Gönderen Konu: Tam Hazmedemedim, Hazmedemeyeceksiniz  (Okunma sayısı 17638 defa)

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4097
    • Profili Görüntüle
Tam Hazmedemedim, Hazmedemeyeceksiniz
« : 01 Haziran 2009, 01:17:30 öö »
                             
Psikolog Hüseyin KAÇIN
0 555 326 22 91
Aile ve Evlilik Terapisti

KADIN ve AŞK

Hz Havva zekası ve ruhuyla hayata dokunan ilk insandır. İyi ki eli o yasak ağaca uzanmıştır. İyi ki Hz Adem'in aklını çelmiştir. Böylece hayatın sırrını açığa çıkarmıştır. Aşk ve cinselliği cennetten hediye olarak dünyaya taşımakla görevlendirilmiştir. Allah hayata dair tüm oluşumların nüvelerini kadında gizlemiştir. Bu anlamda kadın hayatın kendisidir. Yüreğinde Hz Havva'ya şükran duygusu beslemeyen insan yücelik mertebesine erişemeyecektir. Kadını yüceltmeyen erkek asla yücelemeyecektir.





26/12/2011 tarihli Radikal Gazetesinde sitemiz ve eşcinsel terapiler hakkında
yayınlanan makaleye ulaşmak için tıklayınız

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1073587&Yazar=PINAR_OGUNC&Date=26.12.2011&CategoryID=97#



                                                          İTHAF
Çok değerli aile büyüğümüz, eğitim sevdalısı, seçkin insan merhum eniştem HÜSEYİN SÖZER’e  ithaf olunur…

                                                            MART 2006/ İSTANBUL
                                                                                     Enes Arslantürk   
                             TEŞEKKÜR

   Kapak çalışmasına ve kitabı bilgisayarda yazılmasına sınav tarihlerine rast gelmesine rağmen, çok emeği geçmiş olan, ebeveynine hiçbir zaman saygısını esirgememiş, oğlum Ahmet Burak’a, kitabın bilgisayarda yazılmasında uykularından fedakarlık ederek ağabeyine yardımcı olan sevgili kızım Esin Bengü’ye ve kapaktaki resmin bilgisayarda çalışmasını yaparak anlamlı hale gelmesini sağlayan yeğenim Giray Bal’a teşekkürler ediyor, hayatlarını başarılarla dolu olmasını diliyorum.


                            SUNUŞ                     
ÖNEMLİ HATIRLATMA:
Bu kitabın bir bölümünde özellikle 1990’lı yıllarda dindar(muhafazakar) kesime ait vakıfları ve bu vakıflar bünyesinde eğitime başlayan özel kolejleri;
•   Bu kolejlerin kuruluş amaçlarının, nasıl pembe tablolarla çevreye tanıtılıp, daha sonra bu tabloların renklerinin nasıl değiştiğini,
•   Vakıf amaçlı başlayan bu hizmetlerin zaman içinde vakıf görüntülü ticari kuruluşlara nasıl dönüştüklerini,
•   Bu okulların görünen ya da görünmeyen kurucularının sermaye sahipleri olmadıkları halde(vakıf yöneticiliği adı altında) söz konusu müesseseler üzerindeki adil olmayan hakimiyetlerini,
•   Ehil olmadıkları halde, sadece kendi egolarını tatmin için,eğitimcilere yaptıkları haksız müdahalelerini,
•   Özellikle genç ve yeni mezun öğretmenlerin idealist meslek aşklarının bu okullarda nasıl heba edildiğini,
•   Görünüşte eğitim kurumları olan bu müesseselerde, gerçek hedefin başarılı olmak,ülkeye faydalı insanlar yetiştiren birimler olması gerekirken,olayın tamamen farklı ve şaşırtıcı boyutlarda sahnelendiğini,
•   Öğrenciyi her türlü mesuliyetiyle yüklenmiş bir eğitimcinin, şayet grup, cemaat veya vakfın anlayışına ters düşmesi halinde eğitsel açıdan ağzıyla kuş tutsa dahi, üst seviyede olsa bile acımasızca ne şekilde harcandığını,
•   Bu kurumlarda eğitim kadrolarını oluştururken, kurucuların kutsal değerleri vurgulayan tabirleri son derece yoğun kullanarak eğitimcileri manevi inanç değerleri noktasından nasıl avladıklarını,
•   Sanki cennetin yolunun, bu okullarda yapılan hizmetler sayesinde süratle geçileceği tablosunun çizildiğini,
•   Ancak göreve başlayan öğretmen veya yöneticilerin kendilerine sözü edilen inanç değerlerinden uzakta bir çalışma ortamıyla karşıladıklarında uğradıkları hayal kırıklığını,
•   En önemlisi olarak gördüğüm ve bu vakıf yönetimlerindeki insanların cevabını vermekte çok zorlanacaklarını düşündüğüm YÜCE DİNİMİZ VE YÜCE YARATANIMIZIN bu işlere nasıl alet edildiğini,
               ilgiyle okuyacağınızı tahmin ediyorum.     
« Son Düzenleme: 09 Ekim 2022, 02:54:07 ös Gönderen: psikolog »

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4097
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #1 : 01 Haziran 2009, 01:17:53 öö »
GİRİŞ


   Kitabın birinci bölümünde adı geçen kurumları, sunuş bölümünde ifade edilen hale sokan ve hala bu vakıf yönetimlerinde oturan kişilere şu cümlelerle seslenmek istiyorum.
 
   Bu yazdıklarım bu tür kurumlarda son on altı yıldır yaşanmış olaylardır. Gözümün önünde cereyan eden gerçekler olup bizzat şahit olduğum vakalardır.Çok gariptir ki, bu kuruluşlardaki vakıf yönetim kadroları hala ilk yıllardaki tanıdığım şahıslardır.
 
   YA ALLAH AŞKINA! Genç kuşaklardan hiç mi bir adam bu vakıfların yönetimine talip olmuyor? Yoksa seçimler yapılırken eski yıllarda bazılarına şahit olduğum gibi kurgulanarak kendi aralarında sessiz sedasız mı oluşturuluyor yönetimler.

   Öyle bir hale gelindi ki, bu kolejlerden söz edilirken, artık bağlı oldukları vakıfların isimleriyle adlandırılmıyorlar. Yıllardır adeta daimi başkan ilan edilmiş olan kişilerin adıyla bütünleşen bu okullar, o şahısların isimleriyle anılır hale gelmiştir.

   Ayrıca, okullarda işler ticari zihniyete bürünmüştür. İşin vakıf boyutu, anlamı ve bereketi ortadan kalktığı için ilk yıllardaki ahenk ve o günkü imkansızlıklara rağmen yakalanmış başarılardan söz etmek zaten mümkün değildir.

   BAKINIZ BU İŞİN ŞAKASI YOK! Sayılı günler gelip geçiyor. Hepiniz o ilk kuruluş günlerine göre bayağı yaşlandınız. Geldiniz, yaşadınız, gidiyorsunuz! Kendinize gelin!

   Herşeyin Malik’ine hesap verirken şu an etrafınızdaki şakşakçılardan, dalkavuklardan Vallahi kimseyi yanınızda bulamayacaksınız.

   Daha fazla ah almayın, daha fazla insanların dini onurlarıyla oynamayın. Özellikle genç öğretmenleri hayatların baharında daha fazla istismar etmeyin, onlar Bu Millet’e daha çok lazım.

   ÇEKİN ŞU KURUMLARDAN ELLERİNİZİ!

   Aslında öyle bir işti ki sizin uğraştınız;
   İnsanlar size paralarını, mallarını ya da en önemlisi Allah Sevgisi ile yoğrulmuş, madden değer biçilemeyecek manevi emeklerini emanet etmişler, “Alın bunları derleyin, toplayın, değerlendirin, hayırlı işlerde, iyiliklerde, düşkün insanların ihtiyaçlarını karşılamada adil olarak kullanın” demişler. Fakat ne yazık ki durum hiç de öyle iç açıcı olmadı. Emanet edilenlerin birçoğu vakıf ruhu muhtevasının dışında kaldı.

•   Vakıfçılık gönül işidir.
•   Vakıf çatısı altında gönül alış verişi sürdüğü müddetçe bereket ve bolluk olur, vakıf hizmetleri artar.
•   Vakıf kurumunun temelinde berraklık vardır, bir damla kirlilik dahi bu berraklığı bozar.
•   Vakfa layığıyla hizmet etmenin tadını alan insan ruhu, bedeni terk edene kadar bu tada doymaz ve kanmaz. 

“GÖNÜL EKERSEN, GÖNÜL BİÇERSİN”
                                                        HACI BEKTAŞ-I VELİ     

   Kitabın ikinci bölümünde çocuk ve gençlerin eğitimi ile ilgili gözlem ve tavsiyeleri okuyacaksınız.

   Son bölümünde (3. bölüm) ise ülkemizin toplumsal gerçeklerinin bir kısmına bakış ve bu gerçeklerle ilgili öneriler bulacaksınız.
                                                                       
  Saygılarımla…                                                               
                       
                                                                                       Enes Arslantürk 




psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4097
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #2 : 01 Haziran 2009, 01:18:37 öö »
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN VAKFİYESİNDEN Yıl:1543         
“ Her kimse ki; Vakıflarımın bekasına özen ve gelirlerinin artırılmasına itina gösterirse, bağışlayıcı olan Allahu Teâlâ'nın huzurunda ameli güzel ve makbul olup, mükâfatı sayılamayacak kadar çok olsun, dünya üzüntülerinden korunsun ve muhafaza edilsin...”
"Allah'a ve Ahiret gününe inanan, güzel ve temiz olan Hazreti Peygamberi tasdik eden, Sultan, Emir, Bakan, küçük veya büyük herhangi bir kimseye, bu vakfı değiştirmek, bozmak, nakletmek, eksiltmek, başka bir hale getirmek, iptal etmek, işlemez hale getirmek, ihmal etmek ve tebdil etmek helal olmaz. Kim onun şartlarından herhangi bir şeyi veya kaidelerinden herhangi bir kaideyi bozuk bir yorum ve geçersiz bir yöntemle değiştirir, iptal eder ve değiştirilmesi için uğraşır, fesh edilmesine veya başka bir hale dönüştürülmesine kastederse, haramı üstlenmiş, günaha girmiş ve masiyetleri irtikap etmiş olur. Böylece günahkarlar alınlarından tutularak cezalandırıldıkları gün Allah onların hesabını görsün. Mâlik onların isteklisi, zebaniler denetçisi ve cehennem nasibi olsun. Zira Allah'ın hesabı hızlıdır. Kim bunu işittikten sonra, onu değiştirirse onun günahı, değiştirenler üzerindedir. Kuşkusuz O, iyilik edenlerin ecrini zayi etmez..."
     
      VAKIF KURUMLARININ
         AMAÇLARI ŞAŞTIMI,
    TEMSİLCİLERİ AÇISINDAN                 
             BÜYÜK MANEVİ             
           SORUMLULUKLAR
                    DOĞAR
                                       
İstanbul’un her iki yakasında şu anda okulları olan bir eğitim kurumundan söz etmek istiyorum. Bu eğitim kurumunun ilk kurulduğu yıl tek bir okulu vardı.
 
   Hayırsever dindar insanların bağışlarıyla oluşmuş bir vakfın arsası ile üzerinde mevcut olan binada eğitime başlamıştı.
 
   Bu vakıf uzun yıllar hayırlı işlere sebep olmuş özellikle Anadolu’dan İstanbul’a gelmiş ve üniversite okuma amacındaki öğrencilerin eğitim hizmetlerinde onlara gerçekten kucak açmıştı.
 
   O yıllarda hep iyi işlerle anılan bu nezih vakfın emin ellerde olduğu hemen herkes tarafından dile getirilirdi. Zaten yapılan hizmetler de insanların ayan beyan gözleri önünde cereyan ederdi. Bundan dolayıdır ki hayırseverlerin vakfa güvenleri her geçen gün artıyor ve yardımlar her şekilde maddi ya da manevi olarak sürüyordu.
 
   Vakfın genel merkezinin İstanbul’da olması münasebetiyle 1970’li yılların başından itibaren yapılan hayırlı ve güzel hizmetlerin birçoğuna bizzat şahit olmuştum.
 
   Aradan geçen yıllar içerisinde vakıf gelişti ve imkanları büyüdü. Bu münasebetle Anadolu’ya açılma ihtiyacı duydu. Başta Ankara ve İzmir olmak üzere birtakım şehirlerde şubeleri oluşmaya başladı. Öğrencilere barınma, beslenme, maddi yardım gibi hizmetler veren vakıfta, yönetim kurulu üyeleri aldıkları yeni bir kararla özel öğretim sektöründe hizmet vermek üzere yeni bir hayırlı işe koyuldular. Özel öğretim sektöründe önce dershaneciliğe soyunan vakıf bu konuda başarılı olamadı. Ancak hemen yeni bir karar ile yine eğitimin bir başka dalı olan özel okulculuk alanına yöneldi. Bu defa maya tutmuştu.
 
   Ogünlerde iyi niyetli ve samimi insanlarla çıkılmıştı bu yola. Gerçekten yürekler tek bir gaye için çarpıyordu. Hedef; ülkesine faydalı, vatan, millet, bayrak, birlik, bütünlük, kardeşlik sevgisine sahip gençler yetiştirmekti.
Bir başka tarifle gelenek ve inanç değerleriyle çatışmayan, tarihinden alacağı güç ile kendini geleceğe taşıyan çağdaş, aktif ve sosyal gençler yetiştirmekti.
 
   İlk yıl vakıf yönetimi okuldaki hassasiyetini aynen diğer vakıf hizmetlerinde gösterdiği ciddiyetle sürdürmüştü. Bundan dolayıdır ki vakıf çok başarılı bir başlangıca daha imza atmıştı. Tabi ki bu başarı gelecek öğretim yılı için okulun öğrenci mevcudunun kesin artışına işaret ediyordu. Bunun nedeni önceki yıllarda vakfın başarılı hizmetlerinde vakıf ruhuyla çalışmış bir grup insanın, okulda bilfiil cansiperane çalışmış olmalarıydı. Yani maaşlı çalışan okul görevlilerinin yanında, yıllardır vakfın adeta can damarları haline gelmiş,  kendilerini gece gündüz hayırlı işlere adamış, çok fedakar insanlar bulunmaktaydı. Elbette bu şahıslarda maaşlıydı, ama bu insanlar normal bir kuruluşta çalışır gibi çalışan insanlar değildi.
   
   Aldıkları maaşın kat be kat üstünde çalışıyorlardı. Mesai saatleri belli olan kişiler değillerdi. Bu insanlar vakıf hizmetinin kutsallığına inanmış, halk dilinde “gönül insanı” olarak tabir edilen şahıslardı. Maaşlarının karşılığının haricinde çalıştıklarında insanlığa hizmet ettiklerine inanmış kişilerdi. Günümüz anlayışına göre her biri birer fedakar sivil toplum örgütü neferiydi(askeriydi). Aynı zamanda dini inançlarına bağlı insanlar oldukları için yaptıkları mesai fazlası işleri “Allah Rızası” veya “Allah Sevgisi” kazanmak için yaptıklarına inanan insanlardı. O bakımdan işler hiç aksamadan, düzgün, düzenli, seri ve son derece randımanlı yürüyordu.

   Bu ahenkle devam eden, vakfın hizmetler serisine özel okulculuk da ilave olmuştu artık. Öyle bir büyümüştü ki bu organizasyon bir gün geldi:

•   Okullar zinciri,
•   Hastaneler,
•   Yayın hizmetleri,
•   Konut yapım şirketleri,
•   Seyahat şirketleri,
•   Sigorta şirketleri,
•   Otomotiv pazarlama

vesaire gibi şirketler grubuna dönüşüverdi.

   Aman Allah’ım bu ne tersine dönüş dü? Bu nasıl bir talan ortamıydı?

•   Hani yola ilk çıkıldığındaki vakıfçılık anlayışı?
•   Vakfın büyümesinin oluşumunda, hizmetlerin artışını sağlayan o güzel insanların çabaları ve emekleri ne oldu?
•   Hayırsever insanların bağış, zekat, kurban etleri vs. gibi yardımlarıyla uzun yıllar öncesi oluşmuş o helal haklardan oluşan birikimler nereye gitti?
•   Kökünde binlerce insanın katkısından oluşan hak ortaklığı birikimi, nasıl oldu da son üç beş yılda ortadan kayboldu?
•   Tüm taşınan ya da taşınmayan mal varlığı şirketlere nasıl devşirildi?
•   Yıllardır söz konusu vakfa ait olduğu herkes tarafından bilinen tüm gayrı menkullerin tabelaları nasıl şirket tabelalarına dönüştü?
•   Canım vakıf malları, yüzlerce insanın çalıştığı kurumlar(ticari şirketler) haline nasıl geldi?
•   Vakfın temel taşlarının harcını Allah Aşk’ı ve Rıza’sına dayalı alın terleriyle oluşturmuş, vakfa ait insanlardan hiçbirinin olmadığı bu günlerde şeytanın sermayesi haline gelmiş şirketlerin yeni sahipleri kimlerdir acaba?

   Okullarda yüzlerce öğrenci okur hale gelmişti. Ayrıca İstanbul dışında okullar açılmıştı. Fakat artık vakıf filan hak getire! Öyle gece gündüz çalışan vakıf insanları yok artık!

   Geçen yıl bu okullardan bir tanesine yolum düşmüştü. Gördüğüm manzara bana çok ilginç bir tarihi vakayı hatırlattı. Osmanlı imparatorluğunun çöküşü ve işgal güçlerinin topraklarımızı talan edişine benzettim okulun durumunu. Kendi kendime kahrettim ve bir an önce okulu terk etme ihtiyacı hissetim.

   Sanki bir patronu olan, finansal yatırım yapmış bir şahıs ya da ortaklık kurmuş insanların özel bir mülkü görünümü ve soğukluğundaydı. Bu sorulardan sonra şimdi bu kurumların başında bulunan insanlara seslenmek ihtiyacını hissediyorum.

   İşin başındakiler!.......
   Bu şirketlerin başına sizler şirket genel müdürü veya şirket müdürü olarak ilanla, herhangi birileri gibi imtihanla alınmadınız.

   Sizlerin çoğu, özellikle şirketlerdeki birinci adam konumundaki kişiler! Hemen hepiniz ta öğrencilik yıllarınızdan beri bu kurumların temelindeki vakıfla direk ilişkisi olan kişilersiniz. Bu söz konusu vakfın yurtlarında ya da evlerinde kalmış ve eğitiminizi buralarda tamamlamıştınız, öyle değil mi? Bu vakfın gerçekten vakıf hizmeti verdiği o bereketli yıllarda, sizleri bugünlere hazırlayan hayırsever vakıfçıların sınırsız fedakarlıklarla yaptıkları işleri iyice hatırlamaya çalışın!......
   O yıllarda bu işin başını çeken hayırsever insan ve o insana gönül vermiş diğer yöneticilerin hemen hepsi Hak’ka yürüdüler. O Allah’ın rahmetine kavuşmuş insanlar , sizi bu işlerin başında vakıf hizmetini yürüten, kendilerinin yerini tutan, daha sonra gelecek nesillere vakıf hizmeti veren insanlar olarak görmek isterlerdi.
« Son Düzenleme: 12 Nisan 2012, 07:18:12 ös Gönderen: psikolog »

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4097
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #3 : 01 Haziran 2009, 01:19:08 öö »
•   Ama maalesef, bugün hiç beklenmedik bir tablo var gözümüzün önünde!
•   Sizler ne yaptığınızın farkında mısınız?
•   Bakın, bu manzara çok korkunç ve dehşet vericidir!
•   Hiç iflah olmazsınız!
•   Binlerce isimsiz, kim olduğunu bilmediğiniz, ölmüş ya da sağ insanın hakları sizlere emanet edilmiştir!
•   Sizler birer yedieminsiniz!
•   Yedieminler kendilerine güvenilen, emanetlerin teslim edildiği kişilerdir!
•   Emanete ihanet varsa, vay hallerine o ihanet edenlerin!
•   Şöyle bir silkinin ve kendinize gelin!
•   Sorumlu olduğunuz birimlerin geçmişine bir göz atın!
•   Bir de iyice sorgulayın, önce kendinizi sonra da müesseseleri!
•   Zararın neresinden dönerseniz kardır!

