İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Ömer Yılmaz

Sayfa: [1]
1
HAYAT HİKÂYESİ

22/09/2023

İsmim Ömer Yılmaz. 1994 doğumluyum.  Avukatım.
       
Anne ve babam öğretmendir. Anne ve babamın doğu görevi sebebiyle hayatımın ilk iki yılı Erzincan’da geçiyor. Okul müdürü bizimkilerin ders saatlerini birbiriyle çakışmayacak şekilde ayarlıyor ve genel itibariyle bakıcıya ihtiyaç duyulmuyor. Ben iki veya üç yaşlarındayken babam askere gidiyor ve annemle birlikte dedemin köy evinde kalıyoruz. Babam askerliğini Ankara’da yaptığı için sık sık görüşme imkanımız oluyor. Babamı ziyarete gittiğimiz günlerden birinde babamın silahına dokunmaya çalışıyorum babam da dokunmamam gerektiğini söylüyor. Alınıyorum. Bu olayın gerçekleşip gerçekleşmediğinden emin değilim. Belki de bir rüyayı gerçek zannettim. Başka bir hatıramda -4 yaşlarında olmalıyım- kurban kesilirken amcam sert bir ses tonuyla oradan uzaklaşmamı söylüyor. Yine alınıyorum.
       
Baba tarafımda aile bağları epey kuvvetlidir. Hepsi sert mizaçlı insanlardır. Bağıra çağıra öyle bir kavga ederler ki bir daha konuşmayacaklar zannedersiniz ancak barışmaları iki gün bile sürmez. Muhtemelen zaten küsmemişlerdir. Babannem Ankara’nın merkezinde büyümüş bir şehir kızı. Aslen Kırım göçmeniler. Babası babannemi sarı kızım diye severmiş. Avlusunda süs havuzu bulunan müstakil bir evde büyümüş. Eli sıcak sudan soğuk suya değmemiş ancak bu rüya fazla uzun sürmemiş. 17 yaşındayken dedemle evlendirilmiş. Dedemi ilk defa nişanda görmüş. Evlendiklerinde dedem 28 yaşındaymış. Babannem dedemin annesinden ve babannesinden ciddi anlamda baskı görmüş. Bu baskının fizikselden ziyade psikolojik olduğunu zannediyorum. Bu baskılar ve köy hayatının alışık olmadığı zorlukları neticesinde babannemin nevrotik bir insana dönüştüğünü düşünüyorum. Bir keresinde, rüyasında köydeki dereye su almaya gittiğini, derenin buz tuttuğunu, elindeki baltayla derenin buzlarını kırarak kovasını suyla doldurabildiğini görmüş ve tüm gece uyuyamamıştı. Dedemin akrabaları tarafından epey yalnız bırakılmış. İlk iki çocuğu kız olduğu ve üçüncü çocuğu da engelli bir erkek çocuğu olduğu için dışlanmış. Küçük halam bir gün çok şiddetli bir ateşli hastalığa yakalanmış. Babannem, dedemin annesinden at arabasını istemiş. Dedemin annesi: “Köpek bile dokuz doğuruyor. Ölürse ölsün!” diye cevap vermiş. Babannem halamı başka bir araba bularak doktora yetiştirebilmiş.
       
Babamın ailesi, dedemin tüm akrabaları tarafından yalnız bırakıldığından dedem, babannem, babam ve dört kardeşi birbirlerine sımsıkı tutunmuşlar. Bu yalnızlık duygusu babamda halen devam etmektedir. 2003’ten bu yana annemin memleketi olan Osmaniye’de yaşadığımız için babam yirmi yıldır akrabalarından uzakta kaldı. Bu yüzden olsa gerek ne zaman kendi isteğinden farklı bir yol çizmek istesek bu isteği isyan girişimi olarak algılar, tüm dengesi bozulur ve çok şiddetli tepki gösterir.
       
Günler dedem ve ailesi için yukarıda anlattığım şekilde geçerken dördüncü çocuk olarak babam doğar, tüm ailenin gözdesi olur. Bu durum bugün de böyledir. Babam; babannemden, halamlardan ve amcamdan oluşan ailenin adeta reisidir.
       
Kendi hayat hikâyeme geri döneyim. Babam askerdeyken annemle birlikte dedemgilde kalıyoruz. Dedemle annemin arası iyiydi ancak babannemle annem uzun yıllar anlaşamadılar. Dedemgile ne zaman gitsek annem hiç konuşmaz ve gülmezdi. Gerginliği hemen hissedilirdi.
       
