Eşcinsellik > Eşcinsellik - Hayatlardan parçalar, hayata mektuplar (ziyaretçi karalama defteri)

HER EŞCİNSEL YALNIZDIR VE ERKEK ERKEĞE BAĞ KURMAK İYİLEŞTİRİR

(1/8) > >>

Ömer Yılmaz:
HAYAT HİKÂYESİ

22/09/2023

İsmim Ömer Yılmaz. 1994 doğumluyum.  Avukatım.
       
Anne ve babam öğretmendir. Anne ve babamın doğu görevi sebebiyle hayatımın ilk iki yılı Erzincan’da geçiyor. Okul müdürü bizimkilerin ders saatlerini birbiriyle çakışmayacak şekilde ayarlıyor ve genel itibariyle bakıcıya ihtiyaç duyulmuyor. Ben iki veya üç yaşlarındayken babam askere gidiyor ve annemle birlikte dedemin köy evinde kalıyoruz. Babam askerliğini Ankara’da yaptığı için sık sık görüşme imkanımız oluyor. Babamı ziyarete gittiğimiz günlerden birinde babamın silahına dokunmaya çalışıyorum babam da dokunmamam gerektiğini söylüyor. Alınıyorum. Bu olayın gerçekleşip gerçekleşmediğinden emin değilim. Belki de bir rüyayı gerçek zannettim. Başka bir hatıramda -4 yaşlarında olmalıyım- kurban kesilirken amcam sert bir ses tonuyla oradan uzaklaşmamı söylüyor. Yine alınıyorum.
       
Baba tarafımda aile bağları epey kuvvetlidir. Hepsi sert mizaçlı insanlardır. Bağıra çağıra öyle bir kavga ederler ki bir daha konuşmayacaklar zannedersiniz ancak barışmaları iki gün bile sürmez. Muhtemelen zaten küsmemişlerdir. Babannem Ankara’nın merkezinde büyümüş bir şehir kızı. Aslen Kırım göçmeniler. Babası babannemi sarı kızım diye severmiş. Avlusunda süs havuzu bulunan müstakil bir evde büyümüş. Eli sıcak sudan soğuk suya değmemiş ancak bu rüya fazla uzun sürmemiş. 17 yaşındayken dedemle evlendirilmiş. Dedemi ilk defa nişanda görmüş. Evlendiklerinde dedem 28 yaşındaymış. Babannem dedemin annesinden ve babannesinden ciddi anlamda baskı görmüş. Bu baskının fizikselden ziyade psikolojik olduğunu zannediyorum. Bu baskılar ve köy hayatının alışık olmadığı zorlukları neticesinde babannemin nevrotik bir insana dönüştüğünü düşünüyorum. Bir keresinde, rüyasında köydeki dereye su almaya gittiğini, derenin buz tuttuğunu, elindeki baltayla derenin buzlarını kırarak kovasını suyla doldurabildiğini görmüş ve tüm gece uyuyamamıştı. Dedemin akrabaları tarafından epey yalnız bırakılmış. İlk iki çocuğu kız olduğu ve üçüncü çocuğu da engelli bir erkek çocuğu olduğu için dışlanmış. Küçük halam bir gün çok şiddetli bir ateşli hastalığa yakalanmış. Babannem, dedemin annesinden at arabasını istemiş. Dedemin annesi: “Köpek bile dokuz doğuruyor. Ölürse ölsün!” diye cevap vermiş. Babannem halamı başka bir araba bularak doktora yetiştirebilmiş.
       
Babamın ailesi, dedemin tüm akrabaları tarafından yalnız bırakıldığından dedem, babannem, babam ve dört kardeşi birbirlerine sımsıkı tutunmuşlar. Bu yalnızlık duygusu babamda halen devam etmektedir. 2003’ten bu yana annemin memleketi olan Osmaniye’de yaşadığımız için babam yirmi yıldır akrabalarından uzakta kaldı. Bu yüzden olsa gerek ne zaman kendi isteğinden farklı bir yol çizmek istesek bu isteği isyan girişimi olarak algılar, tüm dengesi bozulur ve çok şiddetli tepki gösterir.
       
Günler dedem ve ailesi için yukarıda anlattığım şekilde geçerken dördüncü çocuk olarak babam doğar, tüm ailenin gözdesi olur. Bu durum bugün de böyledir. Babam; babannemden, halamlardan ve amcamdan oluşan ailenin adeta reisidir.
       
Kendi hayat hikâyeme geri döneyim. Babam askerdeyken annemle birlikte dedemgilde kalıyoruz. Dedemle annemin arası iyiydi ancak babannemle annem uzun yıllar anlaşamadılar. Dedemgile ne zaman gitsek annem hiç konuşmaz ve gülmezdi. Gerginliği hemen hissedilirdi.
       
Annem Osmaniyeli, beş çocuklu bir ailenin ortanca çocuğu. Annemin babası çok zeki bir tüccar. 18 yaşındayken köyde hiçbir şey yapamayacağını fark ediyor ve Osmaniye’ye geliyor. Çalışkanlığı ve zekası sayesinde epey zengin oluyor, adeta bir imparatorluk kuruyor. Ailesinden gördüğü dini eğitimin etkisiyle parasını hiçbir zaman çarçur etmiyor. Kendisi hâlen Osmaniye’nin en sevilen hayırseverlerinden birisidir. Kendisini geçen sene yayladan şehir merkezine oy vermeye götürmüştüm. Yirmi dakikalık sohbetimizde dedemin babama ne kadar benzediğini düşünüp hayret etmiştim. Bu hayretimi annemle paylaştım. Annem de benimle aynı şekilde düşünüyormuş. Dedemdeki kendini beğenmişlik, hep kendini övmek, zekilik, uyanıklık, hep ticaretten bahsetmek gibi huylar olduğu gibi babamda mevcuttur.
       
Annemin annesi olan rahmetli anneannem dünyanın en kibar, en zarif kadınlarından bir tanesiydi. Taşralıydı ancak onu tanıyan sarayda yetişmiş zannederdi. Dedem elli küsür yıldır sinir ilaçları kullanır. Dedem  rahatsız olmasın diye anneannem evin hep sessiz kalmasını sağlarmış. Annemgil epey huzurlu bir çocukluk geçirmişler. Anne tarafımda kız çocuklarına epey değer verildiği için annem çok güzel bir çocukluk yaşamış. O günleri hep gülümseyerek anlatır. Ancak bu sessizliğin kimi zaman zararlı olduğunu düşünüyorum. Baba tarafımda insanlar bağıra çağıra bile olsa sorunlarını muhakkak konuşarak çözer ve hiçbir küslük uzun sürmez. Oysa anne tarafımda sorunlar olduğu gibi kalır, konuşulmaz ve herkes birbirinden günden güne uzaklaşır. Öyle ki teyzelerimi ve dayılarımı bayram günleri haricinde neredeyse görmemekteyim. Ayrıca baba tarafımda sadece babannem antidepresan kullanırken anne tarafımda bildiğim kadarıyla üç kişi antidepresan kullanmaktadır.
       
Babam askerden geldikten sonra Ankara’nın bir ilçesine tayinleri çıkıyor ve iki yıl da orada yaşıyor, hafta sonları Ankara Merkez’e dedemgilin evine geliyoruz. İlk oğlun, ilk oğlu olduğum için dedemin en sevdiği torunuyum. Evinde de dükkanında da fotoğrafım var.
       
Ankara’nın merkezinde yaşadığımız beş yıl aile hayatımızın en huzurlu yılları oluyor. Evimiz ve arabamız var. Eve çift maaş giriyor. Bahçeli bir sitede yaşıyoruz. Annem ve babannem arasındaki gerilimleri saymazsak evde fazla huzursuzluk yok. Bu gerilimler beş altı sene öncesine kadar devam etti. İki tarafın da birbiriyle uğraşmayı bırakmasıyla barış oldu. Annem artık babannemgile gitiğimizde somurtmuyor ve babannem de annem aleyhinde hiç konuşmuyor. Bu gerilimlerin kaynağının babannem olduğunu da özellikle belirtmeliyim. Babannem gerçekten geçimsiz bir insandır. Korkunç derecede psikolojik şiddet uygular. Belli belirsiz laflar sokarak insanın damarına basmayı çok iyi başarır. Bu yüzden amcamın ve babamın sinir krizi geçirişine defalarca şahit olmuşumdur. Hiçbir şeyden memnun olmaz. Evinde kalan bakıcı kadınlar altı aydan fazla dayanamaz. Bir şeyi yaptıysanız da yapmadıysanız da suçlusunuzdur, her türlü haksızsınızdır. Memnun edilmesi imkansız bir insan olmasına rağmen sebebini anlayamadığım bir şekilde babam halen babannemi memnun etmeye uğraşır. Sadece pazar günleri babannemi arar çünkü aramazsa babannem laf eder. Babannemle konuşurken hep isteksizdir, hoşnutsuzluğu yüzünden okunur. Babannemi gördüğünde mutlu olmaz. Babamın hep ondan korktuğunu fark etmişimdir. Ve maalesef ki babam babannemin yüzde doksan dokuz aynısıdır.
       
Ankara’daki huzurlu yıllarımızdan bahsediyordum. Bu yıllardaki anne ve babamı zihnimde canlandırdığımda gözümün önüne mutlu insanlar geliyor. 0-5 yaş arasındaki anne va babamı gözümde canlandırdığımda ise babamı mutlu annemi mutsuz görüyorum. Annem yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle uzaklara bakıyor. Ağa kızı gibi büyümüş ancak sonra iki yılda bir yer değiştirmek, kendi aile yapısına son derece ters bir ailenin içinde bulunmak, ev ve işi aynı anda idare etmek, babamla babannemin huzursuzluklarına katlanmak zorunda kalmış. Yüzüne bakıyorum ama bana bakmıyor ve benimle ilgilenmiyor. Bir keresinde anneme demişim ki: ”Babannem babama yavrum, oğlum diyor. Sen neden demiyorsun?” Babannem annemin beni babamdan soğuttuğunu söyler ki bu iddianın ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum.
       
Babamla aram o sıralar gayet iyi sanki. Bana bisiklet kullanmayı öğrettiğini ve birlikte camiye gittiğimizi hatırlıyorum. Onun yanındayken epey mutluyum.
       
Dört beş yaşlarındayken kendimi kadın gibi hissediyordum. Annemin eteğini giyer, başörtüsünü takardım. Annemin hamileliği epyce zor geçmiş. Sekiz aylıkken, çok zayıf bir çocuk olarak doğmuşum. 0-5 yaş arasında epeyce hastalıklarla boğuşmuşum. İğneleri ve serumları hayal meyal hatırlıyorum. Sokağa çıkıp oyun oynamama izin verilmemiş. 5 yaşında kardeşim doğduktan sonra fazla hastalanmadım ve bünyem diğer çocuklardan pek de farklı değildi.
       
İlkokul birinci ve ikinci sınıfı Ankaranın varoş bir semtinde annemin okulunda okuyorum. Hemcinslerimle aram fena değil ancak futbol oynamıyorum. Durmadan kızları öpmeye çalıştığımı ve bana sapık dediklerini hatırlıyorum. (Anasınıfındayken de iki üç arkadaş bir kızın eteğini indirmiş ve öğretmenden dayak yemiştik.) Beraber dolaştığım bir kız var. Tek başıma teneffüse çıktığım zaman üst sınıflar: “Sevgilin nerede?” diye laf atıyorlar.
       
İlkokul üçüncü ve dördüncü sınıfı önceki okulumdan çok farklı bir okulda okuyorum. Burası sadece görünüşte bir devlet okulu. Buraya ancak belirli bir meblağ ödeyerek girildiğinden burada genelde orta-üst seviye seküler hayat tarzını benimsemiş ailelerin çocukları okuyor. Beden dersi olmadığı için kimse futbol oynamıyor. Hemcinslerimle de karşı cinsle de aram iyi. Gökhan isminde yakışıklı bir sınıf arkadaşım bir gün hatırlamadığım bir sebepten beni yanağımdan öpüyor. Bu çok hoşuma gidiyor. Çocuğa amcamın kırtasiyesinden bir kalem alıp hediye ediyorum.
       
Bu okulda eski okulumdaki halime nazaran daha usluyum. Bunda otoriter kadın öğretmenimizin de etkisi var. Hata bir gün anne ve babama öğretmen: “Ben öndeki çocuklara kızıyorum, Ömer arkada tir tir titriyor.” demiş. Uslu olduğum kadar da şımarığım. Anne ve babam benim bu okulda çok şımardığımı söylerdi.
       
Yakın arkadşlarıma sınıfta kadın taklidi yapıyorum. Kendi aramızda Beşik Kertmesi dizisini oynuyoruz. Çocuklar Duymasın dizisindeki kadınların söylemlerini ve yürüyüşlerini taklit ediyorum. Bana light erkek diyorlar. Çok hoşuma gidiyor. Sadece kendim gibi davransam bu lakapla anılmayacağım ancak dikkat çekmeye ve kadın gibi davranmaya bayılıyorum.
       
