örnek olarak, ilk etapta Daniel, Michelle, Margot, Luise ve hatta Gloria sayılabilir. Dinlemeyi bilen, karşısındakinin kaderini paylaşabilen, açık, anlamak isteyen kişilerdir bunlar ve genelde görüştükleri kişilerin bazılarına kıyasla daha az yanılsama ile karşı karşıya kalmışlardır. Çocukken sevgi görmüş oldukları için hayatları ile, yanılsamalarla büyütülen ve daha sonra kendi gerçekleri için mücadele vermek zorunda kalan kişilere, örneğin Claudia, Sandra, Anika, Helga ya da Lilka'ya oranla daha kolay başa çıkarlar.
       Kitabın anlatı ve çağrışıma dayanan tarzı, beni asıl ilgilendiren noktanın, kişisel kaderlerin ötesinde, genel sorunlar ve esas olarak da şu soru olduğu gerçeğinin üstünü örtmemelidir: İlk acı ve sevgi deneyimleri insanların sonraki hayatlarına ve diğer insanlarla birlikteliklerine nasıl etki eder? Bu sorunun yanıtının kapsamı içinde kalacak kimi alt bölümlere ilişkin araştırmalar yapılmıştır. Örneğin rahimdeki yaşama, yeni doğanlara, süt çocuklarına ilişkin gözlemler, despotların biyografileri, soykırım istatistikleri, vs. Ancak bildiğim kadarıyla varolan verileri, eylemde bulunan insanların çocukluk deneyimleri açısından incelemeye yönelik bir araştırma kolu yok henüz. Öykülerimi ve düşüncelerimi böylesi araştırmaları heveslendirmek amacıyla kaleme aldım. 
 
 
 

1318
Genel Tartışma / HER ANNE ÇOCUĞUNU SEVMEK ZORUNDA MI?
« : 16 Mart 2009, 09:47:04 öö »
Her anne çocuğunu sevmek zorunda mı?



Yayımlandığında İngiltere ve ABD'de küçük bir kıyamet kopartan Kevin Hakkında Konuşmalıyız sonunda Türkçe'de. Bakalım kitap burada da çocuğunu sevemeyen anne ve şiddete yönelen sevgisiz çocuk tartışmasını açacak mı?..

'Hangi şeytan dürtmüştü bizi? Ne kadar da mutluyduk! O zaman neden elimizdeki her şeyi bir çocuk sahibi olmak gibi rezil bir kumara yatırdık.' Bir annenin çocuğuna nefretini bu kadar net anlatan başka bir cümle olabilir mi bilmiyorum ama Lionel Shriver'ın önümüzdeki hafta Everest Yayınları'ndan piyasaya çıkacak Kevin Hakkında Konuşmalıyız isimli kitabında buna benzer onlarca cümle var.
Okudukça insanın tüylerini diken diken eden, anneliği, annenin bebeğine, çocuğuna olan sevgisini sorgulayan, nefretini anlatan bu kitap Amerika'da ilk basıldığında olay oldu. 30 yayınevi tarafından reddedildi, sonunda acımasız cümlelerin yer aldığı kitabı basacak bir yayınevi bulduğunda, yayınlanma başarısını bir ödülle taçlandırdı. Lionel Shriver, Britanya'nın 30 bin pound değerindeki Kadın Edebiyatçılar Ödülü Orange'ı aldı. Kitap birçok kesim, özellikle anneler tarafından tepkiyle karşılanırken, Amerikalı ve Avrupalı feminist, kariyer sahibi çocuksuz kadınlar tarafından adeta kapışıldı.

