Genel > Din & Felsefe

Video: Ey Oğul! - İmam-ı Gazali

(1/2) > >>

alıntı:
Asıl adı Ebû Hâmid Muhammed olan İmam-ı Gazali Hazretleri Horasan bölgesinde Tus şehrinin Gazale köyünde 1058 yılında dünyaya geldi. 1111 yılında ise dünyaya veda eyledi. İslâm dünyasında Hüccetü'l-İslâm (İslâmın ispatlayıcısı) olarak tanınan İmam-ı Gazâlî, Selçuklu döneminde yaşamış, İslama yönelen hücumlara, dine yapılan taarruzlara karşı müdafaalarda bulunmuş, dinin anlaşılması için tartışmaya açılmış olan meselelere çözümler getirmiş bir müceddiddir, dinin yenileyicisidir.
İmam-ı Gazalî'nin İslâm eğitim ve ahlâkı üzerinde getirmiş olduğu yenilik, İslâmın özünden uzaklaşma yoluna girmiş olan Müslümanları ahlâkî eğitime tabi tutmuştur. En mühim eseri olan İhyâu Ulûmi'd-Din, başta iman ve ibadet olmak üzere, ahlâk sahasında çok ciddî bir hizmet görmüş, dokuz asırdır tazeliğinden bir şey kaybetmemiştir.
İmâm-ı Gazalî'yi halka tanıtan hacımca küçük, fakat tesiri bakımından büyük olan eseri Eyyühe'l-Veled olarak bilinen ve dilimizde Ey Oğul şeklinde bilinen eseridir.
Gazali, üzerinde çalıştığımız "Ey oğul"un pîri ve üstadıdır. Bu alanda yapılmış olan çalışmanın ilki ve en mükemmelidir. Diğer çalışmalar büyük ölçüde bu kitabın üzerine bina edilmiştir.
Birçok dünya diline çevrilen, UNESCO tarafından da yayınlanan Ey Oğul, batıda ve doğuda okuma rekoru kıran bir eserdir. "Müslümanın yirmi dört saati" demek olan bu kitap, ayrıca bir öğüt ve nasihatler bütünüdür.

http://www.youtube.com/watch?v=2kK4z4txh6U

psikolog:
EY OĞUL
..:: 1 ::..

   Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
   Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a; iyi akıbet O'ndan sakınanlara; salât ve selâm O'nun Peygamberi Muhammed'e ve bütün âline olsun!

   BU KİTABIN YAZILMASININ SEBEBİ
   Ey okuyucu! Bilmiş ol ki Şeyh İmam Zey-nü'd-Din, Hüccetü'l-İslâm 1 Ebu Hâmid b. Mu-hammed el-Gazâlî'nin, (Allah rahmet eylesin) önde gelen talebelerinden birisi, yıllarca onun hizmetine devam etmiş, ilimleri en ince noktasına varıncaya kadar öğrenmiş, ruhî ve ahlâkî faziletlerini geliştirerek kendisini olgunlaştırmıştı. Günün birinde kendi kendine düşünürken aklına şöyle bir fikir geldi ve dedi ki:
   - Şimdiye kadar çeşitli ilimler okudum, gençliğim bunları öğrenmek ve toplamakla geçti. Şimdi bu bilgilerden hangilerinin yarın öldüğümde âhirette bana faydalı ve kabrimde yardımcı olacağım bilmem lâzım ki, lüzumsuz olanları terkedeyim. Nitekim Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle dua etmişti:
   "Allahım! Faydasız ilimlerden Sana sığını-rım."
   Bu düşünce, talebenin kafasını devamlı olarak meşgul etti. Sonunda bu düşüncesini Şeyh    Hüccetü'l-İslâm Muhammed el Gazâli'ye (Allah rahmet eylesin) yazarak fikir danışmaya, bazı sualler sorup tavsiye ve hayır dua istemeye şevketti. Ona şunlan yazıp sordu:
   "Doğrusu, şeyhimin İhyâu Ulûmi'd-Din 2 adlı kitabında ve yazdığı diğer eserlerinde, sorduğum suallere cevap veriliyorsa da ben, şeyhimin isteklerime, yazıp vereceği cevapları    -Allah'ın izniyle- yaşadığım müddetçe yanımda taşıyacağım ve o sahifelerde yazılı olanlarla amel etmeyi arzu etmekteyim".
   Talebesinin arzusu üzerine Şeyh, bu risaleyi kaleme alarak ona gönderdi (Vallahu âlem = doğrusunu Allah bilir).