Annem Osmaniyeli, beş çocuklu bir ailenin ortanca çocuğu. Annemin babası çok zeki bir tüccar. 18 yaşındayken köyde hiçbir şey yapamayacağını fark ediyor ve Osmaniye’ye geliyor. Çalışkanlığı ve zekası sayesinde epey zengin oluyor, adeta bir imparatorluk kuruyor. Ailesinden gördüğü dini eğitimin etkisiyle parasını hiçbir zaman çarçur etmiyor. Kendisi hâlen Osmaniye’nin en sevilen hayırseverlerinden birisidir. Kendisini geçen sene yayladan şehir merkezine oy vermeye götürmüştüm. Yirmi dakikalık sohbetimizde dedemin babama ne kadar benzediğini düşünüp hayret etmiştim. Bu hayretimi annemle paylaştım. Annem de benimle aynı şekilde düşünüyormuş. Dedemdeki kendini beğenmişlik, hep kendini övmek, zekilik, uyanıklık, hep ticaretten bahsetmek gibi huylar olduğu gibi babamda mevcuttur.
       
Annemin annesi olan rahmetli anneannem dünyanın en kibar, en zarif kadınlarından bir tanesiydi. Taşralıydı ancak onu tanıyan sarayda yetişmiş zannederdi. Dedem elli küsür yıldır sinir ilaçları kullanır. Dedem  rahatsız olmasın diye anneannem evin hep sessiz kalmasını sağlarmış. Annemgil epey huzurlu bir çocukluk geçirmişler. Anne tarafımda kız çocuklarına epey değer verildiği için annem çok güzel bir çocukluk yaşamış. O günleri hep gülümseyerek anlatır. Ancak bu sessizliğin kimi zaman zararlı olduğunu düşünüyorum. Baba tarafımda insanlar bağıra çağıra bile olsa sorunlarını muhakkak konuşarak çözer ve hiçbir küslük uzun sürmez. Oysa anne tarafımda sorunlar olduğu gibi kalır, konuşulmaz ve herkes birbirinden günden güne uzaklaşır. Öyle ki teyzelerimi ve dayılarımı bayram günleri haricinde neredeyse görmemekteyim. Ayrıca baba tarafımda sadece babannem antidepresan kullanırken anne tarafımda bildiğim kadarıyla üç kişi antidepresan kullanmaktadır.
       
Babam askerden geldikten sonra Ankara’nın bir ilçesine tayinleri çıkıyor ve iki yıl da orada yaşıyor, hafta sonları Ankara Merkez’e dedemgilin evine geliyoruz. İlk oğlun, ilk oğlu olduğum için dedemin en sevdiği torunuyum. Evinde de dükkanında da fotoğrafım var.
       
Ankara’nın merkezinde yaşadığımız beş yıl aile hayatımızın en huzurlu yılları oluyor. Evimiz ve arabamız var. Eve çift maaş giriyor. Bahçeli bir sitede yaşıyoruz. Annem ve babannem arasındaki gerilimleri saymazsak evde fazla huzursuzluk yok. Bu gerilimler beş altı sene öncesine kadar devam etti. İki tarafın da birbiriyle uğraşmayı bırakmasıyla barış oldu. Annem artık babannemgile gitiğimizde somurtmuyor ve babannem de annem aleyhinde hiç konuşmuyor. Bu gerilimlerin kaynağının babannem olduğunu da özellikle belirtmeliyim. Babannem gerçekten geçimsiz bir insandır. Korkunç derecede psikolojik şiddet uygular. Belli belirsiz laflar sokarak insanın damarına basmayı çok iyi başarır. Bu yüzden amcamın ve babamın sinir krizi geçirişine defalarca şahit olmuşumdur. Hiçbir şeyden memnun olmaz. Evinde kalan bakıcı kadınlar altı aydan fazla dayanamaz. Bir şeyi yaptıysanız da yapmadıysanız da suçlusunuzdur, her türlü haksızsınızdır. Memnun edilmesi imkansız bir insan olmasına rağmen sebebini anlayamadığım bir şekilde babam halen babannemi memnun etmeye uğraşır. Sadece pazar günleri babannemi arar çünkü aramazsa babannem laf eder. Babannemle konuşurken hep isteksizdir, hoşnutsuzluğu yüzünden okunur. Babannemi gördüğünde mutlu olmaz. Babamın hep ondan korktuğunu fark etmişimdir. Ve maalesef ki babam babannemin yüzde doksan dokuz aynısıdır.
       