Ben dördüncü sınıfın yazındayken ailem Osmaniye’ye taşınmaya karar veriyor. Birdenbire çok farklı bir çevrenin içinde buluyorum kendimi. Beni o okulda birinci sınıftan beri okumuş olanların olduğu sınıfa değil de o sene okula kaydolmuş olanların bulunduğu sınıfa koyuyorlar. Bu sınıfın sosyo-ekonomik seviyesi diğer sınıftan daha düşük. Burada da kadın taklidi yapıyorum birkaç gün. Tabii bana taktıkları lakap önceki okulumdaki kadar kibar olmuyor, avrat diyorlar. Ancak bu lakaptan da rahatsız olmuyorum. Bulunduğumuz okul özel okul olduğu için ve başarılı olduğum için ezilmiyorum. Galiba bu lakap sadece birkaç ay söylendi çünkü sadece okulun ilk haftasında kadın taklidi yapmştım. Daha sonra unutuldu. Hele 6. sınıf ve sonrasında hiç söylenmedi.
       
Beşinci sınıftan sekizinci sınıfa kadar mutlu bir dört yıl geçirdim bu okulda. Denemelerde genelde ilk onda olurdum. Bu mutlu yıllarda arkadaşım Furkan’ın çok katkısı vardı. Birbirimize çok benziyorduk. İkimiz de futbol oynamazdık. İkiz gibiydik, birbirimizden ayrılmazdık. Birbirimizi hep güldürürdük. Sekizinci sınıfın sonunda gittiğimiz bir kampta herkes dışarıda futbol oynarken biz yatakhanedeki bir ranzanın alt katında karşılıklı oturuyorduk. Herkes dışarıda futbol oynarken bizim içeride oturduğumuzdan ve diğerlerinden farklı oluşumuzdan hüzünlü bir üslup ile bahsetmiştim. Gözleri dolmuş ve “Neredeyse ağlayacağım!” demişti.
       
Bir de bu okul malum yapının okuluydu. Dini gelişimimize önem vermeleri, namaz kılmamızı teşvik etmeleri güzeldi ancak bütün bunların korkunç niyetlerle yapıldığını bilmiyorduk.
       
Okuldaki hayatım ne kadar güzelse evdeki hayatım o kadar berbattı. Babam Osmaniye’ye ticaret yapmak için gelmişti. Bir yandan memurluk yapıyor, bir yandan da dükkanı idare ediyordu. Bir yandan da kendisine yapılan iç güveysi imalarına katlanmaya çalışıyordu. Daha doğrusu o değil biz katlanmaya çalışıyorduk çünkü bütün hıncını bizden çıkarıyordu. Artık her gün evde kavga vardı. Annemle ben her gün azarlanıyorduk. Ne yapsak suçtu. Mesela bir Ramazan Bayramı kahvaltısında annem sucuklu yumurta yaptığı için suçlanmıştı çünkü bir ay oruç tuttuktan sonra ilk kahvaltıda hafif şeyler yemeliydik. Bir sonraki Ramazan Bayramında annem hafif bir kahvaltı hazırlamıştı ancak yine babamın dilinden kurtulamamıştı çünkü babam bu hafif kahvaltı yüzünden aç kaldığımızı söylemişti.
       
Annem sık sık yatak odasına kapanıyor ve karanlıkta tek başına ağlıyordu. Yanına gidip ona teselli vermek isterdim. Gelme demezdi ama odaya geldiğimde benimle konuşmazdı, sessiz sessiz ağlamaya devam ederdi. Artık annemle olan tüm konuşmalarımız babam üzerineydi. Hep birbirimize bu konuda dert yanardık.
       
Babamın yanında kendimi berbat hissediyordum. Dükkana inmediğim için suçluydum, araba kullanmayı bilmediğim için suçluydum –evet on iki yaşında- beceriksizdim, tembeldim. Ben de sık sık odama kapanır ağlardım. Babamın kişiliğini üç maddede özetleyebilirim: 1- A tipi kişilik 2- Psikolojik şiddetin âlâsını görmüş ve âlâsını uygulamış. 3- Narsistik eğilimler. Ailemle akşam yemeğine oturmayı hâlen sevmem çünkü akşam yemekleri bizim evde babamın kendini övme zamanıdır. Tüm gün ne kadar güzel işler yaptığını, herkese haddini nasıl bildirdiğini, herkese nasıl laf soktuğunu anlatır durur. Annemse dinler ve kafa sallar. Osmnaiyede bulunduğumuz yirmi yıl annemi son derece silik bir insan hâline dönüştürdü. Çünkü ağzından çıkan her cümle didik didik ediliyor ve cümlelerinde kastetmediği bir anlam bulunuyordu. Bu yüzden o da susmayı tercih etmeye başladı ancak yine yaranamadı bu sefer de sustuğu için suçlu oldu.
       
Evde bütün bunlar olurken sekizinci sınıfın sonunda liselere giriş sınavından iyi bir puan alıp şehir dışındaki bir fen lisesini kazandım. Evden ayrıldığım için bir dakika bile üzülmedim. Bir damla bile gözyaşı dökmedim. Sevinçten uçarak gittim okuluma ve dört yıl yurtta kaldım.
       
Lisede başarısız bir öğrenciydim. Sadece idare edecek kadar çalışırdım. Kulaklığımı takıp saatlerce müzik dinlemeyi ders çalışmaya tercih ederdim. Kendimi ilk defa lise birdeyken eşcinsel olarak adlandırdım. Daha öncesinde de bu tür eğilimlerimin farkındaydm ancak önemsememiştim. Gerçi eşcinsel olduğumu fark edişimi de pek önemsemedim. Sonuçta yurtta sayısız arkadaşla, sabah akşam gırgır şamata yaparak, müzik dinleyerek hayatım geçiyordu. Tabii okulda beden derslerinde hâlen başarısızdım. Hâlen futbol oynamıyordum ve gözlerim karşı cinse karşı kapalıydı. Bulunduğum yurt da maalesef malum yapıya aitti. Tüm namazlar cemaatle kılınmasına rağmen namaz kılmamayı tercih ediyorum. Kötü bir şekilde bile olsa dikkat çekmek hoşuma gidiyordu.
       
Lise ikinin şubat tatilinde 15,5 yaşında ergenliğe girdim. Gördüğüm bedenlere dokunamamak çok acı veriyordu. Ancak bu acıyı içimde yaşıyordum. Dışarıdan yine neşeli görünüyordum ama yalnız kalınca kulaklıkla karamsar müzikler idinliyordum. Lise ikiden lise dörde kadar iki rap sanatçısının ciddi bir hayranıydım. Birçok albümlerini satın almış ve iki konserlerine gitmiştim. İkisini de her gün saatlerce dinlerdim.
       
Lise üçün baharında namaz kılmaya başladım. Bu bana büyük bir huzur verdi. O sıralar Elif Şafak’ın Aşk romanı popüler olmuştu. Kitaptan etkilenmiştim ancak Hz. Mevlana’yı doğru anlatmadığını fark etmiştim. Kaldığım yurdun karşısındaki kitapçıdan Ken’an Rifai’nin Mesnevi Şerhini aldım. Ken’an Rifai’nin de tartışmalı bir isim olduğunu birkaç yıl sonra öğrecektim ancak o sıralar o kitap beni çok etkiledi. Zaten daha sonraları Mesnevi’yi Amil Çelebioğlu çevirisinden/sadeleştirmesinden okudum. 
       
Lise üçün yazı gelince artık üniversite sınavına hazırlanmaya başladık. Yaz tatiline dershane bir ay ders koydu.  Ankaradaki tatilimi yarıda bırakıp otobüsle Adana’ya döndüm.  Ramazanı Adana’da yaşadım. Öğlene kadar derse giriyor. öğleden sonra dershanenin en üst katındaki yurda çıkıyorduk. Bir de o sıralar başka bir okuldan yaklaşık yirmi kişi bizim yurtta kalmaya başlamıştı. Onlarla çok iyi anlaşmıştım. Birlikte, teravihlere gittik, bici yedik, çay içtik, dondurma yedik... Hayatımda ilk defa bir erkek grubuyla bu derece iç içeydim. Hem benimsemiştim hem benimsenmiştim. Maneviyatı ve sosyalliği yüksek seviyede yaşıyordum. Hayatımda hiç bu kadar mutlu olmamıştm. Bir daha da hiç o kadar mutlu olmadım. Bir de ilginçtir ki ruhen o kadar tatmin olmuştum ki bedenen tatmin olmaya ihtiyaç duymuyordum. Mastürbasyon yapmıyordum. Erkeklerle dolu bir yurtta yaşayan ve bazen arkadaşlarını yarı çıplak olarak gören bir eşcinsel olarak ben kimseye karşı cinsel arzu hissetmiyordum. Hissedecek gibi oluyordum ancak sanki o hisler bir bardağın duvara çarpması gibi uyandığı an yok oluyordu.
       
Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi o güzel zamanlar da sona erdi. Ramazan bitti. Arkadaşlarım kendi yurduna döndü ve sınav dönemi başladı. Korkunç bir çöküş yaşadım. Hiç ders çalışamadım. Habire müzik dinliyordum. Kendimi berbat hissediyordum. O sene sınavı kazanamadım.
       
Bu arada kötü geçen ilk sınavdan sonra eşcinsellik hakkında yoğun araştırmalar yaptım. İnternette karşıma Cem KEÇE ve CİSED çıktı. Joseph Nicolosi’nin Erkek Homoseksüeller İçin Onarım Terapisi kitabının pdf’ni bilgisayarıma indirip kitabı baştan sona okudum. CİSED’e mail atıp yardım istedim ancak cevap gelmedi. Kitabı bitirdikten sonra üniversiteyi Ankara’da okuyup terapiye gitme hayalleri kurmaya başladım zihnimde. Ancak nedendir bilmem bu hayaller çok çabuk uçtu zihnimden. Yirmi dokuz yaşıma kadar da terapiye gitme fikri bir daha aklıma gelmedi.
       
Ertesi sene Osmaniye’ye döndüm ve orada dershaneye yazıldım. Ailem beni altı kişilik sınıfların olduğu bir dershaneye yazdırarak büyük bir hata yaptı. Buradakiler hep şımarık zengin çocuklarıydı. Cinsellikten başka hiçbir şey konuşmuyorlardı. Hocalar da onlardan aşağı değildi. Başlangıçta konuşmalarına gülmüyordum ama sonra istemeyerek de olsa gülmeye başladım. O yapmacık gülüşler ağımdan çıkarken ruhum azap çekiyordu. Onlarla o kadar anlaşamıyordum ki teneffüslere bile çıkmıyordum. Ama yine de başarılı olduğum için bana saygı duyuyorlardı. Neyse ki sonraları başka dershanelere giden birkaç arkadaşım oldu da yalnızlıktan bir nebze de olsa kurtuldum.
       
İlk sınav olan YGS’ye kadar iyi çalıştım ve güzel bir derece elde ettim. Ama sonra o sene yaşadığım tüm sıkıntılar içimde öyle bir birikti ki adeta kalbim kurudu, donuklaştım. Hiç ders çalışamıyordum. Korkunç bir bunalımın içindeydim ve çıkamıyordum. İki ay boyunca hemen hemen hiç çalışmadım. O şekilde ikinci sınava girdim. Devlet okulunda tıp okuma şansını kıl payı kaçırdım. Özel okula tıp okumaya gidebilirdim. Ailemin maddi durumu bunu karşılamaya müsaitti. Diş hekimliği de okuyabilirdim ancak babamın yoğun yönlendirmeleriyle Ankara Hukuk’u tercih ettim.
       
Ankara’da ilk altı ay bir akrabamızda kaldım. Sonra bir cemaat yurduna geçtim. Bu cemaatle benim ve ailemin daha önce hiçbir bağlantımız olmamıştı. Bu yurt ile müzik dersinde tanıştığım bir arkadaşım vesilesiyle haberdar oldum. Ben de kalmak için maneviyatlı bir yurt arıyordum. Kaldığım yerin nereye bağlı olduğunu önemsememiştim.
       
Üniversite ikinci sınıfta kendimi okuyup yazan, dergi çıkaran entelektüel bir arkadaş grubunun içinde buldum. Deli gibi okumaya başladım. Günde altı yedi saat okuyordum. Bundan olağanüstü keyif alıyordum. Edebiyat okuya okuya dilim, zihnim ve kalbim incelmeye başlamıştı. Bilgilendikçe ve dil becerim arttıkça dış dünyayı beğenmez hâle gelmiştim. Sadece okurken ve o arkadaş grubunun içindeyken mutlu oluyordum. Aslında bu arkadaş grubunun içinde mutlu olduğum da pek söylenemezdi çünkü hemen hiçbiri dindar değildi ve ben kendimden taviz verdikçe onların içinde var olabiliyordum.