   FAYDASIZ BİLGİNİN ZARARLARI
   Ey sevgili ve aziz oğlum!
   Allah seni her zaman itaat eden kullarından ve sevdiği dostlarının yolundan yürüyenlerden eylesin.
   Bilmiş ol ki, Hazreti Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemden rivayet edilenler en güzel nasihattir. Eğer sen şimdiye kadar ondan bir şeyler öğrendiysen benim öğüdüme ihtiyacın yok. Şayet ondan bir şey elde edemediysen söyle bana:
   - Şu geçip giden bunca senede ne kazandın,ne öğrendin?
   Ey oğul!
   Hazreti Peygamber sallallahü aleyhi ve sel-lemin ümmetine verdiği nasihatlardan birisi şu değerli sözüdür:
   "Allahü Teâlâ'nın kulundan yüz çevirdiğinin alâmeti, o kulun kendisine faydası olmayan, yararsız işierle uğraşmasıdır. Bir kişi yaratılışının sebebi olan zikir ve ibadetten başka bir işle ömrünün bir saatini geçirirse, "Ceza gününde" muhakkak ki, hüsrana uğramaya müstahaktır.    Kırk yaşını aşmış bir kimsenin hayrı şerrinden üstün değilse, o adam cehennem ateşine hazırlansın".
   Bu nasihatim, bilgili ve anlayışlı kimseye yeter.

   BİLDİĞİ İLE AMEL ETMEK
   Ey oğul!
   Nasihat etmek kolaydır. Mühim olan onu tutup gereğince amel etmektir. Bu ise çok zordur. Çünkü benlik ve nefis üstünlüğü olan kişilere nasihat acı gelir. Yasaklanan işler (menahî) ise onların kalblerine güzel ve cazip görünür.
   Bu sözlerimle, bilhassa suret ve şekil olarak ilim. isteyen kimseyi; şekle bağlı kalarak, vaktini nefsini tatmin ve dünya mevkilerini kazanmaya götüren yolları nazarî bir şekilde araştırmakla harcayan kişileri kastediyorum.
   Onlar, mücerret ve nazarî ilmin kendilerini kurtaracağını, bilgileriyle amel etmeye ihtiyaçları olmadıklarını zannederler ki, bu, filozofların inancıdır. (Subhanallah!). Allahü, Teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. Bu gururlu ve aldanmış kişi bilmez mi ki, bildiği ile amel etmeyince bu bilgiler, aleyhlerinde delil olacaktır. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şerifinde:
   "Kıyamet günü en şiddetli azaba çarpılacaklar Allah'ın, bilgilerinden kendilerini faydalandırmadığı âlimlerdir", buyurmuştur.
   Rivayet olunur ki, Cüneyd 3 (Allah rahmet eylesin) vefatından sonra rüyada görüldü ve ona şöyle soruldu:
   - Ey Ebü'l-Kasım, halin nasıldır, ne haber? Cüneyd bu soruya şöyle cevap verdi:
   - Dünyada sarf edilen o büyük büyük yaldızlı sözler fayda etmedi, kaybolup gitti. Faydasını gördüğüm, gece yarısı kıldığım birkaç re-kâtçık namazdır.
   
   Ey oğul!
   Amel bakımından iflas etmiş olma, hâl ilminden de geri kalma. Bil ki, sadece nazarî ilim sana yardım elini uzatmaz. Sana bir misal vereyim:
   Yanında on hind kılıcı ve diğer bazı silâhlar bulunan savaşçı, yiğit bir adama kırda bir arslan saldırsa, sanır mısın ki, elindeki bu silâhlan kullanmadan o yiğit adam kendini kurtarabilir? Pekâlâ bilirsin ki, adamın kurtuluşu, hareket ve silâhlan kullanmakla mümkündür, îşte bunun gibi bir kimse ilimden yüz bin mesele okumuş ve öğrenmiş olsa fakat öğrendikleri ile amel etmese ona bir faydası olmaz. O ancak bildikleri ile amel ederse bir fayda sağlayabilir. Onu ancak ameli kurtarabilir. Bunun diğer bir benzeri de şudur:
   Hastalığa yakalanan bir adamın ateşi yükselse ve sanlığa tutulsa, ilâcı da sekencebin ve keşkâp 4 olsa, hastanın iyileşebilmesi ancak bu ilâçları kullanmakla mümkün olacaktır.

   BEYT
      "İki bin rıtl 5, şarap tartsan da
      İçmedikçe sarhoş olmazsın!" 6.

   Aslı:
   Ger meyi dü hezar rıtl hemi peymayi
   Ta mey ne hori ne başedet şeydayi

   İşte bunun gibi yüz sene ders okusan, bin tane kitap yazsan amel etmedikçe Allahü    Teâlâ'nın rahmetine hak kazanamazsın. Çünkü Allahü Te-âlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
   "İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur". (Sûre: 53, âyet: 39)
   "Her kim Rabbine kavuşmak isterse yararlı işler işlesin..." (Sûre: 18, âyet: 110)
   "İman ederek yararlı işler (amâl-i saliha) is-leyenlerin konaklan cennet bahçeleri olacaktır.    Onlar orada ebedî kalırlar. Oradan çıkmak ve ayrılmak istemezler". (Sûre: 18, âyet: 107-108).
   "...yaptıklarının cezası (karşılığı) olarak..." (Sûre: 9, âyet: 95).
   "...Onlardan sonra öyle kötü bir nesil geldi ki, namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular.    Bunlar da azgınlıklarının karşılığını göreceklerdir. Ancak tevbe edip imana gelen ve yararlı işler işleyenler cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğramazlar". (Sûre: 19, âyet: 59-60).
   Ya şu hadis-i şerife ne dersin?
   "İslâm beş temel üzerine bina kılınmıştır: Allah'tan başka Tanrı olmadığına ve Muhammed'-in (s.a.v.) Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek; Ramazan orucunu tutmak, (mümkün olursa) hacca gitmek".