Ankara’daki huzurlu yıllarımızdan bahsediyordum. Bu yıllardaki anne ve babamı zihnimde canlandırdığımda gözümün önüne mutlu insanlar geliyor. 0-5 yaş arasındaki anne va babamı gözümde canlandırdığımda ise babamı mutlu annemi mutsuz görüyorum. Annem yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle uzaklara bakıyor. Ağa kızı gibi büyümüş ancak sonra iki yılda bir yer değiştirmek, kendi aile yapısına son derece ters bir ailenin içinde bulunmak, ev ve işi aynı anda idare etmek, babamla babannemin huzursuzluklarına katlanmak zorunda kalmış. Yüzüne bakıyorum ama bana bakmıyor ve benimle ilgilenmiyor. Bir keresinde anneme demişim ki: ”Babannem babama yavrum, oğlum diyor. Sen neden demiyorsun?” Babannem annemin beni babamdan soğuttuğunu söyler ki bu iddianın ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum.
       
Babamla aram o sıralar gayet iyi sanki. Bana bisiklet kullanmayı öğrettiğini ve birlikte camiye gittiğimizi hatırlıyorum. Onun yanındayken epey mutluyum.
       
Dört beş yaşlarındayken kendimi kadın gibi hissediyordum. Annemin eteğini giyer, başörtüsünü takardım. Annemin hamileliği epyce zor geçmiş. Sekiz aylıkken, çok zayıf bir çocuk olarak doğmuşum. 0-5 yaş arasında epeyce hastalıklarla boğuşmuşum. İğneleri ve serumları hayal meyal hatırlıyorum. Sokağa çıkıp oyun oynamama izin verilmemiş. 5 yaşında kardeşim doğduktan sonra fazla hastalanmadım ve bünyem diğer çocuklardan pek de farklı değildi.
       
İlkokul birinci ve ikinci sınıfı Ankaranın varoş bir semtinde annemin okulunda okuyorum. Hemcinslerimle aram fena değil ancak futbol oynamıyorum. Durmadan kızları öpmeye çalıştığımı ve bana sapık dediklerini hatırlıyorum. (Anasınıfındayken de iki üç arkadaş bir kızın eteğini indirmiş ve öğretmenden dayak yemiştik.) Beraber dolaştığım bir kız var. Tek başıma teneffüse çıktığım zaman üst sınıflar: “Sevgilin nerede?” diye laf atıyorlar.
       
İlkokul üçüncü ve dördüncü sınıfı önceki okulumdan çok farklı bir okulda okuyorum. Burası sadece görünüşte bir devlet okulu. Buraya ancak belirli bir meblağ ödeyerek girildiğinden burada genelde orta-üst seviye seküler hayat tarzını benimsemiş ailelerin çocukları okuyor. Beden dersi olmadığı için kimse futbol oynamıyor. Hemcinslerimle de karşı cinsle de aram iyi. Gökhan isminde yakışıklı bir sınıf arkadaşım bir gün hatırlamadığım bir sebepten beni yanağımdan öpüyor. Bu çok hoşuma gidiyor. Çocuğa amcamın kırtasiyesinden bir kalem alıp hediye ediyorum.
       
Bu okulda eski okulumdaki halime nazaran daha usluyum. Bunda otoriter kadın öğretmenimizin de etkisi var. Hata bir gün anne ve babama öğretmen: “Ben öndeki çocuklara kızıyorum, Ömer arkada tir tir titriyor.” demiş. Uslu olduğum kadar da şımarığım. Anne ve babam benim bu okulda çok şımardığımı söylerdi.
       
Yakın arkadşlarıma sınıfta kadın taklidi yapıyorum. Kendi aramızda Beşik Kertmesi dizisini oynuyoruz. Çocuklar Duymasın dizisindeki kadınların söylemlerini ve yürüyüşlerini taklit ediyorum. Bana light erkek diyorlar. Çok hoşuma gidiyor. Sadece kendim gibi davransam bu lakapla anılmayacağım ancak dikkat çekmeye ve kadın gibi davranmaya bayılıyorum.
       
