Gönderen Konu: Çocukluğun Cehaletinden Hür Tercihlere Doğru  (Okunma sayısı 5946 defa)

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4099
    • Profili Görüntüle
Çocukluğun Cehaletinden Hür Tercihlere Doğru
« : 13 Eylül 2009, 10:12:48 ös »
Dr. Murat BEYAZYÜZ

Pek çok insan içine düştüğü dertler, sıkıntılar veya üzerine binen yükler tarafından dar hayat çerçevesinin köşelerine sıkıştırıldığında, yaşadığı zamanın prangalarından kurtulup çocukluğuna dönebilme şansına sahip olma arzusunu duyar. Gönlünde bu arzunun değişken süreli misafirliğini yaşamayan insan nerdeyse yoktur. Yaşadığımız zamanın bize tanıdığı imkânlar çocukluğumuzda sahip olduklarımızdan çok daha fazla olsa bile, içinde bulunduğumuz yaşa gelene kadar çekilmiş zahmetlerin sonucunda birçok değerli şey elde etmiş olsak bile çocukluk yıllarımızı düşündüğümüzde o günlere ait yaşantıları, uzun bir açlıktan sonra yenmiş güzel bir yemeğin tadını her türlü kusurdan münezzeh biçimde hatırlamamız gibi zihnimizde rahatsız edici unsurlardan arınmış, hep güzel duygularla bezenmiş biçimde buluruz. Çocukluğumuzu yâd ederken, o günlerde büyümeyi istemiş olduğumuz için aslında samimi olmaktan uzak bir pişmanlık da dile getiririz. Çaresizliğimiz, mutsuzluğumuz ve yorulmuşluğumuzla baş başa kaldığımızda, içinde bulunduğumuz hoşnutsuzluk anlarını yakın vadede mutluluğa tahvil etmenin imkânsızlığını duyduğumuzda, bütün dertlerimizden kurtulacağımız ve hiçbir rahatsızlığın kirletemediği bir mutluluğa sahip olacağımız bir geleceğin hayallerini kurmak ve bu hayali gerçekleştirecek planlar yapmak yerine çocukluk yaşantılarımızdan elimizde kalan hatıralarla inşa ettiğimiz bir hayal dünyasına sığınırız. Yaşadıkça, bir kefesinde gerçeküstü bir romantizm bulunan terazimizin diğer kefesi, tükettiğimiz günlerin artıklarından doğan bir realizmle dolmaya başlar. Yaşamak bizi gerçekle yüzleştirir ve hep deneylerle gerçeği öğretir. Terazinin gerçeküstü romantizmle dolu kefesi yukarı kalkmaya başladıkça, gelecekte yaşanacak kusursuz bir mutluluğun hayallerini kurmaktan vazgeçmeye mecbur hissederiz kendimizi. Zira “mükemmel” denilen şeyin “gerçek” dünyanın mefhumu olmadığını idrak ederiz. Bu durumda, hayallerinde mükemmel olarak canlandırdığı büyük bir şehre gitmek için evden kaçan bir çocuğun o şehre varamayacağını, varsa da orada da mükemmel bir hayatı bulamayacağını sezdiği zaman köyünü, evini, ailesini özlemesi gibi, mükemmelin hayal ülkesinde bir semt olduğunu anladığımızda bakışlarımızı geçmişimize, çocukluğumuza çeviririz. Peki, çocukluğumuzda yaşadığımız ve yetişkinliğimizde bir harp sığınağı gibi kullandığımız hayat mükemmel midir gerçekten? Burnumuzda o günlerin kokusunun tütmesine sebep olan şey nedir? Cahit Sıtkı Affan Dede’den çocukluğunu geri alınca kavuştuğu şey nedir?

Affan Dede'ye para saydım
Sattı bana çocukluğumu
Artık ne adım var ne yaşım
Bilmiyorum kim olduğumu
Hiçbir şey sorulmasın benden
Haberim yok olan bitenden.