   Bu işin cezasını Hüda yalnız vakıf hassasiyetini istismar edenle bırakmaz. Bu gaflete düşen insanın çoluğunun çocuğunun perişan olmasına kadar gider olaylar silsilesi.

   Binlerce insanın katkılarıyla oluşmuş hayır birikiminin üzerine bina edilmiş(kurulmuş) olan şirket görünümündeki kurumların kazançları nereye akıyor?

   Sizler öğrenciyken imkanlar, bugünlerle mukayese edilmeyecek kadar az olmasına rağmen, bu kurumlar sizlere karşılıksız tam bir vakıf anlayışıyla hizmet vermişti. Hemen hemen gelirlerinin tümünü sizlerinin üniversite eğitiminize yönlendirmişti.

   Bugünkü şartlara baktığımızda, binler değil on binleri bulacak rakamlara ulaşmanız lazım öğrenci eğitiminde.

   Daha fazla devam etmek istemiyorum. Zira satırlar çoğaldıkça kahrım artıyor. Ciğerlerim, ruhum, yüreğim korkunç acı çekiyor. Yaralarımın sızlayışı artıyor.

   Hey hat!... 
   Üç günlük dünya yaşamındaki sahte yıldızlı görüntüler insanları ne hallere düşürüyor?...
   Beyler!...
   Bu dünyanın üstü olduğu gibi, altı da var…
   Sonraki pişmanlıkların fayda vermediğini unutmayınız!
   
   Evrenlerin sahibi, Yüce Yaratıcı, azameti ulu olan Malik sonu pişmanlık olan olaylardan tüm insanları uzak tutsun.
















psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4097
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #4 : 01 Haziran 2009, 01:19:39 öö »
 VAKIF YÖNETİCİLİĞİNDEN
       
           KOLEJ  PATRONLUĞUNA
   
   


















   1980’li yılların vakıf furyasına dahil İstanbul’un Avrupa yakasında kuruluşunda samimi dindar insanların çoğunlukta bulunduğu bir vakfın serüvenini anlatacağım(Bu vakfın sonraki yıllarda, nasıl din bezirganlarının elinde talan olduğunu yazımın akışı içerisinde anlayacaksınız).

   Kuruluş amacı hafız yetiştirmek olan bu vakfın diğer bir görevi de hem din eğitimi vermek hem de dışarıdan ortaokul ve lise bitirme sınavlarına öğrenci hazırlamaktı.
   
   Samimi anlamda dindar olup da varlıklı olan insanların parasal yardımlarıyla kurulan bu vakfın yönetimi, gelirlerin arttığı ve vakıf mallarının çoğaldığı yıllarda ne hikmetse değişti. Bu arada vakfın ismi de yenilenmişti. İlginç olan bir konu da yeni yönetim kurulu üyelerinin önemli bir kesiminin Suriye, Pakistan, Mısır vs gibi ülkelerde, kendi tabirleriyle dini ilimler okumuş olmalarıydı. Bu insanlar kendilerini “alim” olarak tanıtıyorlardı. Pedagojik eğitimden tamamen yoksun kişilerdi. Öğrenim gördükleri ülkelerden aldıkları diplomalar Türkiye’de dini ya da normal eğitim yapan hiçbir resmi kurumda geçerli değildi. Bu vakıftaki hakimiyetlerini yasalar karşısında yönetim kurulundaki üyelikleri paylaşmak suretiyle sağlamışlardı.

   Kurstaki imkanları kullanmak için ise vakıf yönetimindeki bu şahıslar yasal olmayan (resmi olmayan) idareci ya da hocaları olarak görev yapıyorlardı.

   Bu kadroların sigortaları ve maaşları muntazaman bu kurumdan ödeniyordu. Yani kursun çalışanları gözüküyorlardı.

   28 Şubat karalarıyla Kur’an kurslarına öğrenci kayıt yaşı yükseltilince, ayrıca sekiz yıllık ilköğretim mezuniyet şartı getirildiğinde, bu kursların devam eden öğrencileri bir anda sekiz yıllık mezun olma mecburiyetiyle karşı karşıya kaldı. Yeni öğrenci kaydı için de sekiz yıllık mezunlara ihtiyaç doğdu. Bu durumda iki yüzün üzerinde öğrenci bu vakfın Kur’an kursunda ortada kalmıştı. Bir sürü vaatlerle kayıtları yapılmış olan bu kurs öğrencilerinin ailelerine cevap vermek çok zor hale gelmişti. Kayıtlarda toplanan paralar ayrıca hafız yetiştirmek üzere varlıklı dindarlardan toplanan zekat ve kurbanlar alınamaz hale gelmişti. Doğal olarak illegal kurs çalışanlarının(resmi olarak vakıfçı gözüken şahıslar) gelir kaynakları kesilecekti.
 
   Derhal yeni bir oluşum için faaliyete geçildi. Yeni oluşum vakıf çevresi ve camiasının ikna edilmesi için mükemmel bir buluştu. Sermayenin ve organizasyonun devamı için biçilmiş kaftandı. Vakıf yönetiminin himayesinde derhal bir eğitim şirketi kurma kararı alındı. Bu şirket resmi bir limited şirket olacaktı. Eğitim şirketinin ortakları ise sadece ismen geçerli olan kimselerden oluşacaktı. Bu şahısların şirket üzerinde fiili anlamda hiçbir etkinlikleri olmayan paravan isimlerdi. Asıl sermaye ve söz sahibi vakıf ile vakıf üyeleriydi.

   Eğitim şirketinin bünyesinde üç ay zarfında çok amaçlı spor salonu, altı yüz kişilik yemek salonu, laboratuarları, resim atölyesi, kütüphane vs olan devasa bir kolej açtılar.

   Amaç mağdur durumda kalan kendi vakıflarına ait Kur’an kursu öğrencilerini bu okulda okutup mağduriyetlerini önlemek, yani yasal ilköğretim diplomasına sahip olmalarını sağlamaktı. Ancak hiç de böyle olmadı.

   O günlerde İstanbul’da birçok Kur’an kursunda mağdur olmuş hafız ya da hafız adayları oluşmuştu. Bu kurslara haber salındı ve buralardan gelen öğrencilerden o günkü şartlara göre normal kolej ücreti alınmak suretiyle birçok kayıt yapıldı. Ayrıca vakfın geçmişten beri oluşmuş olan çevresine duyurular yapıldı. Samimi dindar insanların her defasında olduğu gibi yine doğrudan doğruya inançlarına yapılan propagandayla öğrenci sayısında yeni açılan bir kolej için patlama diyebileceğimiz rakamlara ulaşıldı. (O günlerde kullanılan ilginç bir propaganda cümlesi şuydu “Müslüman koleji açıldı”)

   Eylül ayında okulun açılış günü geldiğinde mevcut altı yüzü aşmıştı. Bu arada bir kuruş dahi sermaye ortaklığı olmayan vakıf yöneticilerinin hemen her birinin çocuk ya da torunları okula kayıt olmuşlardı, hem de bir lira dahi ödeme yapmaksızın.
   
   Sözüm ona kendini vakıf üyesi olarak tanımlayanlar için bu kolej ve maddi imkanları tabiri caizse “Yağma Hasan’ın böreği”ni andırıyordu.

   Tabi ki umulanın üzerinde öğrenci kaydı, okulun kasasının dolmuş olduğunu ve o günkü şartlarda okul muhasebesinin kendini hiç zorlamadan okulu yıl sonuna taşıyabileceğini gösteriyordu.

   Fakat maalesef muhasebenin başında yine bir vakıf yöneticisi olan X.X vardı. Okulun bağlı bulunduğu eğitim şirketinin resmi sahiplerinden hiçbiri etkin olmayıp, muhasebeyle yakından veya uzaktan ilişikleri olmuyordu. Yani bu şirketin sadece evrakları üzerinde isimleri olup tamamen göstermelik şirket sahipleri görünümünde oluşları çok düşündürücüydü.

   Vakıfçılar kolej binası ile kursa ait yurt binası arasında sanki bu kurumların parasal ortaklarıymış gibi gövde gösterisi yapıyorlardı. Kolej açılmadan önce hiç olmazsa kuran kursunda üç-dört saat öğrencilerle meşgul oluyorlardı. Tabi ki kursta öğrenci kalmayınca yapacakları hiçbir iş kalmamış ve hemen hepsi idareci olmuşlardı.Çünkü branşlarından dolayı ve diplomalarının geçerli olmayışı onların kolejde derse girmelerinin mümkün olmayacağını ortaya çıkarmıştı.

   Vakıfçıların maaş ve sigortaları okul gelirlerinden ödeniyordu.Yönetim Kurulu üyeleri aynı ekip olup, ekibin gelir kaynağı değişmişti. Kur’an Kursu değil, kolej ve yurt sahibi olmuştu vakıf. Bu şahısların para kazanan, yani gelir kaynağı olan kolejde hiç bir görevleri yoktu. Okul Milli Eğitim’e bağlı devletin resmi organları tarafından atanmış müdür, müdür yardımcısı ve öğretmenleri olan yasal bir kurumdu. Tamamen kadrosu devletin denetiminde olan bir eğitim kurumuydu. Ayrıca 10-15 kişilik bir grubun olması son derece ilginçti. Hiç birinin finansal açıdan zerre kadar ortaklığı olmadığı halde, sözde din adına bu kurumlara, şahıslarına maddi imkânlar sağlamak için öyle bir sahipleniyorlar ki manzara ibret tablosuydu. 0laylara bizzat şahit olan biri olarak ve gözlerimin önünde cereyan eden bu gelişmeler beni hep düşündürüyordu. Kendi kendime içimden geçirdiğim cümleler şunlar oluyordu. “Yüce Allah’ım, senin insanların hayatına huzur vermelerinde rehber olarak gönderdiğin din kimlere kalmış.”

   Bu kurumların oluşumunda asıl sermayedarlar, daha doğrusu bizzat mal ve para bağışlayanlar Allah katında isimleri mahfuz(saklı) kişilerdi. O kişiler görevlerini yapmışlardı ve bu müesseselerin sokağından bile geçmekten kendilerini sakınan insanlardı. İnandıkları Yaratan’ın Rızası ve Sevgisini kazanmaktan başka hiç bir gayeleri olmayan bu insanların yaptıkları maddi katkılar, din bezirgânlarının elinde ne hallere düşmüştü.

   Muhasebe konusunda o kadar hoyratça davranılmıştı ki, kasaya ne giren ne de çıkan para belliydi. Beklenen oldu ve paranın (muhasebenin) başındaki adam, vakıf üyesi X.X. hesap vermedi ve bir şekilde sorumluluğu bir başka vakıf üyesi Y.Z.’ye devretti.
   
   Düşünebiliyor musunuz? Tamamen bir vakıf sermayesi ile kurulmuş(hem de dini eğitim amaçlı bir vakıf) o günkü günde 600 ‘ün üzerinde öğrencisi olan büyük meblağ paraların döndüğü koskoca bir kurumda kimse hesap vermiyor, kimse de hesap sormuyordu. Heybetli bir vakıf mirası ortada kalmış, gelen kepçeliyor, giden kepçeliyordu.


psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4097
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #5 : 01 Haziran 2009, 01:20:07 öö »
Muhasebenin başına yeni geçen Y.Z. Ocak ayında kasada para kalmadığını belirterek okul kadrosunun maaşlarının ödenemeyeceğini beyan etti. Bu haber son derece mantık dışıydı. Zira böyle bir şeyin olması,yapılan kayıtlara ve öğrenci mevcutlarına bakıldığında imkân dışıydı.
   Bir müddet kurum içersinde iflas söylentileri yayıldı. Ama okul kadrosunun maaşları dışındaki tüm masraflar için hiç para sorunu olmuyordu.
Mesela ısıtma, yemek, aydınlatma için ödemeler muntazaman yapılıyordu. Bunlar okul kadrosunun aylık maaş ödemelerinin kat be kat üzerinde giderlerdi. Yemek tutarı olan para, okul gelirlerinden ödeniyordu. Hiç aksatılmadan ödenen bu ücret, yemeğin yapıldığı mutfak idaresine acilen aktarılırdı .Bu mutfak ise çok ilginçtir ki vakfa bağlı olan ve okulun öğrencilerinin kaldığı yurda aittir,Yani yine vakfın bir başka binasında hizmet veren ama aynı vakfa ait olan bir kurumdu. Özet olarak önümüze çıkan duruma göre aynı vakfın kurumlarından; paralı olandan, parasız olana nakit aktarma organizasyonu açık seçik olarak önümüze çıkıyordu.
   
   Parasal sıkıntının, para olduğu halde suni olarak meydana getirildiğini hisseden okul kadrosu, olayı öğrenci velilerine duyurma sınırını zorlamaya başladığında ne hikmetse adı P.R olan bir başka vakıf üyesi sessiz sedasız, paraların tamamını muhasebede bulunan Y.Z.’ ye getirdi. Y.Z.’de sanki daha önce ki günlerde ağzından bizzat çıkardığı “Para kalmadı” cümlesini hiç söylememiş yüzsüzlüğüyle maaşları dağıtmıştı. O sene ikinci yarıyılda okulun kasasında hiç para olmadı. Okulun maaşları dâhil tüm giderlerini tek adam Y.Z. öder hale gelmişti. Tabi ki gelirlerin toplandığı yer, sadece vakıf üyelerinin bir kısmı tarafından biliniyor ve geleceğe yönlendiriliyordu. O yıl öyle geldi geçti.

   Bir yıl sonraki durum, okulun mevcudunun düşüşünü gözler önüne sermişti.
Paranın başında aynı şahıs olup, işleyiş bir önceki yıldan farklı değildi. Vakıf, kuruluş gayesinden çoktan uzaklaşmıştı. Yönetim kurulu üyeleri (kendilerini Fıkıh, Kur’an, Tefsir, hadis vs. gibi din ilimlerinin alimi olarak tanıtan ulema) şirket ortaklığına soyunmuş, çoktan iş adam olmuşlardı. Hem de sermayesiz ve emeksiz tamamı zekat, kurban ve bağışlardan meydana gelmiş bir vakfın sanki cesedinin üzerine çullanmış çöl fareleri gibi hücum ederek.
   Bu işin tadı pek sarmıştı vakıf yöneticilerini ki, nasıl olduğu anlaşılmadan, nereden estiği belli olmayan bir rüzgârla vakıfçıların işlettiği bu okul yeni bir okul doğurdu. Hem de öyle ayrı bir görüntüde ve bulundukları yaşam şartlarının ve felsefelerinin o kadar zıttında bir okula sahip olmuşlardı ki yeni okulu ziyarete gittiğimde şaşırmıştım. Okulun patronları çok ilginçtir, görüntüde iki üç kişiye düşmüştü.

   Muhafazakâr okul görüntüsüyle hiç ilgisi kalmamış olan yeni kolejin öğrenci ve veli portresi yüz seksen derece farklıydı. Şişli, Mecidiyeköy, Beşiktaş, Nişantaşı, Levent, Sarıyer semtlerine hitap eder hale gelmişlerdi. Eski okullarının yönetimindeyken sakallı(İslami anlamda) olan, kravat takmayan şalvar pantolon giyen ve ikisi de ne hikmetse eski okulun muhasebesini idare etmiş olan X.X ve Y.Z artık yeni okulun patron koltuğunda oturuyorlardı. Saç sitilleri ve entel gözlükleriyle Y.Z’yi gördüğümde kendimi tutamayıp “Oh be ne götürmüşsünüz arkadaş” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. (Yazımın ortalarında belirttiğim gibi X.X eski vakıf okulunda hesap vermeyen muhasebenin başındaki vakıf yönetim kurulu üyesi, Y.Z ise X.Xden sonra okulun muhasebesinin, yani paranın başına getirilmiş olan, bir ara “Kasada para bitti” deyip sonradan muntazaman yılsonuna kadar parları yönlendiren vakıf yönetim kurulu üyesiydi.)

   İşte önce son derece samimi insanların katkılarıyla kurulmuş olan vakıf, sonra aynı vakfın isim değiştirerek devamı, daha sonrada vakfın yöneticilerinin kurduğu ve vakfın parasıyla kurulmuş olan kolej ve en son olarak da tamamen kolej işletmeciliğine dönüşen vakıf sermayesinden oluşan eğitim şirketi. Yani birkaç kişiden oluşan, kolej ortaklığına dönüşmüş vakıf, amaçlarının dışında şahıs sermayeleri haline gelmiş, yok olmuş gitmişti.

   Bu anlatılanlar kurgu değil, kulaktan dolma dedikodular değil, hikaye ise hiç değil. Bizzat yaşanmış ve tarafımdan izlenmiş olaylardır.

   Maalesef dindar insanların o tertemiz niyet ve imanlarından kaynaklanarak yaptıkları yardımlardan oluşan vakıf hizmetlerinin önceleri ne kadar bereketlenip büyüdüğünü, fakat daha sonra kul hakkı tanımaz, vakıf rantçılarının elinde nasıl talan edilmiş olduğunu gözlerimiz önüne seren örneklerden yalnız birinin özetidir.
Onların, bu yaptıklarından dolayı, hesaplarını Allah görsün!...
Zira Allah’ın hesabı hızlıdır…






















DİN AKTÖRLERİNİN
       DİNİ VAKIFLARDAKİ
                DİN TÜCCARLIKLARI

   
















psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4097
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #6 : 01 Haziran 2009, 01:20:32 öö »
 Vakıflaşmak gayesiyle özellikle dindar insanların bir araya, gelerek kurdukları bu mukaddes kurumlar bu günlerde gerçekten içler acısı durumdadır. Mercek altına alınması, iğnesinden ipliğine kadar iyice incelemesi gerekir. Tamamını işaret etmek haksızlık olur, ama büyük bir çoğunluğu için çok fazla delil filan aramaya gerek yoktur. İplerin uçlarının kimlerin ellerinde olduğu aşağı yukarı bellidir.

   Kurulurken hemen hepsinin tüzüklerinde eğitim, sağlık, fakir fukaraya yardım, düşkünlere destek vs. gibi maddeler bulunuyor(Vakıf oldukları için tabi ki tamamen karşılıksız). Bu maddeler kuruluşta son derece toparlayıcı, birikimleri oluşturmada tam anlamıyla inandırıcı ve teşvik edici oluyor. Özellikle vakfın menkul ya da gayrı menkulden oluşacak mal varlığının meydana gelmesini sağlıyor. Daha doğrusu maddi sermayenin oluşmasına sebep oluyor.

Bu oluşumu genellikle orta yaş ve üzeri insanlar her türlü fedakarlığa katlanarak gerçekleştirir. Bu insanlar yaşları icabı mal varlıklarından ve kendi çevrelerinden güvene dayalı topladıkları bağışlarla kurarlar vakfı. Yegâne gayeleri Allah’ın Rızasını ve Sevgisini kazanmaktır. O insanların inandıkları Kutsal Kitap’ın mesajlarından olan “Kuşkusuz O  iyilik edenlerin ecrini zayi etmez” müjdesinden nasiplerini alma arzularıdır.

