İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - psikolog

Sayfa: 1 ... 67 68 [69] 70 71 ... 89
1021
   
Sapıklık, Eşcinsellik ve Sınırda Kişilik Örgütlenmesi

  Bu psikopatoloji düzeyinde, sapıklık üzerine İngiliz ve Fransız okullarının tanımlandığı dinamikler, hastaların bilinçdışı yaşamında temel bir rol oynar ve bunlar sınır kişilik örgütlenmesinin dinamikleri ile çakışır. Neden bu hastaların bazılarında yerleşik bir sapıklık gelişirken, çoğunda yalnızca çok biçimli sapkın çocuk cinselliğine ilişkin özelliklerin bulunduğu henüz doyurucu bir yanıt bulmuş değildir. Yerleşik bir sapıklık olmadan bu özelliklerin varlığı, hem erkek, hem de kadın sınır hastalarda sıktır. Sınır kadınlarda sadistik, mazoşistik, gözetlemeci, teşhirci davranışlar ve her iki cinste de çok gerilemiş, tuhaf mazoşistik davranışlar gördüm. Benim gördüğüm ve literatürde bildirilen en ağır tipte saldırgan sapıklık tipleri erkeklerdedir. Saldırganlığın ifadesinin biyolojik yönleri ve kültürel belirleyicilerin erkeklerde saldırganlığın daha yoğun olmasına ve sadistik cinsel davranışa kanalize olmasına nasıl neden olduğu henüz yanıtsız bir sorudur. Bununla birlikte, kadınlarda iyi belgelenmiş sadistik sapıklık vakaları da var. Yasal sistemde karşılaşılan bu tür vakaların birçoğu asla bir psikiyatriste ulaşamayabilir. Elfriede Jelinek’in Piyanist (Die Klavierspielerin, 1983) romanı, bir kadındaki saditsik, gözetlemeci ve mazoşistik sapıklığı ve son derece kıskan. Sadistik ve saldırgan bir anneyle sadomazoşistik ve eşcinsel ilişkiyi derinlemesine anlatır.
  Sınır yapıya narsistik bir kişilik eklememişse, kaotik nesne ilişkileri eşcinsel dinamikleri gölgeler; ancak narsistik kişilik zemininde sınır kişilik örgütlenmesi bulunduğunda, eşcinsel yönelim çok daha güçlüdür. Aynı zamanda, nesne ilişkileri de o kadar kaotik değildir – en azından sıradan toplumsal işlevsellikte. Bu narsistik hastalarda, eşcinsel kimliğin bir parçası olarak, bilinçdışı her iki cinsin de içe alınması fantezisinin baskın olduğunu görürüz. Böylece, diğer cinse duyulan haset başarıyla yadsınabilir. Bu gelişme psikanalitik tedavide olağandışı ağır dirençlere zemin hazırlar.
  Hem erkeklerde, hem de kadınlarda sapkın eğilimler çok sayıdaysa ve kişilik örgütlenmesi açıkça sınırdaysa, tedavinin seyri saldırganlığın yoğunluğu veya şiddetine, üst ben işlevselliğinin ne derece korunduğuna (en azından sıradan geleneksel ahlak değerleri bulunmalı) ve narsistik örgütlenmenin (yani patolojik büyüklenmeci kendiliğin bütünleşmesi) bulunup bulunmamasına bağlıdır.
  Ağır üst ben patolojisi yoksa, saldırganlık ilkelleştirilmemişse ve narsistik kişilik yapısı yoksa ve tek başına sınır kişilik örgütlenmesiyle birlikte çoğul sapkın eğilimler varsa, hastanın cinsel yaşamının yeniden düzenlenmesi ve genelde psikopatolojinin çözümlenmedi için seyir görece iyidir. Ayrıca, seyri daha iyi olan bu vakalarda çoğul sapkın eğilimlerin varlığı, sınır kişilik örgütlenmesi çözümlendikten sonra hastanın cinsel yaşamını daha iyi götürebilir.

Otto Kernberg’in Sapıklıklarda ve Kişilik Bozukluklarında Saldırganlık isimli kitabından alınmıştır.

1022
Erkek Sapıklığı Üzerine Kavramsal Bir Model
                                    (Erkek Eşcinselliğine Özel Göndermeyle)

 Freud’un düşüncesine göre sapıklık kavramının tarihini tartışırken, Laplancehe ve Pontalis genitaliteye ilişkin şu önemli soruyu sorar: ‘Genitaliteye normatif bir işlev kazandıran yalnızca birleştirici karakteri midir, ( yani ‘kısmi’ içgüdülere karşılık bir ‘bütün’ olarak gücü müdür)? Fetişizm, eşcinselliğin çoğu şekli ve hatta gerçekleşmiş ensest gibi birçok sapıklık, genital bölgenin egemen olduğu bir örgütlenme gerektirir. Bu da kuşkusuz, normal genital işlevin kendisinden başka yerde aranması gerektiğini düşürüyor’ (1973: 308).

Otto Kernberg’in Sapıklıklarda ve Kişilik Bozukluklarında Saldırganlık isimli kitabından alınmıştır.