Şair, çocukluğunu satın alır almaz adından da yaşından da kurtulur. Çocukluğumuzda varlığından haberdar olmadığımız bir nüfus kâğıdında yer alan adımızın çevredekilerin bize seslenmesine yaramasından öte bir anlamı yoktur. Adımızın yanına bize bir yığın mesuliyet yükleyen sıfatlar eklenmemiştir. Yaptığımız hiçbir şeye adımızı kirletecek bir önem atfedilmez. Temeyyüz etmemiş olan zihnimiz adımızın etrafını bir zırh gibi kuşatmıştır. Bu zırhın yaşımız ilerledikçe zayıflayacağını da bilmeyiz. Yaptığımız yanlışlar etrafımızdakilerin bize sunduğu engin hoşgörü denizinde kaybolur gider. Şair çocukluğuna döndüğünde kim olduğunu da unutur. Çocukluğumuza dönerken, “kimsin?” sorusuna verdiğimiz yaşadıkça artan cevaplar birer birer eksilir. Kim olduğumuzu belirleyen mesleğimizi, dünya görüşümüzü, aidiyet ve mensubiyetlerimizi üzerimizden atarız. Çocukluğumuza döndüğümüzde kimliğimizi kuşatan kıyafetlerin hepsinden sıyrılırız ve hac ihramı gibi yalın ve sade bir kıyafet kalır üzerimizde. Böylece bize mesuliyet yükleyen farklılıklarımızdan da azade kalırız. Çocukken bizden hiçbir şey sorulmaz, olan bitenden de haberimiz yoktur. Memleketin veya dünyanın dertleri bizim için oyuncağımızın kırılmasından daha önemli olamaz. Zihnimizin yeşil ovaları henüz geçim derdiyle, zaman sıkıntısıyla, görevlerle, ödevlerle kirlenmemiştir. İhtiyaçlarımız biz farkına varmadan giderilir, bedel ödemeden hayatımıza devam ederiz. Çocukluk hatıralarımızın bize güzel gelmesinin sebebinin o yaşantıların güzelliğinden çok o yaşantılar içinde erimiş biçimde bulunan bu duygularımız olduğunu düşünebiliriz. Yani istediğimiz şey kırk yaşındayken de misketlerle oynamak değil, kırk yaşındayken de misketlerle oynadığımız günlerdeki hürriyet ve mutluluğa sahip olmaktır. Yetişkinken çocukluğumuzla ilgili özlediğimiz ve gelecekte bulamayacağımız şeyler sadece bunlar mıdır acaba? Yoksa bütün bu saydıklarımız satıhta kalan gerçekle bağlantılı, ama gerçeğin yalnızca bir katmanı olan psikolojik izahlar mıdır? Bu sathı biraz kazırsak nasıl bir manzarayla karşılaşırız?
   
“Dirilen ölülere sonra ne oldu?”  
Babası altı yedi yaşlarındaki çocuğa İsa peygamberin hayatını ve mucizelerini anlatır. Bütün hikâye tamamlandıktan sonra çocuk ne İsa peygamberin sonunu merak eder ne de onun getirdiği dinin özelliklerini. Çocuk İsa peygamberin ölüleri diriltmesinde takılıp kalmıştır ve babasına sadece bir soru sorar: “Dirilen ölülere sonra ne oldu?” Baba bu soruyu doğuran büyük zihin keşmekeşini sezemez ve dirilen ölülerin bir süre daha yaşadıktan sonra tekrar öldüklerini söyler çocuğuna. Çocuk başka soru sormaz ve susar, ama meraktan kurtulmuşluğun, soru işaretlerini temizlemiş olmanın suskunluğu değildir bu. Çocuğu susturan sormak istediği soruların cevaplarından korkmasıdır. Sorularını dilinin ucundan geri çevirip zihninin mahzenlerine kilitler çocuk, zira cevapları tahmin etmekte, tahminden öte, deney ötesi bir gerçeklik şeklinde sezmektedir. “İsa peygamberin dirilttiği ölüler daha sonra tekrar öldüler, o halde herkes ölecek mi?”, “Baba sen de ölecek misin?” ve bütün bu soruların en trajik olanı; “Bir gün ben de ölecek miyim?”  