Ömer Yılmaz:
HAYAT HİKÂYESİ (DEVAMI)

Yoğun okumalarım meyvesini verdi. Yazdığım öyküler artık beğeniliyordu. Başlarda beni aşağılayan bir arkadaşın: “Günde kaç sayfa kitap okuyorsun?”, “Kitaplarını nereden alıyorsun?” gibi sorularına muhatap olmak beni çok mutlu etmişti.
   
Artık sadece derslerden geçecek kadar ders çalışıyordum. Öyle ki birinci sınıfın sonunda 3 küsur olan ortalamam beşinci senemin sonunda 2,67’ye kadar düşecekti. Sınav zamanları tam biri işkenceydi. Sevmediğim bölümün sevmediğim derslerine aylarca tahammül etmek zorunda kalıyordum. Güzel kitaplar okumak varken binlerce sayfa ders notu okumak kabus gibiydi. Neyse ki sınav zamanları bittikten sonra kitaplarıma dönebiliyordum.
   
Üçüncü sınıfın başındayken İbnül Arabi Hazretlerinin Füsusul Hikem’ini okuyunca 16 yaşında yaşadığım manevi hale benzer bir ruh haline büründüm. Sahilsiz bir denizde küreksiz bir kayıkla yol alıyor gibiydim. Bir tarikata bağlandım. O günden sonra hayatımda birçok şey değişti. Eski arkadaş grubumla yollarımız ayrıldı. Artık yetmiş yıllık bir apartmanın loş, sigara dumanlarına boğulmuş bir dairesinde arkada pikap çalarken Sezai Karakoç okumuyordum. Sohbetlere, hatmelere ve sosyal faaliyetlere katılıyordum. O neşeli ruh hâli birkaç ay sonra sona erse de bu durum beni lisede yaşadığım çöküş kadar etkilemedi. Çünkü içten içe bu ruh halinin ölene kadar devam etmeyeceğini biliyordum. Bunun sebebini sonra öğrendim. Tasavvufla ilk defa karşılaşan bir insan doğrudan nefs-i mülhime’ye yükselirmiş. Bu makamı çalışarak elde etmediğinden dolayı da tekrardan nefs-i emmareye veya nefs-i levvameye düşmesi pek uzun sürmezmiş.
   
Okul devam ediyordu, kitap okuyordum, sohbetlere katılıyordum. Belli bir düzenim vardı. Ancak içimdeki acı geçmemişti. O acının sadece üstünü örtüyordum. Herhangi bir gelecek planım yoktu. Bir ay sonrasını dahi düşünmüyordum. Hukuktan nefret ediyordum. Sınav dönemleri korkunç geçiyordu. O acıyı iliklerime kadar hissediyordum.

Okulu dört senede bitiremedim. Yurtta kalmak da artık epey sıkıcı bir hal aldığı için öğrenci evine geçtim.
   
Beşinci senem çok durgun geçti. Saat dokuzda okula gidiyor, sabahtan akşama kadar kitap okuyor ve saat beş olunca eve geri dönüyordum. Beşinci senenin eylülünde nihayet mezun olabildim. Sırf ev arkadaşlarım çalışıyor diye hakim savcılık sınavına çaılışmaya başladım. Göstermelik çalışıyordum. Ekrem Buğra Ekinci hocanın kalın hukuk tarihi kitaplarını o zaman bitirdim.
   
Sonra avukatlık stajına başladım. Dört ay çalıştıktan sonra çalıştığım bürodan ayrıldım. Birkaç ay eski yurdumda kaldıktan sonra Ankara’da tek başıma eve çıktım. Bakımsız, eski eşyalarla dolu bir evdi. Güya dil sınavına çalışıp akademisyen olacaktım. Ders videoları izliyordum ama hiçbir şey anlamıyordum. Dil sınavından geçemedim. Tekrar hakim savcılığa çalıştım, o da olmadı. Yurt dışı yüksek lisansa (YLYS) başvurdum, mülakat puanımı düşük verdiler, onu da başaramadım. Ciddi bir çöküş içindeydim. Bir yıl o evde kaldım. Ne yemek yapıyordum ne ev temizliyordum. Kaloriferi ne kadar yakarsam yakayım ısınmıyordu o eski ev. Günde elli kelime bile konuşmuyordum. Kitap da okuyamaz olmuştum. Sanki atımı uçuruma sürmüştüm ve dizginler artık elimde değildi. Sürekli ekşi sözlükten majör depresyon ve bipolar bozukluk başlıklarını okuyordum.
   
Ankara’da yapacak bir şeyim kalmadığından mezun olduktan bir buçuk sene sonra Osmaniye’ye taşındım. Üçüncü defa hakim savcılığa hazırlandım ve yine olmadı. Kazandığım her şeyi kaybetmiştim. Arkadaşlarım yanımda değildi. Sevmediğim bir şehirdeydim. Burada Hacı Bayram Veli Camii yoktu, Taceddin Sultan Dergahı yoktu. Üçüncü sınavı da geçemedim. Durmadan başım ağrıyordu. Ne iş yaptığımı sormasınlar diye herkesten kaçıyordum. Sabah akşam radyo dinliyordum. Sohbet dinlemek rahatlatıyordu beni. Dinlediğim her konuşmada beni kurtaracak bir cümle arıyordum. Ferahlamak için uzun yürüyüşlere çıkıyordum. Hiçbir şey fayda etmiyordu. Sonra girdiğim dördüncü hakim savcılık sınavını da geçemedim. Çalışıyordum ancak sanki bilgiler zihnime girmiyordu. Aslında hakim savcı olmak da istemiyordum. Hukukla ilgili herhangi bir meslek icra etmek istemiyordum. Osmaniye’de kalıp babamla çalışmak da istemiyordum. Ne yapacağımı şaşırmıştım.
   
Bir gün radyo dinlerken o günün üniversite sınavına başvurmak için son gün olduğunu öğrendim. Sınava başvurdum. O yılın Ramazan ayı benim için verimli geçti. O Ramazan’da KPSS’ye girip düz memur olmaya ve ikinci üniversiteyi okumaya karar verdim. Ne olur ne olmaz diye avukatlık ruhsatımı da aldım. Üç hedef koydum kendime: 1- Osmaniye’de yaşamayacağım. 2- Babamla birlikte çalışmayacağım. 3- Hukuk mesleği yapmayacağım. Bu üç hedefimi aynı anda gerçekleştirmek için tek yol KPSS’yi kazanıp düz memur olmaktı. KPSS çalışmaya hemen başlayamadım. Ders çalışma yeteneğimi kaybettiğimi düşünüyordum. Biraz mantık, biraz matematik çalışır sınava öyle girerim diye düşünüyordum. Üniversite sınavı için biraz edebiyat çalıştım, çıkmış soruları çözdüm. Sınava girdim ve psikolojiyi kazandım. Nihayet mutlu olabilmiştim çünkü bu kazanımı önce Allah’ın yardımıyla sonra da irademle elde etmiştim. Kimse karışmamıştı, kimse yönlendirmemişti. O sonuç belgesi fen lisesi diplomasından da, Ankara Hukuk diplomasından da daha değerliydi benim için.
   
“Neden psikoloji?” diye sorulabilir. Radyodaki psikoloji programları hayli ilgimi çekiyordu. Bir de Saadettin Ökten ile Kemal Sayar’ın Erkam Radyo’da yapmış olduğu Gönül Sadası programının müptelası olmuştum. İyi Hissetmek, Hayatı Yeniden Keşfedin, İnsan Olmak gibi psikoloji kitaplarını da çok beğenmiştim.
   
Osmaniye’ye geldikten sonra bir süre anne ve babamdan olumsuz bir yaklaşım görmedim. Hatta babam, “Buraya gel, bu iş sorununu burada beraber halledelim.” diyerek beni Osmaniye’ye getirtmişti. Bu kadar iyi davranması bana çok yapmacık gelse de onun bana iyi davranmasına ihtiyacım olduğu için bü tür şüpheleri zihnimin arkasına atmıştım. Ancak ne yaparsam yapayım tatmin olmuyordu. Sırf onu memnun etmek için dükkana geliyordum. Dükkanda misafir gibi oturduğumdan, müşterilerle ilgilenmedğimden şikayet ediyordu. Baktım ki ben kendimden ne kadar taviz verirsem vereyim bu adam memnun olmuyor, “Onun istediği gibi davransam da razı değil, kendi istediğim gibi davransam da razı değil o hâlde kendi istediğim gibi davranmam daha mantıklı.” diye düşündüm. Ayrıca Ankara’da normal insanlarla epeyce hemhâl olduğumdan babamdaki normal dışı davranışları fark etmem uzun zaman almamıştı. Herkesi kendine köle yapmak istiyordu. Etrafındaki herkesi kendisinin bir uzvu gibi görüyordu. Kendisine birisi karşı çıkacak olsa eli veya kolu kendisine isyan etmiş gibi dehşete düşüyordu. Çok manipülatifti. Hukuk felsefesi dersinde gördüğümüz mantık hatalarının (insan karalama, genelleştirme, özelleştirme vs.) hepsi kendisinde mevcuttu. Gerçeklerle asla ilgilenmezdi, önemli olan kendi algılarıydı. Etrafı tamamen kendisini tanrı gibi hisssetmesini sağlayacak insanlarla doluydu. Otuz yıldır iyice sindirdiği bir eş, silik bir ortak, gücü ve parasıyla elde ettiği bir sosyal çevre ve ilkokul mezunu işçiler.
   
Babam ile dışarıda tanışan birinin onun arızalarının farkına varması pek mümkün değildir. En fazla kendini beğenmiş biri diye düşünür. Babamın çevresi geniştir ve çevresi tarafından da, işçileri tarafından da sevilir. Ancak evin eşiğinden geçer geçmez başka birine dönüşür. Lüzumsuz alınganlıkları ve tepkileriyle insanı canından bezdirir –hele de ailecek zor zamanlardan geçiyorsak. Tepki göstermesin diye susarsınız ancak bu sefer de sustuğunuz için suçlu olursunuz. Gerçekten dayanılmazdır.
   
Babam düz memur olma ve ikinci üniversiteyi okuma hedefimi kaldıramadı. Çünkü ben avukatlık ruhsatımı da alınca ciddi ciddi Osmaniye’de kalacağımı düşünmüştü. Oysa ben kendisine bu yönde hiç ümit vermemiştim. Bana sormadan benimle ilgili planlar yapmış, benimle ilgili hayaller kurmuştu. Sonra o hayaller yıkılınca da suçlu ben olmuştum. Durmadan başı ağrıyordu. Önce benimle aleni bir şekilde mücadeleye girişti ancak o bir söylüyorsa ben on söylüyordum. Artık 12 yaşındaki süklüm püklüm Ömer değildim. Konuşmalarındaki mantık hatalarını yüzüne vuruyordum. Mesela bir konuyu konuşurken “Sen de geçmişte şunu yapmıştın!” derse “Geçmişi değil şimdiyi konuşuyoruz.” diyerek konudan sapmasını önlüyordum. Bu zamana kadar böyle sapkın yöntemlerle tartışma kazanmaya alışmış bu adam karşısında sağlam muhakemeli ve bilgili birini görmeye ve ona yenilmeye dayanamıyordu. “Ben senin kadar kitap okumadım. İpten kazıktan kurtulmuş adamlarla 300 kelime konuşarak hayatımı geçiriyorum.” veya “Hukukçularla da tartışmayacaksın!” diyerek konuyu kapatmaya çalışıyordu.
   
Aleni mücadelede başarısız olunca alttan laf sokmalar başladı. Aynı babannem gibi. Bana söylediğini adım gibi bildiğim ama ispat edemeyeceğim sözler. Önceleri bunları açığa çıkarıyordum. Çok öfkeleniyor, bana söylediğini kabul etmiyor ve “Neden açık söylemeyeyim? Senden mi korkuyorum?” diyordu. Ben de bu sefer o bir laf sokuyorsa on laf sokmaya başladım. Hem de onunla aynı yöntemi kullanarak, belli belirsiz laf sokarak yani arkadan kalleşçe hançerleyerek. Çok ağır imalarda bulunuyordum ancak hiç sesini çıkarmıyordu. Babasının azarladığı on yaşındaki çocuk gibi sessizce masadan kalkıp gidiyordu. Bir süre sonra benimle iletişimi tamamen kesti. Öyle ki selamımı bile almıyordu artık.
   