   İMAN ve AMEL
   İman: Dil ile ikrar, kalb ile tasdik ve erkâniyle amel etmektir. Amelin lüzumunu bildiren deliller sayılamayacak kadar çoktur. Her ne kadar kul, cennete Allahü Teâlâ'nın fazl ü keremi ile girecekse de, daha önce ona taat ve ibadetle hazırlanması lâzımdır. Nitekim Allahü Teâlâ:
   "Muhakkak ki Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara yakındır". (Sûre: 7, âyet: 56) buyurmuştur.    "İnsan yalnız iman etmekle de cennete girebilir" denilse, buna cevap olarak "evet" deriz.    Acaba ne zaman oraya erişir, o hedefe varmak için ne gibi engelleri aşması gerekmektedir?
Bu engellerin en başta geleni ve en mühim olanı iman geçididir. Acaba amelden soyulmuş olan, o çıplak iman, cennete kadar dayanabilir mi? Cennete vardığını kabul edelim, oranın müflis ve mahrum bir sakini olmaz mı? Hasan Bas-ri 7 hazretleri diyor ki: "Kıyamet gününde Allahü Teâlâ kullarına."
   - "Ey kullarını! Rahmetimle cennete girin ve cennetimin mertebelerini amelleriniz nisbe-tinde taksim edin" diyecektir. Ey oğul!
   Yararlı işler (amâl-i saliha) işlemedikçe mükâfatını alamazsın. Hikâye edilir ki:
   Beni İsrail'den bir kimse Allahü Teâlâ'ya yetmiş sene ibadet etti. Allahü Teâlâ onun bu kadar ibadet etmesine rağmen cennete girmeye lâyık olmadığını bildirmek üzere bir melek gönderdi. Melek o kula giderek bu kadar ibadet etmesine rağmen cennete girmeye layık olamadığını kendisine haber verdi. Bunun üzerine âbid:
   - Biz ibadet etmek üzere yaratıldık. Bizim muhakkak ibadet etmemiz lâzım. (O dilerse, cennete, dilerse cehenneme kor...) dedi.
   Bu cevabı alan melek Rabbinin huzuruna dönünce:
   - İlahî, Sen onun verdiği cevabı benden iyi bilirsin, dedi.
   Bunun üzerine Allahü Teâlâ:
   - O kulum madem ki, ibadetten vazgeçmedi, Biz de keremimizle ondan vazgeçmeyiz. Ey meleklerim, şahit olun, Ben de onu muhakkak affettim, buyurdu.

psikolog:
NEFİS MUHASEBESİ
   Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "(Kıyamet gününde) hesaba çekilmeden (dünyada), kendi muhasebenizi yapın, (amelleriniz orada) tartılmadan önce siz onları tartın".
Hazreti Ali radıyallahu anh, "Çalışmadan (cennete) gireceğini sanan kimse boş ümide kapılmıştır. Yalnız kendi gayret ve çalışmasiyle cennete gireceğini zanneden de kendine çok güvenen kimsedir", buyuruyor.
   Hasan Basri hazretleri, "Amelsiz cennete girmeyi istemek, günahlardan bir günahtır" buyurdu. Yine Hasan Basri buyuruyor:
   "Hakikate ermenin alâmeti, karşılığını beklemeden yararlı işler yapmaya devam etmektir".
   Resûlullah (s.a.v.), "Akıllı insan, nefsini ıslah edip ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Ahmak da, nefsine uyup Allahü Teâlâ'ya karşı boş yere ümit bağlayandır" diye buyurmuştur.
   Ey oğul!
   Öğrenmek için kitapları tekrar tekrar okuyup mütalâa ederek birçok geceler uykusuz kaldın; uykuyu kendine zehir ettin. Buna sebep olanın ne olduğunu bilmiyorum. Şayet gayen dünyalık elde etmek, onun nimetlerini toplamak, mevki ve rütbelerini kazanmak ile arkadaşların arasında üstünlük ve benlik taslamaksa, vay haline!.. Yazıklar olsun sana!.. Yok, böyle değil de, maksadın Peygamber Efendimizin (s.a.v.) şeriatini ihya etmek, ahlâkını güzelleştirmek, fenalığı emreden nefsine hâkim olmak idiyse, ne mutlu sana, müjdeler olsun sana!..
   Şu şiiri söyleyen ne güzel söylemiş:

   BEYT
   Yazık senden başka birini görmek için uykusuz kalan gözlere,
   Yazık senden başkası için dökülen o gözyaşlarına.

   Ey oğul!
   İstediğin kadar yaşa, nasıl olsa bir gün öleceksin; dilediğini sev, nasıl olsa bir gün ayrılacaksın; istediğini yap, nasıl olsa bir gün hesabını vereceksin.