Bilimsel paradigmalar içinde ‘tümevarım’ ve ‘tümdengelim’ gibi yöntemlerin insanoğlunun zihin işleyişine yakınlığı sebebiyle asırlarca muteber olduklarını düşünecek olursak küçük çocuğun sormadığı bu soruların cevaplarını zihninde adeta hazır bulduğunu da tahmin edebiliriz. Çocuğun yaşadığı bu alt üst edici olaydan sonra izleyeceği yol ya bütün bu karmaşayı zihninde bastırıp oyuncaklarına koşmak yahut da bu karmaşayı sürekli zihninde taşıyarak yaşamak olacaktır. Zihinsel işleyişi henüz tam olarak olgunlaşmamış olan çocuk baş edemediği gerilimi yok saymayı yeğler ve tabii ki birinci yolu seçer. Acıdan kaçmak ve haz duyarak yaşamak için buna muhtaçtır. Ama bastırılmış, mahzene kilitlenmiş bu korkunç canavar başka şekillerde, kılık değiştirerek, peçe takarak sürekli hayatının içine sızmaya devam edecektir. Ta ki çocuk, yaşı ilerleyip bu canavarla yüzleşmeyi, olgunlaşan zihni sayesinde onun varlığına rağmen yaşamayı başarabilene kadar.
Gelişen teknoloji ve onun büyük desteği ile ilerleyen tıp ve biyoloji artık insanların neden yaşlandığını ve neden ölmek zorunda olduğunu moleküller seviyesinde izah eden teoriler geliştiriyor. İnsanın sahip olduğu hücrelerin sınırlı bir çoğalma ve yenilenme kapasitesi olduğu, bu sebeple de bir süre sonra hücrelerin, yerlerine yenileri gelmeden öldüğü ve anlatması zor, ama esasında basit bir ekonomik gerçeğe dayanan bu süreçler sonunda insanın canlılığının son bulduğu şeklindeki izahlar sayesinde artık neden ve nasıl öldüğümüzü biliyoruz. Bu bilgi gündelik hayatımız içinde koşuştururken bizim için bir anlam ifade eder mi? Soğuk bir havada üşüyeceğimizi biliriz ve daha kalın giyinip dışarı çıkarız. Peki, üşümenin bilimsel izahını öğrensek daha mı farklı davranırdık. Büyük bir ihtimalle hayır. Öleceğini yüzyıllardır bilen insanoğlu bu kaçınılmaz sonu değiştirmek için ab-ı hayat hayalleri kurdu, ölümü yenecek ilacı, ölümsüzlük iksirini aradı. Ölümü yenmek için yola çıkan insanın kafasında “Nasıl ölmem?” sorusu vardı. Şüphesiz ki bu soru, hangi biyolojik süreçler sonucunda öldüğümüzü anlamaya çalışan bilim adamlarının araştırmalarının başında sorduğu “Nasıl ölüyorum?” sorusundan daha işlevsel bir soruydu. “Neden üşüyorum?” yerine “Nasıl üşümem?” sorusunu sorarak daha kalın giyinmeyi bulan insanoğlu için “Nasıl ölüyorum?” sorusu ölümün soğukluğundan korunmaya yarayacak bir cevaba ne yazık ki ulaşamadı. Bu sorunun ulaştığı cevaplar belki de yalnızca hazin bir kabullenişi, boyun eğmeyi ve “Nasıl ölmem?” sorusunun cevabını aramaktan vazgeçmeyi kolaylaştırdı.