Babamın annesiyle ilişkisinden de bahsetmek isterim. Babam babannemi her Pazar günü görev icabı, aramadın demesin diye arar. Babannemle konuşurken yüzü sıkıntıdan kasılır, sesi kısılır, korkuyor gibidir ve isteksiz konuştuğu çok bellidir. Bir şey demesin ve mutlu olsun diye babannemin her istediğini yapar. Ancak babannem asla mutlu olmaz ve muhakkak bir şey der. Babam hiçbir zaman ona karşı çıkamadığından, en fazla bağırıp çağırdığından bu saçma döngü biteviye devam eder. Babam aynı tavrı benden ve kardeşimden de bekledi. Yani sevse de sövse de ona taparcasına bağlı kalmalıydık. Ancak biz bu döngüyü devam ettirmeyerek kafamızın dikine gittik. Babam başlangıçta çıldırsa da buna nihayet alıştı. Bir insana iyi davranınca o insanın yaklaşacağı, kötü davranırsa uzaklaşacağı kuralını elli küsur yaşında öğrenebildi. 
   
Babam, babannemi gördüğü zaman mutlu olmaz, onunla korkarak konuşur. Babam babannemin hemen hemen aynısıdır. Bana soracak olursanız babannem babama ruhen tecavüz etmiştir.
   
İkinci üniversiteye başlamak bana çok iyi geldi. En azından haftada birkaç gün şehir dışına çıkmış oluyor, rahat bir nefes alıyordum. Okul ile Osmaniye arası 100 km idi ve ben okula o kadar ihiyaç duyuyordum ki günde 200 km yol gitmek beni hiç rahatsız etmiyordu.
   
Bir gün Psikolojiye Giriş dersinin finaline çalışmak için kütüphaneye gittim. Hava yağmurluydu ve kütüphanede pek kimse yoktu. Çalıştıkta çalıştım sadece öğle namazında ara verdim. Sonra bir baktım ki saat 16:56, kütüphanenin kapanma vakti gelmiş –salgın zamanı olduğu için kütüphane erken kapanıyordu. O gün benim için bir dönüm noktası oldu. Ders çalışma yeteneğimi kaybetmediğimi anladım. Okul tatile girince çalışmak için her gün kütüphaneye gittim. Çok zorlanıyordum ama çalışmaya mecburdum. 2012 yılında olduğu gibi bunalıma girince çalışmayı bırakırsam yine kaybederdim ama benim bir gün daha Osmaniye’de kalmaya, bir gün daha babamın psikololojik işkencesine maruz kalmaya tahammülüm yoktu. Başım ağrıyarak, berbat bir ruh halinde çalışmışlığım çoktur. Hatta genellikle öğlene kadar istemeyerek çalışır, öğleden sonra açılırdım. Çok çalışmam gerekiyordu çünkü hem üniversite okuyor hem de KPSS çalışıyordum. Her akşam eve girince babamın abus çehresiyle karşılaşıyordum. Eve gitmekten nefret ediyordum ama gidecek başka bir yerim de yoktu. Pazar günleri kütüphane kapalı olsa da gençlik merkezi açıktı, Pazar günleri de Osmaniye Gençlik Merkezinde çalışmaya başladım. Bir gün bile ara vermiyorum, ara verince huzursuz oluyordum. Günde sekiz buçuk saat çalışıyordum artık ki bunun ilk dört saatinde ara vermiyordum.
   
O yılın Ramazanını unutabilmem mümkün değil. Babam şiddetli laf sokmalarına başlamıştı. Ramazan dönemlerini huzurla geçirdiğimi bilirdi, sınava birkaç ay kaldığını da biliyordu yine de yapıyordu. Sofraya oturunca başıma ağrılar girerdi. İftardan sonra yürüyerek hatimle teravihe giderdim. Ancak teravihin yarısında baş ağrım sona erebilirdi. Babamın psikolojik şiddetiyle mücadele etmeyi o Ramazan’da öğrendim, narsistlerle nasıl mücadele edileceğini internetten araştırarak ve Narsistle Ateşkes kitabını okuyarak. Kendisi bu süreçte harcadığım üç kuruş parayı bile yüzüme vurdu; laf sokarak, “Kartların parasını ben ödüyorum.” diyerek. Uyguladığı şiddetin Ramazanla başlayıp Ramazandan sonra bıçak gibi kesilmesi, şiddetin yerini sessizliğin ve asık bir suratın alması da ilginçtir. Ne de olsa yılın en güzel zamanını bana zehir etmeyi başarmış, istediğini elde etmişti. Kendisinin güzel zamanları hiç etmek gibi bir huyu vardır. Mutluluğa tahammülü yoktur daha doğrusu kendisinin dahil olmadığı bir mutluluğa tahammülü yoktur. Sınavı kazandığım günde de, Osmaniye’den Adana’ya taşınacağım günün gecesinde de bana bağırmayı ihmal etmedi. Çocukken yaşadığı o huzursuz evden hiçbir zaman çıkamamıştır. Ne yapar eder bizim evimizi de o kavgalı eve çevirir.
   
Ramazandan sonra bayramda hiçbir şey olmamış gibi bana iyi davranmaya başladı. Bayramdan sonra yine kötü davrandı. Bir iyi bir kötü davranarak muhatabını manyağa çevirmeye bayılır.
   
Teravihten sonra bazen kafelere giderdim. O kadar yalnızdım ki bir iki insan yüzü göreyim, bir iki insan sesi duyayım diye kendime aykırı o ortamlara giriyordum hem de teravihten sonra! Okulun kapanmasıyla KPSS’ye ayırdığım vakit artmıştı ancak Osmaniye’de konuşacak kimsem olmadığı için yalnızlıktan ölecek hâle gelmiştim. Elbette kütüphanede birileriyle iletişim kurabilirdim ancak onlarla pek benzeşmiyorduk, anlaşmamız pek mümkün değildi. Yalnız kalmamak için yapmacık ilişkiler kurmayı doğru bulmuyordum.
   
Nihayet sınavı kazandım ve bir kamu kurumunda avukat olarak görev yapmaya başladım. Hayatımdaki birçok sorun düzeldi. Daha mutlu ve huzurluyum. Babam bana çok iyi davranıyor ancak bu bana çok yapmacık geliyor. Kendisiyle gerçek bir iletişim kurmuyorum. Sanki yüzüme taktığım  maskeyi onunla konuşturuyorum da ben maskenin gerisinde sessiz kalıyorum. Onun beni sevmediğini kabullendim. O hep hayalindeki Ömer ile iletişim kurdu gerçek Ömer ile hiç ilgilenmedi. Şimdi kurum avukatı, memur Ömer ile arası iyi ancak bu iyiliğin pamuk ipliğine bağlı olduğunu biliyorum. İkinci bir hususu da kabullendim ki ben de onu sevmiyorum. Onu sevmek için çok uğraştım ancak o beni hep itti, bir itip bir çekerek dengemi bozdu. Onun düzelebileceğine ihtimal vermiyorum çünkü ilerlemiş bir kişilik bozukluğuna sahip olduğunu düşünüyorum. Kavga ettiğimiz dönemlerde yüzüne her şeyi söylediğim için rahatım. Yüzleşme ihtiyacı hissetmiyorum. Bir gün yanıma geldi ve çok yumuşak bir ses tonuyla: “Annene çocukken sana düşmanca davrandığımı söylemişsin. Gerçekten böyle mi düşnüyorsun?” dedi. Tuzak kurduğunu biliyordum. Gerçekten akıllı bir adamdır ama en büyük gerizekalılığı bir tek kendini akıllı zannetmesidir. Tuzak kurduğunu bilmeme rağmen sorusunu cevapladım. İstediği cevabı alınca yanımdan kalktı gitti. Bir ay boyunca da tartışmalarımızda, “Ben zaten kötü babayım, ben zaten sana düşmanlık ettim.” diyerek cevabımı bana sık sık hatırlattı. Kendi aleyhine olan bir cümleyi söylemeniz için önce sizi kışkırtır sonra o cümleyi söyleyince kurban konumuna geçip, “Sen bana şöyle böyle dedin.” der. Sorunları çözmek yerine daha çözümsüz hale getirmek için elinden geleni yapan, sohbet etmekteki tek amacı kendini haklı çıkarmak olan bir adamla ne konuşulabilir ki?
   
Şimdi 2023 Eylül’ündeyiz. Tek başına yaşayan bir kurum avukatıyım. 30 yaşımı doldurmak üzereyim. Akşama kadar çalışıyorum akşam eve dönüyorum. Halen çok yalnızım. Altı aydır burada bir çevre kuramadım. Ben sadece dini çevrelerde nasıl arkadaş edinileceğini biliyorum başka türlüsünü bilmiyorum. Bana üç şey iyi geliyor: 1- Maneviyat 2- Çalışmak 3- İnsan İlişkileri. Ancak burada henüz kimseyle sahici bir ilişki kurmuş değilim. Çok yakın arkadaşlarım var ancak hepsi başka şehirlerde yaşıyor.
   
En çok üç husustan şikayetçiyim: 1- Çok değişken ruh halleri. 2- İçime ansızın çöküp günlük hayata devam etmemi zorlaştıran o acı. 3- Hayatı idareten yaşamak, her şeyi ertelemek, günlük sıradan işleri yaparken bile zorlanmak. “Madem çözemiyoruz o halde bastıralım.” diyorum çoğunlukla. Yürüyüş yapıyorum, kitap okuyorum, ev işleriyle ilgileniyorum. Gerçekten iyi de geliyor. En azından yatağa cenin konumunda yatıp saatlerce sosyal medyada vakit geçirmekten iyi geliyor. Ancak nereye kadar bu şekilde devam edecek? Lisede üniversite sınavını kazanma görevim vardı ve bu görevi yerine getirmeyi ertelemenin faturası çok ağır oldu. Üniversitedeyken bir meslek edinme görevim vardı ve aynı şekilde ertelemek korkunç sonuçlara yol açtı. Adler insanın üç büyük görevi olduğunu söylüyor: 1- Meslek 2- Aşk ve Sevgi 3- Toplulukla ilişkiler. Ben ikinci ve üçüncü görevimi yerine getirmeyi daha fazla ertelemek istemiyorum. Evet şimdilik evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı düşünmüyorum. Peki 35 yaşındaki Ömer bir aile sahibi olmayı istiyorsa? Anlık yaşamanın zararını çokça tecrübe ettüm. 35 yaşındaki Ömer’i rahat ettirecek şekilde hayatımı düzenlemek zorunda değil miyim? Benim terapiden başka bir yolum kalmadı. Bu yolu yürümek istiyorum. Yolun sonuna ulaşabilir miyim bilmiyorum ancak bu yola adım atmazsam içim rahat etmeyecek. Çıkmaza girdim. Bu çıkmazdan kurtulmak istiyorum.


NOT 1- Babamla çatışmak beni olumlu anlamda etkiledi. Birkaç yıl önce kendimi pasif hissederken şimdi aktif hissediyorum. Daha özgüvenliyim. Hakkımı arayabiliyorum. Kurumda beni sert, lafını esirgemeyen, dobra biri olarak biliyorlar. 5 yaşında trans, 15 yaşında pasif, 30 yaşında aktif olan birisi daha ileriki aşamalara da geçebilir belki?


NOT 2- Bugüne kadar herhangi bir duygusal ve/veya cinsel ilişkim olmadı. Taciz veya tecavüze uğramadım. Aşık da olmadım.  Kendime uyguladığım bir tesste zeka tipim INTJ-T çıkmıştı. Jung’un psikolojik tiplerinden en çok içedönük-düşünen’i kendime yakın buluyorum. Belki de mantık temelli bir insan olduğum için aşık olmadım.


NOT 3- Bana M.’in numarasını vermiştiniz. Kendisiyle bir kafede oturup konuştuk. Çok verimli bir konuşma oldu. Sorduğum birçok  soruya cevap verdi.

Ömer Yılmaz:
İLK TERAPİ


29/10/2023


Merhaba Hocam;


Terapi esnasında bana sorduğunuz birkaç sorunun cevabı terapiden sonra aklıma geldi. Bana kadınlardan hoşlanıp hoşlanmadığımı sormuştunuz. Bazen dikkatimi çektiklerini söylemiştim. Bu konuyu biraz daha ayrıntılı anlatmak isterim.


Güzel bir kadın gördüğüm zaman dikkatimi çekiyor. Bakışlarım illaki kayıyor ama birkaç saniye sonra unutuyorum. Suya yazı yazmışım gibi oluyor.


Hayat hikayemi size gönderdikten bir ay sonra ofisinize gelebildim çünkü üç haftalık bir arabuluculuk eğitiminden geçtik. Eğitime bizim kurumdan iki kişi katıldık: Melda Hanım ve ben.


Bir gün eğitimdeyken bir hoca mesleklerimizi sordu. Hemen hepimiz avukattık. Bir kişi hakim olduğunu söyledi. Etkileyici bir kadındı. Ders esnasında gözüm artık ne kadar hâkime hanımın olduğu tarafa kaydıysa teneffüste Melda Hanım: “Hakime Hânım da epeyce etkileyici bir hanımefendi değil mi?” diye laf dokundurmayı ihmal etmedi.