   Doğal olarak samimi insanlar bu alt yapının oluşumundan sonra görevlerini tamamlamış olduklarına inanarak kendilerini geri çekerler. Zaten bu insanlar yaptıkları işin nöbet sistemi içersinde devam edecek bir görev olduğuna inandıkları için vakfı yeni bir ekibe devrederler. Gaye vakfın taze kan takviyesiyle daha ilerilere taşınmasıdır. Ancak bu eskilerden bir grup, bir şekilde yönetimde kalır. Bu kalan grubun  genellikle kuruluşunda maddi anlamda katkılarının olmayışı üzerinde durulması gereken ayrı bir konudur. Yeniden oluşmuş olan vakıf ekibi, eskilerden bir grup ile yeni bir grubun birleşmesinden oluşur.Fakat yönetim içinde öyle bir işleyiş hakim olur ki eski yönetimden kalanlar,yenileri yönlendirici pozisyona bürünürler. Zaten yönetim kurulu yeni başkanını da ne hikmetse yine eskilerden seçer.

   Vakfın yeni yönetiminin çalışmalarına, yönlendirme tarzındaki faaliyetlerine itiraz edeler olursa, devre dışı bırakılmaya çalışılır.Şayet itirazlar devam ederse hemen bir sonraki yönetim seçimlerinde tamamen ekarte edilirler.

   Vakfın kuruluş ve altyapısı bittiğinde, gelirleri veya aktif imkanları kadarıyla hizmet vermesi zaten asıl amaçlarındandır. Ancak böyle olmuyor ve işte burada “DİN AKTÖRLERİ” dediğimiz bukalemun tipliler maalesef zamanlamayı gayet iyi yaparak ortaya çıkıyorlar. Rollerini öyle güzel oynuyorlar ki(Bunlar zaten yönetimde oluşan kişilerdendir) çevrenin inanması mümkün değil. Vakıf camiasına ya da vakfı tanıyanlara daha fazla hizmet için daha fazla para gerektiğini söylerler. Bunun için vakfın şirketlerinin olması gerektiğini gündeme getirir ve konuyu işlemeye başlarlar. Şirketlerin yapılanmasında vakıf isminin kullanılarak, işe girişilebileceği ve vakfın her türlü imkânının kullanılabileceğine çevreyi inandırırlar. Bu arada her türlü bağış (zekat, kurban, gayrimenkul vs.) kabulüne de devam edilir. Zira vakıf görüntüsü devamlı gündemde tutulmaya çalışılır.

   Şirketler yavaş yavaş kurulu ve işletilmeye başlatılır. Ama görünüşte şirketler bağımsız tamamen vakıftan ayrı kuruluşlar olarak oluşturulur. Şirketlerin sermayesi; vakfa ait olan insan kaynakları veya vakfın alt yapısından meydana gelir. Fakat ne acıdır ki İNFAK amacıyla yani insanların muhtaç olanlarına verilsin, dağıtılsın ya da, zor durumdaki insanların hizmetinde olsun diye bağışlanmış vakıf malları amaç dışı kullanıma yönlenir.

   Evet, cümlemizi biraz daha açacak olursak daha net olarak açıklama yapmış olacağız. Uygulanan bu yöntemle vakfın taşınan ya da taşınmayan her türlü mal varlığı yeni oluşan şirketlerin resmi anlamda kuruluş sermayeleri haline dönüşüyor. Yani artık vakıf malları, üzerinden para kazanılan ticarethane ya da tüccar sermayesi haline dönüştürülmüş oluyor.

   İşte meselenin üzerinde düşünüldüğünde, içinden çıkılamadığı bu anlayışın ve formüllerin izahının yapılamayışı insanların kafasını son derece karıştırmıştır.
   
   O pırıl pırıl, tertemiz niyetlerle omuz omuza verilerek gerçekten vakıf oluşturmak amacıyla kurulmuş, karşılıksız yardım amaçlı kurumlar bu hale getirildiler. Diğer bir açıklamayla; “DİN AKTÖRLERİNİN” , “DİNİ VAKILARDA” ki rollerini değiştirip senaryoda nasıl “DİN TÜCCARLIĞINA” soyunduklarını özetlemiş olduk.

   Şimdi yazımın bu bölümünden itibaren, şirketlerin devamıyla oluşan birikimlerin nasıl değerlendirileceğini ve iş hacimlerinin nasıl büyüyüp muazzam sermayeli şirketlere dönüştüğünü göreceğiz.

   Kuruluş sermayelerinin tamamen vakıf mallarından oluştuğu bilinen bu kurumların her geçen gün büyümelerindeki görüntünün vakfın büyümesi olarak yansıtılması ince düşünülmüş bir taktikmiş hissi veriyor insana.

   Ayrıca bu arada vakfın kuruluş amaçlarındaki maddeler hemen hemen unutulmuş hale gelir. Tek tük göstermelik olarak belki bazı maddelere bağlı kalınarak vakıf hizmetleri devam ediyormuş gibi gözüküyor olsa bile, vakfın asıl amaçları arasında devede kulak şeklinde kalmakta ve maalesef büyük kazançlara rağmen olay amacından sapmış hale gelmiş olmaktadır.
İşin bir ilginç tarafı da, yapılan faaliyetlerin hala bir vakıf hizmeti olduğuna inandırılmış, özellikle birtakım tertemiz niyetli dindar gençler ise bu şirketlerde “ALLAH RIZASI” için ücretsiz, karın tokluğuna ya da çok düşük maaşlarla son derece fedakârca gönüllü olarak çalışmakta ve işleyişe farkında olmadan katkıda bulunmaktadır.

   Bu kademeler yaşandıktan sonra artık bu tür vakıflar “VAKIF ŞİRKETLERİ” ne dönüşmüştür. Acaba bu tabir doğru mudur? Yani “VAKIF ŞİRKETİ” diye bir tabir ne derece anlamına uygundur?

   Halkımızın düşünce anlayışına göre vakıf;

   Para kazanma amacı taşımayan, zenginden aldığını fakire dağıtan gönüllü bir aracı hayır kurumudur.

   Bir de bizzat şahıs vakıfları vardır ki, muntazaman gelirlerini ihtiyaç
sahiplerine dağıtırlar.
 
   Ayrıca bazı gayrimenkuller vardır bunların sahipleri ölmüştür. Gelirleri ihtiyaç sahiplerine dağıtılsın şeklinde kesin vasiyetnameleri vardır, yani sahibinin ölümünden sonra vakıf haline gelmesi gereken oluşumlardır. Vasiyetname doğrultusunda dağıtımı yapılır ve belirtilen şartlara göre sürdürülür.

   Vakıf geleneğinin gerçek yüzünde şirketleşmiş, ticarethaneye dönüşmüş bir görüntü ya da anlayış kesinlikle yoktur.  Bu durum, amacı ve anlamıyla tamamen ters ve aykırı konum oluşmasına sebep olur ki zaten bu şartlardaki kuruluş vakıf değildir. O zaman karşımıza para kazanılan bir müessese olarak çıkar. Her ne olursa olsun vakıf para kazanılan yer veya para kazanmaya sebep olan kuruluş olamaz. Ancak para ya da mal mülk gibi bağışların birikmesinde, bir havuz oluşumunda öncülük yapar, daha sonra da bu havuzdakileri adil bir şekilde ihtiyaç sahiplerine dağıtır. Bu anlayış sağından, solundan, ucundan, şurasından, burasından delinip birilerinin senaryolarına uydurulduğu için günümüzdeki kahredici manzara önümüze çıkmaktadır.

   Nasıl bu hale dönüşüyorlar, nasıl bu anlayış ve işleyiş üzere bu kadar büyüyüp çoğalıyorlar? Bunu anlamakta beyinler zorlanıyor. İşin içinden çıkılamıyor. Bütün bunlardan sonra bu tür vakıflara, şu soruları sormak gereği ortaya çıkıyor.

   

   Bu vakıfların;

—   Sağlık hizmeti veren şirketlerinde günde kaç tane fakir hastaya ücretsiz tedavi uygulanıyor?
—   Eğitim hizmeti veren devasa kolej ve dershanelerinde, kaç yüz fakir öğrenci okutuluyor?
— İnşaat şirketlerinde evsiz barksız kaç aileye ev veriliyor?
— Turizm şirketlerinden kaç fakir insan yararlanıp, ücretsiz seyahat edebiliyor?
—Yayıncılık sektöründe, çocuk yayınları ile uğraşanlar kaç yüz çocuk kitabını fakir çocuklara dağıtmışlar?

   Özellikle tekrar vurgulamak istiyorum ki vakıf gibi vakıf diyebileceğimiz ve gerçekten bağışlar ve her türlü yardımlarla devam edenleri kutluyor ve çalışmalarının devamını diliyorum. Bu tip vakıflar zaten gelir ve giderleri apaçık ortada olan vakıflardır. Onların ihtiyaç sahiplerine ulaşmaları ve yardımları gözler önündedir. Böyle vakıfların yardımseverleri devamlıdır. Verdikleri hizmeti devam ettirdikleri süre boyunca, fayda sağlayanlar bu kurumların gerçekten ihtiyaç sahipleri olarak tanınan müdavimleri olurlar. Bu kurumlar, verme, dağıtma, sevindirme, paylaştırma özelliğini görev kabul etmişlerdir.

   Gerçek manada vakıflarda, bağışçılar, yardımseverler, kendilerini sadece işin evraksal boyutunda belli ederler. İsimleri yaptıkları bağış karşılığı vakfın makbuzlarında kalır. Vakıf görevlileri dışında birilerinin nakit bağış ya da gayrimenkul hibesini birilerinin bilmesi bağışçıyı(gerçek anlamda yardımseveri) rahatsız eder. Özellikle yardım alanların bilmesini kesinlikle istemez.

   İşte vakıflar ve işte vakıf şirketleri neydiler,ne oldular?
   Ne amaçlarla kurulmuşlardı ne hale geldiler?
   Kimler kurdu, kimlere kaldı?









psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4097
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #7 : 01 Haziran 2009, 01:21:00 öö »
VAKIF SEVDALISI
      DELİORMANLI RASİM AMCA

   

















   İstanbul’daki vakıf kolejlerinden birinde müdürlük yaptığım yıllarda ramazan aylarında vakıf camiası ve okul velilerine iftar yemeği verirdik. Bu iftar yemekleri okul binasında organize edilirdi. Doğal olarak organizasyonun sorumluluğu okul müdürü olarak bana verilirdi. Çünkü vakıf sadece karar alıyor ver topu okula atıyordu.

   Bizlerde tüm okul kadrosu olarak, bu hayırlı işi eksiksiz ve hatasız olarak halledelim diye dört elle sarılır, ekip olarak tüm hassasiyetimizi sarf edip sonuca odaklanırdık.   

   Yine bu iftar hazırlıklarından birinde koşturmaca devam ediyordu. Herkes kendine düşeni fazlasıyla yapma çabası içindeydi. İşın birinci derecede sorumlusu olduğum için doğal olarak personelimin arsında onları teşvik etmeye çalışıyordum. Hatta onlara şöyle söylüyordum, “Ben odamda koltuğumda oturup, sizi bu oruçlu halinizle koşturursam, ebedi hayatta Allah’a nasıl cevap veririm”. Bu sözler onları çok memnun ediyor ve şevkle işlerine sarılıyorlardı.

    Sıra okulun beşinci katından, iftar vereceğimiz spor salonuna, yani bodrum katına masaları taşımaya gelmişti. Bu çok zor bir işti, ben de oruçlu insanlara eziyet hissi uyandırıyordu. Sorumluluğunu aldığım bu insanların haklarından irkiliyordum. Ama onlar yaptıkları işin manevi tadına öyle varmışlardı ki, kendilerini tamamen yaptıkları işle bütünleştirmişlerdi.

   Aradan geçen yıllardan sonra, ben kendimce bu onurlu tabloya şu teşhisi koyabiliyordum.

   Ramazan ayı münasebetiyle, bu ayın kutsallığı aşkına arınmış kalplerin, bir araya gelerek meydana getirdiği müthiş bir sinerjiydi bu görüntü. Bu görünümün fiziki açıklamasını yapmaya kalkmak imkansızı zorlamaktı. Çalışma tempoları, arıların kovana giriş çıkışlarını andırıyordu. Düşünebiliyor musunuz? Koskoca masaları 5 kat merdivenden aşağı indiriyorlar, sonra hiç dinlenmeden tekrar 5 kat yukarı çıkıp bir diğerini alıp tekrar aşağı indiriyorlardı.  Olay böyle sürüp gidiyordu.


   Bu telaş içersinde yaşı itibariyle hizmetli kadrosunun en büyüğü olan Rasim Amca’dan söz etmeden geçemeyeceğim. Rasim Amca 60-65 yaşlarında, Bulgaristan’ın Deliorman Bölgesinden o günlerden 1 yıl önce Türkiye’ye gelmiş bir soydaşımızdı. Çocukluğunu ve gençliğini, insanın yaradılışıyla hiçte bağdaşmayan baskıcı bir rejim altında geçirmişti. Özgürlüğe susamış boynu bükük bir Osmanlı torunuydu. Ömrünü zalim bir rejimin yönetiminde geçirmiş oluşunun hüznü suratına öyle bariz bir şekilde vuruyordu ki, bu hüzünlü duruş, şahsen beni her gördüğümde etkilerdi. Konumum gereği yüzüne söyleyemiyordum, ama şuur altımdan ona haykırıyordum! “HEY GİDİ GÜNLER HEY! Bir zamanlar dünyaya ihtişamıyla nam salmış, Osmanlı Saraylarına cihan pehlivanları yetiştirip göndermiş beldenin, şimdiki mazlum insanları! Ne idiniz ne oldunuz ve ne hale geldiniz ?”

   Rasim Amca ömrü boyunca inanç ve din özgürlüğünü yaşayamadığı içinde, geçmişteki o rejime karşı oldukça kin duyuyordu. Fakat bizim okulda çalıştığı süre boyunca o konuda son derece özgürdü. O bakımdan içinde bulunduğu ortamdan çok memnundu. Geçmiş elli yılın intikamını alırcasına ibadetini yapabiliyor ve bundan doğan huzurla da verilen her türlü görevi canla başla yerine getiriyordu.

   İftar hazırlıklarımız söz ettiğim tarzda sürerken, Rasim Amcayı yaşından dolayı biraz dinlendireyim istedim ve sesimi yükseltmek suretiyle onu uyardım.”Rasim Amca sen biraz dinlen, fazla yorma kendini” dedim. Nereden söylemişim, keşke ağzımı açmasaymışım. Rasim Amca elindeki masayla beraber bana dönerek, sırtını merdivenin duvarına dayadıktan sonra, o sakin adam tam bir çarıklı erkân edasıyla sesini yükselterek şamar gibi bir cevap sallamaz mı?  Tüylerim diken diken oldu ve içimden “ Ey Allah’ım bunu bir uyarı kabul ettim, beni bir mazlum, ama halis inanç sahibi olduğuna inandığım bu çilekeş insanla sarstın ve ikaz ettin!”  demek suretiyle olduğum yeri terk ettim. Zaten gözlerim dolmuştu bile. Ani bir tokat yemiş gibi olmuştum. Ne demişti Rasim Amca? Aynen yazıyor ve üzerinde uzun uzun düşünülmesi gerektiğine inanıyorum.

   “Müdür Bey ben kırk sene Allahsız, komünist kâfire hizmet ettim. Bir akşam müslümanlar için yorulsam ne olur be yav!” dedikten sonra aynı tempoyla işine devam etmişti.
İşte hizmetlisinden öğretmenine, muhasebe sorumlusundan okul müdürüne kadar, böyle berrak kalplerin çoğunlukta olduğu bir kurumdu bu vakıf okulu. Zaman mefhumu günlük kullandığımız saatlere ayarlı değildi. Çalışanlarının çoğu, ruh saatlerinin akrep ve yelkovanlarının sesine kulak veriyorlardı. Zaten bu vakıf okulunun, öğrenci sayısının patlama yılları, başarıları, şaha kalkışı, ismini duyurması ve İstanbul’un ayrı bir semtinde yeni bir okul binasının yapılışındaki finansın büyük bir kısmının buradan karşılanması, hep bu sütlerine haram karışmamış bereketli insanların emeklerinin ürünüydü. İşin parasal boyutuyla hiç mukayese edemeyeceğimiz bir olağanüstü başarı alenen gözlerimiz önündeydi. Özet olarak bu insanlar vakıf ruhu anlayışına o derece intibak etmişlerdi ki, yegane arzuları YARATANIN SEVGİSİNİ KAZANMAKTI.” Bundan dolayıdır ki sonuca net ulaşılmıştı.

   Yıllar sonra daha objektif bir gözlem yapma imkânına sahip
oluyor ve şu gerçeklere ulaşıyordum.
   O yıllar ve o kadrolardan sonra durum hiç de iç açıcı olmadı. 1997 yılından sonra okulun gidişatı, çıkışlara değil inişlere sahne oldu.
Maalesef bu günlerde de, görünüşte fazla değişen bir şeyler yok. 6- kişilik mevcutla dahi sınıf açma mecburiyetinde kalan bir okul haline gelinmiş. Çöküşü ya da geriye gidişi anlamak için çok kafa yormaya gerek yok.Teşhis gayet kolaydır.Çünkü her şey gözler önünde cereyan etmiştir. Önemli olanlarını maddelersek:

—Rasim Amcalar kadro içersinde azınlığa düşmüştür.
—Serdengeçti insanlar kurumdan kaçırılmıştır.
—Vakıf anlayışı, şirket ya da ticarethane zihniyetine dönüşmüştür.
—İnsan ilişkilerinde ahde vefa ortadan kalkmıştır.
—Çalışkan, can başla koşturan insanların yerini göz boyayıcı tipler almıştır.
—Kulağı okul çıkış zilinde olan idareci ve öğretmenler artmıştır.
—En önemlisi vakıf okuluna eleman alınırken “ALLAH RIZASI” gibi insan için en kutsal değer olan bu anlayışın istismar edilişidir.(Özellikle genç göreve başlayan elemanlara bu istismar şok etkisi yaparak “ah” alınmasına sebep olmakta ve vakıf ruhunun kaybolmasına neden olmaktadır.)

   Konuya biraz daha ışık tutması amacıyla, aynı kurumda gözümle gördüğüm bir olayı da anlatmadan geçemeyeceğim:

   Rasim Amcaların çoğunlukta olduğu dönemde idarecilere bazı günlerin mesai saatleri yetmezdi. Ancak 2000li yıllarda bir gün bu vakıf okuluna gittiğimde, idarecilerden biri mesai saatinde odasında kalın bir kitabı masasının üstüne koymuş, sesiz ve sakin bir şekilde okuyordu. Çok şaşırmıştım.

   Eee!... Müsaadenizle artık bütün bu olanlardan sonra, çöküşü kabullenelim. Allah’tan ki tek tük de olsa, hala mevcut olan bazı insanların fedakârlıkları hürmetine tamamen batıp gitmiyorlar.

   Bu vakıf kurumlarının, bu hallere düşmelerinin müsebbipleri halen yönetim kurullarında görevlerine devam etmektedirler. Şahıs olarak kötü insanlar olmayabilirler. Ancak konunun ehli olmadıkları ayan beyan ortadadır. Ehil olmadıkları halde tam bir direniş içersindedirler ve kurumları daha kabiliyetli, atak, ileri götürecek şahıslara bırakmamaktadırlar. Meseleyi iktidar olma ve hakimiyet sağlama yönünde görmekte olan bu şahıslar malum sonuçların oluşmasına sebebiyet vermektedirler. Hâlbuki vakıfçılıkta asıl olan “Hayırda Yarışmaktır”.
   Vakıf yönetimlerinde yıllarca aynı isimlerin olması işi şirketleşmeye ve hatta zaman zaman vakıfların o şahıs isimleriyle anılmasına sebep olmaktadır.Bu çok tehlikeli ve veballi sonuçlara sebep olmaktadır. Vakıflar kimsenin özel veya şahsi kararlarıyla idame edemez. Zira katkısı olan her insanın hakkının olduğu bir bağışlar ve fedakârlıklar birlikteliğidir.