Yüz yıl önce, filozof ve doğa bilimcisi G.T. Fechner “Bütün canlılık süreçleri eninde sonunda cansız dünyanın sürekliliğine geri döner” dediği zaman insanoğlu için yeni bir şey söylemiyordu. Belki de onu bu hükme vardıran süreç onun kendi ölümünü psikolojik olarak inkâr etmesiyle başlamıştı ve Fechner bu cümleyi söylerken sadece kendi ölümünü kabulleniyordu. Onun cümlesini okuyan diğer insanlar da sanki öleceklerini Fechner’den öğreniyordu. Bu garabetin güçlü bir psikolojik manevranın sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Bu manevra insan zihninin en sık kullandığı savunma mekanizmalarından biri olan ‘inkâr’dır. ‘İnkâr’, içten ya da dıştan gelen tehlikeli bir durumun zihnimiz tarafından yok sayılmasıdır. Hoşnutsuzluk yaratan birçok olay, bilinçdışına bastırılırken, aynı zamanda yaşanmamış gibi de hissedilir, yani bastırmaya inkâr da eşlik eder. Ölüm düşüncesini, özellikle de başkasının değil kendimizin ölümüyle ilgili düşünceleri, öleceğimiz gerçeğini sürekli bastırarak ve farkında olmadan inkâr ederek hayatımıza devam ederiz.
Kendi ölümümüzü adeta yok sayarak gündelik uğraşlarımıza dalarız dalmasına ama ölecek olmamızla ilgili endişelerimiz biz farkında olmasak da her an yanı başımızdadır. Mesela zamanla ilgili bütün endişelerimizin arka fonunu ölüm düşüncesi oluşturur, günlerin hızla geçmesinden şikâyet ederken varmaktan korktuğumuz bir menzile yaklaşıyor olmanın korkusu zihnimizi iğneler ve hastalandığımız zaman hastalık yüzünden işlerimizin aksadığından şikâyet etmemiz, zihnimizde hastalıkla ölümü ilişkilendirdiğimiz gerçeğini ört bas etmek için uydurduğumuz bir yalandır ya da hastalık zaten sınırlı olan ömrümüzün bir kısmını huzursuz bir biçimde geçirmemize sebep olduğu için bizi endişelendirir.
Ölüm gerçeğiyle bir köşe başında yüzleşecek olsak veya cesaretimizi toplayıp kendi ölümümüzü düşünecek olsak başka bir paradoksun içinde buluruz kendimizi. Ölüm varsa hayatın ne anlamı var? Sonra her şey birer birer anlamsızlaşır kafamızda. Ölüm endişesiyle başlayan bu düşünce silsilesi hayatımızdaki bütün unsurları, ölümün canlılığı silmesi gibi silmeye başlar. Yaptığımız işleri, ilişkilerimizi, hedeflerimizi, hâsılı hemen her şeyi bu anlamsızlık sıfırıyla çarpmaya başlarız ve elimizde hiçlikten daha fazlası kalmaz. Bu hiçlik, mutlak anlamsızlık mefhumu karşısında ürperti duymamak, yok edici bir değirmenin taşları arasında çaresizce öğütülen bir ‘tane’ olmayı kabullenmek mümkün değildir. Zihnimizde kopan bu kıyametten kurtulmak için ona sırtımızı çevirmekten başka bir çare bulamayız ve hayata devam etmek için arkamızı döndüğümüz kıyametten önümüze fırlayan taş parçalarını ve alev toplarını açıklamak için bir yığın bahane buluruz. Büyüklerimizden öğrendiğimiz, etrafımızdan gördüğümüz ve kendi kendimize bulduğumuz birçok yöntemle zihnimizi sıkıntı yaratan anlamsızlık işkencesinden kurtarırız. Bu noktada şu soruları sormamız gerekiyor. Bu yöntemler her zaman doğru mudur ve bu yöntemler işe yaramadığında bize ne olur? Dahası, cevabı tek bir uzun solukla verilemeyecek olan bu soruları sormalı mıyız?