Geçen sene kişilik kuramları dersine katılmak üzere sınıfa girmiştim. Amfinin en ön sırasına oturdum. Solumdakine “Yanınız boşsa çantamı koyabilir miyim?” demek üzere başımı çevirmiştim ki donakaldım. Saçı, makyajı, giyimi ve duruşuyla çok hoş bir kızdı. O da bana baktı ve gülümsedi. Aklım başımdan gitmişti ancak yine de sorumu sorabildim. O da yanının boş olduğunu söyledi. Yirmi dakika boyunca kendime gelemedim.


Genelde iki kadın türü dikkatimi çekiyor. Birincisi fedakarlık şemasına sahip, iyi huylu, iyi kalpli, anaç kadınlar. İkincisi baskın, erkeksi, güçlü kadınlar. İkinci tür bir kadınla evlenmek istemem. Baskın olmadığım bir ilişkiyi devam ettiremem gibime geliyor. Bir gün evlenirsem muhtemelen ilk türde bir kadınla evleneceğim. Dikkatimi çeken ve dikkatini çektiğim ilk tür kadınlar genelde sevgi açlığı çeken, psikolojik şiddet görmeye ve ruhen sömürülmeye son derece müsait kadınlar oluyor. Bu tür kadınlara çekilmemin ve onları çekmemin sebebinin bendeki narsistik eğilimler olduğunun farkındayım. “Madem böyle bir ilişkim olacak o zaman hiç evlenmeyeyim.” demek çok keskin bir hüküm olur. Bunun yerine; “Fedakarlık şemasına sahip, bana hayranlık duyan ancak şahsiyetini yitirmemiş bir kadınla beraber olabilir ve narsistik eğilimlerimi denetim altında tutmak için elimden gelen çabayı gösterebilirim.” diye daha esnek ve makul bir çözüm yolu izleyebilirim. Birkaç sene önce bu türden bir kadın bana evlilik teklifi etmişti. Kabul etmemiştim. Bizi düştüğümüz bu eşcinsellik çukurundan kimi erkekler arkadaşlık yoluyla kimi kadınlarsa evlilik yoluyla kurtarmak için elinden geleni yapıyor ama biz bu yardım tekliflerini hep reddediyoruz.


Şimdi hangi tip erkeklerin dikkatimi çektiğine gelelim. Dış görünüşünü beğendiğim, efendi erkeklere ciddi anlamda bağlanıyorum. Ancak bu adamlara olan tutkum kısa bir süre sonra arkadaşlık duygusuna dönüşüyor ve kendileriyle arkadaş olarak kalmayı tercih ediyorum.


En tehlikeli erkekler benim için ikinci tip erkekler: Güçlü, sosyal, dış görünüşü etkileyici, ağzı laf yapan, manipülatif, çakal, kurnaz, narsistik eğilimleri yüksek adamlar. Efendi erkeklerle karşılaşınca yağmur sesleri, akarsu çağıltıları duyuyor ve kendimi yemyeşil bir ormanda hissediyorsam ikinci tip adamlarla karşılaşınca adeta gök gürlüyor, yangınlar çıkıyor, fırtınalar kopuyor, yer yerinden oynuyor. Babama benzeyen bu ikinci tip adamlardan genelde uzak dursam da bazen etki alanlarına girdiğim oluyor. Bugüne dek en çok hoşlandığım iki kişi bu ikinci tip adamlardı. Şimdi size ikisini de anlatmak isterim.


İlkiyle üniversite ikinci sınıftayken tanıştık. İsmine Mehmet diyelim. Farklı yerlerde kalsak da aynı camiaya mensup olduğumuz için sık sık görüşüyorduk. Onun ilk dikkatimi çeken davranışı yapmacık kabadayılığıydı. Ufacık cüssesine rağmen külhanbeyi gibi davranması bana samimiyetsiz ve gülünç gelmişti. O hâl ve hareketleri, Bağcılar’da doğup büyümesi sebebiyle sergiliyor olabilir.

Yakışıklı bir adamdı. Çok sosyaldi. İletişim kuramayacağı insan yoktu. Herkese kırk yıllık dostuymuş gibi yakın davranırdı ancak bu davranışları bana samimi gelmezdi. O gülüşünün ve sıcakkanlı davranışlarının ardında sanki doyumsuz bir güç ihtiyacı vardı. Galiba insanlar da bu durumu sezerdi ki onunla çok yakın olmak istemezlerdi. Mehmet’in biraz yırtık olduğu herkesin dilindeydi.


Lüzumsuz bir kibri vardı. Kurnazdı ancak akıllı ve zeki değildi. Bu yüzden bu kibrin temeli yoktu. Mesela bir keresinde ideal erkek boyunun 1.70 olduğunu iddia etmişti ki kendisi bu boydaydı.


Ben maalesef bu arkadaşın yapmacık davranışlarını samimi zannettim. İçten içe gerçeği bilsem de konduramadım. Mesela yazları beni hiç aramazdı. Ararsam ben bir kere arardım. Hakiki bir dostluğumuzun olmadığı aşikardı ancak ben bu gerçeği göremiyordum veya görmeyi tercih etmiyordum.


Daha önceki yazımda bahsettiğim üzere ben mezun olduktan sonra çok zor zamanlar geçirdim. Bu zor zamanlarda yanımda olmadı. Yanımda olmadığı gibi beni üzecek birçok davranışta bulundu. Aramızdaki bağın koptuğu günü çok iyi hatırlıyorum. Salgın zamanı aramıştım. Bir saate yakın konuşmuştuk. Telefonu kapatırken: “Ben anne babamı bile aramıyorum. Seni de aramazsam kusura bakma!” demişti. Ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum. Bu sözünden sonra onu yıllarca aramadım. Çocuğu olduğunda mesajla tebrik ettim. Benimle birkaç kere vatsaptan iletişim kurmayı denedi ancak sert ve kısa cevaplar vererek her mesajında lafı ağzına tıktım. Belli bir süre sonra o da bana yazmaz oldu. Yıllar sonra Antalya’daki başka bir arkadaşımı ziyarete gittiğimde onu makamında ziyaret ettim, sonuçta yılların hatrı vardı. Ama keşke ziyaret etmeseymişim. O güne kadar kurum avukatlığını kazandığımı duyan herkes çok sevinmişti. Mehmet bunu duyunca önce sevinmiş gibi yaptı ancak karın ağrısı sonra ortaya çıktı. Orada başıma İİBF’li birini koyacaklarmış da, ben daha sonra hakim savcılığa geçmek isteyecekmişim de vs. Bir takım herzeleri sıralayıp durdu. Ben onun asıl derdini biliyordum. Avukatlık yapabilecek bir insandı ancak tek maaşla geçinen bir ailenin beş çocuğundan biri olunca savcılığı tercih etmişti. Onun avukatlara karşı öfkeli olduğunu ben önceden de fark etmişim ancak ne olursa olsun kendini tutmalıydı. Bunlar sınavı yeni kazanmış birine söylenecek sözler değildi. Keşke avazım çıktığım kadar bağırıp, tüm öfkemi üstüne boşalttıktan sonra kalkıp gitseydim. Yapamadım. Zaafımız olan insanlara herkese olduğumuz kadar cesur olamıyoruz maalesef. Günün geri kalanını kendini övmekle geçirdi. En çok kendi çalışıyormuş, kendi kadar hiçbir avukat çalışmıyormuş, bu paraya bu meslek yapılmazmış vs. Bitmek bilmeyen, kabus gibi bir gündü.


Ben kendisini ziyaret etmiş olsam da kendisi beni ziyaret etmedi, telefonla tebrik etmekle yetindi. Ona, mesleğimi aşağılamasına ve küçümsemesine rağmen beni tebrik etmesine şaşırdığımı söyledim. Şükür ki en azından bunu yapabildim. O başka bir yere atanınca bırakın aramayı mesaj bile yazmadım. Sonra beni utanmadan atandığı yere davet etti. Mustafa Kutlu’nun bir kitabını filme çekmişler ve onun galası olacakmış. Kendisini soğuk cevaplar vererek reddettim. Şimdi ancak bir yakını ölse ararım. Boşandığını duysam bile aramam, geçmiş olsun dahi demem.


Ben Mehmet’ten önce: “Bir insan nasıl davranıyorsa öyledir.” diye düşünürdüm. Yani bir insan bir insana seviyormuş gibi davranıyorsa seviyordur, sevmiyormuş gibi davranıyorsa sevmiyordur. Halbuki hiç öyle değilmiş. Düşünce ve davranışın arasında uçurumlar olabiliyormuş. Bana vermiş olduğu hayat dersi için kendisine müteşekkirim.


İkinci arkadaşı anlatayım.


Bu arkadaşla birkaç yıl önce üniversite yerleşkesinde tanıştık. İkinci üniversitemde sınıftaki erkek sayısı yirmiyi geçmediği için tüm erkekler kısa sürede birbirini tanımıştı.


Onu ilk gördüğüm andan itibaren zihnim bedenime “Uzak dur!” uyarıları göndermeye başladı. Yakışıklı, sosyal, ağzı laf yapan, çevresindekileri etkilemeyi bilen bir arkadaştı. Ufacık bir hayat tecrübesine sahip olan herkesin beş dakikada fırıldaklığını anlayabileceği bir türdü. Bir insan doğum tarihi hakkında bile yalan söyler mi? Bu çocuk söylüyordu. Önce 2001’de doğduğunu söyledi. Aylar sonra 2000’de doğduğunu söyledi. Babasının ağır ceza reisi olduğunu iddia etti ki bunu söylerken kaşı gözü ayrı oynadığı için yalan söylediğini anlamak çocuk oyuncağıydı. Sonradan babasının galerisi olduğunu dile getirdi. Galeri sahibi bir ağır ceza reisi! Birkaç ay sonra yalanının mantıksızlığını anlamış olacak ki babasının o ay emekli olduğunu söyledi. Babasının mesleğiyle ilgili tamamen yalan konuştuğunu adım gibi bilsem de Adana’da ağır ceza mahkemesi üyesi olan bir arkadaşıma bu arkadaşın babasını sordum. Elbette böyle bir ceza reisi yoktu ve şubat ayında da adliyeden hiçbir hakim emekli olmamıştı.


İki yıllık polis meslek yüksekokulu mezunu olduğunu ve bir süre polis olarak görev yaptığını tanıştıktan bir yıl sonra söyledi. Davranışlarındaki ve sosyal medya hesabındaki bazı emarelerden en azından bu konuda doğru söylediğini anladım. Tabii bu arkadaşın hiçbir sözü tamamen doğru olamayacağndan meslekten neden ayrıldığına dair de yalan olduğu bariz cevaplar veriyordu. İnsanlar aşağlıyormuş, sabah akşam dışarıdaymış, birilerinin kulu köpeği oluyormuş vs. Polislik gibi bir güç erkini asla bırakamazdı. Muhtemelen yapılmaması gereken bir hata yaptı, teşkilat da kendisine ya istifa et ya da ihraç edeceğiz dedi. Kendisi de istifayı tercih etti.


Evli bir kadınla para için beraber olmak gibi sayısız ahlaksızlığı olan –ki bu olayı bana açıkça söylemedi, parçaları birleştirerek buldum- bu arkadaşa başlangıçta hiç yüz vermedim. Zihhim uzak durmamı söylese de nefsim ona doğru çekilıyordu. Bu meyillerime fazla kulak asmayıp uzak durmaya devam ettim. Ama bu arkadaş hiçbir zaman aramaktan, mesaj atmaktan bıkmadı. Olup olmadık zamanlarda elimi sıkıyor; koluma, omzuma, belime, dizime bir şekilde dokunuyordu. Sporcular haricinde düzcinsel erkekler birbirlerinin fiziksel özellikleri hakkında fazla yorum yapmazken kendisi durduk yere parmaklarımın uzun olduğundan ve koluma saatin çok yakışacağından bahsedebiliyordu. Kendisinden yedi yaş büyük olan bana birkaç kere “canım” diye hitap etmesini epey gülünç bulmuştum.


Kendisinden bilinçli olarak uzak durduğumun farkndaydı. “Okul dışında da hiç görüşmüyoruz.” diyordu. Okul dışında görüşmeyi defalarca teklif etmişti de ben hep redddetmiştim. İlginç bir durumdu. Koskoca okulda en çok çekildiğim kişi peşimde koşuyordu ve ben istemiyordum.