   Sonuç olarak şunu söylememiz gerekir:

   Lütfen işi ehil olanlara teslim edelim. Dindar ve samimi inançlı insanların en kalbi duygularıyla, vakıf olduğu için emeklerini veya maddiyatlarını seve seve vererek oluşturdukları bu vakıf okul binalarında çocuk sesleri yok olmasın, zil sesleri eksilmesin.











psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4097
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #8 : 01 Haziran 2009, 01:21:27 öö »

              YAZIKLAR OLSUN
 VAKIF RUHU İSTİSMARCILARINA























   Vakıf Selçuklu ve Osmanlı kültüründe toplumsal hayata damgasını vurmuş, insana hizmeti kendine gaye edinmiş muhteşem bir kurum. Bu kurum zaman içinde diğer canlılara da hizmet verir hale gelmiştir. Örneğin cami ve medreselerin bazılarının saçaklarında halen rastladığımız kuş evleri. Bunlar, sonradan ilave edilen, derme çatma taş yığınları değildir. İnşaatlar yapılırken plan ve projelerine önemle dahil edilmiş özel bölümlerdir.

   Yaratılmışlar arasında adil denge sistemini devam ettirmek amacıyla kurulmuş olan bu müessese tamamen Yaratan’a teşekkür amacı taşımaktaydı.

   Bu paylaşma düzeninin sonucu ise toplumsal bereketi ve huzuru cemiyetin sürekli hayatı haline getiriyordu.

   Ne güzel bir metot, ne iyi bir davranış ve ne can-ı gönülden bir fedakarlık şekliymiş. İnsanın zamanı geriye akıtıp o yıllara gidesi geliyor.
Niye o yıllara gidelim ki; şimdi vakıflar ve vakıf çalışmaları yok mu? diye bir soru burada tam da karşımıza çıka geliyor.

   Zaten benimde konuyu ele alışımın yegâne nedeni bu. İşin püf noktası burası.

   Olayı biraz irdeleyelim.

—   Vakıfları geçmişte oluşturanlar insanlardı. Şimdi de oluşturanlar insanlar. Buna itiraz etmek gerçeklere ters düşmektir. Yani burası tamam.
—   Vakıfların o zamanlar da gelirleri vardı, şimdi de gelirleri var. Burada kafamızda soru işaretleri oluşuyor işte.

   Meselenin bu yönüne net açıklama getiremiyoruz. Maalesef bir yerlerde bir takım eksikler var. Var olduğu için de gerçek amaca ulaşılamıyor.

   Son yıllarda vakıfların birçoğu o kadar istismar edilmiştir ki, hatta yönetim kurullarındaki şahıslar tarafından öyle şekille büründürülmüştür ki, dualar oluşturacak bu kuruluşlar beddualar üretir hale gelmiştir. Vakıf sözcüğünün muhtevasındaki özveri, karşılıksız vermek, fedakârca davranış anlamları yerine; fayda sağlamak, vakıf imkânlarını birtakım hak etmemiş insanlara kullanmak gibi amaç dışı eylemlere dönüşmüştür.

   Evet, bunu çok rahatlıkla söylüyoruz ve üstüne basa basa iddia ediyoruz ki bunu böyle uygulayan vakıf adı altında binlerce kuruluş ülkemizde maalesef mevcuttur. Fakat hemen burada bir hatırlatma yapmak Allah katın da vebalden kurtulmamıza neden olur. Halen işleyişinin amacı dışına çıkmamış olduğuna inandığım Cumhuriyet Türkiye’sinde örnek çalışmalara damgasını vurmuş “İLİM YAYMA CEMİYETİ VAKFI” gibi binlerce gerçekten ihtiyaç sahibi öğrenciye maddi ve manevi destek olan vakıflar da vardır. Temennimiz bunların devamlılığı olup, sayılarının artmasıdır. Çok şükür ki azda olsalar, bunların var olması oldukça sevindiricidir.
Gayesinden uzaklaşmış olanları kınamak suçlu ilan etmek gibi bir amacımız yok. Sonuca gidemeyişlerini mercek altına alınmasını istiyoruz.
Bu vakıfların kuruluşunda tertemiz ve çok iyi niyetli insanlar olur. Hatta kendini hemen her şeyi ile bu hayırlı işe adayan, can siperane çalışan insanların emekleriyle temeller atılır.

   Sözüne ettiğimiz insanlar yüreklerinden geldiği gibi davranır, son derece verici, vakıf meselesine gönül özüyle bakarlar. Fisebilillah(Allah için) maddi anlamda hiç karşılık beklemeden tüm çabalarını ortaya koyarlar.

   Vakıflar bu safhalarda, bu tür insanların kontrolündeyken altın çağlarını yaşarlar. Hizmetler öyle üretime dönüşür ki , meydana gelen zenginlik ve bolluğu sözcüklerle ifade etmek mümkün olamaz.Olayların akışı içinde beş duyunuz, gönlünüz ve aklınızla bulunduğunuz zaman konuyu tam anlamıyla algılayabiliyorsunuz.
Vakıfçılık Yaratıcı’nın insanlara verdiği zenginlik nimetini muhtaçlara onurları kırılmadan, çok hassas bir davranışla sunulup paylaşımını sağlamaktır.

   Bu zenginlik yalnız parasal ya da maddi zenginlik değildir.

   Yazımızın başından beri vurgulamak istediğimiz “gönül zenginliği” bütün hepsinin üzerindedir. Çünkü vakıfçılıktaki parasal ya da maddi zenginlikler, gönül zenginlikleriyle taçlanmayınca çöküş kaçınılmaz olur.

  Hizmetler sekteye uğrar, vakıfçılıkla uğraşanlar hüsranla karşılaşırlar.

Neden?
Neden mi?

Gönül tartısından, gönül ölçeğinden, gönül süzgecinden yoksun bir vakıfta; Haklar birbirine karışır, hak edenler arasında adaletten uzaklaşılır, insanları güldürmek, mutlu etmek, dualar oluşturmak gerekirken. O isimler altında canlar acıtılır, gözler yaşartılır, ahlar alınır. Layık olmayanlar vakıf imkânlarından faydalandırılır. Vakfa hizmet edermiş gibi gözüken göz boyayıcılar vakıf yönetimlerindekileri dalkavukluklarla etkileyip hak edilmeyen kazançlar elde ederler. İşte bu manzara olayın bittiğini gösterir.

   Tabii ki vakıfların işleyişleri için profesyonel, devamlı, maaşlı elemanlar da gereklidir. Ama bu demek değildir ki ağma Hasan’ın böreği misali, bir sürü gereksiz insanı, onun bunun hatırı için buralarda barındırmak. Ayrıca vakıf diye başlayıp, vakıf şirketlerine dönüşüldüğünde, işte o zaman ipin ucu iyice kaçmaktadır. Maalesef vakıf ruhuyla kuran ve o ruhun devam ettiği sürede kısa zamanda çoğalarak büyüyen hizmetler ve binalar, bir de bakıyorsunuz, bir sürü maaşlı insanın çalıştığı şirketlere dönüşmüş. Doğal olarak da günlük ticari piyasa çıkarları içinde yerini almış kuruluşlar halinde ortaya çıkmaktadır.
   Özet olarak, üzülerek şu cümleyle konuya son vermek istiyorum.
      Vay!...  Bu yanlış işin farkında olup da hala direnen ve egolarına
yenik düşen vakıf yönetimlerindeki insanların haline.

Üzerinde düşünülüp ders alınması gereken bir vecize:
“Bir kimsenin ocağını yıkmak istersen,bir avuç vakıf toprağını alarak onun evinin damının üzerine at.”                                                                                                                                                                                 
                                                                               SÜLEYMAN ŞAH









psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4097
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #9 : 01 Haziran 2009, 01:22:12 öö »
                 DİNİ VAKIF 
   YA DA VAKIF OKULLARINDA
   KUTSAL DİNİMİZ ÜZERİNDEN  NEMALANAN BUKALEMUNLAR
   














   



   Benim çocukluktan gençliğe geçiş dönemim,1960’lı yıllardır.Türkiye’de
27 Mayıs ihtilalinden sonra, yeni ideolojik akımların başladığı ve gençlik
hareketlerinin tohumlarının atıldığı yıllardı.

   İstanbul ‘da başladığım okul hayatıma, babamın vefatı nedeniyle, Sakarya’da sürdürmek üzere, emekli eğitimci olan eniştemin yanına gönderildim.

   Emekli bir köy enstitülü olan (rahmetli) eniştem çok okuyan ve araştıran biriydi. Kendi çocuklarıyla birlikte geçirdiğim, çocukluktan gençliğe geçiş yıllarımda, yaşadığım mutlu günleri unutmam mümkün değil. Çünkü gelenek ve inançlarını son derece mantıklı yaşayan ve bize yansıtan bu saygıdeğer insandan hayat dersleri alıyordum.

   Yüce Yaratıcı’nın katında; kul hakkının, adaletin, iyi ahlaklı olmanın, iyilik yapmanın insan yaşamında temel taşlar olduğunu, sık sık örneklerle anlatırdı. Dinimiz önderlerinin hayatlarından kesitler sunardı.

   Bir Müslüman için namaz, oruç, hac gibi şahsi ibadetlerin(şartlar tamam olduktan sonra)yerine getirilmesinin, hayatın içersindeki normal yaşam kurallarından olduğunu söylerdi.
   Sevgili Peygamberimiz(S.A.V)’in ahlak ve sözlerini, cami hocaları ya da vaizlerin birçoğunun anlattığı usulde anlatmazdı. Yani, sloganlarla değil, zamanı geldikçe, hayatımızın seyri içersinde, içimize sindirerek kavrattı.

   Hz. Ebubekir’i öyle anlatırdı ki, kendimi onun gibi zengin olup, düşkün ve fakir insanlara, servetimi dağıtma mutluluğunu yaşatırdı.

   Hz. Ömer’den söz ederken adaletsizliği hiç affetmeyen, haksızlığa uğra yanlar için, kükreyen bir aslan edasını çizerdi düşünce dünyamda.

   Hz. Ali’yi bilime verdiği önemle tanımıştım.

   Hz. Osman gibi edepli ve saygılı davranmayı kavramıştım.

   İşte böyle tanıdım ve inandım ben Yüce Allah’ın Son Kitabını ve O’nun insanlığa armağan ettiği İslam Dinini.

   Paylaşmanın, haklı kazançtan ihtiyaç sahiplerine vermenin, karşılıksız yardımın, makam gücünün düşkün insanlara kullanılmasının gerektiğini emreder dinimiz. Bu anlayış doğrultusunda, veren el olmanın çok hayırlı olduğunu, kafamıza nakşederek yetiştim ve hayata atıldım. Davranışlarım, böyle bir düşünce yapısına göre oluşmuştu.

   1980 ihtilali ideolojileri bitirmiş, yeni bir dönem başlatıyordu. Türkiye’de benim de, çalışma hayatımın kesintisiz olarak başladığı yıldı. Yazımın başından beri izahını yapmaya çalıştığım, özellikler nıuhtevasında göreve başladım.

   Görevim öğretmenlikti; yani insan yavrusunu şekillendirmek, onun isteklerine cevap vermek, onu mutlu etmek suretiyle topluma faydalı hale getirmekti.

   Mesleğimi çok sevmiştim.....

   Yaratılmışların en şereflisi olan, insanoğlunun eğitimi için gönlümün ve tüm duygularımın gücüyle, her şeyimi feda etmeye hazırdım. Çünkü bu eylem hiçbir şekilde menfaate dayalı olmayan, mutluluklar silsilesiydi benim için. Tertemiz dimağların geleceğine ait, sağlıklı bilgi ve becerilerle bezenmesinin ülkem ve milletim adına bana verdiği kutsal bir hazdı.
   
   Yıllar geçiyordu…

   Eğitim ordusundaki çalışmalarım, hep aynı ruh hali içersinde ve hatta daha da artarak devam ediyordu.

   1990 yılına gelindiğinde, görev yerim itibariyle, devlet okulları arasında, devrelerim ve yaşıtlarıma göre Türkiye şartlarında, üstün başarılara imza atmış bir okulda çalışır hale gelmiştim. Bu okulda idareci olarak yedinci yılımı çalışıyordum.

   O yıllarda Türkiye’de, olağanüstü sayıda özel okul açılmaya başlanmıştı. Bu akıma dini cemaat, vakıf ve topluluklar ardı ardına yöneliyordu.

   Bu oluşumlara ait özel öğretim kurumlarının yasal patronları ya da yasal ortakları tamamen göstermelikti. Asıl sermaye ve okul sahipleri ise oluşumların kendileriydi.

   Bunlardan bir tanesi de İstanbul’da yeni açılmış, öğretim kadrosunu oluşturmaya başlamıştı.

   O günlerde beni bu kuruma davet ettiler. Görüşmeye gittim,konuştuk ve anlaşmaya vardık. Devlet okullarındaki hizmetimin on birinci yılında hiç tereddüt etmeden istifa ettim. Zira dindar insanların açmış olduğu bu okulda eğitim ideallerimi daha iyi gerçekleştireceğimi düşünmüştüm. Dinimizin ilk emrinin “Oku” olmasından dolayı ve bu insanların da dindar olmaları münasebetiyle çok güzel şeyler yapacağıma inanmıştım. Büyük bir coşku ile 1991 Ağustosunda, ilköğretim bölümünün resmi kurucu müdürü olarak göreve başladım. Bu coşkuyu dini inanç değerlerimden alıyor ve motivasyonumu güçlendiriyordum. Zamana karşı çalışıyordum. Okulun inşaatı sürerken diğer taraftan öğrenci kayıtları yapılıyordu. Tüm birikimlerimi, enerjimi ve kabiliyetlerimi şevkle kullanıyordum, bu kutsallığına inandığım bilim yuvası için. Çünkü okul bir vakfın malıydı. Vakıf hakkından çok korktuğum için, çalışma sınırlarımı oldukça zorluyordum. Vakfa hizmetin Hak’ka hizmet olduğunu damarlarımda hissediyor, ruhen bu inancımın mutluluğunu yaşıyordum. Akşamları mesailerimizin bitiş saati belli değildi. Zaten öyle bir beklentimiz de yoktu. Ben eve döndüğümde, genellikle saatler gece on biri aşmış oluyordu. Fakat bütün bu yoğunluğa rağmen kendimi hiç yorgun hissetmiyordum. Öğrenci kayıtları her gün çoğalarak artıyordu. Bunun gerçek nedeni o günlerde kurum içinde halis yüreklerin çoğunlukta oluşuydu. Para kimsenin aklına gelmiyor, daima son planda düşünülüyordu.

   Kantine bakan, Zeki adında, daha askerliğini yapmamış çok genç bir delikanlı vardı. Görevi sadece kantincilik olmasına rağmen, koşturmadığı iş yoktu. Onun mesai saati de hiç belli değildi. Bence halis yüreklerden en genç olanıydı.

   Hele bir Ömer Faruk Bey vardı ki, onu anlatmadan geçemeyeceğim; Yanlış hatırlamıyorsam asıl mesleği makine mühendisliğiydi. Emekli bir mühendis olup okulumuzun bağlı olduğu vakfın nüve isimlerinden biriydi. Tam bir gönül insanıydı, kendini kuruma vakfetmiş fedakâr ve dürüst bir beyefendiydi. Aldığım duyumlara göre Çanakkale ‘deki mal varlığının bir bölümünü vakıf için kullanmış seçkin bir şahsiyetti. Fakat ne yazık ki, daha sonraki yıllar duydum ki kalbini kırmışlar ve sessiz sedasız(nifak olmasın diye) çekmiş gitmiş.

   Bir de her şeyi ile kendini vakfa adamış Cemil Bey adında, çok fedakâr ve cefakâr bir arkadaşı hiç unutamıyorum. Kendisiyle hala görüşür ve o günleri yâd ederiz. Bu arkadaş çevresinde ne kadar hayırsever insan varsa, hepsini ikna edip okulun ihtiyaçlarını bila ücret karşılıyordu. O da yetmiyormuş gibi vakfa olan sonsuz sevgisinden ötürü cumartesi ve pazar günleri okulun yemekhanesini yemekli organizasyonlara kiraya veriyor ve kuruma para kazandırıyordu.
   Bu yapılanlar hep vakfın gelişmesi, büyümesi ve gerçek amacı olan daha çok fakir ve düşküne yararlı olabilmesi sevdasıylaydı.

   Herkes hedefe kilitlenmişti. 1991–1992 öğretim yılında kolej eğitim-öğretime açılacaktı. Bu arada benden önce kendini bu camiaya çok iyi pazarlamış olan, fakat eğitim öğretimde teori üretmekten öte hiçbir şey yapmamış ancak koleji kurmaya soyunmuş bir öğretmen vardı. Devlet okullarında hiç görev yapmamış sadece 2–3 yıl yine bir vakfın özel okulunda sadece müdür yardımcılığı yapmıştı. Zaten beni de göreve başladığım kolejin vakıf yöneticileriyle o tanıştırmıştı. Kendisini hakka hukuka saygılı, dürüst, dini inançlarına bağlı, kul hakkından korkan biri olarak tanırdım. Hatta bayağı da radikal görüşlere sahip bir dindardı ve İyi bir laf cambazıydı.
 
   Bu arkadaşla yıllar sonra eğitim amacıyla bir araya gelmiştik. Ancak aradan geçen zaman içinde köprülerin altından çok sular geçmiş, ben ise bu akan suları hiç hesaba katmamıştım. İnsan nefsinin şeytana nasıl yenik düşüp değişeceğini hiç düşünmemiştim. Meğerki geçen yıllara rağmen değişmemiş olan benmişim. O ve onun gibileriyle yollarımız çoktan ayrılmış ama haberim olmamış.

   Anlaşma yaptığım vakfın kolej temsilcileri ile gayet samimi ve içten bir şekilde projelerimi paylaşıyor onları ikna ediyordum. Milli Eğitim Programı içersinde, devletin isteklerine ters düşmeden onlardan gelen tekliflerin nasıl uygulanabileceğini açıklıyordum. Sosyal ve kültürel faaliyetlerin Cumartesi günleri tüm öğrencilere yaptırılacağını, bunun yönetmeliklere göre nasıl uygulanacağını anlatıyordum.

   Bu konuşmalar esnasında okulun kurulması, ön çalışmaları ve alt yapı faaliyetlerini yürütmek üzere vakıfla anlaşmış olan öğretmen arkadaş da oradaydı. Bir ara konuşmaya dahil oldu ve aynen şu cümleleri sarf etti; “resmiyette ilköğretim müdürlüğü ancak gayri resmi olarak lise müdür yardımcılığını da üsleneceksin.”. Ben o anki sonsuz güven ve samimi niyetle, yeter ki daha önceki görüşmelerimde vakıf okulunun kurucularına verdiğim sözleri yerine getirmek için okulun bir an önce açılışını sağlamak gayesiyle aynen şu cevabı verdim:

   “Ya, onlar mesele değil ben bin beş yüz-iki bin mevcutlu okullarda idareci olarak görevler yaptım, biz hep birlikte o konuları aşarız ” diyerek gayet içten bir cevap verdim.

   Benim yegâne gayem okulun camianın hizmetine sunmak, öğretim kadromla birlikte, bir an önce eğitim-öğretimde başarılı çalışmalar yapmaktı. Çünkü camiaya ve ortama çok ısınmış, olaya müthiş motive olmuştum. Benim sevdam ve coşkum eğitim -öğretimden başka hiç bir şey değildi kesinlikle. Makam masası, koltuk, birinci adam olmak vs. bunları bitirip, arkamdan bırakıp gelmiştim. Zaten eğitim-öğretimin tamamen bir kadro ya da ekip işi olduğuna inanmaktaydım. Hele hele maddiyattan söz etmek benim için utanç vesilesiydi.  Kaldı ki benim tanışmama sebep olan öğretmen de vakıfçılar da dini inançlara bağlı olarak tanıdığım insanlardı. Benim hakkımı nasıl olsa verecek ve gözetecek nitelikte şahıslardı. Bendeki intibaları böyleydi.