   Ey oğul!
   Sarf, nahv, aruz, şiir, kelâm, astronomi, belagat, mantık, tıb gibi ilimleri okumakla Allahü Teâlâ'nın sana ibadet edesin diye vermiş olduğu ömrü boşa harcamış olmaktan başka eline ne geçti? 8.
   Hazreti İsa aleyhisselâmın İncil'inde şöyle bir ibareye rastladım:
   Bir ölünün tabuta konulduğu saatten, kabrin kenarına getirildiği âna kadar, Allahü Teâlâ azametiyle o ölüden kırk sual sorar:
   Bu sorulardan biri de şudur:
   "Ey kulum! Halkın gözüne güzel görünmek için senelerce yüzünü yıkayıp temizledin. Benim baktığım kalbini bir kerecik olsun temizleyip hoş görünmedin". Halbuki Allahü Teâlâ her gün senin kalbine bakar ve der ki:
   - Benim nimetlerimle bolluk içinde yaşarken, başkaları için çalışıyorsun. Şunu iyi bil ki, sen, bu hitabı işitmezsin, çünkü sağırsın.
   
   Ey oğul!
   İlimsiz amel olmayacağı gibi, amelsiz ilim de bir deliliktir. Bilmiş ol ki, bugün seni günahlardan uzaklaştırmayan, ibadete yaklaştırmayan ilim, yarın da cehennem ateşinden uzaklaştırmayacaktır. Bugün hazır fırsat elindeyken ilminle amel etmez, geçmiş günleri de telafiye çalışmazsan yarın kıyamet gününde:
   "Ey Rabbimiz, bizi dünyaya geri gönder de iyi amel işleyelim", (Sûre: 32, âyet: 12) diyenlerden olursun. O zaman da sana cevap olarak denir ki:
   - Ey ahmak! Sen oradan geliyorsun!

   Ey oğul!
   Maksadın, ruhunu olgunlaştırmaya, nefsine hâkim olmaya, bedenini de ölüme hazırlamaya gayret etmek olmalıdır. Çünkü son durağın kabir olacaktır. Kabirdekiler, "Ne zaman geleceksin?" diye beklemektedirler. Sakın oraya azıksız gideyim deme! Hazreti Ebu Bekri's-Sıddık (Allah ondan razı olsun):
   - Bu bedenler ya bir kuş kafesidir, yahut bir hayvan ahırıdır, diyor.
   Kendi kendine biraz olsun düşün. Acaba sen bunların hangisindensin?
   Şayet yükseklerden uçan bir kuş isen, "Ey nefis! Rabbine dön" ilahî hitabı duyunca, cennetin burçlarının yüceliklerine erişinceye kadar kanat çırpıp uçacaksın. Hazreti Resûl'ün (s.a.v.);
   "Sa'd bin Muaz'ın 9 ölümünden Arşü'r-Rahman sarsıldı" buyurduğu gibi.
   Allah korusun, bunun aksine şayet hayvanlar zümresinden isen Allahü Teâlâ'nın, "Onlar hayvanlar gibidir. Belki sapıklıkta onlardan daha aşağıdırlar". (Sûre: 7, âyet: 179) buyurduğu gibi dünyadan ayrılınca, doğru cehennemin kızgın ateşini boylamayacağını temin edebilir misin?
   Rivayet edilir ki, Hasan Basri hazretlerine bir bardak soğuk su verilmişti. Bardağı eline alır almaz bayıldı, bardak da yere düşüp kırıldı. Bir yudum su içmek nasip olmadı. Ay ilip kendine gelince şöyle sordular:
   - Ey Ebu Said, ne oldu sana?
   Ebu Said:
   - Cehennem halkının cennet ehline, "Ey cennettekiler! Allah'ın size verdiği sudan ve rı-zıklardan bize de akıtın" diye ümid edip isteyeceklerini hatırladım da bundan ötürü bayıldım, diye cevap verdi.
   Amelsiz ilim sana yetse, iyi işler yapmak gerekmeseydi, Allahü Teâlâ'nın, "Benden bir şey isteyen var nü, af dileyen var mı, tevbe eden var mı, istiğfar eden var mı?" çağrısı boşa gider ve lüzumsuz olurdu.

    ____________
   1 Zeynü'd-Din, dinin ziyneti; Hüccetü'l-îslâm, İslâm'ın delili. Bunlar İmam Gazâli'nin lakâblarıdır.
    2 İhyâ-u Ulûmi'd-Din, 4 cilt halinde Bedir Yayınevi tarafından yayınlanmıştır.
    3 Cüneyd (Ebû'l-Kasım): Iraklı tanınmış mutasavvıf (ÖL: 910 M.).
    4 Sekencebin ve keşkâp: Ortaçağ tıbbının ilaçlarından.
    5 Rıtl: O devre ait sıvı ölçeği.
    6 Muhammed Emin el-Kürdî'nin Farsça beytinin tercümesidir.
    7 Hasan Basri: Hicretin ilk yarısında yaşamış büyük kelâm âlimi ve mutasavvıf.
    8 îmam Gazali burada, ömürlerini sadece dünya ilimlerini öğrenmek için harcayan ve Allah'ı unutan kimseleri kastediyor.
    9 Sa'd b. Muaz: Peygamber efendimizin sahabelerinin ileri gelenlerindendir. Hendek muharebesinde aldığı yaralardan öldü.

psikolog:
EY OĞUL
..:: 2 ::..