                                       Erkekte Çok Biçimli Sapkın Cinsellik

  Klinik sapıklıkları olan hastaların en çarpıcı ve sık karşılaşılan fantezilerinden biri de şudur: cinsel gereksinimlerine buldukları özel çözüm kendilerine öylesine yoğun bir zevk verir ya da öylesine ‘yüce’ bir doğası vardır ki, başka hiçbir cinsel davranış tipi buna erişemez. Böyle bir sapıklığın bulunmadığı kişileri bu hastaların inanışına göre, yalnızca kendi aldıkları cinsel zevkin ve yoğunluğun soluk bir yansımasını yaşayabilirler (Lussier 1983). Chasseguet-Smirgel (1984), sapıklıkların böyle idealleştirilmesinin savunucu doğasına işaret eder. Savunma genellikle, tüm cinsel ilişkilerin anal hale getirilmesini haklı gösterme işlevi görür. Bu hem sapıklığın bir parçasıdır, hem de oidipal göndermeleri olan normal cinsel ilişkinin önemsizleştirmesini pekiştirir.
  Ancak, idealleştirme aynı zamanda normal aşk ilişkileri ve cinsel ilişkilerin de temel bir özelliğidir. Erkeklerin kadın anatomisini idealleştirmeleri- cinsel organlar, memeler ve cilt- âşık olmayla bağlantılı cinsel uyarılmanın bir parçasıdır. Cinsel eşin anatomisinin idealleştirilmesi, ki ben buna erotik idealleştirme diyorum, sevilen nesneye hem şefkatli, hem de erotik duyguların atfedilmesine bağlıdır. Dahası, aşık olmaya özgü bir durum olan kişinin ben idealinin sevilen nesneye yansıtılması, sağlanan narsistik doyumu attırır, eşzamanlı olarak, nesnenin sevgisi, nesneye yönelik libidinal özlemlerin doyumunu ifade eder. Sevilen nesnenin idealleştirilmesi beraberinde genital ilişkinin ve kişinin kendi ve eşinin bedeni ve dokunan, birbiriyle iç içe geçen cinsel organlarının idealleştirilmesini de getirir. Bu yorum çok açık görünebilir, ama Freud’un (1914: 88; 1921: 113) aşık olma durumunda narsistik yatırımın tükendiği yolundaki ifadesiyle çeliştiği için yine de yazıyorum.
  Âşık çiftin gözetlemeci, teşhirci, sadistik ve mazoşistik fantezi ve arzuları ve eşin uyarılması ve orgazmlıyla özdeşleşmenin eşcinsel dokundurmaları, oidipal yasakların aşılmasının simgesel bir ifadesidir. Aşık olan ve cinselliği paylaşan çift, oidipal çift haline gelir. Çiftin fantezileri, arzuları ve etkileşimleri, Oidipus öncesi ortak yaşamsal özlemleri ifade eden, simgesel olarak iki bedenin birbirine karışıp birleşmesi için köprü oluşturur. Bu kaynaşma, karşılıklı uyarılma ve orgazm sırasında denetimin kaybolduğu duygusuyla yaşanır. Sevilen nesnenin beden parçalarının normal idealleştirilmesi, nesnenin giysilerine ve sahip olduğu diğer eşyaya da uzanmasıyla fetişistik işlevler üstlenebilir.
  Bu erotik idealleştirmeler, sanatsal veya dinsel dışavurumlara ilham verebilir. Klinik sapıklıklarda ise, bir ‘yeni-cinsellik’ (Mc Dougall 1985) yaratma veya Oidipus öncesi cinsel öncülleri idealleştirerek oidipal arzularla iç içe geçerler ve cinsel aşkı, doğaüstü bir nitelik vererek sanat ve dinle ilişkilendirebilirler.
  Erotik idealleştirmenin patolojik olduğu kadar normal işlevleri de vardır. Tüm idealleştirmelerin, çift değerlilik çevresindeki çatışmalardan kaynaklandığı söylenebilir. Çok biçimli sapkın cinselliğin erotik idealleştirmesi de buna dahildir. Genelde bir aşk ilişkisinde nefretin bütünleştirilmesi, ilişkiyi ve eşlik eden erotik uyarılmayı zenginleştirir. Belli bir sapıklığın idealleştirilmesi ise, hadım edilme kaygısının yadsınması ve anal evreye gerileme hizmetinde kullanılan ikincil bir savunmadır.
 Erkek heteroseksüelin bir kadın bedenini idealleştirmesi, sıradan estetik kaygıları ve özellikle de estetiğin alışıldık sınırlarını aşan bir gizem ve heyecan duygusu yaratır. Bu idealleştirme, erkeğin sevdiği kadını içe alma arzusuyla, kadının bedenini ve aklının nihai ulaşılmazlığına ilişkin farkındalığı arasındaki çatışmaya katlanabilmesine izin verir. Diğer bir deyişle bu idealleştirme, diğerinin ulaşılmaz doğasına dayanmayı kolaylaştırırken, kaynaşma için sonsuz arzuyu da canlı tutar. Erotik idealleştirme cinsel arzuyu toplumsal yaşama yayar ve toplumsal yapıda oidipal fantezi ve senaryoların etkinleştiğini haber veren kişilerarası gerilimlerin yaratılmasını ve sürdürülmesini sağlar.
  Erotik idealleştirme ayrıca özlemlerin kalıcılığını güçlendirir ve aşkı, aşık çiftin nesne ilişkilerinde iyice yoğunlaşmış olan çift değerliliğin normal bir parçası olan nefret koşulu altında korur. Kendisini öfkelendiren bir kadından cinsel olarak uyarılan bir erkek, erotik idealleştirmenin çift değerlilikle başa çıkma işlevine bir örnektir.
 Erkek eşcinselin eşinin bedenini erotik idealleştirmesi analitik olarak araştırıldığında, Freud’un ilk kez ‘Narsizm Üzerine’ (1914) makalesinde tanımladığı ‘oidipal nesne olarak anneyle küçük oğlan arasındaki fantezi ilişkideki heteroseksüel unsurlar’ ortaya çıkar. Küçük oğlan annesinin penisini beğenmesini arzular, bu sayede penisinin yetersiz olduğu ve annesinin vajinasının taleplerini karşılamada babasıyla yarışamayacağına ilişkin korkularını yenebilir. (Chasseguet- Smirgel, 1984). Saldırgan ve zehirli değil de, iyi ve seven bir penisi olduğu yolundaki güvence gereksinimi, eşcinsel eşin penisine hayranlık duyma ve bundan uyarılmayla ve eşin kendisininkinden uyarılması ve hayran olmasıyla doyurulur.
  Penisin ve bununla birlikte eşcinsel oyunların erotik idealleştirmesinin teşhirci, gözetlemeci, fetişistik, sadistik ve mazoşistik anlamları, bazı tipik erkek fantezilerinde ortaya çıkar. Bunlar, orgazma ulaşmasına izin verilmeden elle uyarılma fantezileri ve cinsel eşin beden boşluklarına saldırgan bir giriş arzusunun yanı sıra, kişinin kendi penisiyle edilgen olarak uyarılması arzularıdır. Eşin cinsel uyarılması ve orgazmıyla ve eşin kişinin bedenine olan hayranlığıyla kurulan narsistik özdeşleşme, eşcinsel ve heteroseksüel erkek hastalarda belirgin benzerlik göstere oidipal ve Oidipus öncesi fantezilerle bağlantılıdır; bu benzerlik bizi yine, çok biçimli sapkın fantezi ve itkilerin normal, evrensel işlevine götürür. Benzer şekilde, bir kadının teşhirci fantezileri ve uyarılmasında ve üzerinde denetim kurduğu ereksiyondaki penisin uyarılmasında eşcinsel unsurların işlevi gözlenebilir.
  Benim psikanalitik araştırma deneyimlerime göre, her iki cinsteki eşcinsel öğeler, karşı cinsle kurulan cinsel ilişkilerin erotik idealleştirmesini zenginleştirir. Demek ki sorun, normal sapkın eğilimlerin nasıl olup da sınırlayıcı, zorunlu sapıklıklara dönüştüğü ve eşlik eden erotik idealleştirmenin nasıl olup da yasak oidipal eylemle bağlantılı, çözülmüş ya da bastırılmış cinsel itkilerin önemini yadsıyan bir savunmaya dönüştüğü sorunudur. Henüz bu soruya yanıtımız olmamakla birlikte, önemli kişilik bozuklukları zemininde eşcinselliğin dinamiklerinin araştırılması, bu dönüşümün bazı belirleyicilerine ilişkin önemli bilgiler sağlar.

Otto Kernberg’in Sapıklıklarda ve Kişilik Bozukluklarında Saldırganlık isimli kitabından alınmıştır.

1023
Genel Tartışma / SAPIKLIK VE PSİKANALİZ
« : 31 Mart 2012, 08:59:58 ös »
Bence, ister nevrotik ister sınır ve narsistik düzeyde olsun, iyi yapılandırılmış sapıklıkları olan hastaları tedavi den analist, hastanın sonuçtaki cinsel yönelimine ilişkin teknik bir yansızlık tutumunu korumak zorundadır. Bu, analistin başkalarını veya hastanın kendisini tehlikeye sokabilecek sadistik bir sapıklık karşısında duygusuz bir aldırmazlığı koruması gerektiği anlamına gelmez. Teknik yansızlık daima hastanın ve etkileşimde bulunduğu kişilerin güvenliğini düşünmeyi ve tedavi ortamının kendisini korumayı da içerir.
 Yerleşmiş sapıklıkları olan hastalar, analiste yansıtılmış olan oidipal babanın son derece örtük şekilde değersizleştirilmesi sonucunda, analistin yorumunu genellikle sahte veya düzmece bir şekilde içe alırlar (Chasseguet-Smirgel 1984), bu da tedavide özel güçlükler yaratır. Hasta, analitik süreçle bilinçdışında alay ederek yorumu içe alıyor’muş gibi’ yapar; bu, oidipal babanın gücüyle bilinçdışı bir alayı ve aldığı şeyi yıkıcı bir şekilde bozma ve anal gerileme temelinde babayla sahte bir özdeşleşmeyi temsil eder.
 Bu gelişme, hastanın analistin yorumlarını duyduğunu ‘ancak yeterince anlamadığını’ ve daha iyi anlamaya çalıştığı izlenimini veren netleştirici sorular sorması şeklini alabilir. Sanki hasta bir şeyleri anlamak ‘üzeredir’; analist sıklıkla gerçek bir iş yapılıp yapılmadığına ilişkin belirsiz bir huzursuzluk hisseder. Derin aktarım gerilemelerinin bu koşullar altında gerçekleşebileceği ve aktarım paradigmalarında anlamlı bir değişiklik olabileceği gerçeği analiste etkileşimin otantikliğine ilişki güvence verebilir, ancak neyin gerçek, neyin ‘mış gibi’ olduğuna dair kuşkular kalır.
 Bu savunmacı yapılama, narsistik kişilikler için tipik olan, yorumların bilinçdışı ziyan edilmesi ve açgözlülükle içe alınarak yok edilmesinden ayırt edilmelidir. Gerçekte, analist bu sürecin farkında varırsa, örgütlenmiş sapıklıkları bulunan narsistik olmayan hastalarda bu savunmanın etkin olduğunu anlayabilir ve bunu yorumlayabilir. Savunma, hastanın analizde öğrendikleri konusunda çocukça böbürlenmesi ya da oidipal babayla örtük bir alayla- simgesel olarak, penisini paylaşması ve bu süreç içinde onu rezil etmesi- başkalarıyla analizini tartışması şeklini alabilir.
  Hastanın kadın cinsel organlarına karşı kayıtsızlığı veya iğrenme duygusu dikkatle araştırılmalıdır. Böylesi bir değersizleştirmenin altında yatan, cinsel uyarılmanın bastırılmış olması, sınır ve narsistik ağır hastalar özgü, genelde beden yüzeylerinin erotikleştirilememesi durumundan ayırt edilmelidir. Bu ikinci grupta aktarımda çok erken anne-çocuk ilişkisinin yeniden canlandırılmasına izin veren bir gerileme olmadıkça ve ten erotizmine, beden parçalarının idealleştirilmesine ve genelde çok biçimli sapkın cinselliğin erken köklerine yeniden yatırımın olduğu yeni bir sevecenlik yetisi gelişmedikçe hiçbir değişiklik beklenemez. Buna karşın, kadın bedeninden tiksinme ve iğrenmenin aşırı bir hadım edilme kaygısına karşı gerilemiş bir savunma olduğu, daha iyi işlevsellik gösteren hastalarda bu kaygı, güçlü ve zalim babaya karşı korku ve iğrenme, onunla özdeşleşme yeteneğindeki ketlenme üzerinde derinlemesine çalışma yapılması, genellikle kadın cinsel organlarından yeniden uyarılabilme durumu yaratır.
 Diğer durumlarda, hasta aktarımın temel yönlerinde özellikle de ilkel tipteki olumsuz aktarım eğilimlerinden kaçınmak için, savunucu tarzda kaotik cinsel fantezi ve etkinlikleri cömertçe sergileyebilir- görünürde tam bir cinsel ifade ‘özgürlüğü’ içindedir. Hastanın diğer tüm etkileşimlerini de belirleyen kaotik cinsel yaşamı, analisti de içeren derinlikli bir nesne ilişkisine karşı bir savunma olarak kullanılır, burada analistin görevi çok farklıdır: aktarımdaki nesne ilişkisinin analizine dikkat çekilmeli ve analitik durumun savunmaya yönelik olarak ‘kirletilmesi’ ilkel cinsel malzemeyle ilişkilendirilmelidir.