« Son Düzenleme: 08 Ağustos 2010, 10:50:58 ös Gönderen: alıntı »

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4099
    • Profili Görüntüle
Ynt: Çocukluğun Cehaletinden Hür Tercihlere Doğru
« Yanıtla #1 : 13 Eylül 2009, 10:13:46 ös »
Hiç Bitmese Horoz Şekerim
Dünyadaki maceramız boyunca sırtımızda çarmıh gibi taşıdığımız ve ağırlığını benimsemekten çok bilinç algımızın kör noktalarına denk getirerek görmemeye çalıştığımız bu ölüm ve anlam karmaşasını göz önünde tutarak çocukluk hatıralarına sığınmamızı yeni bir perspektifle ele alacak olursak en başta tespit ettiğimiz ilk katmanı aşma imkânına kavuşabiliriz. “Dirilen ölülere sonra ne oldu?” diye soran çocuğun zihin kronolojisini gözümüzde canlandıralım. Çocuk için kendi ölümünü düşünmeye başlamak bir milattır. Bu milattan önce ölüm ve anlam gibi bir derdi olmayan çocuğun, bu milattan sonra bilincinde gizli ya da aşikâr bir biçimde sürekli bu mefhumlar dolanacak ve hayat bu mefhumların yarattığı endişelerle baş edebilmek için türlü manevraların icra edildiği bir arena haline gelecektir. Peki, çocuğun bu milat öncesindeki hayatı nasıldır? Her şeyden önce çocuk için ölüm mefhumu yoktur ve ölüm endişesi de zihnini kemirmeye başlamamıştır. Akıp giden zamanın anlamını idrak edemeyen çocuk için ölümün olmadığı yerde bir ‘anlam’ derdi de yoktur. Her gün defalarca düşüp canı yansa da, istediği oyuncak alınmadığı veya sevdiği oyuncağı kırıldığı için üzülse de zihnin arka planında ölümle ve anlamla ilgili kıyametler yoktur. Yani çocuk, acılarını, hüzünlerini, mutluluklarını ölüm ve anlam endişesinin olmadığı bir zihin platformu üzerinde yaşar.
Çocukluğumuza duyduğumuz hasretin altında ölüm ve anlam derdinin olmadığı zihin platformuna yeniden sahip olabilme isteği yatıyor olabilir mi? Buraya kadarki akıl yürütmelerimiz sonucunda bu soruya “evet” cevabı vermekten kendimizi alıkoyamayız. Yetişkinken çocukluğumuza dönmek istediğimiz zamanların genellikle dertlerle boğuşmaktan yorulduğumuz, sorumluluklarımızdan bıktığımız, yaşadığımız hayattan kaçıp kurtulmak istediğimiz zamanlar olması bir tesadüf değildir. Dertlerle boğuşmaktan yorulduğumuz, yani dünyadaki sınırlı vaktimizi sıkıntı içinde geçirdiğimiz; sorumluluklardan bıktığımız, yani bizi yoran ama hayatımızı da anlamlı hale getiren uğraşlarımızı sorgulamaya başlayınca yutucu bir anlamsızlıkla yüzleştiğimiz; hayattan kaçıp kurtulmak istediğimiz, yani sorumluluktan, ihtiyaçlardan ve ölümden kopmak istediğimiz zamanlarda çocukluğumuzu özleriz. Esasında çocukluğumuz da dertsiz geçmemiştir, az da olsa çocukken de sorumluluklarımız vardır, çocukken de canımızın sıkıldığı, tatsız zamanlarımız olmuştur, ama bunların hiçbiri zihnimizi ölüm trajedisiyle ve onun süre giden hayat içindeki türevi olan anlamsızlık girdabıyla karşı karşıya getirmemiştir. Çocuk zihni ölüm ve anlamla ilgili tam bir cehalet içindedir ve çocukluğu özlenesi kılan da bu cehalettir. Şiirini “Hiç bitmese horoz şekerim” diye bitiren Cahit Sıtkı’nın bitmemesini istediği asıl şey belki de hayattır. Bitmeyen şeker yoktur, çocukluğumuzda bile hiç olmamıştır, ama bitmeyecek bir hayat algısı çocukluğumuza has bir düşünce biçimidir. Şeker bitmiyorsa zaman geçmiyor demektir, zaman geçmiyorsa ölüm de hep uzaktadır.