   Kayıtlar tamamlanmıştı, okulun açılışı için bahçemizde bir şölen düzenledik. Programda benim eski okulumda kendi yetiştirdiğim Kafkas Halk Dansları ekibi geceye ayrı bir renk katmıştı. Açılışa iki bin kişi civarında bir davetli kitlesi katılmıştı. Gayretler boşuna çıkmadı, kollej açılmıştı, sesimizi duyurabilmiştik. Şahsen bu süreç zarfında din adına bazı sahtekârlıklara şahit olmama rağmen geçici şoklar yaşayarak meseleye iyi bakmaya çalışıyordum.

   İlk şoku ve hayal kırıklığını benim devlet memuriyetimden istifa etmeme sebep olan öğretmen arkadaştan yedim, Çünkü öğrenim başladıktan sonra duydum ki arkadaş, vakıfçılarla öyle anlaşmış ki “siz beni tanıyın, ben size her şeyi halleder ve sunarım” demiş. Olayı tamamen tekeline alıp her iki okulda da tüm yetkilerin kendine ait olacağı garantisini vermiş vakıfçılara. Oysaki bu özel okullar yönetmeliğine göre tamamen yanlış ve olması mümkün olmayan bir uygulamadır. Bu olayın resmi makamlarca tespiti halinde bu arkadaşın görevden men edilmesi kesin bir müeyyide şeklidir. Ancak ayrı bir genel müdür olması halinde her iki okul, o genel müdüre bağlanabilir.

   Gayrı resmi tek adam veya birinci adam olmanın asıl amacının ne olduğunu öğrendiğimde kahretmiştim. Zira az önce sözünü ettiğim vakıf sevdalısı insanlar ve benim çabalarım neydi, bu şahsın gayesi neydi?
   
   Neymiş biliyor musunuz?
   
   İkimizin de ağustos ayında birlikte başlattığımız okulu öğretime hazırlama işlemleri, birlikte yaptığımız öğrenci kayıtlarına rağmen kendisini okulun her şeyinden sorumlu olarak pazarladığı için ”BENİM ANLAŞTIĞIM AYLIK ÜCRETİN İKİ BUÇUK KAT” fazlasına anlaşmış ve bir de o günkü günde bir yerli otomobilin yarısını da transfer ücreti almış.

   Bu anlattıklarım hep dindarlık maskesi altında yapılan faaliyetlerdi. Senaryo öyle güzel yazılmış ki, sahnenin önünde her şey hayır için ve Allah Rızası kazanmak ama kulis çok farklıydı. Olanları fark etmiştim fakat benim inandığım Allah tek olan ve adaleti yüce olan Allah olduğu için direndim ve okulun başarısına kendimi programladım. Çünkü ben oraya para kazanmaya ve sermaye yapmaya değil, bir vakıf okulunda vakıf ruhlu insanlarla birlikte özverilerden oluşan kalıcı eserler meydana getirme arzusuyla gitmiştim. Oysaki anlattıklarımdan çok açık anlaşıldığı gibi, eğitim-öğretim amacıyla halis yüreklerin, iliklerinden kopup gelen gayretleri, maalesef vakıf tellalcılığı yapan vampirlerin elinde kan ve irin haline dönüştüğünü görüyordum.

   Eğitim-Öğretim başlamıştı; ilköğretim öğrenci sayısı iki yüz beş lise hazırlık sınıfı öğrenci sayısı sadece altmıştı. Zaten yalnız İngilizce hazırlık okuyacaklardı. Bunun için de lise hazırlık sınıfı öğrencilerinin asıl sorumlusu İngilizce bölüm başkanı olan çok başarılı bir öğretmendi.

   Doğal olarak kendini tek adam olarak pazarlayan öğretmen arkadaş arzuladığı gibi illegal de olsa genel müdür ya da birinci adam pozisyonuna sahip oldu.

   Öğretim yılı içinde öğretmenlerle birlikte yakaladığımız heyecanı tarif etmek mümkün değildi. Zira bu arkadaşlarda kolejin bir vakıf koleji olmasına ayrı bir hassasiyetle yaklaşan kişilerdi. Zaten bu okulu tercih
etmelerinin en büyük sebebi vakıf olmasıydı. Okulun idarecileri arasındaki rant fırsatçılarından haberdar değillerdi.

   Ben de hedefe ulaşmak için, bildiğim bu konuyu hiç gündeme getirmeyip öğretmen kadromun motivasyonunu bozmak istemiyordum. Böylece yüksek bir tempoda sene sonuna gelmiştik. Cumartesi günkü sosyal faaliyetler ve öğretmen arkadaşlarımın fedakarca hazırladıkları sınıf gösteri grupları muhteşem bir programla öğrenci velilerine sunuldu. İstenilen hedef gerçekleşmişti. Öğretmenlerim ve ben maaşlarımızın kat be kat üstünde, vakıf ruhundan kaynaklanan hizmet aşkıyla olağanüstü bir başarı göstermiştik. O yıllarda muhafazakar diyebileceğimiz bu çevrelerde görülmemiş bir çocuk programına şahit olunmuştu. Biraz daha açacak olursam dindar aile çocuklarının müzikal bir gösteriyi nasıl yapabileceğini ispatlamıştık ekip olarak. Sene başındaki sosyal etkinlik projelerimi gerçekleştirdiğim için ben de rahatlamıştım. Arkadaşlarımı tebrik ediyor ve onlara teşekkür ediyordum. Bu arada o öğretmen de bütün gösterilerin mimarı edasında, fiili anlamda hiç bir katkısı olmadığı halde velilerin yanında ön sırada oturuyordu. Yapılan bu şölenden sonra öğretim yılı sona ermişti. Oluşturduğum ortam ve çalışma ahengi öğretmen arkadaşlar tarafından çok beğeniliyordu. Öğrenci velileri ise münasebetlerini direk benimle kurmaya başlamışlardı. Artık bütün kadro bir dahaki yıla, daha oturmuş olarak devam edeceğimiz günlere doğru planlar yapmaya başlamıştık. Ancak okulların kapandığı gün tüm başarıların üzerine bir siyah çizgi çok kolay şekilde çizilebilmişti. Çünkü öğretmen arkadaş rahatsız olmuştu. Yapılan faaliyetlerin altında hep benim ve öğretmen kadromun imzası görülüyordu. Ben bir yıl daha kalırsam o kolejde, kendini pazarladığı makamından ve elde ettiği oldukça yüksek olan maaştan mahrum kalacağı korkusuyla bana aynen şu cümleyi söylemişti:

   “Arkadaş ya sen ya ben”
   
   Artık maske düşmüştü, Allah adamın şuur altındaki fikrini şuur üstüne çıkarmıştı.
   Bu ne demekti?
   “Seni bu kuruma ben davet ettim ve vakıfçılarla tanıştırdım ama sen benim iktidarımla oynuyorsun.”

   Bu tavır, benim vakfın okul kurucu temsilcisine gitmeme sebep oldu. Gittim, durumu kendisine anlattım. Cevabı aynen şöyle olmuştu. “Enes Bey bizim seninle hiçbir sorunumuz yok, sizin arkadaşlığınız bizden daha öncesine dayanıyor siz anlaşın mesele biter.”
   
   Artık bundan sonra konuşulacak bir şey kalmamıştı. Öğretmen arkadaşın komplosu her yönüyle açığa çıkmıştı.

   11 yıllık devlet memuriyetimi ve mesleki tecrübemi birçok meslektaşımın o yıllarda hayal ettiği beş yıldızlı diyebileceğim görev yerimi inanç değerlerine bağlılıklarına güven duyduğum bu vakıfçılar için bir çırpıda terk ettim. Fakat bu vakıfçılarla çalışma aşkım, kendisine “DİN SİMSARI” diyebileceğim öğretmen arkadaş sayesinde tamamen hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştı.

   Tam bir komploya kurban gittiğimi,  çok güzel kullanıldığımı anlamıştım ama vakit çok geçmişti. Kahretmiştim dini onurumla oynanmıştı. Yüce Yaradan’a öyle sığınmıştım ki, muhasebeden hesabımı keserken nakit para bile almayıp çekle yetinmiştim. Gerçekten o benim inandığım Allah’ın adaleti çok büyüktü çünkü.

   Evet, adalet çok çabuk tecelli etti!...
   Aradan bir yıl geçtiğinde o arkadaşa da yar olmadı kurum ve oradan ayrılmak mecburiyetinde kaldı. Entrikalara devam edince vakıftaki daha güçlü bir entrikacının gücü ağır bastı ve ilişki bitti.
   Bu çevrelerde, bu öğretmen gibi şahsiyetlere rastlamak hiç de zor değildir. Bu tipler kendi branşları olmadığı halde dini çok iyi biliyor gözükürler, hatta dini terimleri öyle ustalıkla dile getirirler ki, onları ilahiyatçı sanarsınız. Kendilerini çevreye gayet dindar, mücahit, muttaki, adil ve haramlardan uzak yaşayan insanlar gibi takdim ederler. Hep din ve dindarlık üzerinden çevre edinirler. Din üzerinden mevki ve makamlar sağlarlar, Din üzerinden iş gördürürler ve en acısı daha doğrusu hesabı Allah’a en zor verilecek olanı da yazımıza başlık olan “DİN ÜZERİNDEN NEMALANIRLAR”.

   Sözünü ettiğim öğretmen, o yıllarda ayrıca bir vakfın da yönetim kurulundaydı. Bu vakıf bir Kur’an kursu vakfıydı. Bu vakıf bir sürü genci buraya kaydedip, dışarıdan ortaokul ve bitirme sınavlarına hazırlama vaatleri yapıyordu. Tabi bu tarz eğitim-öğretim son derece sağlıksız olduğu için bir sürü genç heba oluyordu.

   Bu sistemin akıl hocası bir yıl bile branşında öğretmenlik yapmamış olan yönetim kurulundaki bu bilirkişi geçinen öğretmendi. Söz konusu vakfa yıllarca, iyi niyetli zengin dindarlar zekatlarını ve kurbanlarını bağışlamışlar, ama kendilerine vaat edilenler hiç gerçekleşmemiş. Şimdilerde ise bu vakfın ismi değişmiş, koskoca binasında çok az sayıda hafız olmak için öğrenim gören öğrenci kalmıştır.

   Bu kurs ve vakıflarda inandığı değerler için, can-ı gönülden çalışmış
Allah dostları olmuştur. En zor işler bile hep bunların sırtından yürümüştür. Allah sevgisinden dolayı hizmetkâr olmuşlardır bu kuruluşlara.
   Fakat vitrinde daima öğretmen gibileri olmuştur. Bunlar adeta büyük proje adamları, deha, bütün mevzuatı bilen, vakıf kurabilen, bürokratlarla görüşebilen, yönetimlerde konuşma yetkisine sahip olan büyük adamlar görünümündedirler. Gerçek kahramanlar bunların yanında birer nefer sayılırlar.

   Bu vakıf tellallarının etrafında kendilerinden güçlü ya da daha etkin kişiler oluştuğunda, düzenleri çalışmaz hale gelir ve hemen bulundukları yeri terk ederler. Mücadele, başarma ve üretme yerine insanları kullanma ya da insanların ürettiklerini kendilerine mal edip pazarlama ortamına kaçarlar. Bir başka söyleyişle, haklarından oluşan emek birikimini, kendi inisiyatiflerinde toplayıp, yeri geldikçe kullanacakları çevreleri tercih ederler. Peki, şimdi sormak lazım;

   Bu kul hakkı değil de nedir?.....
   Kul hakkına Allah’ın müdahil olmayacağını her aklı başında müslüman adı gibi bilir. Hakların ödenmesi karşılıklı rızaya ya da dini tabirle helalleşmeye dayandığına göre mahşer günü bir sürü hak mağduru  hıl ile nasıl yüzleşecek bu bukalemunlar.

   Özellikle 1990’dan sonra bu tür kurumlarda, pırlanta gibi yürek ve beyinler heba oldu gitti. Sebep çok bariz bir şekilde ortadadır. Üzülerek belirtmem gerekir ki, bu kurumların yönetimlerini işgal etmiş olan dışı yeşil gibi görünen ama içlerindeki kızıl kor ateşiyle, tertemiz insanları kavurup yakan bu maskeli düzenbazlardır.

   “Yüce Yaratan her şeye kadir ve her şeyi bilendir”

   “Biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızı görür”
Not: Şimdilerde bu öğretmen iktidar partisinden politikaya
soyunmuş. Bir ilçenin parti ilçe başkanı olmuş durumda. Yakında milletvekili olursa hiç şaşırmam.












psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4097
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #10 : 01 Haziran 2009, 01:22:52 öö »
BÖLÜM: 2




      NE KADAR EĞİTİM

                           O KADAR İNSAN










    ÇOCUKLARIMIZI SEVGİYE DOYURMALIYIZ

  Hayatın şekillenmesinde, sevgi; anne ve babanın çocuklarına vereceği en güzel ve en mükemmel mükâfattır. Canlılar âleminin yaradılışı ile başlamış ve süregelmiştir anne babayla karşılıklı sevgileşmek.

   Tarifi çeşitli şekillerde yapılmıştır.

   Nasıl yapılmışsa yapılsın, sonuçta insanın huzurlu bir yaşamı yakalaması, beşeri(insani) ilişkilerin samimi olmasını hedefleyen vazgeçilmez bir unsur olduğunu açıklamaya çalışmıştır.

   Yazımın amacı, çocuğa verilecek sevgiyi mercek altına almaktır.

   Henüz dünyaya gelmemiş bir insan yavrusu, ana rahminde sevgi suyunu içmek ister. Bu su, onun hayata gözlerini açmadan, yani dünyaya gelmeden serinlemesine, rahatlamasına, iyiye ve güzele yönelmesine sebep olur.

   Anne-babanın birbirlerine beyinsel ya da beyin komuta merkezinden kaynaklanan sözel, bakışsal, tensel duygulaşmaları, sevgi alışverişinin oluşumunu meydana getirir. Yaşanan bu alışveriş, ana rahmindeki çocuğu çok ama çok etkiler. Ebeveynin bu yaşadıkları duygu taşkınlığı, ana rahmindeki bebeğin sevgi zenginliğini sağlar. Bu tanımı daha net ve somut bir işlev sonucu gözlemlemek suretiyle kuvvetlendirmemiz mümkündür. Her anne-baba adayının bizzat yaparak, yaşayarak izleyebilecekleri bir metot olup, günümüz pedagoji uzmanlarınca gündemde olan bir yöntemdir.

   Anne karnındaki bebeğe hafif volümlü enstrümantal müzikler dinletmek, bebeği anne karnında okşamak, sevmek, ona güzel sözleri yumuşak seslerle söylemek, yapılan deneylerden anlaşıldığı üzere çok faydalı sonuçlar doğurmaktadır. Bu davranışlar bebeğe sevgi akışını sağlayan somut örneklerdir.

   Sevgi ile bezenmeye başlayan bu yavru, dünyaya geldikten sonrada bu akışı sahiplenecek, devamını isteyecektir.

   Kesintisiz devam edecek sevgi verme işlemi, çeşitli ortamlarda sürdürülmelidir. Bebek dünyaya geldikten sonra onunla ten iletişimi kurmak artık kolaylaşmıştır. En kolay yaklaşım ve iletişim tarzlarından biri olan bu davranış şekli, çok etkileyici olup son derece sıcak sevgi duygularını oluşturur. Çocuğa her şart ve ortamda güven verir sevgi doyumluluğu. Sevgiden yoksun çocuklar birçok konuda aç yetişirler. Sevginin açlığını menfi davranışlarla doldurmaya çalışırlar. Faydalı insan yetiştirmenin ilk şartlarından biri o insanın sevgiyle bütünleştirilmesidir.

   Şan, şöhret, diploma, meslek, makam, para vs. insan hayatının hemen her döneminde elde edilebilir. Fakat sevginin elde edilebilme dönemi, ancak ana rahminde başlayıp, ergenlik çağlarına kadar sürer ve o dönemlerde yerine oturmaya başlar. Bu zaman zarfında insan sevgiden nasibini almışsa ne ala. Tabiî ki sevgi ile dolu yetişen bu insan, çevresine sevgi üretir, sevgi yumağı haline gelir. Sevgi alır, sevgi verir. Hemen hemen tüm davranışları sevgi kaynaklıdır. Artık onun beyninde ve beraberinde, gönlünde, negatifliğe, sevgisizliğe yer olmaz. Pozitif düşüncelerin üreticisi haline gelmiştir.

   Sevgiden mahrum çocuklar önce anne ve babalarına, sonra ailelerine ve en kötüsü de yaşadıkları çevreye, topluma zarar veren bireyler olurlar. Sevgisizlik onların kin, nefret ve saldırganlık dolu kişilikler olmalarına neden olur.

   Toplum hayatında bu görüntünün oluşmamasını sağlamak için alınacak yegâne önlem, sevgi dolu ailelerin oluşturulmasıdır. Yavrularını sevgiye doyuran aileler, geleceklerini de garanti altına almış olurlar.

   Sevgi toplumu konusunda ise, özellikle bizim insanımızın, Anadolu
coğrafyası üzerindeki aile sevgisine dayalı, örnek yaşantısından onurla
söz edebiliriz.

   Geleneklerinde, kendine özgü usullerle Anadolu insanı sevgiyi hedeflemiş ve yakalamıştır. İnsanımız saygıya dayalı bir sevgi oluşturmuştur. Bundan dolayıdır ki din, dil, ırk ve renk gözetmeden birbirini saymış, bin yıl aynı toprakları paylaşmayı başarmıştır. Saygıdan doğan bu sevgi ardından sosyal bütünlüğü, dayanışmayı, iyi ve kötü günde birlikteliği meydana getirmiştir. Şimdi anlayabiliyoruz ki sevginin neden gerekli olduğunu ve niçin insanda olmasının önemlilik ifade ettiğini. Yazımızda bu soruların cevabını vermeye çalışmış olduk. Aynı zamanda konu başlığı olan mesajın önemini açıklamış olduk.

   Özellikle genç anne-babalar ve okul öncesi eğitimcileri ile
tüm ilköğretim çağındaki çocukları eğitmeye soyunmuş eğitmenlerin hassasiyetine önemle sunarım.






GÖSTERMELİK YATIRIMLARLA EĞİTİM YAPILAMIYOR

   Eğitilmiş bir insanın, eğitilmeye muhtaç bir insan ya da bir grup insanın eğitimini üstlenmesi gerçekten çok sorumluluk içeren ve hayati anlam taşıyan bir konudur.

   Çünkü eğitilecek varlık, daha doğrusu halk diliyle söylemek gerekirse,yoğrulacak hamur insan!...

   Öyle şartlar oluşturulması gerekir ki, insanın psikolojik ve biyolojik yapısına çarpıp, reddedilmeden istenilen amaca ulaşılsın.
Bu cümleyi açarsak konumuza daha kolay bir giriş yapmış olacağımıza inanıyorum.

   Eğitilmeye yaratılıştan hazır ve eğilimli olan insan kendine yaklaşılan metotlara ve sunulan eğitim imkan ya da alt yapısının doğallığına paralel olarak iyi ya da kötü eğitilir. Eğitilecek insan için en önemli faktör onun doğallığına uygun davranış  sergilemektir. İnsanlar için genelleşmiş ortak eğitim kuralları(prensipleri) vardır. Ancak istisna da olsa bazı insanlara farklı eğitim yöntemleri gerekebilir. Bu da eğitimdeki dikkat edilmesi gereken ve önem arz eden bir husustur. Eğitim hatayı hiç affetmeyen ve geri dönüşü olmayan bir olgudur. Zaman ve mekan uyumunu sağalmak, eğitilenin isteklerini çok iyi anlamak gereklidir. İstekleri doğrultusunda ona yaklaşmak ve istediklerini kendisine alabildiği ölçüde vermek lazımdır.