Otto Kernberg’in Sapıklıklarda ve Kişilik Bozukluklarında Saldırganlık isimli kitabından alınmıştır.

1024
TRAKYA ÜNİVERSİTESİ: NEREYE..?



Trakya Üniversitesi’nde 30. kuruluş yılımızda yeni bir döneme geçmek üzereyiz. Şöyle bir geçmişe baktığımızda, benim bu kuruma katıldığım 1988 yılına göre öğretim üyesi sayımızda, öğrenci sayımızda, bilimsel yayınlarda, bina sayılarında ve büyüklüklerinde önemli oranda artışlar var. Öte yandan bizimle aynı zamanda kurulan üniversiteler içinde arkalarda olduğumuz yadsınamaz bir gerçek.
Üniversite ülkenin temel kurumlarındandır. Toplumun beyni özelliğindedir. Üniversitede üretilen bilim, topluma düşünce, yorum, çözüm, tutum ve davranış olarak yansır.
Üniversitemizin vizyon ve misyonunu çok iyi ortaya koymalıyız. Birinci basamakta ülkemizin ihtiyacı olan meslekleri yetiştirmek, ikinci basamakta öğretim üyelerini yetiştirmek ve son basamakta bilim üretmek, patent geliştirmek olarak konumlandırabiliriz. Üniversitemizin bilimsel organizasyonunu bu piramide göre düzenlemek gereklidir.  Bu amaca uygun olarak  hazırlanması gereken master plan,  akademik ortamlarda tartışmaya açılarak 2013 yılına hazır hale getirilmelidir.
   Öğrenci üniversitede bir meslek, uzmanlık kazanırken, bir yandan da kişiliğini olgunlaştırmalı, çevresinde, bölgesinde ve dünyadaki gelişmeleri gözlemleyip yorumlayabilmeli, mutlaka genel kültür, edebiyat ve güzel sanatlarla ilgilenerek bilgisini arttırmalı, estetik duyu kazanmalıdır. Bu hedeflere ulaşmada üniversitemiz her türlü olanağı  sunmalı ve ayrıca sağlıklı yaşam biçimi için gereken altyapıyı oluşturmalıdır. Öğretim üyeleri öğrencilerimize bu aşamalarda en iyi rol model olacaktır.
Bina yapmak, beton dökmek ve inşaat; ilerlemenin, gelişmenin ana dinamiği değildir. Laboratuar, araştırma merkezi, kütüphane gibi ana donanımlardır üniversitenin  çekirdeği. Kaynaklarımızın önemli bir kısmını bilim, öğretim ve üretiminin temel merkezlerine ayırmalıyız. Bu merkezler, özellikle kütüphaneler, öğrenci ve öğretim üyelerine 7/24  prensibi ile hizmet etmelidir. Derslik ve amfi gereksinimleri hızla sağlanmalı, mevcutlarla beraber öğretim üye ve öğrencilerinin hak ettikleri donanım ve ergonomide olmalıdır.
Edebiyat, tarih, felsefe, sosyoloji, psikoloji, arkeoloji ve sanat tarihi gibi temel sosyal branşlar mutlaka desteklenmelidir. Sosyal bilimler, fen bilimleri ve sağlık bilimleri kadar bir üniversitenin saygınlığında önemli yer tutmaktadır. Eski eserlerin yeniden basılması, sadeleştirilmesi, günümüz diline çevirme teknikleri öğretilmelidir.
Üniversite yöneticisinin en önemli görevinin özgürlük ve huzur ortamını sağlaması olduğunu düşünüyorum. Özgür düşünce akademik hayatın sürdürülmesi için gereklidir. Üniversitede her türlü fikir üretilebilmeli ve söylenebilmelidir. Fakat hakaret içermemeli ve kırıcı, yıkıcı yansımaları olmamalıdır. Adaletli olmalı bir yönetici. Asla bencil değil, mutlaka özverili  olmalıdır. Edebali’nin tarihsel öğütlerini yönetici hep aklında tutmalı, o bilinçten hiç ayrılmamalıdır. Akademik kadrolar hiç bekletilmeksizin, ayrımcılık yapılmadan  verilmelidir. Bütün öğretim üyelerinin biraraya gelebileceği, gazete dergi okuyabileceği merkezi bir yerde akademik klüp oluşturulmalıdır. Farklı birimlerdeki bilim insanlarının buluşması, kurum içi diyaloga, kurumsal dinamiklerin pekişmesine yardımcı olacaktır. Üniversitemiz hastanesinde öğretim üyelerine tahsis edilen başvuruların ve randevuların organize edileceği, kan alımının gerçekleştirileceği bir oda ayrılmalıdır.
   Rektörlük çok hızlı çalışan bir mekanizmaya ulaşmalıdır. Rektörlüğe gelen bir yazı veya ileti o gün cevaplandırılmadan rektörlüğün ışıkları söndürülmemelidir. Yetkililere e-imza verilerek bürokratik işlemler, basılı kağıt olmaksızın, mekan sınırlaması tanımadan süratle yapılmalıdır. Şu an çok yavaş ve yetersiz çalışan bilgi-işlem altyapısı mutlaka güçlendirilmelidir.
Balkanlarla ilgili her konu üniversitemizin ana gündemi, vizyonu ve misyonudur. Birçok alanda olduğu gibi Balkanların tarihi, sosyolojisi, sanatı, kültürü, ekonomisi, mimarisi,  bizim medeniyetimizin en güzel ve şerefli destanlarındandır. Bu konularda özverili bilimsel çalışmalar yapmak tarihin bize yüklediği en önemi sorumluluklardandır. Kurumlararası diyalog  mutlaka önemlidir  ama uluslarası akademik saygınlık, bilimsel verilerle, arşiv belgeleriyle desteklenen yazılı ve görsel eserlerle sağlanır. Erasmus gibi, Farabi gibi Balkanlardan öğrenci değişimi programı üniversitemiz önderliğinde  Sinan adı altında gerçekleştirilmelidir.
Üniversitemiz hastanesi bölgemizin en büyük ve en önemli sağlık kuruluşudur. Hastanemizin birikmiş çok ciddi sorunları vardır. Ameliyathanemizin havalandırması, lambaları, masaları,  otomatik kapıları,  endoskopik ve radyolojik donanımı ile büyük bir revizyona ihtiyacı vardır.   Bütün kliniklerin donanım eksiklikleri ortaya konularak, kurulların belirleyeceği takvim içinde satın alınmalıdır. Hastanemiz ıslak zeminleri komple elden geçirilmelidir. Isı kaybına neden olan dış pencereler gözden geçirilmelidir. Radyolojik çekimlerin dijital sistemi olan paks bütün hastane bünyesinde ivedilikle kurulmalıdır. Filmlerin basılmaması ile edinilecek tasarruf, sistemi kısa sürede amorti edecektir. Servis yataklarının büyük çoğunluğu hurda durumundadır, mutlaka yatak ve karyolalar yenilenmelidir. Servislere tansiyon, nabız ve derece ölçümlerini dijital olarak yapacak seyyar cihazlar alınarak modern görünüm kazandırılmalıdır. Hasta dosyaları elektronik ortamda tutulmalı, tüm hasta dosya bilgileri ve tedavi istemleri her serviste doktorlarda ve hemşirelerde  bulunacak tablet bilgisayarlar üzerinden yürütülmelidir. Bu sayede, arta kalan zaman tedavi hizmetlerine ayrılabilecektir. Toplum nazarında hiç de olumlu imaja sahip olmayan hastanemizin halkla ilişkilerine büyük önem verilmeli, üniversitemizin bu konudaki bütün  ilgili birimlerinden akademik destek alınmalıdır. Döner sermaye gelirlerini arttırıcı çalışmalara (poliklinik sayısı artışı, özel oda,  otopark, yabancı ve bölge dışı hasta, bilimsel araştırmalar, ulusal kamu projeleri vb.) ağırlık verilmelidir. Giderleri azaltmada en önemli nokta; israfı önleme, stok kontrolleri ve ödemelerin belirsizliğinin giderilmesidir. En kaliteli malı en uygun fiyata  gerekli miktarda almak için azami gayret gösterilmelidir. Tıbbi malzeme alımlarında malın özellikleri, şartnamesi, tedarik kaynakları, maliyeti konusunda kurumumuzun ciddi bir alt yapısı yoktur. Döner sermaye yıllardır bütçesi olmadan, yıl sonunda bilanço tertibiyle yürütülmektedir. Bütçe  üzerinde ciddi çalışmalar yapılmalıdır. Geniş kapsamlı bağış kampanyaları düzenlenerek her kesimden destek talep edilmelidir.
Yönetim anlayışımı somutlaştırmak bağlamında, son aylarda yaşadığımız bir örneği, öğretim üyelerine otopark cihazı dağıtımını, anlatmak istiyorum. Yeni cihaz almak için kurum kimliği, ehliyet ve araç ruhsat fotokopileri ile idareye başvurmamız istendi. Kurum kimliğinin fotokopisini kimliği veren kuruma vermek! Bu angaryalara ne gerek var. Bir günde görevli bir memur imza karşılığı gereksiz belgeler olmadan öğretim üyelerine cihazları dağıtabilir. Yönetim kolaylaştırıcı olmalıdır zorlaştırıcı değil, yapıcı olmalıdır yıkıcı değil. Üniversitemizde  organizasyon dinamiğini, sistematiğini, mantığını, çatısını, alışkanlığını, akışkanlığını, refleksini geliştirmeliyiz. Belli bir niceliğe ulaşan üniversitemizde artık niteliğe, kaliteye önem vermeliyiz. E-üniversite uygulamalarını yaygınlaştırmalıyız. Her kademedeki yazışmaları elektronik ortamda gerçekleştirecek altyapıyı bir an önce kurmalıyız. Dekanlıklar ve müdürlükleri personel yönünden desteklemeliyiz. Enstitülerin, dekanlıkların dergileri, yayınları tüm masrafları rektörlükçe karşılanmak üzere öncelikle basılmalıdır.
Kendi diktiğim ağaçları kesmeyeceğim. Ülkemizin kısıtlı bütçe olanaklarıyla ve çalışma saatlerinde yapılacak olan binaların alınlarına dönemimde yapıldığına dair levha asmayacağım. Şayet böyle yazılar varsa onları tarihe bir belge olarak bırakacağım. Bütün alanlarda israfa kaçmamaya özen göstereceğim. Davetiyeler ve tebrikler sadece elektronik ortamda gönderilecektir. Kampüs(ler) içi yollar hızla onarılacak, gittikçe büyüyen personel otopark(ları) gereksinimi karşılanacaktır.
Öğretim üyeleri akademik ortamda eşitdir ve rektör ancak eşitler arasında birincidir (primus inter pares). Öğretim üyeleri  rektörlük binasına rektörle aynı kapıdan girer. İdari yapı üniversitenin omurgası olan öğretim üyelerine liyakatla  hizmet sunar. 
Bilgisi ve kültürü ile, kendi dalındaki uzmanlığı ile, hoşgörülü, topluma saygılı, tarih bilinci taşıyan, toplumdaki saygın yerini analitik davranışları ile pekiştiren siz değerli öğretim üyeleri; bu ortak bilinçle önümüzdeki tarihi sorumluluğu olduğunu düşündüğüm seçimlerde üniversitemizin yöneticiliğine adayım. Yinelenmeden değil “yeni”den, yabancıdan değil “yerli”den, yargılayıcıdan değil “yapıcı”dan yana olalım. Takdir sizlerin.