Eğer yetişkinliğimizde bu ölüm ve anlam sorularını bir çözüme kavuşturamadıysak, daha doğrusu bu sorunlardan köşe bucak kaçarak yaşıyorsak çocukluğumuz gerçekten de harika bir sığınak olarak gözümüzde canlanır, fakat hatıraların hayalleri ile şekillendirdiğimiz bu sığınak gerçek değildir ve zihnimizde kopan, sırtımızı döndüğümüz, kulaklarımızı tıkadığımız kıyametten bizi korumaz. Kaldı ki bugünkü aklımızla çocukluk yıllarımıza dönebilecek olsak bile, bugünkü aklımızın heybesinde ölüm ve anlam sorularını da beraberimizde götürürüz. Çocukluğumuzu düşünmek, bir rahatlık hissinin ancak hayali tadını bize yaşatabilir ve yaşadığımız sürece gizli gizli etrafta dolanıp duran, arada bir arkamızdan yaklaşıp bizi ürperten endişelerimize ise çare olamaz. O halde karamsarlığa mahkûm mu olacağız? Sonsuz olmayan ve sonu olduğu için de anlamı olmayan hayat karşısında aklımızın dizginlerini nasıl elimizde tutabiliriz?

Hürriyeti istiyor muyuz?
Er geç öleceğimiz sarsılmaz bir gerçektir. Bu gerçeği sorgulamanın bize bir şey kazandırmayacağı ortada olduğuna göre bu gerçekle olan ilişkimiz üzerinde kafa yormak daha çok işimize yarar. Felsefe veya psikoloji, hiçbiri bizim yerimize düşünmez. Bize yol gösterebilirler, ama bizi elimizden tutup o yola götürmezler. Onların gösterdikleri yolda da hangi hızda, hangi ahenkle ve hangi vasıtayla yürüyeceğimizi de yine biz belirleriz. O halde, ölüm ve anlamsızlık keşmekeşleriyle nasıl mücadele edeceğimiz konusunda da başkaları bize ancak kaba saba birkaç yöntem salık verebilir ve daha ötesi her zaman bizim vereceğimiz kararlarla şekillenir. Kararlarımızın sorumluluğunu taşıma cesaretine kavuştuğumuz anda yola çıkabiliriz.
Hayat sınırlıdır, bir gün mutlaka sona erecektir. Adım başı bunu dile getiriyoruz, çünkü elimizde bu gerçek mevcut, fakat insan zihni alternatifleri tasavvur edebilecek güce de sahip. Hayatın sonlanacak olması onu anlamsız kılıyor diye düşünüyoruz. Alışageldiğimiz paradigmalar bizi böyle düşünmeye zorluyor belki de. Ama bu paradigmaların esaretinden kurtulup tekrar düşünecek olursak zihnimizde kopan kıyametlerle daha rahat yüzleşmeyi de başarabiliriz. Ölüm olmasaydı, hayatımız hiçbir zaman sonlanmayacak olsaydı, o zaman da bunun anlamsızlığı üzerinde kafa yormaz mıydık? Hiçbir zaman bitmeyecek olan günler, saatler, dakikalar daha da anlamsız olmaz mıydı? Arkası gelmeyecek yarınlar varken bugünün anlamsızlığıyla, bir işi bugün, burada yapmanın anlamsızlığıyla da karşı karşıya gelmez miydik? Eğer sonsuz bir hayat yaşıyor olsaydık, zihnimizin faydacı işleyişi o hayatın da anlamsızlığını sorgulardı şüphesiz. Öyleyse ölüm gerçeği ile olan ilişkimizi şekillendirirken dikkatli olmamız gerekiyor. Bazılarımız bu gerçeğin kucağında tembellik yapmayı tercih eder ve sonunda ölüm olan bir hayatın anlamsız olduğu düşüncesiyle bir buhran görüntüsünün arkasına sığınarak hayatın kendisine yüklediği sorumluluklardan kaçmaya çalışır. Ölüm gerçeğiyle kurulan bu tarz bir ilişki zihnimizin yalnızca hileli bir manevrasıdır ve ölüm sorununa bulduğumuz bu sahte çözümün, biraz gerçekçi