   Rivayet edilir ki, sahabe-i kiramdan bir cemaat (Allah onlardan razı olsun), Resûlullah (s.a.v.)'m yanında Abdullah b. Ömer'i 10(r.a.) andılar.
   Hazreti Peygamber (s.a.v.):
   - O ne iyi adamdır, keşke bir de geceleri namaz kılsaydı, buyurmuştur.
   Peygamber efendimiz ashabından birine:
   - Ey filan! Geceleri çok uyuma, zira çok uyku sahibini kıyamet gününde fakir düşürür, buyurmuştur.

    Ey oğul!
   "Gecenin bir kısmında uyanıp, (Kur'ân-ı Kerim okuyarak) namaz kıl". (İsra Sûresi: 79) âyet-i kerimesi bir emirdir.
   "Seher vakitlerinde de onlar istiğfar ederlerdi". (Zariyat Sûresi: 18) âyet-i kerimesi bir şükürdür.
   "Seherlerde Allah'dan mağfiret dileyenler..." (Âl-i İmran Sûresi: 17) âyet-i kerimesi de bir zikirdir.
   Hazreti Peygamber (s.a.v.), "Allahü Teâlâ üç sesi sever: Tan ağarırken öten horozun sesini, Kur'ân okuyanın sesini, seher vakti istiğfar edenin sesini" buyurdu.
   Süfyan-ı Sevri 11 (Allah ona rahmet etsin) dedi ki:
   - Allahü Teâlâ seher vakti esen, zikir ve istiğfarları kendisine getiren bir rüzgâr yaratmıştır.
   Yine dedi ki:
   - Bir münadi, gecenin ilk saatlerinde Arş'ın altından şöyle seslenir: "Ey ibadet edecekler, kalkın!". Bu sesi işitenler kalkarlar. Allah'ın takdiri ve lütfettiği kadar namaz kılarlar. Sonra gece yarısında bir münadi yine seslenir: "Ey çok uzun namaz kılıp dua edenler, uyanınız!".    Bunlar da uyanıp kalkar ve seher vaktine kadar namaz kılar, dua ederler. Seher vakti gelince yine bir münadi seslenir: "Ey istiğfar edenler, kalkınız!". Bu ses üzerine onlar da kalkar, Allahü Teâlâ'dan, tevbe istiğfar ederek mağfiretlerini isterler. Tanyeri ağarıp, güneş doğduktan sonra yine bir münadi şöyle seslenir: "Ey gafiller, kalkınız!". Gafiller de, mezarlarından dirilip kalkan ölüler gibi yataklarından doğrulurlar.

    Ey oğul!
   Lokman Hekim'in 12 de oğluna şöyle öğüt verdiği rivayet ediliyor:
   "Oğlum,
   Seher vakti sen uykuda iken horoz uyanıp öterek senden daha ferasetli olmasın".
   Şair ne güzel söylemiş:

   Gecenin ortasında bir dalda, bir güvercin ahedip inledi,
   Halbuki ben uyuyordum. And olsun Beytullah'a ki, ben aşkımda samimi değilim, yalan söylüyorum. Zira gerçekten âşık olsaydım güvercinler ağlamakta beni geçemezdi. Kendimi Rabbime âşık zannediyorum. Halbuki ben ağlamıyorum da, hayvanlar ağlıyor!