Saygılarımla,

Prof. Dr. Yener Yörük
Trakya Üniversitesi Öğretim Üyesi

https://twitter.com/yeneryoruk

E-posta:yyoruk@trakya.edu.tr,
www.yeneryoruk.trakya.edu.tr
Tel/faks iş: 0284 2355936, cep: 0542 2147380

1025
Psikoloji / İyi Bir İlişki Nasıl Olur?
« : 20 Mart 2012, 03:11:06 öö »

İyi Bir İlişki Nasıl Olur?

İlişkiler hakkında düşünmenin bir yolu gözünde kesiksiz bir bütünü canlandırmaktır.

―――――――――| ――――――――――――――|―――――――――――――

      Narsistik (Alıcı)                   Sağlıklı                                   Bağımdaş (Verici)

Sağlıklı ilişki kesiksiz bir bütün oluşturan bu bandın ortasında bulunur ve her iki yöne doğru ileri-geri hareket etme esnekliğine sahiptir. Sağlıklı bir ilişki bu ilişkide yer alan kişilerin her iki yönün de en uç noktasına ulaşmaması ve bir noktada uzun süre kalmaması demektir. Narsistlerin nasıl olduğunu hepimiz biliriz – bunlar başkalarına veremeyen, ama her şeyi karşıdan bekleyen insanlardır. Bu insanlar ben- merkezciliğe örnektirler ve başkalarını kullanabildikleri sürece kendileri için herhangi bir şey yapmak gibi bir niyetleri yoktur. Bağımdaş (ortak bağımlılık geliştiren) ise bunun tam tersidir ve bir sonraki soruda detaylı olarak incelenecektir. Yukarıdaki şema sağlıklı bir ilişkinin aşırı vericilik ile aşırı alıcılığın ortasında bir yerde olduğunu göstermektedir.
  İyi bir ilişki ayrıca kendine ve diğer insana karşılıklı saygı ve şefkat gerektirir. Bunlar büyük olasılıkla uzun vadeli iyi bir ilişkinin en önemli özellikleridir. Bu nitelikler iyi bir ilişkide sevgiden çok daha önemli olabilirler ve genellikle de öyledirler. Eğer sevgi saygı ve şefkat demekse, o zaman sevgi önemlidir. Ama çoğunluklar sevgiyi ihtiyaç duymak olarak tanımlarız ve ‘sevdiklerimize’ saygısız ve kötü davranırız. Eğer sevgi dediğimiz, sevgi maskesine bürünmüş ihtiyaçsa, bu iyi bir ilişki ile sonuçlanamaz. İyi bir ilişki ayrıca güven, kabul, iletişim, gerçek bir hoşlanma duygusu ve gerektiği zaman uzlaşmaya gönüllü olmaktan oluşur. Karşımızdaki kişinin, kendi gereksinimleri, değerleri ve seçimlerine sahip, bizden bağımız bir insan olduğunun kavranması gereklidir. Hepimiz karşımızdakinden ve ilişkiden bağımsız bir takım şeylere sahibiz ve tabii ki bu karşımızdaki için de geçerlidir. İyi bir ilişki sürekli yakınlık veya düzenli paylaşma ve anlaşma değildir. Bu özellikler kısa sürede ilişkiyi boğar ve sıkıcı yapar.
  İlişki kurmak için önemli bir neden kendimizi büyümeye ve gelişmeye açmaktır. Bu büyüme ve gelişme tehdit dolu veya ürkütücü bir ortamda gerçekleşemez. İyi, sağlıklı bir ilişki bu çılgın dünyada gösterişe gerek duymaksızın kendimiz olabileceğimiz güvenli, yüreklendirici bir ortam sunar. Duygularımızı ifade etmemizse, hatalar yapmamıza, deneyimler yaşamamıza, risk almamıza olanak tanır ve bu arada biz gelişiriz. İyi bir ilişki destek ve gelişme dışında, insanı canlandırır ve bazen de güzel bir ‘tekme’ atar.
  Günümüzde iyi bir ilişkiye sahip olma konusundaki problemlerden biri örnek alınabilecek uzun vadeli ilişki modellerinin çok az olmasıdır. Toplumumuz (batı modeli) bize ilişkilerde cinsel çekimin ve bağımlılığın önemli unsurlar olduğunu, ayrıca ilişkiye girmenin amacının kendi gereksinimlerimizi karşımızdakinin kanalıyla karşılamak olduğunu öğretti. Bu öğretiyi aşmanın tek yolu sahip olabileceğimiz ilk ve en önemli ilişkinin kendimizle olan ilişkimiz olduğunu kabul etmektir. Diğer bütün ilişkiler bunu takip eder – bir başkasıyla kendinizle olan ilişkinizden daha iyi bir ilişkiniz olmaz. Kimse sizi sevilme istediğiniz şekilde sevmez; kimse sizin ihtiyaçlarınızı karşılamaz.


Susanna McMahon’un Terapistim Yanımda isimli kitabından alınmıştır.

1026
Psikoloji / ‘Fonksiyon Bozukluğu Olan’ Aile Nedir?
« : 20 Mart 2012, 03:10:42 öö »
‘Fonksiyon Bozukluğu Olan’ Aile Nedir?