KATİL Mİ DOĞDU YOKSA SONRADAN MI OLDU?
"Benim için o hiçbir zaman 'bebek' olmadı. Bizimle kalmak üzere gelmiş, sadece çok küçük olan, olağanüstü kurnaz, tekil bir bireydi" diyen kitabın kahramanı Eva Khatchadourian hamile kalmaya karar verir ama kaldıktan sonra pişman olur. Doğum sırasında bile o kadar zorluk çeker ki bu durumu fiziksel olarak anneliğe hazır olmadığıyla açıklar, doğumun ardından gelen süreçte oğlu Kevin'e karşı hiçbir şey hissetmeyen Eva, bu sevgisizliğinin karşılığını yıllar içinde fazlasıyla alacaktır.
Oğlunu emziremeyen, içinden gelen bir şefkatle sevemeyen Eva, küçük bir bebekken bile oğlu tarafından sevilmez. Bu sevgisizlik, Kevin bir delikanlı olduğunda tehlikeli boyutlara ulaşmaya başlar. Kevin saldırgan, korkutucu etrafına zarar veren bir birey haline gelir. Ama bunu fark eden sadece aralarında özel bir sevgisizlik bağı olan annesidir. 16 yaşında Kevin okulundaki yedi öğrenciyi ve iki yetişkini öldürdüğünde hayat artık Eva için kendini sorgulamayla geçecektir. Kendi ismi yerine bir erkek takma ismi seçmiş yazar Lionel Shriver'ın kitabı Türkiye'de çok tartışılacağa benziyor.
Böyle bir kitaba imzasını atan Lionel Shriver 48 yaşında, evli ama çocuksuz. "Bir bebeğe bakmak çok sıkıcı, onların oyuncak kaleler inşa etmesini seyretmekte heyecan verici yan göremiyorum," diyen Shriver, kitapta kendi düşüncelerini yansıttığını itiraf ediyor. Gençliğinde çocuk bakıcılığı yaptığı zamanları anlatırken "Ağlamaya başladılar mı susturmak imkânsızdır. Ağlamayı kessinler diye kafalarını patlatmak istediğim çok zaman oldu," açıklamaları yapmaktan da çekinmiyor.
Annelik olgusunu tartışan, katil bir çocuğun annesinin bu durumdan ne denli sorumlu olabileceğini sorgulayan bu romanı tepkisiz kalıp okumak mümkün değil. Kitabın ilk yarısında annenin bu kadar ruhsuz ve sevgisiz olmasının şokunu yaşarken, kitabın sonlarına doğru bu anne tarafından yetiştirilen bir çocuğun nasıl katile dönüştüğünü dehşetle okuyorsunuz.
Kitabın kahramanı aslında kocasıyla arasına girdiğine inandığı bu varlığa karşı hislerinin bir günah çıkarmasını yapıyor ya da bu duyguları bana yaşatan bizzat doğumundan itibaren oğlumdu diyor. bu da kitabın iki farklı açıyla algılanmasına neden oluyor, biri doğuştan kötü olabilir mi yoksa yaşadığı sevgisizlik mi onu kötü yapar, her anne çocuğunu koşulsuz sevmek zorunda mıdır? Bu kilit soruları sorduk, işte cevapları...

1319
Genel Tartışma / Babanız yaşıyorsa hala çocuksunuzdur.
« : 11 Mart 2009, 03:07:55 ös »
CEMAL SÜREYA

Babanız yaşıyorsa hala çocuksunuzdur.

İnsan babası ölünce büyüyor çünkü. Yalnız başına kalıyorsunuz o zaman artık.

Çocukken her şeyi bilen, herkesten güçlü olan babamız biz büyüdükçe küçülüyor.

Zamanını tamamlamış ve geçmişte kalmış bir yaşlı olarak kendi köşesinden bize bakıyor. Uzakta olsa da, bize dokunamasa da...

Usandıracak kadar ayrıntılı sorularla hayatı öğrendiğimiz, o her şeyi bilen babamızın sorularıysa biz büyüdükçe artık bize sıkıcı gelmeye başlıyor. ?Müdahale etmese, soru sormasa ne iyi olur? dediğimiz zamanlar çok oluyor artık.
Biz ondan daha iyi biliyoruz ya her şeyi...
Zaman artık onun zamanı değil ya...
Teknoloji gelişti ya...
Her şey değişti ya...

Oysa ne zaman ki babanızı kaybediyorsunuz, işte o zaman gerçekten büyüyorsunuz. Çünkü çınarın gölgesi yok artık üzerinizde. Siz fark etmediğiniz halde sizi yağmurdan, güneşten koruyormuş meğer o gölge.