   İBADET ve TAAT NEDİR?
   Ey oğul!
   İlmin esası, ibadet ve taatin ne demek olduğunu bilmektir.
Şunu bilmelisin ki, taat ve ibadet, söz ve işlerinde Allah'ın ve Peygamberinin koyduğu emir ve yasaklara uymaktır. Yani söyleyeceğin, söylemeyeceğin, yapacağın veya yapmayacağın her şeyde şeriata uymak demektir. Mesela, Kurban Bayramı ve onu takip eden teşrik 13 günlerinde oruç tutacak olursan isyan etmiş, günaha girmiş olursun. Yahut da zorla alınan elbise ile namaz kılarsan, namazın ibadet olduğu halde, yine günahkâr olursun.
   Söz ve fiilinin şeriata uygun olması gerekir. Zira, şeriata uymayan ilim ve amel sapıklıktır. Sofuların neşeyle ileri geri söyledikleri sapık sözlere ve yaptıkları taşkınlıklara aldanmamalıdır. Zira sofuluk yoluna girmek, boş söz ile, kuru gürültü ile değil, mücahede ile, riyazet kılıcı ile, heva ve hevesini söndürmek, nefsi öldürmekle mümkün olur. Yoksa sofuluğun verdiği neşeyle, yapılan taşkınca hareket ve sözlerle değil!
   Bilmiş ol ki, başıboş bırakılan dil, gaflet ve şehvetle dolu kalp, azgınlık işaretidir. Esaslı bir mücahede ile nefsini yenemezsen kalbin asla marifet nuriyle aydınlanamaz.
Bilmiş ol ki, bana sorduğun soruların bazılarının cevaplarını yazı ve söz ile vermek doğru olmaz. O mertebeye yükselince onların mahiyetinin ne olduğunu anlayacaksın. Şayet o mertebeye yükselemezsen bunları bilmek senin için imkân haricinde kalacaktır. Çünkü bunlar zevk ve duygu işidir. Zevk ve duyguya hitap eden hiçbir şeyin ise sözle izahı mümkün değildir. Meselâ, acının acılığı, tatlının tadı ancak tatmakla anlaşılır.
   Hikâye olunur ki, cinsî münasebet bakımından iktidarsız olan bir erkek, dostlarından birine
yazdığı bir mektupta cinsî münasebette bulunmanın nasıl bir zevk olduğunu sorar. Dostu yazdığı mektupta şöyle cevap verir:
   - Ey dostum! Cinsî münasebetin hazzı tadınca anlaşılır, yazı ve sözle anlatılmaz. Senin iktidarsız olduğunu biliyordum ama şimdi anladım ki, aynı zamanda sen bir ahmakmışsın.
Bana sorduğun meselelerden bir kısmı bu kabildendir. Cevap verilebileceklerin bazılarının cevaplarını İhyau Ulûmi'd-Din ve benzeri kitaplarımda bulabilirsin. Onlara müracaat edip öğrenebilirsin. Burada sorduklarının sadece bir kısmına işaret edip kısaca cevap vereceğim:
   Derim ki: Doğru yola, hak yoluna girmek isteyene dört şey vaciptir:
   1 - İçinde bid'at olmayan doğru ve sağlam bir inanç,
   2 - Bir daha kusur işlememek ve günaha girmemek hususunda nasuh tevbesi etmek.
   3 - Hak sahiplerinin (hasımlarının) senin üzerindeki haklarını, onlar hoşnut oluncaya ve üzerinde hakları kalmaymcaya kadar ödemek.
   4 - Allah'ın emir ve yasaklarını bilecek kadar din bilgisini, dünyada kendini kurtaracak kadar da diğer ilimleri okuyup öğrenmek.
   
    ŞİBLÎ'NİN KANAATİ
   Hikâye edilir ki, Şiblî (rahimehullah) 14 dörtyüz bilgine hizmet edip onlardan ders aldı. En sonunda şöyle dedi:
   - Dörtbin hadîs-i şerif okudum ve öğrendim. Sonra bunların arasından birini seçtim ve onunla amel ettim. Sonra kurtuluşum için bu hadîsin bana kâfi geleceğini anladım. Eski ve yeni bütün ilimler bu hadîste toplandığı için ben de bunda karar kıldım. Şöyle ki:
   "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ashabından bazılarına: Dünya için orada kalacağın müddet (nisbetinde) çalış, ahiret için orada kalacağın müddet (nisbetinde) çalış ve cehennem ateşi için de ona dayanabileceğin (sabredebileceğin) kadar günah işle." buyurdu.

    Ey oğul!
   Eğer sen de bu hadîs-i şerifi biliyorsan fazla ihtiyacın kalmaz. Aşağıda anlatacağını şu hikâye üzerinde de düşün:
   