   Bir diğer önemli konu ise kullanılan ev, alan, salon, dershane, sıra, masa, yazı tahtası, oyuncak vs. tüm eğitim araç ve gereçleri eğitilen insanın beğenisi dahilinde olmazsa hedefe varmak mümkün olmuyor.
Eğitilenin kabullenmesi şarttır.

   Yapay, etraftakilere güzel gösterilen, yaldızlı, cicili bicili sunulan her türlü eğitim altyapısı eğitilmek istenen insan ya da insanların istismarından başka bir sonuç getirmez.

   Duyduğuma veya okuduğuma göre değil, bizzat gözlemlerim dayanarak çok önemli olduğunu düşündüğüm bir konuyu vurgulamak isterim.

   Maalesef bazı göz boyamacı usullerle eğitim yapmaya çalışan kurumlarda, özellikle çocuk yaşlarda eğitilen çocuklara yazık oluyor. “Evet göz boyamacı” deyimi tam da uygun düşüyor. Kurumların bu konuda kendilerini derinlemesine sorgulamaları gerekir.

   Şekilcilik doğallıkla hiç bağdaşmadığı için eğitimde başarıya ulaşılamıyor. Sadece eğitim üzerinden haksız kazanç sağlanıyor ki, bu  tam bir faciadır.

   Sağlanan bu haksız kazanç bir sürü eğitilmek istenen insanın heba olmasına sebep olduğu gibi, para kazanmış olan şahıs ya da kurumların da bir zaman sonra sonları oluyor. 1990’lı yıllarda İstanbul’un Bakırköy ve Bahçelievler ilçelerinde bu tip eğitim kurumlarının yerle bir olduklarına şahit olunmuştur. Anne ve babaların dünyada en değerli varlıkları olan yavruları üzerinde oynanan bu kirli oyun, oynayanların aleyhinde hüsranla bitmiştir.

   Ne yazıktır ki, çok büyük umutlarla yavrularını hayata hazırlamak isteyen aileler yüreklerinden yara almışlardır. Diğer bir tabirle ciğerpareleri için kahrolmuşlardır. Ömürleri boyunca çocuk ve ailesi etkilerini maalesef negatif olarak yaşayacaklardır. Çünkü zamanında gerçek ve doğal eğitim metotlarıyla kazandırılmamış davranışların, sonradan telafisi olsa bile eksiklerle dolu oluyor.

   Eğitim, yapmacıklığı kabullenmez, içtenlik, samimiyet ve karşılıklı inanmaya dayalı olduğunda sonuçun pozitif olması kaçınılmazdır. Bu niteliklerin kuvvetliliği derecesine göre çok başarı, normal başarı ya da az başarı elde edilir.

   Motivasyon dediğimiz olgu, eğitimde olmazsa olmazdır. Yukarıda saydığım faaliyetler işte bu olguyu sağlar. Zaten bu sağlandığında artık hedefe gidiliyor,önümüz açılmış demektir.

   Eğitimde; eğiten ya da eğitici, eğitilmek istenen insani peşine takıp sürüklemelidir. Bu sürüklemeyi eğiticinin gönüllü, isteğe bağlı yapması halinde, eğitim hem kısa sürede olur  hem de kalıcılaşır. Zira eğitenle, eğitilen arasında bütünlük sağlanmış hale gelir. Maddi etkileşimden ziyade kolay algılatma ve algılama frekansı oluşur. Bütün mesele bunu yakalamaktır.
Konuyu biraz daha açacak olursak önce donanımlı, doğal eğitim metotlarını hazmetmiş eğitimci şarttır. Daha sonra ise yine doğallık üzerine inşa edilmiş eğitim alt yapısı gerekir.

Eğitilenin dikkatini, eğitimciden başka taraflara çekecek gereksiz araç, gereç ya da aksesuarlar olmamalıdır eğitim alanında. Şayet olursa bu oluşum, eğitimi insan merkezli olmaktan uzaklaştırır. Sonuçta da tabii ki istenen amaca varılamaz.

   Özet olarak;
   
   Eğitimde lüks donanımdan ziyade, doğal donanıma önem vermeliyiz. Olayın “insandan insana” bir aktarım olduğunu kabullenmeliyiz. İnsanın yaradılış özelliklerinin inceliklerini daima ön planda tutmalıyız.

DİPLOMA İNSANI ÖĞRETMEN YAPMAZ

   Meslek sahibi olan her insan için geçerli olan bir deyim vardır. 

   “İnsan işini severse başarılı olur.”

   Bu cümle, öğretmenlik mesleği için düşünüldüğünde, çok daha farklı olması gerektiğine inanıyorum. Öğretmenin mesleğini yalnız sevmesi değil, mesleğiyle yatması, kalkması, yemesi, içmesi vs... gerekir. Öyle empati anları yaşaması lazımdır ki, adeta öğrencinin kendisi haline gelebilmelidir. Hatta öğretiyi sağlayabilmek için zaman zaman öğrencinin ebeveyni empatisini yaşamalıdır. Bu saydıklarımı yaşam haline getiren bir öğretmenin, başarılı olmaması kesinlikle mümkün değildir. Zaten böyle bir sonuç “Eğitim Psikolojisi” kurallarına ters düşer.

   Çocuk ya da gençlere bir şeyler öretmeye talip öğreticilerin, yani öğretmenlerin çok iyi seçilmesi ve yetiştirilmesi gerekmektedir. Yirmi beş yıla yakın Eğitim İdareciliği hayatımda makam masasında oturmaktan mümkün olduğu kadar uzak durdum. Okul koridorlarında, dersliklerde hiç yılmadan, bıkmadan ve üşenmeden hep öğretmen arkadaşlarımla olmayı tercih ettim. İdari görevlerimi (yazışmaları, okulun program ve ihtiyaçlarıyla ilgili çalışmaları vs.) öğrencinin okulu boşaltmasından sonraki saatlere bıraktım. Görev yaptığım özel kolejlerde bile, ücretin söz konusu olmadığı, ücretsiz mesailer oluşturdum. Bu davranışım bazı öğretmen arkadaşların, okul kurucularına şikayet edilmeme bile neden olmuştu. Fakat ne olursa olsun öğretmen öğrenci ilişkisinin üstüne gitmek öğretimde başarıyı getirecekti. İnancım buydu ve sonuç da zaten öyle oldu. Çalıştığım tüm eğitim kurumlarında hep aynı çizgide oldum.

  Hiç bir öğretmenin, öğrenciden şikayet etme hakkının olmadığını düşünüyorum. Tabiî ki ruh sağlığı yerinde, akli melekelerinde problem olmayan, normal öğrenci konumundaki çocuk ya da yetişkinlerden söz ediyorum.

   Öğretmenin mazeret üretme hakkı yoktur. Eğer bir öğretmen mazeret üretmeye başlamışsa hemen kendini sorgulaması gerekir. Sorun kendisinde oluşmaya başlamıştır. Öğretme yeterliliği azalmışsa, teknik ve taktiklerini değiştirmesi lazımdır. Öğretme metotlarında farklılıklar oluşturması gerekmektedir. Zaten bu farklılıkları uygulamaya başladığında öğrenci üzerindeki öğretmeyi gerçekleştirmiş olacaktır.

   Burada çok canlı bir örnekle bu iddiamı sağlamlaştırmak istiyorum. 1980’li yılların sonuna doğru İstanbul’un Fatih ilçesinde bulunan bir spor kulübüne ait lokalde, emeklilerin çay sohbetleri olurdu. Bu sohbetlere zaman zaman ben de katılır, her biri hayat üniversitesi mezunu olan o bilge insanların anlattıklarından kendime dersler çıkartmaya çalışırdım.

   İçlerinde birisi vardı ki,hepsinin yaşça büyüğü olup ömrünün 50-60 yılını eğitim ve öğretimle geçirmiş, son derce modern, çağdaş , aydın ve ufku geniş bir eğitimci, aynı zamanda diyanet görevlisi olarak da yıllarca hizmet etmişti. Bu arada birçok üniversite seviyesinde öğrenciye hiç karşılıksız, yüksek seviyede dini ilimler kursları açmış ve dersler vermiştir. Kendisini ben çocukluğumdan beri tanırdım zaten. Fakat yetişkinliğim döneminde tüm özelliklerini öğrenmiş ve onun örnek alınması gereken eğitimcilik tarafına hep gıpta ile bakmıştım. Hayatının son günlerine kadar, ömrünün her dakikasını bildiğini bir başka insana sözlü ya da yazılı aktarmayı kendine mecburi bir görev addetmiş bir şahsiyetti. Ömrünün sonuna doğru vücudunun bir tarafına felç gelmişti, buna rağmen elinde bastonuyla direnerek insanların içinde oluyor,
yıllarını insanlara öğreticilik yaparak geçirmiş olmanın onurunun tadını çıkarıyordu. Hakka kavuşmuş olan bu hocamızı rahmet ve minnetle anıyorum.

   Bir gün öğrenci-öğretmen konusunda başından bizzat geçmiş olan bir olayı bizlere şöyle anlatmıştı:

   “Fatih müderrislerinden(ders veren kişilerinden) hocam, Kastamonulu Ömer Efendi beş arkadaş olarak bize bir konuyu anlattı. Ertesi gün konudan imtihan olacaktık. O gece geç vakitlere kadar çalıştık ve yattık. Sabah namazından sonra hocamızın dizinin dibine çökmek suretiyle ağzından çıkacak soruları beklemeye başladık. Hocamız önce çalışıp
çalışmadığımızı sordu. Biz de elimizden geldiği kadar çalışabildiğimizi


   Daha sonra sorular soruldu, birkaç soruya cevap verebildik ama konunun detayına inilmeye başlandığında sorulara cevap verememeye başladık. Hoca hemen imtihanı iptal etti. Konuyu bize birkaç kez daha anlattı. Fakat bu defasında örnekleri oldukça çoğaltmak suretiyle, bizim biraz daha anlamamıza yardımcı olmuş oldu. Daha sonra bu defa, bu işi öğlenden sonra bitirmek üzere ayrıldık, şu şekilde bir tavsiyede bulundu. “Ölene kadar hiçbir şekilde ders çalışmak yok. Tamamen serbest olun, gezin tozun, kendinizi fazla yormadan idman (spor) yapın, son 1 saat derslere şöyle bir göz atın ve buluşalım.”

   Hocamızın bu çırpınışını bizler fark ettik ve aynı zamanda bu davranışı bizleri müthiş rahatlattı ve derse motive olduk. Dediklerini uyguladık ve sonuca vardık. Bizler derslerimizi vermenin mutluluğunu yaşarken, hocamız da üzerindeki mesuliyeti atmanın ve öğretme zevkinin zirvedeki halini yaşıyordu. İşte o zaman anlayabilmiştik ancak, öğretmenlik, öğreticilik aşkı ve sevdasının ne olduğunu.
   
   Bu örnek biraz uzun oldu gibi gözükse de, çok kapsamlı ve de yaşamış olan şahsın kendisinden bizzat dinlendiği için canlı ve açıklayıcı oldu.

   Evet, mesele budur efendim. Öyle atmakla, tutmakla, kendini pazarlamakla değil,fedakarlık ya da büyük özverilerle gerçekleşir ÖĞRENMEYİ sağlamak.

   Her öğrenci veya her çocuk kolay alıcı olmayabilir.

   Ama her öğretmen muhakkak ki hem çok verici ve hem de çok mücadeleci olmalıdır.

   Lütfen bu peygamber mesleğinin kutsallığına inananlar ve becerebilenler yapsın bu onurlu işi.

   Sadece bir diploma alıp, memur sınavını kazanıp olmuyor bu iş efendim. Vermek istiyor, paralanmak istiyor, başarı için çıldırasıya sabır istiyor bu kutsal meslek. Zaten o zaman kutsal oluyor öğretmenlik.

   1970 yılına kadar Türkiye’de öğretmen yetiştiren kurumlar oldukça
donanımlı ve uzun süreli eğitim verirlerdi.

   Sınıf öğretmeni(ilkokul öğretmeni) yetiştiren okullar 6 yıl
süreli olup, öğretmen adayları 12 yaşında yapılan ciddi bir sınavla seçilirdi. Çoğunluğu da yatılı okurlardı. Bu demektir ki yaz tatilleri hariç 6 yıl geceli gündüzlü öğretmen olmayı hedefleyen bir havayı teneffüs ederek yetişirlerdi. Bu dönem içerisinde çok iyi yetişirler ve kendilerini öğretmenlik mesleğiyle bütünleştirmiş olarak, görevlerine son derece idealist ve istekli olarak başlarlardı. Tek düşünceleri insana hizmet ve eğitimdi. Bu okullardan yetişen öğretmenlerin genelinde para ikinci planda gelirdi.
   
   Ayrıca bu okulların son sınıflarında, dereceye giren öğrencileri ise orta öğretimde branş öğretmeni yetiştirmek üzere yine yatılı olan YÜKSEK ÖĞRETMEN OKULLARINA gönderirlerdi. Türkiye’de sadece İstanbul Ankara ve İzmir’de olan bu okullardaki öğretmen adayları hem fakültelerde matematik, fizik, kimya, edebiyat vs, gibi branşlarda öğretim görüyorlar ve hem de kendi okullarında(Yüksek Öğretmen Okullarında)
pedagojik formasyon derslerine devam ediyorlardı.

   İşte öğretmenler böyle yetişiyordu.

   Özetleyecek olursak, iyi bir sınav sistemiyle seçiliyorlardı. Eğer sınıf öğretmeni olacaksa 6 yıl sıkı bir eğitimden geçiriliyor, şayet branş öğretmeni olacaksa, yine bu okullarda okuyan öğrencilerin arasından tekrar seçilmek suretiyle bir üst seviyedeki,  yüksek öğretmen okullarına gönderiliyorlardı.

   Sınıf öğretmenleri 12 yaşından itibaren 6 yıl, branş öğretmenleri ise 10 yıl bu eğitimle yoğruluyorlardı.

   Devletin imkânlarıyla çok değerli eğitmenler tarafından yetiştiriliyorlardı.

   Yüksek Öğretmen Okulu mezunlarının artık birçoğu görevlerinin yıl olarak son zamanlarını yaşamakta olup mesleki zirvelerine ulaşmışlardır.

   Bu okullardan, ülkemizin eğitim öğretim alanında lokomotif insanları yetişmiştir. Katkıları ülkemiz milli eğitim tarihine altın harflerle yazılacaktır.

   Hayatlarını öğretim ve eğitime adeta adamış olan bu insanlar
doğup büyüdükleri evlerinden 12 yaşlarında ayrılmış, ana ve babalarına irfan ordusunu tercih etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki öğretmenlik ya da eğitimcilik alanında büyük projelere imza atmışlardır. Hedefleri ülkemizin eğitimine katkıda bulunmaktan başka bir şey olmayan bu mesleklerine inanmış eğitim sevdalısı insanlardan bir kısmının isimlerini yeni nesil öğretmenlere örnek olması amacıyla sıralamak istiyorum. Öğretmenlik mesleğine hakkını verenlerin başarılarını vurgulamayı amaçlıyorum.

   Özellikle şahsım adına da ülkemin bağrından yetişmiş bu toprakların vefakâr eğitim neferlerini saygıyla selamlar, milletimize hizmetlerinin devamını dilerim.

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4097
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #11 : 01 Haziran 2009, 01:23:22 öö »
Profesör Dr. Şefik Dursun        Biyofizik        İstanbul Üniversitesi
                                                                      Cerrahpaşa Tıp Fakültesi 
                                                                      Öğretim Üyesi                                                                                                                                                                                                                                                                                                           

Profesör Dr. Ömer Asım Saçlı Fizik             Bahçeşehir Üniversitesi
                                                                     Fen Fakültesi Dekanı                           
Profesör Dr. Hikmet Savcı       Kimya          Marmara Üniversitesi
                                                                     Eski Dekanlarından

Profesör Dr. İsa Eşme              Fizik            YÖK Üyesi                     

Profesör Dr. Cihan Okuyucu    Edebiyat      Fatih Üniversitesi
                                                                     Türk Dili Ve Edebiyatı
                                                                     Öğretim Üyesi

Profesör Dr. İlhan Öztürk         Matematik    Erciyes Üniversitesi
                                                                     Öğretim Üyesi     

Profesör Dr. Ulvi Avcıata          Kimya          Yıldız Üniversitesi
                                                                     Öğretim Üyesi 

Profesör Dr. Musa Şahin          Kimya         Marmara Üniversitesi
                                                                     Öğretim Üyesi

Yrd. Doç. Dr. Halil Bayrakçı       Matematik   Yıldız Üniversitesi
                                                                      Eski Öğretim Üyesi

Osman N.Ekiz.                          Edebiyat      İstanbul Kadıköy Anadolu                     
                                                                      Anadolu Lisesi Müdürü

Ahmet Ercil                                Fizik             İstanbul Kadem Dershane
                                                                       Ve Sürücü Kursları Sahibi     
                                                                       
Yahya Yıldız                              Matematik    Van İl Milli Eğitim Müdürü

Erol Altaca                                 Matematik    Altaca Okul ve Dershaneleri
                                                                       Sahibi


Salih Yılmaz                              Matematik    Final Ekol Dershaneleri
                                                                       Sahibi

Profesör Dr. Cafer Marangoz    Fizyoloji        Samsun 19 Mayıs     
                                                                       Üniversitesi Tıp Fakültesi
                                                                                                                                                                                                                                                                                             

   Öğretmen olacak kişi küçük yaşlarda mesleğe yönlendirilmelidir. Önce seçilmeli ve sonra da eğitilmelidir. Eğitilmeleri esnasında öğretmen olamayacakları anlaşılırsa, yani başarısızlıkları hissedilirse derhal kulvar değişikliği yaptırılmalıdır.

   Öğretmenini yetiştirmekte çok ciddi olmalıdır toplumlar. Bu yetiştirme yalnız derslerdeki sınavlarla olmaz. Aynı zamanda çok yönlü sosyal aktivitelerle eğitilmelidir. Okumayı ve okutmayı sevmeyen öğretmen bu meslekte çok yavan kalır.

   Kılığına, kıyafetine, oturmasına, kalkmasına, hal ve hareketlerine dikkat eden örnek alınması gereken bir şahsiyet olması lazımdır.

   Özellikle öğrencilerin gözleri önündeki, özel hayatlarına çok dikkat etmeli, her an öğrencileriyle gibi olmalıdır öğretmenler.

   Bana göre günümüz öğrencisi çok yönlü yaklaşılması gereken yapıda olduğu için, öğretmenin kendini sürekli yeni eğitim metotlarıyla takviye etmesi gerekmektedir. Pek boş vaktinin olacağına inanmayanlardanım.
Bütün bu yazılanların sonucunda şunları söyleyebiliriz.

Öğretmen:
   —Azimli, yenilmezliği hedef edinmiş, disiplinli, öğrenci özgürlüğüne saygılı, öğrenciyi makineleştirmeyen, her yeni günde ona yeni bir şeyler sunan, üreten ve ürettiğini içtenlikle ikram eden, hayatı güzelleştirmenin inceliğini seve seve öğrencisine fedakârca yansıtan sonsuz şefkat hazinesi olmalıdır.

   —Öğretmenler, toplum önderi ruhunu taşımalıdır.

   —Öğretmen, öğrenciyi şekillendirmekle sorumludur. Eğer şekillendiremiyorsa öğrencide suç aramak kolaycılıktır. Aslolan ne yapıp yapıp bu işi gerçekleştirmektir.