Siz de aile kuruyorsunuz, baba oluyorsunuz, sizin de gölge yaptığınız ve koruduğunuz birileri oluyor ama o gölgeyi çok arıyorsunuz.

Babanız öldüğünde büyüyorsunuz.
Artık soru soracağınız, öğreneceğiniz, azarını duyacağınız, takdirini alacağınız, akşam eve dönerken yolunu gözleyeceğiniz, korkacağınız bir babanız yoksa büyüyorsunuz.
Yarınınızdan sorumlu tuttuğunuz, her istediğinizi almak zorunda olan o kişi yoksa artık...
Hep sessiz ağlayan, suskun seven, en zor dönemde bile yıkılmaz görünen, sırtınızı dayadığınız çınar ağacınız yoksa artık...
Büyüyorsunuz o zaman işte.

Savaşın ortasında komutansız kalmaktır, babasız kalmak.

Kaç yaşınızda olursanız olun babanız yaşıyorsa hala çocuksunuzdur.


1320
Psikologlara, Terapistlere ve Psikiyatristlere Mektup

Sieglinde W. Alexander (Çeviren: Üstün Öngel)

Mektubuma/çağrıma duygusal-insani düzlemde deneyimlerimi anlatarak başlamak istiyorum.
Çocuklukta yaşadığım suistimali yazıya döktükten sonra, 1993 yılında, depresyona girmiştim; işin aslı bu çocukluk anılarıyla yüklü acı ve ızdırap içinde yaşamak istemiyor, ölmek istiyordum. Yardıma ihtiyacım olduğunu biliyordum ve bir HMO (Health Management Organization / Sağlık Yönetimi Teşkilatı) terapistiyle görüşmek üzere randevu aldım. O zamanlar, bir terapistle görüşmek için bekleme süresi 12 haftaydı. Depresyonum ileri düzeydeydi ve anksiyetem hareket kabiliyetimi boğmuştu; sistemin işleyişine boyun eğmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. İlave olarak, çaresiz hissetmenin yanı sıra, yardıma ihtiyacım olduğu için kendimi yargılıyor ve suçluyordum. Çocukluğumda olduğu gibi, “yüksek otoriteye”, sözde ne yapıyor olduklarını bilen uzmanlara, kendimi teslim etmiştim.
On iki haftalık bekleme sürecinde, manidar bir dönüşüm yaşanıyordu beynimde: depresif halime rağmen, hayatımda ilk kez beynimde (donmuş) bir şeylerin “çözülüyor/eriyor” olduğunu hissetmiştim (“defrosting”: donmuş bir şeyin buzluktan çıkarılıp normal haline gelmesi). Sanki yaşadığım travmayı yazıya dökmemle birlikte zihinsel olarak rahatlarken depresyon oluşmuştu ve bununla beraber iyileşme süreci de başlamıştı. Dondurulmuş, kilit altına alınmış travmatik anılarımın görüntülerinin bilincimde çözülmeye/erimeye başladığını hissediyordum. Otuz yıl önce yaşadığım travmanın zorla dondurulmaya çalışılmış etkisi çözülüyor ve tamamlanmamış süreç tamamlanıyordu. Nihayet, beynimdeki başıboş uçlar (nöronlar) bağlantı kurmaya çalışıyordu. Çocukluk anılarımla uğraşırken her temas ettiğim olay bir “flashback”le (geçmişten görüntülerle) sonuçlanıyordu. Yavaş yavaş neden tüm hayatım boyunca korku içinde olduğumu anlamaya başlıyordum. Bu “flashback”ler, geçmişte düğümlenmiş travmatik deneyimlerimin çözülme sürecine yardımcı oluyordu. Orijinal kaynağa –hislerime- ve kırk küsür yıllık travmamın ve korkumun kaynağına götürecek bir bilişsel bağlantıyı oluşturmakla işe başladım. Bunun üzerine, bir damga gibi sabitlenmiş korkum artık dehşet verici olmaktan çıkmıştı; gücünü kaybetmişti çünkü o anılarıma yapışmış ızdırap ve korku önce hissedilmiş, ardından da yok olmuştu. Artık kendimi çaresiz, çocuk gibi hisler içinde hissetmiyordum (çocuğun kendini ifade edecek bir “dili” yoktur ya hani). Başıboş uçlar işlevsel sol beyin bölgesiyle şimdi anlamlı bağlantılar kurmaya başlamıştı; ve çocukken açıklayamadığım ve ifade edemediğim duygularımı şimdi bir yetişkin olarak açıklayabiliyor, ifade edebiliyordum. Bu iyileşme sürecini devam ettirmek üzere yardım alma umudum/arzum üst düzeydeydi.