 Bu terim günümüzde sağlıklı bir biçimde işlev görmeyen aileler ve ilişkiler için kullanılmaktadır. Sağlıksız ailelerde yer alan insanlar kısır bir döngüye yakalanmışlardır. Bu kısır döngü kişilerin kendileriyle ve birbirleriyle ilişkilerinde acıya ve yıkıcılığa neden olan bir düzen oluşturur. Ailede bir alkolik, bir uyuşturucu bağımlısı, kişilik bozukluğu olan bir aile bireyi, bir tacizci, bir suçlu veya yıkıcı herhangi bir kişilik varsa, ailede fonksiyon bozukluğu başlar. Bu terim suçlunun problemine odaklanmaktan ziyade aileye bir sistem olarak yaklaşma eğiliminden doğmuştur. Ailede bir kişinin temel bir problemi varsa, problem tüm ailenindir ve herkes konuya bir tarafından bulaşır. Fonksiyon bozukluğu bir suçlu olmadan da ortaya çıkabilir. Aileyi yıkıcı bir şekilde etkileyen büyük bir aile sırrı veya bir dış çatışma varsa, ailede fonksiyon bozukluğu oluşabilir. Ailedeki herkes sorundan bir şekilde mağdur olur.
  Ne yazık ki, günümüzde pek çok ailede fonksiyon bozukluğu vardır. Bu ailelerde aşırı stres, çok az anlamlı iletişim, duygularla başa çıkamam, birbirine destek eksikliği, gereksiz, yıkıcı tenkit, cesaret kırıcı bir ortam, bireylerde olumlu yönde gelişememe ve büyüyememe sorunları bulunur. Ev emin, güvenli bir alandan ziyade bir savaş alanı duygusunu verir. Fonksiyon bozukluğu olan bir ailede yaşadığımızın işareti eve gitmekten nefret etmek veya korkmaktır. Genellikle aile bireyleri arasında bölünmeler, güçsüz gruplaşmalar, birçok sır ve sırtından bıçaklama görülür. Ailenin her bireyi yaşamını sürdürmek için sağlıksız savunmalar öğrenir ve bu ailelerin çocukları bu hatalı eğitimi kendi ilişkilerine taşırlar. Bu şekilde başlangıçta fonksiyon bozukluğu olan bir aileden fonksiyon bozukluğu olan birkaç aile oluşur. Fonksiyon bozukluğu olan aileler fonksiyon bozukluğu olan bireyler üretir, bu bireyler de kendilerine fonksiyon bozukluğu olan aileler kurarlar.
  Aile terapistleri problemi olan kişiyi tedavi için aileden alıp, sonra ‘hastayı’ fonksiyon bozukluğu olan sisteme geri yollamanın yetmediğini gördüler. Olumlu değişimi sağlamak için, dikkati problemi olan kişiden aile ünitesine kaydırmak gerekiyor. Bazen değişimin oluşabilmesi için çekirdek aile dışındaki ilgili kişilerin – yakın arkadaşlar, diğer akrabalar, problemle ilgisi olan yardımcıların – tedaviye katılması gerekiyor. Genellikle ilgili herkesin tedaviye katılması için ailede bir kriz yaşanması zorunlu oluyor. Krizin paradoksu, eğer değişimi başlatabilirse, fonksiyon bozukluğu olan bir aile için en olumlu olay olmasıdır.
  Fonksiyon bozukluğu ile yaşamak, bilinmeyenin riskine atılmaktan çok daha kolay ve tanıdık olduğu için, fonksiyon bozukluğu olan birçok aile değişmez. Sorunun aşinalığı ve ailenin buna tepkileri aile bireyleri için çılgınca bir güvenlik ortamı yaratır. ‘Tanıdığınız şeytan bilinmeyenden iyidir’. Statik olmak ve saplanıp kalmak, öğrenmek ve yeni şekiller geliştirmekten daha kolay görünür. Fonksiyon bozukluğu olan ilişkileri yürütmek sağlıklı ilişkileri yürütmekten daha fazla enerji gerektirdiği ve gösterilen gayret hiç kimseye olumlu bir ödül getirmediği için bu korkunç bir yanılgıdır. Aile yıkıcı sistemini değiştirmek istemezse, değişmek isteyen aile bireyi ailenin tepkisini dikkate almadan bunu kendi başına yürütmelidir. Bu çok zor bir seçimdir ve bazen hastanın sistemden kopmasına yol açar. Ama biz önce kendimizden sorumluyuz.




Susanna McMahon’un Terapistim Yanımda isimli kitabından alınmıştır.



1027
Psikoloji / Neden Depresyondayım?
« : 20 Mart 2012, 03:10:19 öö »
Neden Depresyondayım?

 Depresyonu tanımlamanın bir yolu her konuda kendimizi yenik hissedene kadar öfkemizin içe- kendimize karşı- dönmesidir. Gerçeklerle ilgili düşünce, algı ve gözlemlerimiz kendimiz ve dünyamızla ilgili olumsuz beklentilerimizle paralelleşince depresyon oluşur. İnsanlar yüreklendirilme, desteklenmez ve iyi olduklarına inanmak üzere eğitilmezlerse, bunalıma girerler. Hassas insanlar bu çılgın dünyadaki tüm olumsuzluklara içe dönerek ve bunalıma girerek tepki verirler.
 Depresyonun değişik türleri olduğunu belirtmek önemlidir. Ama depresyonun iki ana kaynağı genetik/psikolojik reaksiyonlar ve durumsal bocalamalardır. Aile geçmişinde depresyon olan ve sık sık nedensiz yere kendini bunalımda hissedenlerin psikolojik nedenlerinin incelenmesi gerekir. Bu durumlarda, ilaç genetik hatanın etkilerini rahatlatabilir. Ayrıca bu koşullarda, kendimizi sadece terapi, rol modelleri veya başkalarının desteğiyle depresyondan çıkarmaya çalışmak, aynı araçlarla vitamin eksikliğinden kurtulmaya çalışmaya benzer. Bu durumda Öz Saygı geliştirme süreci biyolojik olarak ciddi bir şekilde engellenmektedir. Depresyona karşı ilaçlar işe yararlar ve psikolojik depresyonda bu ilaçları çevrenin desteği ve terapi ile birlikte kullanmak en uygunudur. Genetik depresyon kişisel bir zaaf ve irade gücüyle yenebileceğimiz bir şey değildir. Gözlerimizin rengi gibi, bu özellikle doğmuşuzdur ve üzerinde kontrolümüz olamaz. İlaç da dahil olmak üzere tüm kaynakların yardımıyla bu depresyon kontrol altına alınabilir.
 Depresyonun diğer ana kaynağı durumsaldır. Bu çevremizdeki bir şeyden etkilendiğimiz anlamına gelir. Mutsuz olmak için pek çok neden var ve kayıp, sarsıntı ve acıyla karşılaşınca bunalmak insanca bir tepkidir. Ama kayıptan kaynaklanan depresyon acı gibi zaman içinde azalır. Kronik depresyon değişiktir, zamanla geçmez, hatta giderek yaşamımıza egemen olur ve bu durumda hayatı yegâne algılama kanalımız bunalımlı gözlerdir.
 Kronik depresyon yaşayan insan öfkeli ve ben-merkezcidir. Kişisel gücünün farkında değildir ve kendi sorumluluğunu üstlenecek kadar güçlü hissetmez. Çevresindeki insanlar bu kişinin olumsuz gücünün yoğunluğunun farkındadırlar. Bu insanı sevmek zordur, çünkü kendisini ve başkalarını sevmekten kaçar. Kronik depresyon mutsuzluk gibi bir duygu değildir. Duygu yoksunluğu veya duygu yoksunluğu yaratan boğucu bir duygu karmaşası olarak tanımlanabilir. Kronik depresyon çaresiz görülebilir ama değildir. İnsanlar depresyonlarının üstesinden gelebilirler.
 Kronik olarak depresyondaysanız, bunu kabul edin ve suçlamayı bırakın. Depresyonu yenmek istemek çok önemlidir. Şunu bilin ki sadece kendinizi bunalımda hissetmiyor, aynı zamanda bir şekilde davranıyorsunuz. Davranışlarınızı değiştirirseniz, zamanla duygularınız da değişir. Kendinizi yardım istemenize yetecek kadar bir süre depresyondan sıyırın. Cesareti deneyin – istemezseniz ve yeterli enerjiniz olmasa da farklı bir şey yapmayı deneyin. Ne olursa olsun bunu yapın ve cesaret gösterdiğiniz için kendinizi ödüllendirin. Kendinizi ve dünyayı algılama arzınız sadece bir algılamadır, gerçeğin kendisi değildir. Algılama tarzınızı değiştirebilirsiniz. Gözlemlemeyi öğrenin. Ben- cil olun ve kendinizi merkezden çıkarın. Bu zaman alır ama sizin zamanınız zaten var.





Susanna McMahon’un Terapistim Yanımda isimli kitabından alınmıştır.