   —Her yaş öğrencisine uygulanan eğitim-öğretim usullerini öğretmen incelikleriyle yerine getirmelidir.
   —Öğretmen sorun üretmeyen, çözüm getirmek suretiyle sonuca giden gönül fatihi olmalıdır.
   
   —Öğretmen, toplumun kaderini etkileyen, devrim ruhlu kalem adamı olmalıdır.

   —Öğretmen, gönül alıp veren gül yüzlü sevgili olmalıdır.

   —Öğretmen, yaratılmışların en şereflisi olması münasebetiyle, insanı eğitirken sonsuz mesuliyet hissetmelidir.

   Yukarıdaki cümlelerde sıraladığımız gibi, olayın sorumluluğu tartışma götürmeyecek kadar önem taşımaktadır. Öğretmenlik mesleği öğreten ile öğrenen arasında kurulan köprü üzerinde icra edilir. Bir saz aşığı ile sazı arasındaki ilişiğin saflığı, içtenliği ve duygudaşlığının oluşması hali gerçekleştiği takdirde sonuca varılabilir. Bunun dışında kim bu işe kalkışırsa, sahte ozanlığa kollarını sıvamış olur..


   Lütfen, taş gönüller, paragözler, makam ve mevki düşkünü kişiler bu kutsal göreve talip olmasınlar.

KONUŞAN ÇOCUKLARIMIZI SUSTURMAYALIM

   Sağlıklı çocukların dünyaya gelişlerinden itibaren her geçen gün fiziksel olarak değiştikleri, büyüdükleri gibi, birçok özellikleri de artar
ya da gelişir.

   Vücutsal gelişimlerine paralel, hareketler,i refleksleri , organlarının becerileri zaman ilerledikçe artar.Bu artışla birlikte gelişmeye başlayan diğer bir özellikte ,çevreyle iletişimlerini sağlayan en önemli faktörlerden biri olan konuşma becerisidir. Allah canlılar âleminde, sadece insanoğluna armağan etmiştir bu yeteneği bunu hepimiz biliyoruz.

   Fakat ne yazık ki ve çok da ilginç olan bir durumla karşı karşıyayız günümüzde. Son yıllarda konuşmaktan kaçan ya da konuşmakta zorlanan çocuk ve gençlerin çevremizde çoğaldığını görüyoruz. Konuşma eyleminde bir insanın gözü, kulağı, dili, hafızası, aklı, sesi hatta parmakları, elleri ve kolları bir bütün gibi görülmelidir. Bunların her birinin ayrı ayrı görevleri olup bu görevler aynı anda ifa edildiğinde “konuşma” gerçekleşir.

   Gerçekleşen insanlar arası diyalog çeşitlerinin en mükemmeli, en devamlı olanı ve en olmazsa olmazlarından biridir. Normal insanda olması gereken ihtiyaçlar arasındadır. Çünkü konuşma ortamı, çocukların gelecek yıllarını etkiler. Küçük yaşlarda konuşma ortamını bulamayan çocukların, ileriki yaşlarda kendilerini ifade etmekte zorluk çektiklerine şahit olmaktayız. Kendini ifade edemeyen genç ya da olgunlar huzurlu hayatlar oluşturamıyor, aile yapılarında genellikle problemlere sebep oluyorlar. Arkadaş çevrelerini oluşturamıyorlar, kendilerini yalnız yaşamaya zorluyorlar. Bu durumun sonunda çevreleri dar, sorunlarını paylaşacak kimsesi olmayan, sıkıntılı, mutsuz kişiler ortaya çıkmaktadır.

   Hayatları boyunca arkadaşlık kurmada, aile içinde, iş hayatında sürekli yalnız kalmayla karşı karşıya kalırlar. Yaşamları içersinde atak yapamamaları beklenen doğal sonuçtur. Hatta çok başarılı oldukları mesleklerinin nimetlerinden bile kendileri faydalanamazlar.

   Yıllar önce ülkemiz gelenekleri icabı, çocuklar büyüklerin yanında pek konuşturulmazlardı. Ama çocuk o zaman oyun oynamasını, arkadaşlarıyla birlikte kendi konuşma dünyasını oluşturabiliyordu. Oysaki şimdi oyun ve ona bağlı konuşma ortamı bulamıyor çocuklar. Özellikle büyük şehirlerde yetişen çocuklarda, oyun alanları problemi oldukça fazla olduğu için konunun önemi ortaya çıkmaktadır.

   Benim değinmek istediğim sorun, hani 5 ile 18 yaşları arasındaki çocuk ve genç adayları var ya, işte onlardan söz edeceğim. Bu yaşlarda bilgisayarın önüne oturup saatlerce onun başından ayrılmayan yeni nesilleri dile getireceğim.

   Hiç çekinmeden rahatlıkla önce bir uyarı cümlesi olarak şu cümleyi vurgulamayı önemsiyorum. “Vah onlara, vah onların ailesine,vah onların çevresine!” diyorum.

   Onların bilgisayarla ilgilenmemesini, bilgisayarla uğraşmamasını, bilgisayarı tanımamasını istemiyormuşum gibi yanlış anlaşılmayı da kesinlikle arzu istemiyorum. Bunun ispatını da şöyle açıklayabilirim.
Türkiye’de okulların bilgisayarla ilk tanıştığı yıllarda, görevli olduğum özel okullarda, eğitim idarecisi olarak bu işin öncülüğünü yapmış bir eğitimciyim. O yıllarda öğrencilerime seviyelerine göre bilgisayar eğitimi verilmesini sağlamıştım.

   Benim itirazım bu dönemlerinde oyunlar, hareketli anlar, çığlıklar, şarkılar, şiirler, piyesler, spor etkinliklerinin dolu dolu olması gerekirken,  zamanlarının hemen hemen çoğunun bu aletle meşgul olarak geçmesinedir.

   İnsan bütün olarak; ruh, beden, akıl üçlüsünün birlikteliğinin sağlanmasıyla eksiksiz ve sağlıklı yetişir. Bu bütünlüğün sağlanamayışından doğan dengesizlik yıllar sonra çocuğun, eksikleri olan bir yetişkin olmasına sebep olur.

   Erken yaşlarda kullanılma alışkanlığı,  bilgisayarı konuşma özürlü genç ya da kişiler oluşmasında en büyük sebeplerden biri olarak görmekteyim. Robotlaşmış, monoton, donuk tiplerin karşımıza çıkmasına neden olacağına inandığım bu cihazı kullanmada zamanlama konusunda kesinlikle çocuklarımızı zapturapt altına almamız gerekir.

   Çocuklarımızı kitap,dergi,roman,gazeteci, hikaye vs. gibi hayal dünyalarını geliştiren, beyinlerini hareketlendiren eserlerden uzaklaştırıp, onların kelime hazinelerinin gelişmemesine ve kullanılmamasına, körelmesine sebep olmaktadır. Ayrıca duygu ve düşünce dünyalarının adeta yok olmasına, bu özelliklerinin ifadeye dönüşmesinin sağlanamamasına neden olur.

   Oysa ki bu çocukların önce konuşma dillerini iyi öğrenmelerini gerekir ki, bilgisayarı kullandığında, ondan aldığını yararlı hale getirip üretken olsun. Bilgisayar elbette kullanılacak, ama ona saplanılıp kalınmayacak, sabitlenilmeyecek.

   Sanırım anlatabilmişimdir konunun önem ve hassasiyetini.

   Çocuğun yaradılışı ve yapısı gereği, önce duygular, düşünceler ve hayaller daha sonra ardından bilgisayar gelirse yararlı sonuçlara ulaşılır. Bu ne demektir?  Çocukluğunu, ergenliliğini doya doya yaşayarak geçiren bir insan yetiştirmek gerek.

   Çocukları ergenlik çağı bitimine kadar bilgisayarla çok fazla haşır neşir etmemek gerek. Onlar bilgisayarla, gençlik yılları başladığında zaten hayatın gereği ister istemez tanışacaklar ve ömürlerinin sonuna kadar bu tanışıklık sürecektir. Bilgisayar işte o zaman, onlara gerçek anlamda faydalı hizmetini sunmuş olacaktır. Bunu aynen destekliyor, olayın böyle gelişmesini onaylıyorum. Çünkü yetişkin insan bilgisayarı nerede ve ne zaman kullanacağını bilir.

   Kullanım alanı ve zamanını iyi tespit ettiğimizde faydasını tartışmak pozitif bilimle çatışmamıza sebep olur ki, bu insan fıtratına (yaradılışına) ters düşer. Çağımızın bilgi çağı olması münasebetiyle konunun ehemmiyetini kavramak gerek.

   Çocuk eğitimi, zaman ve şartlara göre hep değişmiş, kurallar etkenlere göre oluşmuştur. Ama değişmeyen bir şey vardır, o da çocuğun kendisi yaradılışı ve çocukluk özellikleridir.

   Sonuç olarak şu cümleleri söyleyerek konumuzu özetleyeceğiz.

   Genel olarak yeni yetişen çocuklarımızın, bilgisayarla tanışıp içli dışlı olma çağının hangi yaşlarda olması gerektiğini. Bu yaşlara dikkat edilmediği takdirde sonuçta problemlerin doğacağını açıklamaya çalıştık. Konunun öneminin oldukça fazla olduğuna inanıyorum.
Tüm anne—baba ve çocuk eğitimcilerinin hassasiyetine sunulur.




psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4097
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #12 : 01 Haziran 2009, 01:23:51 öö »
ANNE VE BABALAR ERGENLİK ÇAĞINDAKİ ÇOCUKLARIN DÜNYASINI BİRLİKTE YAŞAMALIDIRLAR

   Yeni yetişen nesillerin iletişim araçları vasıtasıyla ulaşıp öğrenemeyecekleri hemen hiçbir şeyin olmadığına şahit olmaktayız.

   Bundan dolayıdır ki olayın inceliklerini anne babaların çocuklarının, dünyaya gözlerini açıp ayaklanmaya başlamalarından itibaren dikkate almaları gerektiğini vurgulamakta çok yarar görüyorum. Meselenin en tehlikeli tarafı, yeni yetişen çocuk ya da gençler ile çevrelerinde olup biten olaylar zinciri arasındaki çatışmalardır.

   Bu çatışmalarda yeni yetişen filizler, yaşadıkları veya hissettikleri olaylar karşısında kırılmalar yaşarlar. Yaşanan kırılmaların oran olarak az olması, gelecek yılların dinamik, cesur, ruh sağlığı yerinde, iradesi güçlü insan tipinin temellerinin oluşmasını sağlar. İşte tam da burada; anne ya da baba kesinlikle devrede olmalıdır. Zaten bu çağları yaşayan çocuklar ebeveynlerinin devreye girmesini zorlamaya başlarlar. Olayı fark eden anne babalar bir an önce konunun üzerine gitmelidirler.

   Para kazanmaları, iş hayatları, özel yaşamları derhal bir parantez içine alınmalı, ardından açılacak ikinci paranteze ergenlik çağındaki çocuk alınıp hayata öyle devam edilmelidir.

   Artık aile içerisinde yeni bir fert gelişmeye ve şekillenmeye  başlayacaktır. Hayat, akışını ona iyi veya kötü yönleriyle sunacaktır. Bu sunumda öğrenip öğrenemeyeceklerini yalnız tercih etmesi onu yirmi birinci yüzyıl dünyasında çok zorlar. Karar vermede yalnız kalması kendine olan güven duygularını zayıflatır.
Yanılma ve yanlışlar içerisinde yorulur, üzülür ve sonunda duygu dünyasını bozar ki, bu o yaşlar için çok önemlidir.

   Hayatı ailesiyle birlikte gözlemlemeye başlayan bir ergen maça moralmen galip başlamaktadır. Galip takım avantajı, onun daha sonraki başarılarına alt yapı oluşturur.

   Bir ergen için oturup nasihat dinlemek son derece sıkıcıdır. Tahammül edilmesi çok zor ve kendisine hiç fayda sağlamayan bir davranıştır.

   Nasıl hareket etmemiz gerektiğini şöyle özetlemek mümkündür.

   Kız veya erkek ayırmaksızın,

   -Boş  vaktimiz olduğunda kendimizi çocuğumuzla birlikte sokağa atmalıyız.

   -Önce çevremiz olan mahallemizi tanıtmalıyız. Mahalle sakinlerini gösterip onlarla haşır neşir olmasını sağlamalıyız.

   -Bir müddet sonra gazete, ekmek vs. gibi tek tük ev ihtiyaçlarını satın almaya göndermeliyiz. Ancak kesinlikle bir şartla, kendi istek ya da arzusu olursa. Yani ona “git” demeyeceğiz, “gider misin?” diyeceğiz.

   -Günler ilerledikçe, eğer şehirde yaşıyorsak, şehrin büyük caddelerine birlikte açılacağız.

   -Sinemalara, tiyatrolara, sergilere, kültür merkezlerine birlikte gideceğiz.

   -Sinema afişlerine birlikte bakıp, ortak karar verip, film seyretmeye birlikte gideceğiz.

   -Film, tiyatro, sergi vs. gibi seyir sanatlarını izledikten sonra evde ailece yorumları birlikte yaparak, doğruları anlatacağız.

   -Tatillerde seyahatleri, akraba ziyaretlerini birlikte yapacağız.

   -Akrabalar arasındaki sevgi ve saygı bağlarını, yakınlığı, hediyeleşmeyi hep birlikte yaşayacağız.

   -Çocuğun akrabalar arasındaki yaşıtlarıyla sevgi bağlarını oluşturacağız. İletişimleri için mektuplaşma ya da telefonlaşmalarını sağlayıp böylece gelecekteki akrabalığın devamını sağlayacağız.

   -Erkek ya da kız çocuklarımızla geçireceğimiz bu zaman dilimleri içerisinde oluşan ortamlardaki konuları karşılıklı bol bol konuşacağız. Ta ki kafalarında hiçbir soru kalmayacak duruma gelene kadar.

   -Televizyon, internet gibi evimizin içindeki iletişim aletlerini zaten birlikte kullanmakta olduğumuz için, bunlarla ilgili ortak fikirlerimiz oluşacaktır. Yani kullanmakta ölçüyü kaçırmama açısından her konuda olduğu gibi bu konuda da mutabakat içerisinde olacağız. Zaten bu iletişim araçlarına fazla yönelmemizi önleyecek olan birçok şeyi yaşamış olacağımızdan bunlar belli konular dışında fazla ilgi alanımıza girmeyecektir. Böylece birçok ailenin çocukları için Zaralı hale gelmiş olan bu engeli de, kurmuş olduğumuz karşılıklı, bilinçli diyalogla halletmiş olacağız.

   -Bu yaş grubu çocukları, kendilerinin sevilmesini, onlara değer verilmesini çok arzularlar. Ancak sadece “seni çok seviyorum” demek onları kesinlikle tatmin etmez. Onlara çok yakınlaşmalı, çeşitli görevleri onlarla birlikte halletmeli, bu görevlerin yapılması esnasında onları teşvik edici davranışlarda bulunmalı, esprili cümlelerle onları motive etmeli ve onları onurlandırmalıyız.

   -Ebeveynle vücut ve ten iletişimi olan çocukların sevgi ve güven dolu bir yapıya sahip olacakları günümüz çocuk eğitimcileri tarafından tartışmasız kabul gören bilimsel gerçeklerdendir. Bundan dolayıdır ki, özellikle ergenlik yaşındaki çocukları bebek gibi seveceğiz, okşayacağız, öveceğiz, kucaklayacağız. Onlara içtenliğimizi ve yürekten bağlılığımızı her şekilde hissettireceğiz.

   -Onları severken tüm sıcaklığımızı vermek suretiyle, sevilmeye layık, değerli ve güvenilir olduklarını hissettirmeliyiz.

   -Özellikle bu yaşların kız çocukları babaya çok eğilimli olurlar. Bu yaradılıştan gelen bir gerçektir. Babayla sohbet etmek, şakalaşmak isterler. Duygularının oldukça karmaşık olduğu bir devreyi yaşamakta olan bu yaşlardaki kız çocuklarının, duygu dünyaları son derece coşkuludur. Bunun içindir ki, babalar bu konuda çok duyarlı olacak ve bu çocukların taleplerine kesintisiz karşılıklarla cevap vermek suretiyle sağlam bir duygu köprüsü oluşturacaklardır. Kurulan bu köprüyle duygular yerine oturacak ve yetişkin yaşlara, davranışları normal kız çocukları yetiştirmiş olacağız.

   -Erkek çocuklarımızın ise maceraya dönük kendilerini gösterme çabası içerisinde olacaklarından enerji ve duygularını spor, sosyal faaliyet vs. ile ispatlamalarına yönelteceğiz. Bu ortamlarda ilk zamanlar onunla birlikte olacağız. Çevreye intibakı sağlandığında, sosyal çevre oluştuğunda yavaş yavaş onu kendi başına bırakıp, ayaklarının üstünde durmasını sağlayacağız.

   -Okul dışı kurslara devam etmek suretiyle yeteneklerini geliştirecek halk oyunları, tiyatro, müzik, resim, futbol, basketbol gibi eğitsel faaliyetlere devamını sağlayacağız.     

   -Cevaplanması gereken çok önemli bir konu da ergenlikle gelen ve ergen çocuk tarafından son derece gizemli ve merak uyandırıcı nitelikte olan cinselliktir.

   Maalesef öğretilmesi bizim toplumumuzda kaçınılır hale gelmiş, oysa ki çok üzerinde durulması gereken bir konudur. Zira bilinçli veya bilgili büyükler tarafından öğretilmesi kesinlikle gereken bir yaratılış özelliğidir. Hep arka plana itilmiş, üstü kapalı geçilmiş bu konuyu çocuğa bıraktığımızda, bir sürü yalan, uydurma ve sağlıksız bilgiler onu yanlış yönlendirecek, istenmeyen sonuçlar önümüze gelecektir.

   Bunların yaşanmaması için konuyu abartmadan, doğrulardan şaşmadan uygun ortam ve zamanlarda her şeyi onların anlayabileceği gibi anlatacağız.

   İnsanın hayatını dengeli sürdürebilmesi, sağlıklı yaşayabilmesi için yemek, içmek gibi Allah’ın yaratılıştan verdiği ihtiyaç özelliklerinden olduğunu açıklayacağız.

   İnsanların her canlı gibi dişi ve erkekten oluştuğunu, dişi ve erkeğin ayrı ayrı özellikleri olduğunu, bütün canlıların çoğalması için gereken şartların insanda var olduğunu, bunların bu yaşlarda insan vücudunda gelişmeye başladığını ve insan hayatında bir takım kurallara bağlı olarak uygulandığında gerçek anlamda amacına ulaşacağını izah edeceğiz.

   Bu kuralların dışında yaşanan cinsel hayatın insan sağlığını bozacağını, cinsel hayatı bozulan insanın birçok problemlerle karşılaşacağını, bunun sonucunda ruh dengesinin içinden çıkılamaz rahatsızlıklarla boğuşur hale geleceğini söyleyeceğiz.

   Bizim toplumumuzun kültürel, geleneksel ve inanç yapısının ortak görüşüne göre cinselliğin, karı kocalık, evlilik hayatında yaşanması gerektiğini konuşacağız.

   Evlilik hayatına kadar olan dönem içerisinde ise, cinsel enerjiyi spor, sosyal faaliyet vs. gibi etkinlikleri yaparak rahatlıkla kontrol altında tutabileceğini ve cinsel sağlığı koruyabileceğini anlatacağız.

   Burada örf, adet, inanç ve kültürümüzle, çevre faktörünün arasında kalınmaması için bizim inanç ve kültürümüzün yüzyıllardır gençlere böyle baktığını ve bunun doğruluğunun “Aile” kurumu ile perçinlendiğini, böyle olduğunda başarılı ve huzurlu bir yaşam oluşacağını vurgulamalıyız.