Ben dördüncü sınıfın yazındayken ailem Osmaniye’ye taşınmaya karar veriyor. Birdenbire çok farklı bir çevrenin içinde buluyorum kendimi. Beni o okulda birinci sınıftan beri okumuş olanların olduğu sınıfa değil de o sene okula kaydolmuş olanların bulunduğu sınıfa koyuyorlar. Bu sınıfın sosyo-ekonomik seviyesi diğer sınıftan daha düşük. Burada da kadın taklidi yapıyorum birkaç gün. Tabii bana taktıkları lakap önceki okulumdaki kadar kibar olmuyor, avrat diyorlar. Ancak bu lakaptan da rahatsız olmuyorum. Bulunduğumuz okul özel okul olduğu için ve başarılı olduğum için ezilmiyorum. Galiba bu lakap sadece birkaç ay söylendi çünkü sadece okulun ilk haftasında kadın taklidi yapmştım. Daha sonra unutuldu. Hele 6. sınıf ve sonrasında hiç söylenmedi.
       
Beşinci sınıftan sekizinci sınıfa kadar mutlu bir dört yıl geçirdim bu okulda. Denemelerde genelde ilk onda olurdum. Bu mutlu yıllarda arkadaşım Furkan’ın çok katkısı vardı. Birbirimize çok benziyorduk. İkimiz de futbol oynamazdık. İkiz gibiydik, birbirimizden ayrılmazdık. Birbirimizi hep güldürürdük. Sekizinci sınıfın sonunda gittiğimiz bir kampta herkes dışarıda futbol oynarken biz yatakhanedeki bir ranzanın alt katında karşılıklı oturuyorduk. Herkes dışarıda futbol oynarken bizim içeride oturduğumuzdan ve diğerlerinden farklı oluşumuzdan hüzünlü bir üslup ile bahsetmiştim. Gözleri dolmuş ve “Neredeyse ağlayacağım!” demişti.
       
Bir de bu okul malum yapının okuluydu. Dini gelişimimize önem vermeleri, namaz kılmamızı teşvik etmeleri güzeldi ancak bütün bunların korkunç niyetlerle yapıldığını bilmiyorduk.
       
Okuldaki hayatım ne kadar güzelse evdeki hayatım o kadar berbattı. Babam Osmaniye’ye ticaret yapmak için gelmişti. Bir yandan memurluk yapıyor, bir yandan da dükkanı idare ediyordu. Bir yandan da kendisine yapılan iç güveysi imalarına katlanmaya çalışıyordu. Daha doğrusu o değil biz katlanmaya çalışıyorduk çünkü bütün hıncını bizden çıkarıyordu. Artık her gün evde kavga vardı. Annemle ben her gün azarlanıyorduk. Ne yapsak suçtu. Mesela bir Ramazan Bayramı kahvaltısında annem sucuklu yumurta yaptığı için suçlanmıştı çünkü bir ay oruç tuttuktan sonra ilk kahvaltıda hafif şeyler yemeliydik. Bir sonraki Ramazan Bayramında annem hafif bir kahvaltı hazırlamıştı ancak yine babamın dilinden kurtulamamıştı çünkü babam bu hafif kahvaltı yüzünden aç kaldığımızı söylemişti.
       
Annem sık sık yatak odasına kapanıyor ve karanlıkta tek başına ağlıyordu. Yanına gidip ona teselli vermek isterdim. Gelme demezdi ama odaya geldiğimde benimle konuşmazdı, sessiz sessiz ağlamaya devam ederdi. Artık annemle olan tüm konuşmalarımız babam üzerineydi. Hep birbirimize bu konuda dert yanardık.
       
Babamın yanında kendimi berbat hissediyordum. Dükkana inmediğim için suçluydum, araba kullanmayı bilmediğim için suçluydum –evet on iki yaşında- beceriksizdim, tembeldim. Ben de sık sık odama kapanır ağlardım. Babamın kişiliğini üç maddede özetleyebilirim: 1- A tipi kişilik 2- Psikolojik şiddetin âlâsını görmüş ve âlâsını uygulamış. 3- Narsistik eğilimler. Ailemle akşam yemeğine oturmayı hâlen sevmem çünkü akşam yemekleri bizim evde babamın kendini övme zamanıdır. Tüm gün ne kadar güzel işler yaptığını, herkese haddini nasıl bildirdiğini, herkese nasıl laf soktuğunu anlatır durur. Annemse dinler ve kafa sallar. Osmnaiyede bulunduğumuz yirmi yıl annemi son derece silik bir insan hâline dönüştürdü. Çünkü ağzından çıkan her cümle didik didik ediliyor ve cümlelerinde kastetmediği bir anlam bulunuyordu. Bu yüzden o da susmayı tercih etmeye başladı ancak yine yaranamadı bu sefer de sustuğu için suçlu oldu.
       