1028
Tacize Uğramış Bir Çocuktum, Şimdi Niye Kendimi Taciz Ediyorum?

Psikolog Hüseyin KAÇIN
0 555 326 22 91

Çoğumuz duygusal açıdan, bir bölümümüz de fiziksel veya cinsel açıdan taciz edildik. Başkaları tarafından taciz edilenlerin kendilerine kötü davranmamaya çalışacaklarını düşünebiliriz. Gerçekte ise tam tersi gerçekleşir. Taciz edilen çocuklar tacizci yetişkinler olma eğilimindedirler. Bu, eğitimimizin ne kadar etkin olduğunu gösteren bir örnektir. Kendimize değer vermemeyi ve kendi gereksinimlerimizi karşılamayı öğrendik. Erken yaşlarda bize verilen eğitimin uslu öğrencileriyiz ve bizim için yazılan senaryoya uyguluyoruz. Bu senaryo bizim iyi davranışlara layık olmadığımızı ‘kötü’ olduğumuzu ve cezalandırılmamız gerektiğini dikte eder. Erken yaşta gördüğümüz kötü davranışlar bütünlüğümüzü ve içimizdeki iyiliğin farkındalığını alır götürür. Bize korkmamız gereken dehşet verici, karanlık bir yüzümüz olduğunu öğretir. Taciz bize kendimize güvenmemeyi, güven, emniyet ve sevgiyi hak etmediğimizi öğretir. Ruhumuzu öldürür ve risk alma eğilimlerimizi yok eder. Kendi duygularımızı bastırmayı ve kendi gereksinimlerimizi başkalarını kullanarak elde etmeyi öğreniriz. Taciz çok kötü bir öğrenmedir. Taciz senaryosu, kısır ve tehlikeli bir döngü oluşturan, her koşulda kaybetme durumudur. Bu eğiticiyi, etkisiz hale getirebiliriz, senaryoyu yırtıp atabiliriz. Bu kadar ümitsiz bir durumda kalmak zorunda değiliz.
 Taciz döngüsünden çıkış bu senaryoyu sizin yazmadığınızı ve onu yaşamak zorunda olmadığınızı fark etmenizle başlar. Çocuklukta aldığınız eğitimden siz sorumlu değilsiniz ve taciz edilmiş olmak sizin hatanız değil. Siz bunu hak etmediniz. Bu sizin denetiminiz dışındaydı. Bu konuda tümüyle suçsuzsunuz. Ne kadar zor bir çocuk olursanız olun, kötü davranışları hak etmediniz. Bu konuda kimin hatalı olduğu gayet açık. Bütünüyle hatalı olan sizi taciz eden kişidir. Mağdur olduğunuzu, utanacak ve saklayacak hiçbir şeyiniz olmadığını kabul edin. Sizin hatanız olmayan bir konuda kendinizi affetmenize gerek yok. Suçluluğu unutun. Suç sizin değil. Kendinize inandığını hissedene kadar ‘Benim hatam değildi!’ deyin. İlk önemli adım budur.
  Bu senaryonun ikinci çıkış yolu iyi olduğunuzu fark etmektir. Siz ne yapmış olursanız olun ve size ne yapılmış olursa olsun, siz iyisiniz. Bu iyilik içten gelir, dünyaya sizinle geldi ve siz onu reddetmeyi, aksine davranmayı bırakırsanız bu dünyadan sizinle birlikte ayrılacak. Bunun doğruluğunu hissedene kadar kendinize ‘Ben iyiyim!’ deyin. İnandığınızı içgüdüsel olarak hissedeceksiniz. İyiliğinizi algılayacaksınız ve bu çok güçlü bir algıdır.
  İlk iki adımı attıktan sonra iyileşmeye hazır olacaksınız. İyileşme süreci genellikle taciz edene kızmakla başlar. Bu kızgınlık sağlıklıdır ve bu duygudan kaçmamak gerekir. Elbette kızacaksınız’ Kaybettiklerinize bir bakın’ Bu kızgınlıkla yapıcı bir şekilde baş edebilmek için profesyonel yardıma gereksiniminiz olabilir. Bu öfkeyi kendinizden uzaklaştırıp dışa yönlendirmeniz gerekir, ama bu duygularla taciz edene karşı eyleme geçmeniz gerekmez. Öfkeyi kötü davranışlara dönüştürmeniz gerekmez. Aksi takdirde olumsuz senaryoya geri dönmüş olursunuz. Kızgınlıktan sonra affetme gelir. Sizi taciz edenin de yıkıcı bir senaryoda rol aldığını anlarsınız. Affedince olaydan kurtulursunuz.
  Son adım bütün senaryolardan kurtulmaktır. Siz kendi yaşamınızdan ve kendi davranışlarınızdan sorumlusunuz. Şimdi başka seçenekleriniz de olduğunu biliyorsunuz ve hala kendinizi ve başkalarını taciz etmeye devam ederseniz bu artık sizin suçunuz. Şu ana kadar size ait olmayan bir düzende hapistiniz. Şimdi her şeyi biliyorsunuz ve kendi seçimlerinizi yapmakta hürsünüz. Kendinize kötü davranmanız için geçerli bir neden yok. Kendinizi cezalandırmak veya kendinize karşı yıkıcı olmak için hiçbir neden yok. Kendinizi sevebilir, karanlık tarafınızı kabullenebilir, hatalarınız için kendinizi affedebilir, acı dolu geçmişinizi bırakıp, en iyi şekilde yaşayabilirsiniz. Kendinizden nefret etmeyi ve yıkıcı davranmayı seçerseniz, bilin ki bu artık yanlış eğitimin sonucu değil sizin kendi seçiminizin sonucudur. Artık içinizdeki çocuğu siz mağdur ediyorsunuz. Bu çocuk sevilmeyi, iyi muameleyi ve güvende olmayı hak ediyor. Bu çocuğa geçmişin acılarını unutturabilecek tek kişi sizsiniz. Hayatta bundan daha önemli ne gibi bir amacınız olabilir?


Susanna McMahon’un Terapistim Yanımda isimli kitabından alınmıştır.

1029
Din & Felsefe / TANRI'LAŞAN DEVLET
« : 15 Mart 2012, 06:24:07 ös »
TANRI ve ÇOCUK

Psikolog Hüseyin KAÇIN
0 555 326 22 91

İnsan anarahminden hayata ne kadar tutunur bilinmez. Çığlık çığlığa kutsal olanın kucağından acımasız bir dünyanın içine sürgün edilince umut en büyük gıdamızdır. Anneler kurtarıcı melekler; babalar koruyucu bir güç olarak bize hizmetle yükümlüdürler.  Bu çetin süreçte görev kusuru işlenmezse mucizeler yakamızı bırakmayacaktır. Umutla yürüdüğümüz hayatta  gülen gözlerle büyümekten başka yazgımız olmayacaktır.  Eğer ki anne-babanın kendilerine yönelik çatışmaları, kargaşaları, isyanları dinmemişse içimizi kaygılar ve korkular kaplayacaktır.  Oyunlarımızı ve rüyalarımızı karabasanlar kuşatacaktır. Bugün yarın bir an önce bizi sıkıntıdan boğan  yaşadığımız o evden kaçmak ve kurtulmak için düşünceler imizle boğuşacağız. Her seferinde yenilmiş olarak eve geri döneceğiz.  Anne babamıza biriken kızgınlıklarımızdan öfkelerimiz ve nefretlerimiz  artacak. Ben  diyemedikçe hep onlara teslim olacağız. Kaderimizi onlar umutsuzluk ve yenilgi olarak yazacaklar.  Çocukluğumuz esir alındıkça asi bir ruhumuz  oluşacaktır.  Asi ruhlar isyan ettikçe karşılarında Tanrısal bir güç göreceklerdir.  İçlerini derinden bir ürperti kaplayacak ve kan ter içinde uyanacaklar her sabah uykularından.  Ergenlik dönemi bu anlamda bir kırılma eksenidir.  Tanrı içsel gücünüzün kapılarını açacaktır size. Korkularınızı aşamazsanız ya Tanrı'ya da isyan edeceksiniz yada en sahtesinden teslim olmuş görünerek  uysallaşacaksınız Tanrı karşısında. Ellerinizi Tanrı'ya değil sadece göğe kaldırmış olacaksınız. Secdelerinizi Tanrı'ya değil sadece alnınızın değdiği yere yapacaksınız. Sevaplarınızı Tanrı'ya değil sadece üç beş insanın gözlerinden  ötesine sunamayacaksınız.  Korkularınızın esiri olarak hep çocuk kalacaksınız.   Kötü hayatlarının mahkumu  olanlar iyi bir oyuncu olarak sorunlarıyla baş edebilirler  ama  yenilmekten başkaca çözümlere erişemeyeceklerdir.  Ancak asi ruhlar çocukluklarının içinden çetin sınavlarla geçerek büyürler ve büyüdükçe Tanrı'ya teslim olurlar.  Oyunlara ve yalanlara tutunmayıp  gerçeğe susayanlar sadece akıllarıyla değil kalplerinden  de görecekler yazgılarını.  Oyunların ve yalanların sıkıntılarına sabrederek umutlarını yitirmeyenler gerçeğin şükrüne ereceklerdir.  İyi hayatlar yaratanlar mücadelelerinin karşılığında elde ettikleri sevginin ve güvenin gücüyle gerçeğin yakıcılığında olgunlaşırlar.