On iki haftalık bekleyişten sonra terapistimle ilk kez buluşmam, bu yaşamsal iyileşme sürecini vahşice kesintiye uğrattı. Bir psikiyatriste yönlendirildim ve sonuç “kognitif terapi” eşliğinde Wellbutrin idi (Türkiye’de “sigara bıraktırma” ilacı olarak da kullanılan “Zyban”. Ü.Ö.).
Terapistime ihtiyacım olan şeyi anlattım, eski anılarımı açığa çıkarmak ve hislerimi konuşmak istediğimi söyledim, ama anlamadı. Yaklaşık 10 seans sonra, onun (bayan psikiyatristin) acıyı bastırma/yönetme teorisine uymadığımdan dolayı çaresizliğini hissettim. İyileşmek istediğimi, yine üzerini örtmek/bastırmak istemediğimi söyledim, ama anlamadı. Yirminci seans sonrası ellerini açarak çaresizlik içinde “sana hangi teori uyar ki?” diye sordu. Teoriye ihtiyacım olmadığını, sadece sahip olduğum ve anlayamadığım duygularımla ilgili sorularımın cevaplarını vermesiyle iyileşmeme yardımcı olmasının yeterli olacağını söyledim. Bunun üzerine, onun düzeyinde bir psikoloji eğitiminden geçmemiş olduğum için onun açıklamalarını anlayamayacağımı söyledi bana. Yardım alacağıma, yine hakarete uğramıştım ve düğümlenmiştim. Kısa bir süre sonra, başka bir terapist aradım kendime. Bulduğum bu bayan terapiste de, aynı şekilde nasıl bir yardım beklediğimi anlattım; panik ataklarım ve süreğen korkumla nasıl bir bağ kurmaya çalıştığımı ve bunun için yardım aradığımı söyledim. Rahatsız bir ifadeyle, “analizin nasıl yapılacağını sizin bilmeniz gerekmiyor” diye cevap verdi (“analizin nasıl yapılacağına siz karar veremezsiniz” şeklinde de tercüme edilebilir. Ü.Ö.). Bir kez daha çaresizlik duygusu içinde, onu da bıraktım ve Wellbutrin’le devam ettim.
Yavaş yavaş antidepresanların yan etkilerinin farkına varmaya başlamıştım ve psikiyatristime aldığım aşırı kilolardan ve kabuklu deniz ürünleri (midye vb) ve çikolata alerjisi, uykusuzluk, anfizem (doku ve organlar arasında hava kalması) gibi diğer belirtilerden söz ettim. Şiddetle karşı çıktı ve kilo sorunumun menapozla ilişkili olduğunu söyledi, diğer belirtileri ise hiç önemsemedi. Dört yıllık Wellbutrin kullanımından sonra, daha az yiyor olmama rağmen 30 kilo almıştım.
1998 yılında psikiyatristimi değiştirdim ve yeni psikiyatrist Wellbutrin yerine Effexor verdi.
Yeni bir umut ile 1999 yılında EMDR (Eye Movement Desensitization and Reprocessing /Göz Hareketi Duyarsızlaştırması ve Yeniden İşlemleme) terapisi hakkında bir şeyler duydum ve bir EMDR uzmanı ile terapilere girdim. Epeyce bir özel seans sonrası HMO içinden EMDR terapisi yapan birini buldum ve parasal nedenlerle ona devam etmeye başladım.