Kompulsif derecede cinsel davranışları ve saldırganlık eğilimleri vardı. Kendine zarar vermeyi seviyordu. Bütün bunların gizli eşcinsellik anlamına geldiğini geçen iki yılda fark edememiştim ama şimdi net olarak anlıyorum. Karşı cinsle olan ilişkilerini bana anlatmazdı ama bir şekilde neler yaşadığını anlıyordum. Bir kız buluyor, onunla iki üç ay vakit geçiriyor, ona sevgilisi gibi davranıyor –aslında olan biten cinsel partnerlikten ibaretti- sonra ilişki bitiyor, bir hafta ayrılık acısı çekiliyor ve sözde yas süreci tamamlandıktan sonra yeni sulara yelken açılıyordu. Allahtan temiz kızlara bulaşmıyordu. Bulduğu kızlar da kendisi gibi ipten kazıktan kurtulmuş tiplerdi.


Bu gidiş elbette böyle devam edemezdi. En son kafede çalışan bir kızla vakit geçirmeye başladı. O zamanlarda öfori denebilecek ürkütücü bir neşesi vardı. Yolun sonunun hayra çıkmayacağı belliydi. Yüz bin lira borcu oldu, majör depresyon teşhisi aldı ve ilaçları toplu içerek intihar etmeye kalktı. Şimdi okulda ruh gibi dolanıyor. Bedeni değişmemesine rağmen bütün etkileyiciliğini yitirmesine oldukça şaşırdım. İnsanlar arasında güneş gibi parlayan o çocuk şimdi gölgeden bile silik. Altı boş olsa bile özgüvenin insana iksir gibi fayda verdiğini öğrenmiş oldum. Bu arkadaş bana unutamayacağım bir tecrübe yaşattı. Onu da anlatayım, bu bahsi kapatalım.

İntihar denemesinden sonraki buluşmalarımızdan birinde onu evine bırakacaktım. Vakit geç olmuştu, hava karanlıktı. Etrafta kimse yoktu. Arabadan indik ve arabanın kaputu üzerinde oturarak biraz daha sohbet ettik. Ayrılma vakti gelmişti. Yaşadığı olaylara epeyce üzüldüğümden ona merhametli davranıyordum. Ona sarıldım. O da laf olsun diye değil de isteyerek bana sarıldı. Belki bir dakika boyunca birbirimizden ayrılmadık. Sonra arabama bindim ve evime döndüm. Bu olayın etkisinden üç gün boyunca kurtulamadım. Sokakta gördüklerimin en az dörtte biriyle yatmak isteyen ben, üç gün boyunca ondan başka kimseyi arzulamadım. O ân hissettiklerim çok farklıydı. Sevgiyle yaşanan bir birlikteliğin, sevgisiz yaşanan binlerce birlikteliğin toplamından büyük olduğunu kısmen de olsa tecrübe etmiştim. Tabii bu birliktelik iki erkek veya iki kadın arasında değil, birbirleri için yaratılmış olan bir erkek ve bir kadın arasında olmalıydı.


Etkilendiğim iki kişi oldu demiştim ama bir üçüncüsünden de bahsedebilirim. Bizim kurumda fazla erkek avukat yoktur. Daha doğrusu kurum avukatlığı tam bir kadın mesleği olduğundan erkekler kurum avukatlığından pek tatmin olmazlar ve fırsatını bulunca ya serbest avukatlığa ya da hakim savcılığa geçerler. Bizim kurumdaki biri de Ali, 1995 doğumlu, Malatyalı. Kuruma ilk geldiğimde bana biraz ters davrandı ama onunla iyi anlaşabileceğimi sezdiğimden onun kötü davranışlarına pek aldırmadım. Evini taşırken yardım ettim, birlikte yemek yedik, tıraş olduğunda sıhhatler olsun dedim, fırsat buldukça odasına ziyarete gittim. Kendisi de epeyce sosyal ve sıcakkanlı bir insan olduğundan o da bana karşı aynı şekilde karşılık verdi. Evine gittiğimizde elleriyle yaptığı yemeklerden ikram etti, mesai çıkışında perdeciye gideceğim sen de gel dedi, hatta geçenlerde beni Mostar’dan görüntülü aradı. Epey mutluydu, o mutlu olunca ben de mutlu oldum.


Bu arkadaş yukarıdaki ikisinden kat kat sağlam duruşlu, ahlak ilkelerine bağlı bir insan Menfaati ile değerleri arasında kaldığından değerlerinden yana davranmayı biliyor. Güleryüzlü, hoş sohbet birisi. Eşcinsellik derecesini kestiremiyorum. Elimi sıktığı zaman uzun süre bırakmamasından bir sonuç çıkaramayız. Şimdilik en fazla belki biraz meyli vardır diyebilirim. Daha fazlasını söyleyebilecek kadar onu tanımıyorum ama daha samimi olmak ikimiz için de iyi olacak gibime geliyor.


Gece yatmadan önce birine sarıldığımı hayal ederken ve istimna yaparken genelde ilk iki arkadaşı düşünüyorum –şimdilerde Ali’ye sarıldığımı da sıkça düşünür oldum. İstimna yaparken bazen kılsız tüysüz, zayıf ve oldukça genç bir pasifi de hayal ettiğim oluyor. Bu üçü dışında kimseyi düşünmüyorum. Hepsine karşı aktifim. Sokakta yürürken yapılı erkekler de ilgimi çekiyor ancak onlara karşı pasif olmak istemem, kimseye karşı pasif olmak istemem. Hatta verdiğiniz ödevlerden biri de: “İlişkiyi karşı tarafın başlattığını düşün.” idi. Bunu yaparken başlangıçta epey zorlandım. Arzu edilmeyi pasiflikmiş gibi düşündüm ama sonradan bunun özgüven arttıcı bir eylem olduğunu fark ettim. İlk benim sarıldığımı değil de ilk onun sarıldığını düşünerek başladım. İstimna yaparken de ilk onun başlattığını hayal ettim. Dediğiniz gibi; ayakta, gözlerim açık, meninin çıkışını görerek, boşalmadan önce kendimi durdurup, üç dört kez bunu tekrar ettikten sonra... Fazla zevk aldığımı söyleyemem sadece ödev olduğu için yaptım. Haftada ikiden fazla istimnayı yasakladığınız için bir haftadır bir kere istimna yaptım, onu da dediğiniz şekilde yaptım. Penisi görmek, o geliş gidişlere tanıklık etmek, meninin çıkışını görmek insana özgüven katıyor. Henüz ayna almadım ama alacağım.


İstimna yaparken en çok düşündüğüm iki kişinin babama epeyce benzeyen iki kişi olması tesadüf olmasa gerek. Cinselliği bir aşağılama, zarar verme davranışı olarak mı görüyorum? Babamla cinsellik yaşayıp onu aşağılayamayacağıma göre babama benzeyenlerle cinsellik yaşadığımı hayal edip onları aşağılıyorum. Sadist eğilimlerim var anlaşılan. Narsist eğilimlerim de mevcut. Sokakta yürürken yedi köyün ağası gibi yürüyorum. Önüme kim çıksa devirirmişim gibi geliyor. Ama en ufak bir ses yükselmesinde ödüm kopuyor. İçi boş bir egom var. Pasiflikte ego yok –tamamen teslim olma ve kölelik etme-, aktiflikte içi boş bir ego var –karşındakini teslim alma ve kendine köle etme- düzcinsellikte ise içi dolu bir ego var –hakim konumda olma ama kimseyi de mahkum etmeme.

*


“Her türlü korku, kaygı, suçluluk duygusu eşcinselliği besler.”


“Düzcinsel erkekler aşık oldukları kadını başlangıçta cinsel olarak arzulamazlar. Gözlerini, saçlarını överler. Eşcinsel erkeklerse önce cinselliği düşünürler.”


Terapideyken en çok bu iki ifadenizden etkilendim.


*


Beni Deniz ile tanıştırmanız çok iyi oldu. Sohbetimizin ilk birkaç dakikasında içimde çok yüksek bir hakimiyet arzusu hissettim. Onun benliğini kendi benliğimde yok etmek istiyordum. Bu istek ateş gibi tüm vücudumu sarmıştı. Onun kadınsı ve çekingen duruşu beni tetiklemiş olabilir. Allahtan birkaç dakika sonra bu arzu geçti de eşitler arası bir ilişki kurabildik.


Borderline olduğundan bahsetti. “Şu an senin bile sevgine ihtiyacım var.” dedi. Ben de hepimizin birbirimizin sevgisine ihtiyacı olduğunu, insan kelimesinin ünsiyet (bağ kurmak) kelimesinden geldiğini söyledim. Bir ara sevdiğimiz şarkıcılardan bahsettik. Ebru Gündeş, Esmeray ve Seda Sayan’ı beğeniyormuş. Hepsinin baskın kadınlar olduğunu, eşcinsel dünyasında baskın kadın şarkıcılara büyük hayranlık duyulduğundan bahsettim. Benimle aynı fikirde olduğunu söyledi. Bunun sebebini bulmaya çalıştık ancak bulamadık. Kalkmam gerektiğinde beni kapıya kadar uğurladı. Elimi elinin ucuyla, kadınsı bir şekilde sıkmasını bekliyordum ki tüm eliyle kavrayarak, erkeksi bir şekilde sıktı.


Deniz’in terapisine katılmak bana iyi geldi. Eşcinsellik hakkındaki gerçekleri bilsem de bunları defalarca duymaya ihtiyacım var. Ancak bu şekilde zihnime kazınabilir gibime geliyor. Deniz ile bir daha karşılaşırsam ona şunu söylemek isterim: Eşcinsel aşkta aşık ile maşuk yok, efendi ile köle var.


Deniz; güler yüzlü, olumlu, neşeli, insanlarla kolayca iletişim kurabilen, hoş sohbet bir insan. Çoğu eşcinselde bulunan karamsarlık ve kuyuya düşmüşlük halini onda görmedim. Belki bu sayede kolayca iyileşir.

Ömer Yılmaz:
İLK TERAPİ (DEVAMI)

Terapiden sonra ilk bir hafta hemen hemen kimseye karşı cinsel arzu duymadım. Aseksüel olmuş gibiydim. Birilerini arzulamaktan korktuğum için sürekli kendimi meşgul ettim. Sabahtan öğlene dek okula gidiyor, öğleden akşama dek kurumda çalışıyor, akşamdan sonra dışarıda iki saat yürüyüş yapıyordum. Çok yoruluyordum ancak yorulmayı evde boş durup kendimi hırpalamaya tercih ederdim.

Fazla müzik dinlemeyi bırakmam gerekiyor. Gerçi artık ona bile vaktim yok ama istesem saatlerce müzik dinleyebilirim. Beni başka bir dünyaya götürüyor, kafamı dağıtıyor. Fazla müziğin sanki eşcinselleştirici bir etkisi var. Joseph Nicolosi bir kitabında eşcinsel erkeklerin çok fazla hissizlik yaşadığını söylüyordu. Bu hissizlik alanını gri bölge olarak tanımlıyordu. Gri bölgeye giren eşcinsel erkek buradan çıkmak için eşcinsel ilişki yaşıyormuş. Nicolosi danışanlarını gri bölgeden çıkartabilmek Geştalt terapi yöntemlerini kullanıyordu. Danışanlarının korku, kaygı, üzüntü, öfke gibi duyguları hissetmelerini ve bu hislerin bedenleri üzerindeki etkilerini anlatmalarını istiyordu. M. ile sohbet ederken bir süre sonra uykusunun geldğini fark etmiştim. Uykusu gelmişti ancak çok istekli bir şekilde konuşuyordu. Bu iki veriyi zihnimde bağdaştıramadım. Sonra bu çelişki gibi görünen durumu kendisi açıkladı. Küçükken anne ve babası kavga ettiğinde yüzü uyuşuyormuş. Daha sonraları eşcinsellik konusundan bahsederken de aynı yüz uyuşmasını yaşamaya başlamış. Gri bölgeye bir örnek olarak verilebilir. Eşcinsellerin müzik ve diğer sanat dallarıyla olan yakın ilişkisini açıklayabilmek için gri bölge konusuna değindim. Ben de gri bölgeye çok sık giriyorum. Oradan çıkabilmek için kullandığım yollardan birisi de müzik dinlemek. Etkili oluyor ancak bir süre sonra rahatsız etmeye başlıyor.

Bana en iyi gelen üç şeyi söyleyeyim:
1- Maneviyat
2- Çalışmak
3- İnsan ilişkileri

Ciddi bir bunalım geçiriyorsam anlıyorum ki bu üçünden birini veya birkaçını ihmal etmişim. En ihmal ettiğim de genelde insan ilişkileri oluyor. Bana sosyal fobim olabileceğini söylemiştiniz. Sosyal fobiden kastınız insan ilişkilerinin iyi olmaması ise buna kısmen katılabilirim. Biriyle ilişki kurmak benim için gerçekten zor. Ama istediğim zaman da çok sağlam ilişkiler kurabiliyorum. On yıldır iletişimde olduğum arkadaşlarım var.

*

Birkaç gün önce Esad’tan bir mesaj geldi. Bir dernekte emekli bir tetkik hakimi insan hakları konusunda bir konuşma yapacakmış. Hocası bizim arkadaşı sohbete davet etmiş. Beraber gidelim o zaman yazdım. Ertesi gün oldu, arkadaşı okuldan aldım, birlikte derneğe gittik.