Evde bütün bunlar olurken sekizinci sınıfın sonunda liselere giriş sınavından iyi bir puan alıp şehir dışındaki bir fen lisesini kazandım. Evden ayrıldığım için bir dakika bile üzülmedim. Bir damla bile gözyaşı dökmedim. Sevinçten uçarak gittim okuluma ve dört yıl yurtta kaldım.
       
Lisede başarısız bir öğrenciydim. Sadece idare edecek kadar çalışırdım. Kulaklığımı takıp saatlerce müzik dinlemeyi ders çalışmaya tercih ederdim. Kendimi ilk defa lise birdeyken eşcinsel olarak adlandırdım. Daha öncesinde de bu tür eğilimlerimin farkındaydm ancak önemsememiştim. Gerçi eşcinsel olduğumu fark edişimi de pek önemsemedim. Sonuçta yurtta sayısız arkadaşla, sabah akşam gırgır şamata yaparak, müzik dinleyerek hayatım geçiyordu. Tabii okulda beden derslerinde hâlen başarısızdım. Hâlen futbol oynamıyordum ve gözlerim karşı cinse karşı kapalıydı. Bulunduğum yurt da maalesef malum yapıya aitti. Tüm namazlar cemaatle kılınmasına rağmen namaz kılmamayı tercih ediyorum. Kötü bir şekilde bile olsa dikkat çekmek hoşuma gidiyordu.
       
Lise ikinin şubat tatilinde 15,5 yaşında ergenliğe girdim. Gördüğüm bedenlere dokunamamak çok acı veriyordu. Ancak bu acıyı içimde yaşıyordum. Dışarıdan yine neşeli görünüyordum ama yalnız kalınca kulaklıkla karamsar müzikler idinliyordum. Lise ikiden lise dörde kadar iki rap sanatçısının ciddi bir hayranıydım. Birçok albümlerini satın almış ve iki konserlerine gitmiştim. İkisini de her gün saatlerce dinlerdim.
       
Lise üçün baharında namaz kılmaya başladım. Bu bana büyük bir huzur verdi. O sıralar Elif Şafak’ın Aşk romanı popüler olmuştu. Kitaptan etkilenmiştim ancak Hz. Mevlana’yı doğru anlatmadığını fark etmiştim. Kaldığım yurdun karşısındaki kitapçıdan Ken’an Rifai’nin Mesnevi Şerhini aldım. Ken’an Rifai’nin de tartışmalı bir isim olduğunu birkaç yıl sonra öğrecektim ancak o sıralar o kitap beni çok etkiledi. Zaten daha sonraları Mesnevi’yi Amil Çelebioğlu çevirisinden/sadeleştirmesinden okudum. 
       
Lise üçün yazı gelince artık üniversite sınavına hazırlanmaya başladık. Yaz tatiline dershane bir ay ders koydu.  Ankaradaki tatilimi yarıda bırakıp otobüsle Adana’ya döndüm.  Ramazanı Adana’da yaşadım. Öğlene kadar derse giriyor. öğleden sonra dershanenin en üst katındaki yurda çıkıyorduk. Bir de o sıralar başka bir okuldan yaklaşık yirmi kişi bizim yurtta kalmaya başlamıştı. Onlarla çok iyi anlaşmıştım. Birlikte, teravihlere gittik, bici yedik, çay içtik, dondurma yedik... Hayatımda ilk defa bir erkek grubuyla bu derece iç içeydim. Hem benimsemiştim hem benimsenmiştim. Maneviyatı ve sosyalliği yüksek seviyede yaşıyordum. Hayatımda hiç bu kadar mutlu olmamıştm. Bir daha da hiç o kadar mutlu olmadım. Bir de ilginçtir ki ruhen o kadar tatmin olmuştum ki bedenen tatmin olmaya ihtiyaç duymuyordum. Mastürbasyon yapmıyordum. Erkeklerle dolu bir yurtta yaşayan ve bazen arkadaşlarını yarı çıplak olarak gören bir eşcinsel olarak ben kimseye karşı cinsel arzu hissetmiyordum. Hissedecek gibi oluyordum ancak sanki o hisler bir bardağın duvara çarpması gibi uyandığı an yok oluyordu.
       
Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi o güzel zamanlar da sona erdi. Ramazan bitti. Arkadaşlarım kendi yurduna döndü ve sınav dönemi başladı. Korkunç bir çöküş yaşadım. Hiç ders çalışamadım. Habire müzik dinliyordum. Kendimi berbat hissediyordum. O sene sınavı kazanamadım.
       
Bu arada kötü geçen ilk sınavdan sonra eşcinsellik hakkında yoğun araştırmalar yaptım. İnternette karşıma Cem KEÇE ve CİSED çıktı. Joseph Nicolosi’nin Erkek Homoseksüeller İçin Onarım Terapisi kitabının pdf’ni bilgisayarıma indirip kitabı baştan sona okudum. CİSED’e mail atıp yardım istedim ancak cevap gelmedi. Kitabı bitirdikten sonra üniversiteyi Ankara’da okuyup terapiye gitme hayalleri kurmaya başladım zihnimde. Ancak nedendir bilmem bu hayaller çok çabuk uçtu zihnimden. Yirmi dokuz yaşıma kadar da terapiye gitme fikri bir daha aklıma gelmedi.
       
Ertesi sene Osmaniye’ye döndüm ve orada dershaneye yazıldım. Ailem beni altı kişilik sınıfların olduğu bir dershaneye yazdırarak büyük bir hata yaptı. Buradakiler hep şımarık zengin çocuklarıydı. Cinsellikten başka hiçbir şey konuşmuyorlardı. Hocalar da onlardan aşağı değildi. Başlangıçta konuşmalarına gülmüyordum ama sonra istemeyerek de olsa gülmeye başladım. O yapmacık gülüşler ağımdan çıkarken ruhum azap çekiyordu. Onlarla o kadar anlaşamıyordum ki teneffüslere bile çıkmıyordum. Ama yine de başarılı olduğum için bana saygı duyuyorlardı. Neyse ki sonraları başka dershanelere giden birkaç arkadaşım oldu da yalnızlıktan bir nebze de olsa kurtuldum.
       
İlk sınav olan YGS’ye kadar iyi çalıştım ve güzel bir derece elde ettim. Ama sonra o sene yaşadığım tüm sıkıntılar içimde öyle bir birikti ki adeta kalbim kurudu, donuklaştım. Hiç ders çalışamıyordum. Korkunç bir bunalımın içindeydim ve çıkamıyordum. İki ay boyunca hemen hemen hiç çalışmadım. O şekilde ikinci sınava girdim. Devlet okulunda tıp okuma şansını kıl payı kaçırdım. Özel okula tıp okumaya gidebilirdim. Ailemin maddi durumu bunu karşılamaya müsaitti. Diş hekimliği de okuyabilirdim ancak babamın yoğun yönlendirmeleriyle Ankara Hukuk’u tercih ettim.
       
Ankara’da ilk altı ay bir akrabamızda kaldım. Sonra bir cemaat yurduna geçtim. Bu cemaatle benim ve ailemin daha önce hiçbir bağlantımız olmamıştı. Bu yurt ile müzik dersinde tanıştığım bir arkadaşım vesilesiyle haberdar oldum. Ben de kalmak için maneviyatlı bir yurt arıyordum. Kaldığım yerin nereye bağlı olduğunu önemsememiştim.
       
Üniversite ikinci sınıfta kendimi okuyup yazan, dergi çıkaran entelektüel bir arkadaş grubunun içinde buldum. Deli gibi okumaya başladım. Günde altı yedi saat okuyordum. Bundan olağanüstü keyif alıyordum. Edebiyat okuya okuya dilim, zihnim ve kalbim incelmeye başlamıştı. Bilgilendikçe ve dil becerim arttıkça dış dünyayı beğenmez hâle gelmiştim. Sadece okurken ve o arkadaş grubunun içindeyken mutlu oluyordum. Aslında bu arkadaş grubunun içinde mutlu olduğum da pek söylenemezdi çünkü hemen hiçbiri dindar değildi ve ben kendimden taviz verdikçe onların içinde var olabiliyordum.

Sayfa: [1]