Emeği taktir eden bir yapı yoksa devlet adaletsizliklere isyan edenlerin susturucusudur.  Boyun eğenlerin köleleştirici efendisidir devlet. Adaletsizlikler bizi sancılar içinde bıraktıkça Hakk arayışımız artacaktır. Her isyan bir eşitlik ve özgürlük umududur.  Devlet isyanı teslimiyete dönüştürmeden terbiye etmekle görevlidir. Devletin ışığı Allah'ın nuru'nu gölgelemeye kalkışırsa bireylerin iç dünyalarında boşluk, korku/kaygı, suçluluk duyguları ile iç sıkıntıları oluşacaktır. devlet anne babaları kamusal bir dünyanın esiri olarak kuşatmışsa çocuklar; bu anne babalardan ruhsal anlamda sevgi/güven duygusu alarak beslenemeyecektir. Devlet bize kendi gücünü değil Tanrı'nın gücünü aşılamakla  yükümlü görmeli kendisini.

"Çocuk eline tutuşturulan okul çantası ile devletle ilk tanışmasını okulda yaşamaktadır. Her sabah okul bahçesinde okunan antla, bayrak direğe çekilirken tek cümleymiş gibi okunan ve anlamını çok sonraları
fark edeceği İstiklal Marşı'yla;" kuru ve kurgusal bir hayatın kölesi öğretmenlerin rehberliğinde devleti içselleştirmektedir. Devlet bir güç olarak iç dünyayı şekillendirdikçe ruhsal bütünlük bölünmektedir. Oysaki okul çocuğu devletin değil Tanrı'nın gücüyle tanıştırmalıdır. Öğretmenler öğrencileri devletin ışıklı/çağdaş yollarında değil Allah'ın ışıklı/sonsuz yollarında dünyayı keşfe çıkarmalıdır.

Anne babanın aşklarıyla döşedikleri evleri yoksa çocuklar için dış dünya daima tehlikeli ve korkutucudur.

İçinde yeniden bir hayat kuracaksın.  Kimselere sığınmadan tırnaklarınla tutunacaksın hayallerine.

devletin dini ruhun afyonudur; allah'ın dini ise ruhun gıdasıdır..

(bitmemiş yazı)

Devletin kuşatmasından kurtulmuş özgür ruhlu bireylerin işbirliğinden adalet doğar. Adaleti devletin yargıçlarının hükümlerinden  değil yüreklerimizin birlikteliğinden güç alarak bulabiliriz.


1030
Psikolog Hüseyin KAÇIN
0 555 326 22 91


RTÜK son dönemin en çok izlenen dizilerinden biri olan Aşk-ı Memnu'ya yine ceza verdi. Daha önce uzun öpüşme ve sevişme sahneleri  nedeniyle uyarı alan diziye, bu defa da yeğenin önce amcasının karısıyla sonra da sözde kuzeniyle aşk yaşamasının Türk ahlaki ve ailevi yapısını zedelediği nedeniyle ceza verildi.

Peki eğer Aşk-ı Memnu Türk aile yapısına zarar veriyorsa neden bu kadar seviliyor? Türk halkı bu dizide ne buluyor? Karakterlerin psikolojik yapıları bize neleri gösteriyor? Cinsellik, aile ve evlilik  konularında halkımızı bilgilendirmeyi ve farkındalığı arttırmayı amaçlayan  Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği (CİSED); bu konuda bir basın açıklaması yaptı.

Aşk-ı Memnu'daki aşk ödipal bir aşktır

Son dönemin popüler dizilerinden Aşk-ı Memnu ile ilgili tartışmaların hiç dinmediğini söyleyen CİSED Genel Başkanı Dr. A. Cem Keçe; şunları dedi:

Aşk-ı Memnu'da bir aile içersinde yaşanan aşk ilişkileri anlatılıyor. Küçüklüğünde anne-babasını kaybetmiş sözde yeğenin, bir baba gibi kendisine kol kanat geren ve onu büyüten amcasının karısı ile yasak aşk yaşaması, ancak daha sonra bu aşkın ortaya çıkacağı korkusu ile kardeşi gibi gördüğü sözde kuzenine evlenme teklif etmesi dizinin ana temasını oluşturuyor. Dizideki bu olayları aslında dinamik psikolojide ödipal kompleks olarak adlandırılan yapının ete kemiğe bürünmüş hali olarak da değerlendirebiliriz. Yani Aşk-ı Memnu'da yaşanan aşk, ödipal bir aşktır.''

Freud'un ortaya attığı bir kavram olan ödipal’in Türk toplumunda çok yaygın olduğunu belirten Dr. Keçe; ''Aşk-ı Memnu dizisinde, Behlül baba gibi gördüğü amca ile bilinçdışı olarak rekabet edebilmek amacı ile onun karısı ile aşk yaşarken, bir yandan da yakalanma ve amca tarafından cezalandırılma korkusu yaşıyor olabilir.

Yine Bihter de babasını kaybetmiş ve bundan anneyi sorumlu tutuyor, anneyi cezalandırmak istiyor ve bunun için annenin hoşlandığı babası yaşındaki Adnan Beyle evlenmiş olabilir. Ayrıca Adnan Bey de kızı yaşındaki bir kadınla evlenerek ters ödipal yaşıyor olabilir. Bu durumlar aslında ödipal’e çok güzel birer örnektir. Yani Aşk-ı Memnu dizisinde yaşananlar Türk toplumunun bilinçdışı fantezilerini aktüalize ediyor ve bu nedenle de ilgiyle izleniyor olabilir.” dedi.

Ödipal’in sağlıklı atlatılamaması bir çok soruna yol açabilir

Ödipal’in sağlıklı atlatılamamasının birçok soruna yol açabileceğini söyleyen CİSED Genel Başkan Yardımcısı Psk. Gülüm Bacanak; ''Freud'a göre fobiler bilinç dışı çatışmalarla ilgilidir ve ödipal kompleks ile ilişkisi vardır. Bastırılmış, bilinçdışına itilmiş bazı korkular yer değiştirerek normalde kaygı yaratmayacak bir nesne veya duruma yöneltilir ve bu şekilde fobiler gelişebilir.

Daha iyi anlaşılmak için önce ödipal kompleksinin ne olduğunu açıklamak gereklidir. Çocuk 3-5 yaş arasında ödipal (fallik) denilen döneme girer, bu dönem aynı zamanda cinsel kimliğin temellerinin de atıldığı evredir. Bu dönemde erkek çocuk erkek kimliğini fark eder ve erkekliğini hissedebilmek için, sevginin ve hazzın kaynağı olan anneye bağlanır. Ancak annenin bir eşi vardır, o da otorite ve gücün sembolü olan babadır.

Bu evrede erkek çocuk bilinçdışı olarak anneye sahip olma ve babayı öldürme fantezileri kurarken, babayla rekabete girer ve onu kıskanır. Fakat baba tarafından hadım edilme korkusu nedeniyle bu rekabet zamanla babayla özdeşime döner. Freud'a göre bu döneme saplanan kişilerde aşağıdaki belirtiler görülebilir:

-Kız ya da erkek çocuğunun yetişkin yaşamda anne babadan kopamayışı veya bağımlı olmaları,

-Evlilik yaşamında eşi ile rahat ve mutlu olamama veya anneye babaya karşı aşırı düşkünlük gösterme,

-Ebeveynlerden ayrılma ihtiyacı ve girişimi olunca aşırı suçluluk duyma,

-Anne babalık rolleri benimseyememe,

-Evlilik kararını geciktirme, bir eş seçememe veya çok zorlanma,

-Cinsel ilişkiden kaçınma, erken boşalma, iktidarsızlık, vajinismus, cinsel soğukluk gibi cinsel işlev bozuklukları,

-Cinsel kimliğine karşı güvensizlik, eşcinsellik veya cinsel kimlik sapmaları, vb.'' dedi.

Ödipal dönemi sağlıklı olarak atlatmanın koşulları nelerdir?

Ödipal’in çözümlenebileceğini ve bu dönemin sağlıklı olarak da atlatılabileceğini belirten CİSED Genel Sekreteri Psikolojik Danışman Fatma Ayrık; “Ödipal dönemi sağlıklı olarak atlatmanın bazı koşulları vardır.  3-5 yaş döneminde çocuğun kendi cinsinden olan yetişkinle yani çocuk erkek ise baba ile, kız ise anne ile kaliteli vakit geçirmesi, ebeveynin çocuğa iyi bir rol modeli olması, anne ile babanın birbirine ev ortamında sevgi göstermesi ve çocuğun anne ile babanın birbirinin eşi olduğunu anlaması gereklidir. Bu koşullar yerine geldiğinde, ödipal dönem sağlıklı bir şekilde geçirilmiş olur''  dedi. 