Bir buçuk yıl sonra gördüm ki EMDR korkumu ve panik ataklarımı iyileştirmek adına hiçbir etki yapmamıştı. Sadece geçici baskılayıcı olarak işlev görmüştü. EMDR terapisini bıraktıktan çok kısa bir süre sonra tüm belirtiler yine ortaya çıkmıştı.
İki bin yılında, çok az kalmış gücümü toplayarak tüm “terapileri” bıraktım, antidepresanları attım. Effexor’u bırakmamın sonrası üç ay “ilaç bırakma sonrası etkilerle” yaşadıktan sonra bulanık beynimdeki perdeler kalktı ve ben yavaş yavaş tekrar hissederek yaşamaya başladım. İşin en şoke edici yanı, yaklaşık 7 yıllık antidepresan kullanımının hiçbir şeyi değiştirmediği idi. İlaca başlamadan sahip olduğum semptomlar aynen yerinde duruyordu. Panik ataklar ve çocukluk travmam, 1993’te ilaca başlamadan önce nasılsa aynen öyle canlı bir şekilde oradaydı. Tek fark benim yedi yıl boyunca depresyonla birlikte zombi gibi yaşamamdı.
Antidepresanların bana hediyesi kısa süreli bellek kaybı, 30 kilo ve yeni alerjilerdi. Çocukluk travmamın etkileri hâlâ oradaydı ve yaşamımı eksiye götürüyordu.
İnsanlık adına, psikiyatristlere sordum, niçin bu tehlikeli ilaçları kullanmam gerekmişti? Cevap sessizlikti ve ızdırabımı iyileştirmek için hiçbir önerileri yoktu. Çok geç öğrenmiştim ki, Wellbutrin vücudumdaki her şeyi, tiroidi bile yavaşlatmıştı. Kortisol seviyem 4.8’e düşmüştü. İlacı bıraktıktan sonra yan etkilerden birisi, anfizem kaybolmuştu. Fakat midye ve çikolata alerjim bugün bile hâlâ devam ediyor.
Buzdağının görünen kısmı 60 saat kognitif terapiydi (dört ayrı terapist ile), bu kayıp yıllar boş umutlarla geçmişti, bana sundukları sadece ağrı/acı yönetimiydi ve bunun anlamı bilinçteki zihinsel ızdırabı bastırmaktan başka bir şey değildi. Acımı/ızdırabımı yönetmek istemiyordum, çocuklukta yaşadığım suistimalin yaralarını iyileştirmek istiyordum. Doğal olarak, ne Wellbutrin ne kongitif terapi bunu sağlayamazdı. Her “hasta” gibi boyun eğerek tıp uzmanlarına güvenmeliydim. Aşırı kilo almam ve hâlâ devam eden anksiyetemle ilgili kaygılarım kaale alınmıyordu. Depresyondan, korkudan, anksiyeteden muzdarip biri ona yardımcı olması gereken uzmanlardan başka kime inanabilirdi ki? Effexor’la geçen üç yılın sonunda kısa süreli belleğimin önemli bir kısmını yitirmiştim.
Artık aradığım yardımı alamayacağımı bilerek, semptomları kendim ele almaya başladım. Bilhassa bilinçli olarak geçmişe, BÇT’ye (bastırılmış çocukluk travması) odaklanmıştım, kendi kendime gerçekleştirdiğim terapimde. Bastırılmış anıların su yüzüne çıkmasına izin verdim ve iki kez doğduğum/büyüdüğüm kasabaya gittim gerçekle yüzleşmek için. Acıyı hissettim ve boşalttım, böylece travmayla ilgili tamamlanmamış süreç tamamlanmış oldu. Bu adım adım gerçekleşen doğal süreç ve beni etiketlemeyen, teorileriyle veya kendi sınırlılıklarını bana yansıtarak beni düğümleyenler gibi hareket etmeyen, empatik dostların desteği ile doğal bir iyileşme oluşmaya başladı. Şimdi üç yıl sonra, kendime zihinsel olarak güçlü biriyim diyebiliyorum ve çocukluktaki travmadan kendimi özgür kıldığımı söyleyebiliyorum.
Şimdi Welbutrin ve Effexor’un, yavaş çalışan bir metabolizma ve kısmi kısa süreli bellek kaybı gibi kalıntı etkileriyle uğraşıyorum.