   Ergen çocuğumuzla şehrin büyük caddelerinde gezerken çevre gözlemini birlikte yapmalıyız. Bu gözlem esnasında yukarıda anlattıklarımızı birlikte gündemleştirmeliyiz. Ayrıca özellikle şehrin arka sokakları tabir edilen yerlere uğrayarak oradaki yaşamla kendi ailemiz arasındaki yaşamı mukayese etmek suretiyle görsel olarak da çocuğumuzu tatmin etmeliyiz.

   Bütün bu yaklaşımlar ve yakın ilgi, ergenlik çağındaki çocuklarımızın kafalarında meydana gelmiş olan soru işaretlerinin birçoğunu cevaplamış olur. Artık ayakları üzerinde duran, kafası dingin, kendi prensiplerini oluşturmuş, hayat felsefesini kurmuş ve hazmetmiş bir genç oluşmuştur.

   Kendini çelik zırh içine almış, ona zarar verebilecek her türlü negatif etkiye karşı korunaklı hale gelmiştir. Toplum onu artık hırpalayamaz. Girip çıkacağı yerleri, arkadaş çevresini, okuyacağı kitabı, dinleyeceği müziği, seyredeceği filmi vs. gibi tercihlerini kendi kendine yapar hale gelmiş olur. Bu kıvamda hayata atılmış olur ve devamı da böyle gelir.

   En verimli “ergen çocuk eğitimi” aileye dayalı olan eğitim şeklidir. Çekirdek ailelerde ise tamamen anne babanın bizzat birebir çocukla iletişim halinin devamlılığıyla olur. Çünkü bir çocuğun en olgular, yakın çevresi, içinde doğup büyüdüğü ev ve beraber yaşadığı ailesidir. Olay anne babayla başlar, anne babayla olgunlaşır ve anne babayla sonuçlanır. Bu cümlenin tafsilatını yukarıda gayet açık ve geniş bir şekilde yaptığımı zannediyorum.

   Bu yazımda işlediğim konu tamamen mesleki hayatımdan yansıyan gözlem ve incelemelerimdir. Görev yaşamım boyunca hiçbir zaman deney kobayı gibi karşıma kimseyi alıp ta inceleme falan yapmış değilimdir.

Fakat açıkça itiraf etmem gereken bir şey varsa o da şudur; Mesleğimi icra ederken işimi elimle değil gönlümle yaptım. Bu tarz, bana farkında olmadan gözlemlemeyi öğretmişti. Bir gün gelip emekli olup da bunları yazıya dökeceğimi de hiç aklımın ucundan geçirmemiştim.

   Ancak uğraşım hep insancıklar diyebileceğim (6-18 yaş arası) yeni yetişen insan nesli ya da içimden gelen diğer bir tabirle insan yavrusu olduğu için kendimde onlara karşı daima sonsuz ilahi bir sorumluluk duydum ve hassasiyetimi onlara her an yansıtma çabasında oldum.
   
   Onların gözlerinde, yüz hatlarında, vücut dillerinde, konuşmalarında, bağırmalarında, suskunluklarında, heyecanlarında somut görünenin dışında bir şeyler haykırıyor olduklarını gönül kulağımla duydum. Şimdi de bunların sonuçlarını tabir caizse doya doya yazabiliyorum.

   Eğitim kurumlarında hep kurum idareciliği yaptığım için, Tüm görev yerlerimde özellikle ergen çocuklar hep farklı yaklaştığım çocuklar olmuştu. Bu çocukları diğer çocuklardan daha yakın takip altında tutmak ihtiyacını tüm eğitimci arkadaşlarla birlikte önemsiyorduk. Özellikle şahsi olarak aileleri, ergenlik öncesi çocukları, arkadaşları sorunları, psikolojileri, gelecekleriyle ilgili düşünceleri vs. hep ilgi alnımda olmuştu.

   
   Öfkeli babaların olmadığı, 
   Sıkıntılı anaların görülmediği,
   Yitik çocukların kalmadığı,
   Yürekten yüreğe yolların oluştuğu,
   Sevgi dolu ailelerin çoğalması dileğiyle…



psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4097
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #13 : 01 Haziran 2009, 01:24:41 öö »
                   BÖLÜM 3


            DAĞARCIĞIMDAN



















ÜLKEMİZ ZENGİN MUHAFAZAKARLARI, YENİ KUŞAKLARI VE SORUN                                 HALİNE GELEN MAL VARLIKLARI

   Özellikle son yirmi yıldan bu yana, ülkemizde çoğalan zengin,dindar, iş adamlarının çoğu, iş hayatlarında başarılı olmuş ve çok paralar kazanmışlardır. Ancak bir konuda huzursuzdurlar. Bundan dolayıdır ki, ilk iş hayatına atıldıkları günlerin mutluluğunu aramakta ve sıkıntılarını gündeme getirmektedirler. Konu, sahip oldukları en kıymetli varlıkları olan çocuklarıdır.

   İş kapasitelerinin artması nedeniyle, iş hayatlarının ev ve aile hayatlarından daha çok vakitlerini alması, özellikle dindar iş adamları ve eşlerini rahatsız etmektedir.

   Çocuklar büyümüş, maddi refah ve bol imkanlar aile içerisinde geleneksel değerleri ve dini yaşamı zedelemiş, ebeveyn ile yeni nesil arası uyumsuzluk bunalımları getirmiştir.

   Anadolu’dan gelip zenginleşmiş olan ilk kuşak ile, burada yetişmiş çocuklar arasında, çevresel yaşantı ve büyük şehrin fırtınalı hayatının etkisi, içinden çıkılması zor problemleri doğurmuştur.

   Özellikle dindar kesimde, aile içi bağların kırsal kültüre dayalı olmasından dolayı, iki nesil arası farklılaşmadan doğan çatışmalar ortaya çıkmaktadır.

   Ailelerde, aile büyüklerinden kaynaklanan kırsal mahremiyet anlayışı oldukça ağır bastığı için, bireyler arası konuşamama ve açılamama işi derin rahatsızlıklara sürüklemektedir.

   Sonuçta doğal olarak sevgi ve şefkatin yerini maalesef zorbalık hatta bazen de şiddet almaktadır.

   Bazı ailelerde yaşanan bu olaylar o kadar ileri boyutlara varmaktadır ki, psikolojik ve hatta psikiyatrik sorunlara dönüşmektedir.

   İdareci olarak görev yaptığım özel öğretim kurumlarında, son yıllarda rehberlik birimlerinde görev yapan öğretmen arkadaşlarımın bana sunduğu raporlarda da genel olarak gördüğüm terapi sonuçları benim bu sayfaları yazmama sebep olmuştur. Zaten, bu ülkede yetişmiş ve bu ülkenin imkanlarıyla eğitim alanında olgunlaşmaya çalışabilmişsem bu benim milletime boynumun borcudur.
   
   Meseleyi abartmamıza gerek yoktur. Gerçeklerden söz etmekten hiç kaçınmadan, inandığım gibi dile getireceğim. Şunu da çok açıkça belirtmem gerekir ki; Bu bir geçiş dönemidir. Panikleyecek bir şey yoktur. Zira işin halli son derece basit ve kolaydır.

   Kimse kimsenin özel hayatına giremez. Ama ortada, geçmişi tertemiz ailelerden gelen yeni nesiller ve pırıl pırıl zihinler vardır.

   Bu yavrularımız, kızlı erkekli çok temiz, zeki ve pırlanta gibi gençlerdir.

   Eğitimcilerin bu nesil ile diyaloğu, her türlü ortamda kurmak mecburiyeti vardır. Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün “ ÖĞRETMELER; YENİ NESİL SİZLERİN ESERİ OLACAKTIR!...” sözü çok hassasiyetle uygulanmalı ve ciddiyetle olayın üzerine gidilmelidir.

   Çocuklar ve gençlerle onların özgürlük anlayışına göre irtibat kurmak, onları dinlemek, ,istediklerini çok iyi anlamak gereklidir.

   Evlerinden ve ailelerinden ayrılıp sokağa, okula, kafeteryalara gittiklerinde sosyal çevreleriyle olan ilişkilerini dengelemeleri açısından onlara sürekli destek olmak gereklidir.

   Aile ve sosyal çevrenin birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu, yaşamın komple devam edeceğini ve sürekli olduğunu onlara çok tatlı, yumuşak bir metotla izah etmek gereklidir. Kesinlikle nasihat veren büyükler ve akıl vericiler olmaktan kaçınılmalıdır.

   Ailelerin maddi imkanlarının paylaşılmasından mutluluk duyan “zengin, dindar aile çocukları” oluşturulmalıdır.
   
   Lüks konutlarda yaşayan, lüks arabalara binen,marka giyinen genç ve çocuklar olup gereksiz bunalımlarda kaybolan değil,hayatı sade,yerinde ve zamanında arkadaş çevreleriyle birlikte yaşamalıdırlar. Bu ortak duygulaşım ve bundan kaynaklanan huzuru hayat tarzı haline getirmelidirler.
   
   Paylaşım sevgiyi,dayanışmayı ardından da güçlü gönül dostluklarını oluşturur. Aynı zamanda paylaşımı sağlayan kişinin malı ya da parasının farkına varmadan artışına,bollaşmasına sebep olur. Doğanın en tabi kurallarından biri yerine getirildiği için, Kural Koyucu’nun yasaları işler ve verene verilir.
 
   Sonuçta adil imkanlar ortamı oluşur ve güçlü samimiyetler doğar. Malı ve parası olanda, malı ve parası olmayanın gözü olmaz. Çünkü varlık ya da imkanlar bir elde, bir yerde birikmez. Dağılır, çok kişi arasında ortak varlık haline dönüşür.

   Böylece egoizm, kendini beğenme, üstünlük, kibir gibi toplumu perişan eden, insani duyguları yok eden sıfatlar ortadan kalkar.

   Birlik oluşur, birlikten doğan umutlar, hedefler çığ gibi büyür. Genç dimağlar coşar, birbirleri için her şart ve ortamda sımsıkı yumaklar oluştururlar. 

   Mutluluklar geçicidir; ancak devamlı mutluluklar zinciri önemlidir, bunun adı da huzurdur. Mühim olan huzuru yakalamaktır. Huzur süreklidir ve insanoğlunu yaşama bağlar. Öyle bir bağlılık oluşur ki, fanilik bilinci tamamen ortadan kalkar ve insanoğlu tarifi mümkün olmayan, sonsuzluğa uzanan enfes bir yolculuğa çıkar.

   Bu açıklama bizi tasavvuf dünyasına doğru götürse de, olayın tasavvufi anlayışla hiç ilgisi yoktur. Konu tamamen bir realitedir. Yapılır, yaşanır ve sonucu da herkes tarafından bizzat görülür.

   İnsanların bu hazzı yaşamları için kendi kendilerini kandırmamaları gerekir. Yaratana inancı olan insanların dini konularda sadece bir hoca efendinin ya da bir hoca hanımın  etrafında toplanmak ve belli zamanlarda sohbetler yapmakla bir yerlere varılmayacağını bilmeleri gerekir.  Allah’ın sevgisinin ve cennet yolunun sohbetlerden değil insanlara ya da insanlığa faydalı olmaktan geçtiğinin bilinci kesinlikle oluşmalıdır.

   Faydalı olmak her seviyede insan için tabiki kolay olan bir işlemdir. Ancak bu, insanın şahsi kararıyla oluşmakta olan bir fiildir. İşte meselenin püf noktası zaten burasıdır; “imkanı ölçüsünde vermek” yani karşılık beklemeden ve menfaat gözetmeden, isteyerek, karşısındakinin eksiğini tamamlamak gayesiyle vermek.

   İslam Tarihi’nin zengin şahsiyetlerinden ve dört büyük halifeden biri olan Hz.Ebu Bekir servetinin tamamını insanlığa vermemiş midir?

   Çağ değiştiren Padişah Fatih Sultan Mehmet  İstanbul’u Bizans’tan almış ama yine İstanbul halkına vermemiş midir? Yani İstanbul’u o günkü eski ve yeni tüm halkla paylaşmamış mıdır?

   Tek olmak, teklik, her şeyin tek sahibi olmak yalnız yüce Allah’a mahsustur.

   İnsanın kendini daima sorgulaması gerekir. Aksi halde enaniyet (bencillik) dediğimiz iğrenç bir özellik insanın üzerine tebelleş olur. Ondan kurtulmak çok zordur.

   Örnek insan,kamil insan,sevilen insan, sayılan insan verici olmakla olunur.

   Allah(c.c.) Asır Suresi’nde, Salih ameller işleyenlerin hüsran içerisinde olmayacağını söylemektedir. Yazımın önemli mesajını burada bulmak mümkündür.

   Salih insan; temiz kalpli, yardımsever, canla başla insanlara koşturan, hayır işleri için çaba gösteren, düşkünden yana olan, haksızlığa karşı çıkan, haklıdan yana olan, malının zekatını seve seve veren, sadaka veren, bilim yuvalarına destekçi olan, düşkün çocuklara,akrabalarına, çevresine karşılıksız yardımlarda bulunan vs…dır.

   Zengin, dindar insan mal varlığı ve paranın, insanın sınav edilmesinde birer araç olduğunu bilerek, onların esiri olmamayı başarmalıdır.

   Yaradılış itibariyle zengin aile çocuğuyla yoksul aile çocuğunun birbirine üstünlüğü yoktur. Dünyaya geldikten sonra bulmuş oldukları ortamlarda farklılıklar başlar. 

   Maddiyat açısından karşımıza çıkan bu farklılaşma dengeyi bozmaktadır. Tamda burada önümüze tekrar çıkıyor paylaşmak, bölüşmek, dengeleşmek…

   Varlıklı olanlar!...

   Ne olur, verin onurlarını kırmadan bilim yapan genç ve çocuklara.

   Açın kesenin ağzını…

   Her yıl yaptığınız ailece yurtdışı ya da yurtiçi gezilerden biraz fedakarlık yapın, yoksul bir öğrenciyi inanın bir yıl okutursunuz. Bakın bu işin faturası size ne kadar değişik dönecektir. Hele ki bir tıp öğrencisini okutursanız, onun mezuniyetinde yemin(Hipokrat yemini) törenine manevi bir veli olarak davet edilirseniz, bakın bakalım tatil zevkine benziyor mu o an. Alın size ömür boyu, vericiliğinizden doğan bir huzur vesilesi.

   Bu konuyla ilgili canlı bir örneği verirsem sanırım olayı daha iyi anlatmış olacağım.


psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4097
    • Profili Görüntüle
Ynt: TAM HAZMEDEMEDİM HAZMEDEMEYECEKSİNİZ
« Yanıtla #14 : 01 Haziran 2009, 01:25:51 öö »
2000-2001 Öğretim Yılıydı.

   İstanbul B.B.Bşk.’da Basın Tanıtım Danışmanı olarak görev yapmaktaydım. Görev yerim Harbiye’deki Hava Palas ikinci kattaki daireydi. Sekreterimizin bağladığı telefondaki ses eski bir dostum, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Yavuz Bozfakioğlu’ydu .(Sevgili hocamızı 2004 yılında kaybettik, kedisini minnet ve rahmetle anıyorum.) Fakültelerinin mezuniyet töreni için İ.B.B.B.’ye bağlı Açık Hava Tiyatrosunda organizasyon yapmak istediklerini belirtti. Zamanlarının çok dar olduğunu belirtti ve bir hafta içerisinde bu işi halletmemiz gerekir dedi.

   Açık hava tiyatrosunda yapılan gösterilerin programları çok önceden yapılır. Fakat bir çaresi bulundu ve onların istediği tarih almak için çabalarım boşa gitmedi. Her ne kadar zorlandıysam da o istenen geceyi onlara tahsis ettirebildim.

   Asıl ders alınmasını istediğim bölüm, bundan sonra anlatacaklarımdır. Lütfen dikkatle okuyalım; Yemin töreninin yapıldığı gece o mekanda duyguların ötesinde bir başka dünya oluşmuştu.

   Öğretim üyeleri konuştu, devre birinci, ikinci ve üçüncüsüne ödüller verildi. Muhteşem bir tabloydu. En görkemli kısmı açık hava tiyatrosunu dolduran anne ve babaların arasından genç doktorların, en üst basamaktan sahneye doğru cübbeleriyle, klasik, hafif bir müzik eşliğinde ışık oyunlarıyla ilerlemeleriydi. Daha sonra sahnedeki yerlerini alarak topluca yeminlerini ettiler.
 
   O an bu gecenin oluşumuna katkıda bulunduğum için,bana bu imkanı veren Allah’a sonsuz teşekkürler ettim. İyi ki çabalamışım, iyi ki imkanlarımı zorlamışım dedim. Sahnede gördüğüm her tıp öğrencisi göz pınarlarımda birer damla olmuştu. Evet bu damlalar huzur verici cinsten damlalardı ve imkanımı paylaşmamdan, yetkilerimi o gençlerin bilim yüklü duruşlarına doğru kullanmamdan doğan ortamın hazzını yaşayabilmemdendi.

   Bundan dolayıdır ki, herkes kendince yapabildiğinin, verebildiğinin karşılığındaki huzuru muhakkak yaşar.
   Yazdıklarım yaşantım boyunca bizzat gözlemlediğim olaylardır. Yaşımın elliyi aşması, mesleğimin eğitim yöneticiliği olması münasebetiyle olaylardan ders çıkartmak maksadıyla satırlarımı kaleme almaktayım. Emekli villalarında, turistik yerlerde, havuz başlarında hatıraların nostaljisini gündeme getirmek için yazmadı bu görüşlerimi.

   Hep halkın içinde oldum meslek hayatım boyunca. Her seviyede çocuk, genç ve ebeveynle karşılaştım. Ayrıca vakıf okullarında görev yaptığımdan dolayı çeşitli muhafazakar çevrelere ait dini grup ve insanlarla tanıştım. Zaten bu yazımın konusu, bu çevrelerin yeni yetişen kuşağıyla ilgili olup nerelerde hata yapıldığını ortaya koymaktır.

   Bir ara sokakta yaşayan çocuklarla ilgili bir proje hazırlamam gerekmişti. Tabii ki onlarla birebir ilgilenmem gerekiyordu.Çok zor ve riskli bir işti. Fakat işin içinde insan unsuru olunca olay kaçınılmazdı.

   Uzun uğraşılardan sonra, bir şekilde kendileriyle ilişki kurabildim.

   Burada konuyu tafsilatlı anlatmak istemiyorum. Çünkü yazımın gereği neyse, onunla ilgili bölümü aktarmak istiyorum.

   Onlarla yirmi gün birçok şeyi paylaşmaya çalıştım. En sonunda samimiyetime inandılar ve kendileriyle ilgili çalışmaya başlayabildim.

   Onların dünyasına bile paylaşma ile girilebiliyor. Ama dediğim gibi gösterişten uzak, içten, yürekten, can-ı gönülden paylaşmak olduğunda taşlar yerli yerine oturuyor.

   Evet sonuç olarak; paralarımız, mallarımız, imkanlarımız bize imtihan(sınav) için sunulmuş soru kitapçıklarıdır. Bu soru kitapçıklarının cevap anahtarları aslında elimizin altındadır. Mühim olan bu doğruları gösteren anahtarı cevap kağıdı üzerine düzgün yerleştirmektir. O zaman doğruları işaretlemiş oluruz.

   Çözüm kolaydır, çözüm zevklidir, çözüm huzur vericidir ve ardından sonsuz haz getirir.

   Arzum ve dileğim odur ki, tüm yazım boyunca anlatmak istediğim gözlemler çerçevesinde olaylara yaklaşır ve yaratıcının koyduğu genel denge metotlarıyla kurarız ve huzurlu yaşantımızı.