düşündüğümüzde, hiçbir şeye yaramadığı da ortadadır. Bu gerçeği görmezden gelmek de başka bir yanlış ilişki biçimidir. Ölümün varlığını bilinçdışımızda inkâr etmek, sürekli ertelemeci bir hayat yaşamanın önünü açar ki, bu ilişki biçimi ile de hayatımıza bir anlam kazandırmamız mümkün değildir. O halde ölüm gerçeği ile bunların dışında bir ilişki kurmamız gerekiyor. Bu ilişkinin nasıl olacağı ile ilgili, herkes için geçerli, herkesin hayatına tatbik edilebilecek hazır bir formül sunmak mümkün değil, ama ölüm gerçeği ile kurulması gereken ilişkinin yaşadığımız hayatın her anına değer katacak bir ilişki olması gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Hayat anlamsızdır. Ama onu anlamsız yapan şey ölüm değildir. Bu anlamsızlık kaosunu yine ölümle kurduğumuz çarpık ilişkilerin bir sonucu olarak düşünebiliriz. Hayat anlamsızdır, çünkü dışarıdan hayat dediğimiz akışa herhangi bir anlam yüklenmemiştir, ama ‘benim hayatım’ dediğimiz şeye bir anlam yüklemek, hem de ölüm gerçeğinden yardım alarak onu anlamlandırmak bize düşen bir vazifedir. Hayata en başta bir anlam verilmiş olsaydı, bu anlamı saçma bulabilirdik, beğenmeyebilirdik, bu anlam için yaşamaktan hoşnut olmayabilirdik, ama ‘benim hayatım’ diye bahsettiğimiz mefhumun anlamını biz istediğimiz şekilde belirleyebiliriz. Bu hürriyetimiz varken, başkalarından anlam dilenmek veya anlamsızlıktan yakınmak sadece kaçak bir oyundur. ‘benim hayatım’a bir anlam bulmak cesaret ister, belki de bu sebeple hep bu anlamın ne olması gerektiğini filozoflardan ya da etrafımızdaki insanlardan öğrenmeye çalışırız. İhtiyacımız olan cesareti bulduğumuz anlarda da yanlış yapmaktan korkarız, hâlbuki hayatı anlamlandırmak için sadece bir hakkımız yoktur. İstediğimiz zaman hayatımızın anlamını değiştirme hürriyetine de sahibiz; ta ki kendimize en uygun anlamı buluncaya kadar. Hayatımıza en uygun anlamı biz bulabiliriz, başkaları sadece kendi hayatlarının anlamını bize aktarabilirler ve ihtiyaç duyduğumuz anlamlar parmak izlerimiz kadar birbirimizinkinden farklıdır.
Ölümle ilişkimizi kendimiz için en uygun ve en faydalı biçimde kurup hayatımıza da bu ilişki sayesinde yine kendimize has bir anlam bulabilirsek asıl o zaman hayatın ne kadar güzel olduğunu anlayabiliriz. Ölüm korkusunun gölgesinde hayatın güzel olduğunu söylerken bahsettiğimiz şey yaşamadığımız ya da korku ve tedirginlik içinde yaşadığımız bir hayattır.
Asırlardır kullanılan iki anayoldan birini seçmek zorundayız. Birinci yol, eskiden yeryüzünde ölümün çaresini arayarak ömrünü tamamlayanların, ölümsüz olmak için ab-ı hayat arayanların ve sonsuz hayatı ararken mevcut hayatı kaybedenlerin, şimdilerde ise ölümün varlığını ve hayatın anlamsızlığını düşünerek kendi ölümlerini bile anlamsız hale getirmeye çalışanların seçtikleri yoldur. İkinci yol ise eskiden beri hayatına bir anlam bulan ve ölüm sayesinde hayatındaki her anın kıymetini bilen, hayattan önce ölüme anlam vermeyi, sonra da ölümün varlığını düşünerek hayatı sevmeyi başaranların yoludur. Tercih hürriyetimizin olması ne kadar da güzel… Acaba bu hürriyeti istiyor muyuz?