Son olarak Çocukluklarında Suistimale Uğramış Yetişkinler’in benimle iletişim kurduğunu ve sadece çocuklukta başlarından geçen kötü hadiseleri (travmaları) değil, psikiyatristler, psikologlar ve terapistlerle yaşadıkları utanç verici deneyimleri de bana ilettiklerini söylemek isterim (Adults Abused as Children Worldwide/ Çocukken Suistimale Uğramış Yetişkinler adlı web sitesine göz atabilirsiniz: www.aaacworld.org ). Çaresizlik içinde çeşitli kurumlara, hatta kiliselere bile yardım için başvurmuşlardı. Bazıları on yıldan uzun bir süre hiçbir sonuç vermeyen terapideydiler. Çoğu antidepresanlar kullanıyordu ve/veya çeşitli terapilerle travmalarını bastırmaya programlanmışlardı. Bazıları ise din öğretisine kapılmış ve bir tanrıya körlemesine itaat etmenin yaşamlarını değiştireceğine ve iyileştireceğine inanmışlardı.
Erken çocuklukta yaşanan travmanın, anksiyetenin, depresyonun etkileri, travma ellenmemiş/işlemden geçirilmemiş olarak bırakıldığı müddetçe canlı kalacaktır. Diğer rahatsızlıklar ve yan etkiler iyileşme fırsatı tanınmamış herkesin hayatına hakim olmaya devam edecektir.
Zihinsel iyileşmenin, ancak yargılamadan, etiketlemeden ve yardım arayanları teorilerle sınırlamadan, sürece empatiyle destek olarak gerçekleşebileceği konusunda benimle aynı fikirde olan birkaç terapistle tanıştım sadece. Maalesef, psikolojiyle ilgili profesyonellerin çok azı böyle bir şeyi gerçekleştirebilecek durumda. Çoğu zaman, terapist böyle bir empatik destek sunma becerisine sahip değil, çünkü kendi yüzleşmedikleri çocukluk travmaları, yardım etmeye soyundukları kişilerin iyileşme sürecine eşlik etmelerine engel oluyor.
Bu alanda çalışan tüm profesyonellere seslenmek istiyorum:
İnsana saygı duyun. Danışanlarınızı, kendilerinin (iç dünyalarının) daha çok farkına varmaları için destekleyin ve sordukları her soruyu üstün olduğunuzu varsaymadan cevaplayın (ya da "üstünlük taslamadan" da denebilir. Ü.Ö.)
Eğitiminizi akıllı bir şekilde ve sadece o kişiyi özgür kılmak üzere uygulamaya yansıtın, teorilerinizle veya doktrinlerinizle yeni bağımlılıklar ve çaresizlikler oluşturmak üzere değil.
Genç psikologlara en yaşamsal şeyi öğretin (zorunlu ders programlarınızın yanı sıra): her insanın tam bütünlüğe sahip sağ beyinle dünyaya geldiğini ve yaşamı boyunca duygularıyla varolan bir yaratık olduğunu.
Hepsinden önemlisi, psikolojiyi veya psikiyatriyi kişisel sebeplerle seçenlerin, sol beyin bölgesi bilgilerini insanların acılarına çare diye sunmadan önce, kendi travmalarını hissetmelerini ve iyileştirmelerini tavsiye ederim. Unutmayalım ki, zihinsel/duygusal acının iyileştirilmesi tek başına sol beyin bölgesiyle oluşturulmuş bilgiyle sağlanamaz, çünkü hepimiz mükemmel bir şekilde çalışan sağ beyin bölgesiyle, duygularımızla, dünyaya geliyoruz; suistimal ve travmayla zarara/hasara uğramış olan da bu duygularımız.

http://www.boxbook.com/Writing_table/letters/psychologist.htm

metnin orijinali:
Letter to Psychologists, Therapists and Psychiatrists
Sieglinde W. Alexander


Sayfa: 1 ... 86 87 [88] 89