psikolog:
HÂTEM'İN HOCASINDAN ÖĞRENDİKLERİ
   Hâtem-i Esam 15, Şakik-i Belhi'nin 16 (Allah ikisine de rahmet eylesin) öğrencisiydi.    Şakik, bir gün Hâtem'e şöyle sordu:
   - Otuz senedir benimle beraber kalıyorsun.. Bu zaman içinde benden ne öğrendin? Hâtem'in cevabı şöyle oldu:
   - İlimden sekiz şey öğrendim ki, bunlar bana ömrüm boyunca kâfidir. Çünkü kurtuluşumu, bu sekiz şeyde görüyorum.
   Şakik:
   - Bu sekiz şey nedir? Ha tem:
   Birincisi: Herkesin âşık olduğu bir sevgilisi,, gönül verdiği maşuku var. Bu sevgililerden bazıları ölüm döşeğine kadar arkadaşlık ediyor,, bazıları da kabrin başına kadar gidiyordu. Sonunda orada onu yalnız bırakıp dönüyorlardı.. Hiç kimse onunla beraber ölmüyor, mezara girmiyordu. Kendi kendime düşünüp dedim ki:
   - Kişinin en hakiki dostu, kendisi mezara girdiğinde onunla mezara girip arkadaşlık edendir. Böyle bir dost ise, ancak iyi ameldir. Ben de kendime iyi amelleri dost ve sevgili buldum ki, bana kabirde arkadaş olsun da yalnız kalmayayım.
   İkincisi: insanların arzularını tatmin için nefislerinin isteklerini yerine getirme peşinde koştuklarını gördüm. Bu da beni Allahü Teâlâ'nın, "Rabbinin huzurunda suçlu durmaktan korkarak nefsini süfli heveslerden nehyeden için de, şüphe yok ki, (varılacak) yurt cennettir", (Sûre: 79, âyet: 40-41) kelâmını düşünmeye şevketti.
   Kur'ân-ı Kerim'in doğruluğuna inandığını için, nefsimin isteklerinin aksine onlan zapt u rapta alıp dizginlemeye çalıştım. Tâ ki, Allahü Teâlâ'ya muti olsun, onun taatini ihtiyar etsin.
Üçüncüsü: İnsanların dünya malının ardından koşup onlan toplayarak sıkı sıkıya sarılıp muhafaza etmeye çalıştıklarım gördüm. Bu vaziyet karşısında Allahü Teâlâ'nın, "Sizde ne varsa tükenir, Allah'ın (rahmeti ve nimetleri) ise bakidir" (Sûre: 16, âyet: 96) âyet-i kerimesini düşündüm. Ben de, elde ettiklerimi Allah rızası için fakir-fukara arasında taksim ettim.
   Dördüncüsü: Bazı kişiler, ululuk ve yüceliğin, aşirette, kabilede, akraba çokluğunda olduğunu zannedip bunlarla övünmek isterler. Diğer bazı kişiler de şeref ve izzetin, mal ve evlat çokluğunda olduğunu zannedip bununla övünürler. Bazı kimseler de şeref ve izzeti, başkalarının mallarını mülklerini zorla almakta, zulüm etmek ve kan dökmekte bulurlar. Bir kısmı da şeref ve izzetin mal ve mülkü lüzumsuz yere bolca sarfederek israf etmekte olacağına inanırlar.
   Allahü Teâlâ'nın, "Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır (Allah'tan en ziyade korkanınızdır.)" (Sûre: 49, âyet: 13) âyet-i kerimesini düşündüm. Kur'ân-ı Kerim'in gerçekliğine sarsılmaz bir imanla inanarak, kendime cıvayı seçtim. Saydığım grupların zan ve iddiaların boş şeyler olduğunu anladım.
   Beşincisi: insanların birbirlerini çekiştirdiklerini, birbirleri hakkında dedikodu ve gıybet yaptıklarını gördüm. Bütün bunların sebeplerinin de mal, mevki ve ilimdeki çekememezlikten kaynaklandığını gördüm. Allahü Teâlâ'nın, "...Bu dünya hayatında onların maişetlerini aralarında dağıtan... Biziz..." (Sûre: 43, âyet: 32) âyet-i kerimesini düşündüm. Böylece rızkların ezelde Allahü Teâlâ tarafından dağıtıldığını anladım ve hiçbir kimseye haset etmedim. Allah'ın verdiğine kanaat ettim:
   Altıncısı: insanların bazı gaye ve sebeplerden dolayı birbirlerine düşmanlık ettiklerini gördüm. Allahü Teâlâ'nın, "Şeytan sizin düşmanınızdır. Onu düşman tanıyın..." (Sûre: 35, âyet: 6) âyet-i kerimesini düşündüm. Böylece asıl düşmanımın şeytan olduğunu anladım. Şeytandan başkasına düşmanlığın caiz olmadığını öğrendim.
   Yedincisi: Gördüm ki, insanlar rızık ve geçimini temin hususunda şerefini alçaltarak, nefsini zelil edecek, şüphe ve harama düşürecek şekilde kazanmaya gayret ediyorlar. Allahü Teâlâ' nm, "Arz üzerinde yürür hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allah'a ait olmasın" (Sûre: 11, âyet:    6) âyet-i kerimesini düşündüm ve anladım ki, rızkımı Allahü Teâlâ garanti etti ve ona kefil oldu ben de bu gibi taşkınlıklardan çekinerek ibadet-le meşgul oldum.
   Sekizincisi: Herkesin bir yaratılmışa güvendiğini; kiminin mala-mülke, altına, gümüşe; kiminin sanat veya zanaatine; kiminin de kendisi gibi bir insan olmak üzere bir yaratılmışa bel bağladığını gördüm. Ben de bu durum karşısında Allahü Teâlâ'nın, "Her kim Allah'a güvenirse, Allah da ona yeter. Hak Teâlâ, emrini muhakkak yerine getirir. Hak Teâlâ her şeye bir ölçü tayin etmiştir", (Sûre 65, âyet: 3) âyet-i kerimesini düşündüm ve Allah'a tevekkül ettim. O, bana yeter dedim ve O, ne güzel vekildir!..
   Hatim sözlerini bitirince Şakik ona şöyle dedi:
   - Ey Hatim! Allah seni emeline nail eylesin. Ben Tevrat'ı, İncil'i, Zebur'u ve Furkan'ı mütalâa ettim ve dördünün de bu sekiz mesele üzerinde ittifak ettiğini anladım. Kim bunlarla amel ederse, bu dört kitapla amel etmiş olur.