Tarikat/cemaat ortamı ile siyasi sivil toplum kuruluşlarının ortamı epey farklı. Siyasi oluşumlardaki o samimiyetsizlik, yapmacık gülümsemeler, ikbal endişesiyle eğilen başlar hemen fark ediliyor. Burada birkaç tane samimi insan da olsa –ki arkadaşımın hocası onlardan biriydi- çoğunluk menfaat için oradadır. Bu durumu biliyorum ancak yine de siyiasi stk’ların toplantılarına gittiğim oluyor. Ankara’daki gibi burada her gün onlarca sohbet düzenlenmiyor. Şairin; Ele geçmezse eğer sevdiğimiz / Çare ne; eldekini sevmeliyiz mısralarında anlattığı gibi mevcut olanla yetinmek zorundayım.

Biz derneğin mescidinde otururken içeriye son derece iyi giyimli bir beyefendi girdi. Başındaki takke ile şapka arasında kalmış olan serpuş, Yusuf Ziya KAVAKÇI’nın takkesine benziyordu. Beyaz zemin üzerine kırmızı puantiyeli ipek kravatı, aynı desenlere sahip ipek mendili, kırmızı akik taşlı yüzüğü ve iki numara makine tarağıyla kesilmiş beyaz sakalıyla göz kamaştırıyordu. 1950’lerde yaşayan Osmanlı bakiyyesi İstanul beyefendilerinin üslubu ile konuşuyordu. Çok sakin bir ses tonu vardı. Derviş gibi konuşuyordu. “Ne kadar mütevazı bir insan!” derdi hakim beyi dinleyen çoğu kişi. Ancak bütün bu ihtişamın kökenindeki narsistik eğilimleri fark etmem uzun sürmedi. Gazze’den bahsederken gereğinden fazla titreyen sesi, sakince konuşurken aniden bağırıp dikkati üzerine çekmesi, kendini lüzumsuz derecede yermesi gibi hususlar anlamak isteyene çok şey anlatıyordu. Bu düşüncelerimi oradakilere anlatsam ya kıskanç olduğumu ya da deli olduğumu düşünürlerdi. İyi giyinmeye meraklı biriyim ancak bu beyefendi bana şunu öğretti ki iyi giyinmek diğer insanlarla araya mesafe koyuyor. Sayın Cumhurbaşkanının kareli ceketlerinin sırrı anlaşıldı.

Konuşmacının narsistik eğilimlerinden bu kadar rahatsız olmamın sebebi açık: kendimde de aynı eğilimlerin mevcut bulunması. Tüm bunları bir tarafa bırakıp beni asıl etkileyen olayı anlatmak istiyorum. Bir süre mescidde sohbet ettikten sonra konferans salonuna inmemiz gerektiği söylendi. Canımız sıkılırsa kolayca çıkabilelim diye arkadaşımla birlikte salonun en arkasına geçtik. Önümüzde iki üniversiteli arkadaş oturuyordu. Sağ önümdeki tırnaklarını uzatmış, sakal ve bıyığı olmayan kadınsı davranışlara sahip bir arkadaştı. Sol önümdekiyse saçlarının yarısını beş numarayla kestirmiş, diğer yarısını ise uzatıp başının tepesinde lastikle toplamış, sakallı, geniş omuzlu, atletik yapılı biriydi. Özgüvenli davranışlarıyla arkadaş grubunun lideri olduğu ve karşı cinsin ilgisini üzerine çekmekte pek zorlanmadığı belliydi. Erkeksi olan arkadaş durmadan kadınsı olanın omzuna yaslanıyor ve onunla hep temas halinde olmaya çalışıyordu. Bir anda korkunç bir ateşin bütün vücudumu sardığını hissettim. Halbuki terapiden sonra günlerce gri bölgede kalmış, ne mutlu ne mutsuz olmuş, kimseyi arzulamamıştım. Bu ateşin içinde öfke, haset ve şehvet vardı. Tüm bu duyguları aynı anda ve en uç haliyle yaşıyordum. Oradan kalkıp başka bir yere otursam Esad’a bu durumu nasıl açıklayacaktım? Hiçbir yere gidemezdim. Orada kalıp mecburen gördüklerime tahammül edecektim. Sonra belki size çok gülünç gelecek bir olay oldu. Erkeksi olan sol ayak bileği sağ dizinin üzerinde olacak şekilde bacak bacak üstüne attı. Şort giydiği için bacağını görmüş oldum. Bacağını beğenmedim ve tüm arzum birden sönüverdi. Bu kadar mıydı yani? Erkeksi olan salondan ayrıldıktan sonra bir süre kadınsı olanı inceledim. Konuşma bitip soru-cevap kısmına geçilince yeterince yorulduğumuza kanaat getirip biz de kalktık. Demek ki beğendiğimiz bir insanı beğenmemek istiyorsak onun beğenmediğimiz yönlerine odaklanmamız gerekiyor.

Arabuluculuk eğitiminde tanıştığım üç arkadaşı da anlatıp haddinden fazla uzamış bu yazıyı artık sonlandırayım.
Eğitim salonunun en arkasında oturan, kimseyle iletişim kurmayan bir arkadaş vardı. Hem dış görünüşü hem de gizemliliği beni ona doğru çekiyordu. Teorik eğitim bitince pratik eğitim başladı. Koltukların olduğu konferans salonunu bırakıp masa ve sandalyelerin olduğu duruşma salonuna geçtik. Bir masanın etrafına beş altı kişi oturup arabuluculuk sürecini canlandırmamız gerekiyordu. Bir gün sınıfa girdiğimde sadece onun oturduğu masanın boş olduğunu gördüm. O masaya oturup kendisine selam verdim. Selamımı aldı. “Hocam isminiz nedir?” diye sordum. Bu durumu olumlu karşıladı. Meğerse güler yüzlü, hoş sohbet, sıcakkanlı bir insanmış. Birkaç dakika sonra numaramı aldı ben de onun numarasını aldım. Ders aralarında hep sohbet ettik. Artık herhangi bir arzulama hali söz konusu değildi, arkadaş olmuştuk. Bir tarafta Kaf Dağının tepesinde oturan düzcinsel ile öbür tarafta o dağın eteklerinde kalmış, tepesine çıkamamaktan ötürü kahrolmuş eşcinsel söz konusu değildi. Eşitler arası ilişki kuran iki erkek vardı. Eğitimin son günü okuldan erken ayrıldı. Spor hukukuyla ilgilendiğini söylemişti. Ben de ona spor hukuku üstadı olan staj hocamın numarasını gönderdim. Bana. “Valla Ömer eğitimde bir tek seninle tanıştım sen de bana bu jesti yaptın.” diye mesaj attı.

İkinci arkadaşla fazla samimiyetimiz olmadı. İyi huylu, evlilik hazırlığında olan biriydi. Arada bir “Nasılsın kardeşim?” diye sorması hoşuma gidiyordu.

Üçüncü arkadaşla ilki gibi pratik eğitim sırasında tanıştık. Aynı masaya düşmüştük ve konuşmayı yine ben başlattım. İlk ikisi gibi bu arkadaş da hem yakışıklı hem de düzgün karakterli bir insandı. Bir okulda müdür yardımcılığı yapıyormuş. Aynı zamanda stajyer avukatmış. Unvan yükseltme sınavına girip Milli Eğitim Bakanlığında kurum avukatı olmak istiyormuş. Milli Eğitim Bakanlığı avukatlığı ve kurum avukatlığı hakkında bildiğim bütün bilgileri kendisine aktardım. Evli ve çocukluydu. Biraz çekingen bir arkadaştı. Ona Ömer Hocam diye hitap ettikçe onun bana mahcup bir şekilde gülümsemesi hoşuma gidiyordu.

Fark ettim ki sağlıklı düzcinsel erkeklerin güç diye bir derdi yok. Onlar gücü yaşıyor. Güç onların içinde mevcut; bizse gücü dışarıda, bizim gibi güçsüz erkeklerde arıyoruz.

*

Yazıyı bitirecektim ancak biraz ailemden bahsetmek istiyorum. Atandığımdan beri –yaklaşık altı aydır- babam bana iyi davranıyor. Sanki daha önce yaşadığımız sorunları hiç yaşamamışız gibi. Ben onu affetmedim ama o kendini affetmiş görünüyor. Bu iyi davranma halinin samimi ve kalıcı olmasını isterdim. Ancak yapay ve geçici olduğu ortada. Daha önce defalarca durduk yere aramızdaki barışı bozdu. Bu adam kendisinin ve ailesinin zor zamanlarını yönetmesini bilmiyor. Kendisine aykırı en ufak bir harekete tahammülü yok. Evinde kedi besledi diye kardeşimle aylarca konuşmamıştı. “Bir sokak kedisini bize tercih etti.” diyordu. Gülünç ve ürkütücü. Bir hafta önce kardeşim de benim gibi Osmaniye’den Adana’ya taşındı. Bu duruma canı sıkıldığı belli. Dün akşam bir iki tane laf dokundurdu bana yine. Şansını fazla zorlarsa kavga etmekten çekinmem. Bunu bildiği için fazla ileri gidemiyor. Galerisi olan ev sahibim, satacağı bir arabayı birkaç ay önce vatsap durumuna koymuştu. Güzel arabaydı. Beni hukuki bir mesele için ardığında arabanın fiyatını sormuştum. Dört milyon yedi yüz bin lira olduğunu söylemişti. Vatsap durumunun ekran görüntüsünü aldım. Görüntüyü babama gösterdim. Arabanın Ford Mustang olduğunu söyledi, arabanın genel aksamı hakkında bilgi verdi. Onunla ortak bir paydada buluşup bir şeyler paylaşmak güzeldi ancak ben kendisine güvenmediğim için bu paylaşımın hazzını tam olarak yaşayamadım. İçimde hep bir acaba sorusu var. Acaba ne zaman laf sokacak, acaba ne zaman yine kötü davranacak? Bu süreç onun yardımı olsa daha kolay ilerlerdi ama bu durumu ne ona söylemek ne de ondan yardım alıp minnet altında kalmak isterim.

Ben annemi severim, annem de beni sever ancak annemin kısmen bana da geçmiş bulunan hissizliğinden ve donukluğundan rahatsızım. Ona heyecanla bir şeyler anlatırken aynı heyecanla beni dinlemesini isterdim.

Ailemle ilgili bazı meseleleri size anlatmıştım. Sözlerinizden, yüz ifadelerinizden ve ses tonunuzdan sezdiğim kadarıyla ailevi meselelere çok takılmamı istemiyorsunuz. Artık bir mesleğim olduğuna, başka bir şehirde tek başıma yaşadığıma göre kendi yoluma bakmalıyım. Onlar da fazla karışmıyorlar bana. Ben onlara öfkeli ve hırçın davrandıkça onlar geri çekiliyorlar. Artık üzerimde bir etkilerinin kalmadığının farkındalar.

Terapiden sekiz gün sonraki bu Pazar gününde bir yandan bu yazının son paragrafını yazarken bir yandan da “Ben erkekliğin neresindeyim?” diye sorguluyorum. Zamanında içten dışa doğru gelişmemiş olan erkekliğimi şimdi deri çantayla, deri kemerle, hafta sonu bile yarı resmi giyinerek, bacaklarım açık şekilde oturarak, etrafımdakilere hırçın davranarak dıştan içe doğru geliştirmeye çalışıyorum. Keşke her hafta terapiye gelebilsem diye düşünüyorum. Vakit kaybetmek istemiyorum ancak “Her oluş bir zamana rehnolmuştur.” hadis-i şerifince vakti gelmeyince hiçbir işin olmayacağını biliyorum. Şimdi bana haftaya cumartesi günkü terapiyi sabırla beklemek kalıyor.

Ömer Yılmaz:
İKİNCİ TERAPİ


04/11/2023
   
Ofisinizin kapısını çaldığımda kapıyı N. açtı. Birkaç saniye sonra siz geldiniz. N. ile konuşmamı söyleyip terapi odasına geri döndünüz.
   
N., bugüne dek ilişki yaşamadığım için epey şanslı olduğumu söyledi. İlişki yaşamayanların terapisi bir ila bir buçuk sene sürüyormuş. “Düzcinsel bir insan canı sıkılınca kahveye, camiye giderken eşcinselin aklına hemen ilişki yaşamak geliyor.” dedi. Tabii ilişki çözüm olmuyor, ilişki yaşamak eşcinseli çukurun daha da dibine itiyor.
   