   Ey oğul!
   Bu iki kıssadan anlayacağın gibi, ilmini çok ilerletmeye ihtiyacın yok. Şimdi de sana hak yola girebilmen için lüzumlu malûmatı verip izah edeceğim:
   MÜRŞİD VE MÜRŞİDİN HUSUSİYETLERİ Bilmiş ol ki, Allah yolunun salikine, güzel terbiye ile kendisinden kötü huyları çıkarıp atmak ve iyi huyları yerleştirmek için terbiye edici bir mürşit lâzımdır. Terbiye, mahsûlünün iyi yetişmesi ve olgun olması için diktiği bitkilerin arasında bitmiş olan yabancı ve zararlı otlar ile dikenleri söküp atan çiftçinin işine benzer.
   Allah yolunun salikine de, muhakkak ki, onu Allah'ın yoluna götürecek terbiye edici ve olgun bir mürşit lâzımdır. Çünkü Allahü Teâlâ kullarına kendi rızasına giden yolu göstermek için peygamberler göndermiştir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu fani dünyadan âhiret âlemine göç etti. Yerine, vekil olmaya lâyık, Allahü Teâlâ'ya ulaştıracak halifeler bırakmıştır. Peygambere vekil olmanın şartı da âlim olmaktır. Ancak her âlim de Peygamber (s.a.v) 'e halef olmaya yetkili değildir. Ehliyeti olmayanın, ben mürşidim gibi bir iddiada bulunmaması için, Peygambere vekil olacak âlimde aranacak bazı vasıfları kısaca izah edeceğim: Derim ki: Mürşit, dünyadan ve dünyaya ait her şeyin sevgisinden yüz çevirmiş, Peygamber (s.a.v.)'e kadar yükselen silsileye sahip, ferasetli bir şahsa devam etmiş, az yiyerek, az konuşarak, çok namaz kılarak, sadaka vererek, oruç tutarak, uyku, söz ve yemeği azaltmak suretiyle nefsini güzel terbiye etmiş ve şeyhine uymakla sabır, namaz, şükür, tevekkül, yakın, kanaat, huzur-ı nefs, iyi huy, alçak gönüllülük, bilgi, doğruluk, sözünde durmak, ağırbaşlılık v.b. güzel huylan kendine ziynet yapan kimsedir.
   Şu halde mürşid, Besûlullah'ın (s.a.v.) nurla-rından bir nurdur. Böyle bir kişiye uyulur. Fakat böylesini zamanımızda bulmak pek zor olup nadirattandır. "Kibrit-i ahmer" 17 gibi pek az bulunur. Kimin, talihi yaver gidip de yukarıda tarif ettiğim gibi bir mürşid bulursa, mürşid de kendisini kabul ederse, bu insana iç ve dıştan saygı ve itaat göstermesi gerekir.
   Dıştan saygı, ona itaat etmek, onunla herhangi bir mesele hakkında tartışmamak ve sözlerine karşı aksi delil göstermemektir. Namaz vakitlerinden başka zamanlarda seccadesini önüne yaymamak, bu işi sadece namaz vakitlerinde yapmak, namaz kıldıktan sonra kaldırmak, onun önünde fazla nafile namaz kılmamak ve gücünün yettiği kadar onun emirlerini yerine getirmeye çalışmaktır.
   İçten saygıya gelince; mürşidden işitip de dış görünüşte kabul ettiği şeyleri ne sözüyle, ne işiyle ve ne de herhangi bir şekilde inkâr etmelidir. Şayet buna gücü yetmiyorsa, içi dışına uyun-caya kadar mürşidin sohbetini terk eder, kalbinin içinde insan ve cin şeytanlarının tesirini yok etmek için kötü ahlâklı kimselerle alakasını keser, böylelikle fesat ve fitne pisliğinden temizlenir. Her hâl ü kârda "fakr"ı seçer, zenginliği değil.

    ____________
   10 Abdullah b. Ömer: Hazreti Ömer'in oğlu. Ashabın ulularından; fıkıh, hadîs, tefsir ilimlerinin ilk üstadlarından.
   11 Süfyan-ı Sevrî: Hicretin ikinci asrında yaşamış kelâm ve hadîs âlimi. Mutasavvıf.
   (12 Lokman Hekim: Kur'ân-ı Kerim'de adı geçen, nebi veya veli olduğunda din âlimlerinin ihtilâf ettikleri ilim ve hikmet sahibi bir zattır. Hazreti Davud'un (a.s.) talebesidir.
   13 Teşrik günleri Kurban Bayramı'nın 2-4'üncü günleridir.
   14 Şiblî sofilerdendir. 714'de doğmuş, 773'de ölmüştür.
   15 Ebû Abdurrahman Hâtem b. Alkân büyük sofilerdendir. Aslında sağır olmadığı hâlde birini mahcup etmemek için duymazlıktan geldikten sonra yine onu mahcup etmemek için sağırlığını ilân etti. Belh'te doğmuş ve milâdi 851'de-ölmüştür.
   16 Belhli olup Hâtem'in hocasıdır.
   17 Kibrit-i ahmer: Ortaçağ kimyagerlerince çok nadir bir madde olarak tanınan kırmızı kükürt. (Fosfor).

Navigasyon

[0] Mesajlar

[#] Sonraki Sayfa

Tam sürüme git