Bu hafta terapide beş husus üzerinde durduk:


1-   Eşcinsel değil röntgenciyim.
2-   Ciddi anlamda duygusal yoksunluk çekiyorum, sevgi eksikliği yaşıyorum. Birini sevmekte zorlanıyorum ve beni sevmek isteyenlere zorluk çıkarıyorum.
3-   Babama çok benziyorum.
4-   Bir erkek seçip onunla sıkı bir dostluk ilişkisi kurmam gerekiyor.
5-   Kadınlardan gelen duygusal ilişki taleplerini reddetmemeliyim. Kadınlarla sevgili olamasam bile onlara birkaç adım yaklaşmalıyım.


Terapi esnasında eşcinsel değil röntgenci olduğumu söylediğinizde bu durumu ilk başta kabullenemedim. Bana soracak olursanız dini sebeplerden ötürü ilişki yaşamamıştım. Bu konuyu on beş dakika boyunca tartışsak da ikna olmadım ta ki dört sene önceki bir sonbahar gecesini hatırlayana dek.


Size bahsettiğim savcı arkadaşım Ankara’ya gelmiş ve birkaç gün bende kalmıştı. O zamanlar henüz bana kötü davranmaya başlamadığı için onun gelişine çok sevinmiştim. Geldiği günün akşamında faranjit oldu, ateşi çıktı. İyileşmesi için elimden geleni yaptım. Yatacağı odaya geçmişti, ayakta bekliyordu. Ateşine bakmak için önce tek elimle alnına sonra çift elimle yanaklarına dokundum. Niyetim ateşine bakmak değil ona dokunmaktı. İtiraz etmedi hatta boynuna dokunmamı işaret etti. O gece her şey olabilirdi. Bir anda kendimi geriye çekip odama döndüm. Beni gerçekten ne engellemişti? Din diyebilir miyiz? Artık o kadar emin değilim. Belki de siz haklısınız ve benim eşcinsel yapılanmam tamamlanmadığı için o gece ilişki yaşamadım. Bu fikrinize terapi esnasında katılmamıştım ancak şimdi olabilir diyorum.


Aktifim diyorum ancak ondan bile pek emin değilim. Kendimi en çok o kimliğe yakın hissediyorum. İstimna yaparken kendimi hep baskın rolde konumlandırdığım için aktif olduğumu düşünüyorum. Aktif aktife ilişki arayanlar ve yaşayanlar varmış. Nasıl olduğunu merak ediyorum. Yarı arkadaşlık yarı cinsellik gibime geliyor. Yine de ideal bir ilişki biçimi olduğunu söyleyemeyiz, çukurun biraz ışık alan kısmıdır en fazla.


Şema terapi kitaplarındaki ölçekleri kendime uyguladığımda iki şema baskın çıkıyordu: duygusal yoksunluk ve kusurluluk. Kusurluluk şemasını epeyce törpülemiş olabilirim ancak duygusal yoksunluk şeması günden güne kökleşerek devam ediyor. Terapiye gelmeden önce de duygu eksikliğimin farkındaydım ancak bu eksikliğin bana zarar verecek aşamaya geldiğinden habersizdim. Çukur sandığım boşluk aslında uçurummuş.


Terapiden sonra Esad ile buluştuk. Üskadar’da bir kafede saatlerce sohbet ettik. O kadar iyi geldi ki. Düzgün kişilikli hemcinslerimle iletişim kurmak benim için çok iyi oluyor. Birkaç gün önce bir eğitim şirketinin sahibi Osman beni aradı. Bir saate yakın konuştuk. Zaman zaman sıkılsam da konuşma bittiğinde pamuk gibi olmuştum. “Konuşmalarından sıkılıyor olsan dahi hemcinslerinle sohbet etmeyi ihmal etme!” demiştiniz. Beni ağırlaştıran her ne varsa üzerimden uçup gitmişti. Sadece ilgi görmek değil ilgi göstermek de iyi hissettiriyor. Okulda benim çok sevdiğim, beni de çok seven bir arkadaş var. Birkaç gün önce bu arkadaşla okulda karşılaştık. Her zamanki kocaman gülümsemesiyle bakıyordu. Tokalaşıp sarıldık. “Nasılsın abi?” diye sordu. “İyiyim, seni gördüm daha iyi oldum.” dedim. Anlamsız bir gülümseme belirdi yüzünde. Ya bu cevabı benden beklemiyordu ya da düzcinsel erkek dünyasının sınırlarını aşmıştım. Ne olursa olsun bu cevabı verdiğime pişman olmadım. Ertesi gün, başka bir arkadaş “Görüşürüz abi!” diyip gülümseyerek sırtıma dokunmuştu. Bütün sıkıntılarım bir anda üzerimden kalkmıştı. Birilerine abilik yapmak hoşuma gidiyor. Kendimden yaşça küçük hemcinslerime karşı daha samimi davranıyorum.


Yakın dostluk ilişkisi kuracağım hemcinsim olarak aynı kurumda çalıştığım Ali’yi seçmiştik. Bu hafta her zamankinden daha fazla yanına uğradım. O da benim yanıma gelmeyi ihmal etmedi. İki gün önce: “Çıkışta bir yerlere gidelim mi?” dedim, geçiştirdi yani kabul etmedi. Kabul etmeyeceğini biliyordum çünkü durduk yere birileriyle buluşmak gibi bir alışkanlığı yok. Ya perdeciye gidecektir birini çağırır, ya evinde televizyon ünitesi kurulacaktır ya da kargocudan kargosunu alması gerekiyordur... Bu da onun iletişim kurma biçimi, bize saygı duymak düşüyor ancak bu yönüyle benim savcı arkadaşa benziyor. Ali de az kişiyle derinlikli ilişki kurmak yerine çok kişiyle yüzeysel ilişki kurmayı tercih ediyor. Bir kişiyle baş başa değil de birden çok kişiyle hep beraber oturmayı seviyor. Dışadönük olduğu için uyaran eşiği yüksek.


2016 yazında yurttan ayrıldıktan sonra bende bir sıkıntı meydana geldi ve o sıkıntı bugüne dek geçmedi. Hava karardıktan sonra kendimi çok kötü hissediyorum. Yatana kadar hiçbir işle uğraşamıyorum. Saatlerimi boşa harcıyorum. Acaba yurttayken hemcinslerimden güç alıyordum da yurttan ayrıldıktan sonra o güçten mahrum mu kaldım? Dışarıdaysam fazla sorun yaşamıyorum. Dışarıda ders çalışabiliyorum, yürüyebiliyorum, arkadaşlarımla sohbet edebiliyorum ama eve gelince üzerime bir ağırlık çöküyor. İki gündür bu hâli kısmen aşabildim. Önceden eve gelir gelmez müzik açardım ve müzik beni uyuştururdu. İki gündür müzik açmadım böylece ev işlerini yapabildim, yürüyüşe çıktım, kitap okudum ve yazı yazdım.


*


Akademisyen olmam gerektiğini söylemiştiniz. Bu fikrinize sonuna kadar katılıyorum. Terapi yazılarını yazmak saatlerimi alıyor ancak bu bana muhteşem bir haz veriyor. Masamda yarım kalmış bir yazının beni bekliyor oluşundan mutluluk duyuyorum. Yazıyı bitirince üzülüyorum. Akademisyen olursam ömür boyu masamda bitmeyi bekleyen yazılar olacak ve vaktimi onları tamamlayarak geçireceğim.


*


Üniversite yıllarımda neden kitaplarla bu kadar yakın olduğumu düşünüyorum. Acaba gerçek insanlarla kuramadığım ilşkiyi hayali insanlarla mı kurmaya çalışıyordum? Çünkü genellikle hikaye, roman gibi kurgusal eserleri okuyordum. Birçoğundan cinsel olarak etkilendiğim seksen kişinin bulunduğu erkek yurdunda delirmemek için zihnimi başka bir yöne çevirmeye mecburdum. Bu durum kariyerimi uzun vadede çöküşe kadar götürse de pişman değilim. Kitap okurken bazı zamanlar kalbim yerinden çıkacakmış gibi olurdu, o kadar heyecanlanırdım.


*


Hayatında ilk kez hamama giren yabancı bir erkeğin videosunu izledim. “Bir hemcinsimle bu şekilde bağ kurmak bana çok iyi geldi, yaşamadığım bir tecrübeydi.” diyor. İki gün önce Klinik Psikolojiye Giriş dersinde hoca psikodramadan bahsetti. Psikodramada danışanın grup liderine dokunması, grup liderinin de danışana dokunmasını önemliymiş. Danışan, grup liderine dokunarak ondan güç alırmış; grup lideri de danışana dokunarak ona güç verirmiş. Erkek çocukların, erkek ergenlerin ve erkek genç yetişkinlerin birbirine sıkça dokunmasıyla psikodramadaki güç alma/verme hususu birbiriyle çok ilişkili değil mi? Dokunarak birbirlerinin erkekliğini onaylıyorlar. “Nikah olmadan kadına dokunulmaz ama erkeğe dokunulur. Birbirimize dokunuyorsak ikimiz de erkeğizdir.” düşüncesi söz konusu oluyor. Dokunmak ve dokunulmak hususunda epeyce eksiğim. Okuldaki saf, temiz, köylü arkadaş sanki bunu biliyormuş gibi sık sık gelip bana dokunuyor. Tokalaşıyor, sarılıyor, elimi tuttuğu zaman bırakmıyor. Bazı insanlar neye ihtiyacımız olduğunu çok iyi seziyor.


*


Bu sevgi yoksunluğunu nasıl gidereceğim hususu kafamı kurcalıyor. Mesala bugün kendimi pek iyi hissetmediğim bir gündü. Bekir ile yarım saat mesajlaştıktan sonra iksir içmişim gibi dirildim. İyi hissetmek için her gün hemcinslerimle vakit mi geçireceğim? Onlarla saatlerce sohbet mi edeceğim? Bu kadar insan ilişkisi çok yorucu olmaz mı? İşinde gücünde olan insanlardan habire ilgi talep edip vakitlerini almamız ne kadar doğru?


*


Başladığım bu yolun nerede biteceğini bilmiyorum. Henüz tedavi değil de teşhis aşamasındaymışız gibime geliyor. Sıkıntının etrafında dolaşıyorum. Sorunun enini boyunu ölçmeye, hacmini hesaplamaya çalışıyorum. Bir şeylerin değişmeye başladığını hissediyorum. Mesala uzun zamandır kaybetmiş olduğum sanatsal duyarlılığımı tekrar kazanmaya başladım. Dün akşam, sonu Sabancı Camii’ne çıkan yol üzerinde, caminin ihtişamlı görüntüsünde kendimi kaybederek yarım saat yürüdüm. Özenle ışıklandırılmış kubbe ve minarelerden büyülendim. Seyhan Nehri’nin kıyısındaki yaprakları eğrelti otuna benzeyen ağaca hayran hayran baktım. Yürüyüş yaparken o hafta yaşadığım güzel anları düşündüm. Okuldaki sevdiğim arkadaşın saatlerce dizimde yattığını, parmaklarımı onun saçlarında dolaştırdığımı hayal ettim. Bu hafta bende olan en belirgin değişim bu oldu: Hafta boyunca hemcinslerime sarıldığımı, onların omzuma yaslandığını hayal ederek mutlu oldum.
   
Zihnimde daha önceleri ayrı ayrı, bağımsız duran bilgiler terapiyle birlikte belli başlıklar altına yerleşiyor. Belirsizlikten belirliliğe doğru gidiyoruz. Sanki zihnimdeki çivileri yanlış yerlerinden söküp doğru yerlere çakıyorsunuz. Müzik zevkimin bile sevgi eksikliğiyle ilişkili olduğunu düşünüyorum. Ben küçükken çoğu kişi müzik dinlemek için Kral TV’yi tercih ederdi. O kanalda çoğunlukla basit, hiçbir derinliği olmayan şarkılar çalardı. Tüm şarkıların aşktan bahsetmesinden rahatsız olurdum. “Başka konu yok mu?” diye düşünürdüm. Bu düşüncem lisede de devam etti. Lise ikideyken rap müzikle tanıştım. Kelimenin tam anlamıyla büyülendim. Hayatta her ne var ise rapte de o vardı. Dinden, sokaktan, korkudan, kaygıdan bahsedilebiliyordu. Halen rap dinliyorum ve bana en gerçek müzik rapmiş gibi geliyor.


Keşke her hafta terapiye gelebilsem. Terapi beni bir hafta dengede tutuyor ama sonraki bir hafta dengesizliği uç noktalarda yaşıyorum. En dip duygulardan en yüksek duygulara her gün onlarca yolculuk yapıyorum. Uçurum kenarlarından sarkıyor, koşan bir atın sırtında tek ayak üzerinde dengede kalmaya çalışıyorum. Tüm olumlu değişimler ilk hafta için geçerli oluyor. İkinci haftada bu olumlu etkileri kısmen yaşayabiliyorum. Yine de yoldan çıkmamaya çalışıyorum.

Navigasyon

[0] Mesajlar

[#] Sonraki Sayfa

Tam sürüme git