1031
Medya / Eşcinsellik, Müslümanlık Ve Sıradışı Evlilik
« : 14 Mart 2012, 10:09:34 ös »
Eşcinsellik, Müslümanlık Ve Sıradışı Evlilik

Mustafa Akyol

[15 Mart 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]

Dindar Müslümanların liberal demokrasiyi benimseme sürecinde ortaya çıkan sorunlu alanlardan biri, en son iki bakanın faklı yaklaşımlarıyla da gündeme gelen eşcinsellik meselesi. Temel hak ve özgürlükleri savunan dindarlar bu konuda çoğunlukla sessiz kalıyor. Buna karşılık da seküler taraf, kimi zaman ısrarlı kimi zaman da alaycı şekilde soruyor:
“Hadi bakalım, madem her özgürlüğü savunuyorsunuz, bunu da savunun da görelim!”


Oysa mesele bu kadar basit değil.
Önce liberal demokrasinin öngördüğü “özgür toplum” hakkındaki bir yanlış anlamayı giderelim. Evet, bu toplumda herkesin kendi bildiği ve istediği şekilde bir “yaşam biçimi” sürmeye hakkı vardır. Ama başkalarının da bu yaşam biçimini çirkin görme ve ahlaken kınama hakkı vardır.

Bu, yıllar önce Amerika’da self-servis bir restoranda tavuklu salata yerken yaşadığım bir enstantaneyle kafama “dank” etmişti. Genç bir kız masaya yaklaştı ve elindeki bir tomar kağıttan birini gülümseyerek önüme koydu. Üzerinde “siz aslında bir kitle katilisiniz, farkında mısınız” yazıyordu. Metnin devamında da benim yediğim et yüzünden “masum bir cana kıyıldığı” (yani bir tavuğun boğazlandığı), zaten “insan türünün” başka türlerden milyonlarca canlıyı her gün bu şekilde “soykırım”dan geçirdiği anlatılıyordu.
Sonradan anladım ki, bu bir grup “radikal vejeteryen”in yürüttüğü bir kampanyaymış. Çoğu insan için çok normal olan “et yeme” fiili, bunların gözünde asla tasvip edilemez bir rezillik imiş.

Amerika özgür bir toplum olduğu için o radijal vejeteryen kızın bana gelip da bu “kınama”da bulunma hakkı vardı kuşkusuz. Ama bana zorla engel olmaya kalkamaz, “tavuklu salata yeme hakkıma” müdahale edemez, beni hedefleyen bir “nefret suçu” işleyemez idi.
İşte, özgür bir toplumda kendi değerlerine aykırı yaşam biçimleriyle karşılaşan muhafazakar Müslümanlar da bu eksende bir tavır geliştirebilirler.

Bu, işin bir yönü. Bir de aynı muhafazakarların insani düzeyde eşcinsellere nasıl yaklaşacağı meselesi var. Burada da sanırım “eşcinsellik” ile “eşcinseller”i birbirinden ayırdetmek bir “açılım” sağlayabilir. Birincisini dinin günah saydığı ve dolayısıyla tasvip edilemez bir hâl olarak kınamak, fakat eşcinsel olan insanları bu tutuma indirgemeden değerlendirmek ve dahası insan haklarını onlar için de savunmak mümkün.

Aynen, “kumar”a ahlaken karşı olmak, bir “kumarbaz”ın da bu yönünü kınamak, ama onu bundan ayrı bir insan olarak görmek ve ona yönelebilecek “nefret suçları”na karşı çıkmak gibi.
Gelelim Avrupa’da giderek kök salan “eşcinsel evliliği” meselesine…

Evlilik sadece bireysel bir tercih değil aynı zamanda toplumsal bir “kurum” olduğu için, bu konudaki özgürlük alanı “toplumsal kabul” ile yakından ilgili.
Bu konuda bir zaman Hollandalı bir diplomatla söyleşmiştim. “Bizde eşcinsel evliliği serbest, çünkü çok özgür bir toplumuz” diye övünüyordu. “Peki” dedim, “sizde çok kadınla evlilik de serbest mi?”

“Hayır” dedi.
“Niçin” diye sordum. “Niye iki erkek birbiriyle evlenebiliyor da, bir erkekle iki kadın evlenemiyor?”
“Çünkü ikincisi bizim kültürümüze çok aykırı” dedi.
“Eee” dedim ben de, “başka kültürlerde ise asıl aykırı olan, sizin normal gördüğünüz şey.”
Kıssadan çıkan hisse şu: Liberal demokrasiyle yönetilecek özgür toplumların Avrupa toplumlarının birer kopyası olması gerekmiyor.
Daha da önemli bir hisse ise şu:

Yanlış yolda gördüğünüz insanların özgürlüğünü tanımanız, kendi ahlaki değerlerinizden taviz vermenizi gerektirmiyor.

http://www.mustafaakyol.org/topluma-elestiri/escinsellik-muslumanlik-ve-siradisi-evlilik/

1032
Genel Tartışma / Hayal mi, Gerçek mi?
« : 13 Mart 2012, 06:09:48 ös »
Hayal mi, Gerçek mi?   

14 Nisan 2010
 
Lütfen Dr. Hakkı Öcal'ın şu yazısını okuduktan sonra düşününüz:.

Standardizasyon ve de bakmadan yazmak!

Yıllar sonra, eski ünivesiteme Web 2.0 konulu bir seminer vermek için çağrıldığımda, aradan geçen 6 yılın neleri değiştirdiğini görmek gerçekten şaşırtıcı idi. İşimin bilişim teknolojileri olmasına rağmen beni en çok şaşırtan manzara, karşımda sıralarda oturan öğrencilerin yüzleri yerine, masaları dolduran Notebook bilgisayarlar ve ekranların üzerinden veya yanlarından bana bakan öğrencilerin yüzlerinin bir bölümü olmuştu!

Notebook bilgisayarların ya kapağındaki ya da sonradan eklenmiş Webcam’leri bana dönüktü ve hepsinin kırmızı kayıt ışığı yanıyordu! Kamerasız belki bir iki Notebook vardı sıraların üzerinde.
Ve bütün öğrenciler, seminerin sürdüğü dört gün boyunca yazdılar, yazdılar. Klavyeler sürekli çalıştı.
Gözler ve kulaklar bende, ama eller klavyelerin üzerinde, tıkır tıkır yazdılar.
Bu geçen yıldı.

Şimdi 40 yıl geriye dönelim: sosyal değişim kuramlarının yerini yavaş yavaş modernleşme kuramının aldığı 1960’ların ivmesi yavaşlamış ve 1970’ler, sosyal gelişmenin öncülleri arasında standartlaşmanın birinci unsur olarak sayıldığı yıllar olmuştu. Ülkemizde de Şerif Mardin, Üstün Ergüder, Yılmaz Esmer,  Ersin Kalaycıoğlu gibi bilimadamlarının öncülüğünü yaptığı araştırmalar, geleneksel toplumdan modern topluma geçen ülkelerde bireyin dört önemli niteliğini ortaya koyuyordu:

1. Modern kişi, aileden, aşiretten ya da diğer geleneksel kurumlardan kendisine tayin edilenle yetinmeyen, kendi edinim ve kazanımları ile hayatını sürdüren kişidir.
2. Modern kişi, nasıl düşüneceğine ve kendisi için neyin en doğrusu olduğuna geleneksel kurumların değil, kendisinin karar vermesi gerektiğini düşünen kişidir.
3. Modern kişi, sorunlardan kurtulmaya, sorulardan kaçmaya çalışan değil, tersine karşısına çıkar sorunları çözdükçe tatmin olan, soruları cevapladıkça mutluluğu artan kişidir.
4. Modern kişi, standart otomasyon teçhizatını kullanan kişidir.

1980’lerde ve 90’larda modernizasyon kuramının yerini post-modernizasyon görüşlerinin almasına rağmen, standardizasyon sosyal gelişmenin temel ögelerinin başında yer almaya devam etti: eğer bir toplum gelişsin, geleneksel değerlerden ve ilişkilerden kurtulsun istiyorsanız, o topluma herşeyden önce hemen hemen bütün toplumlar süreçlerde standardizasyon kavramını getireceksiniz. Bugün ekonomiden, sanayiye, sanattan, eğitime, her türlü toplumsal sürecin başlıca yapı taşı, bilişim teknolojilerinin sürdüğü otomasyondur.

Dönelim bugüne: bilişim teknolojilerinin kullanılabilir olmasını sağlayan başlıca araç bilgisayar ise, acaba bilgisayarın standart bir girdi aracı olmadan çalışması nasıl mümkün olabilirdi? Bu aracın Türkçe’nin harf yapısına, sık kullanılan harflerin etkin olarak kullanılan parmaklara dağıtıldığı, yani standart bir klavye olmadan etkin biçimde kullanılabileceğini düşünmek mümkün müdür?

Dört günlük seminer boyu, karşımda gözleri bende, parmakları klavyede, bakmadan yazan bu öğrencilerin etkinliğini ülkemize kazandırmamız için zaman geldi de, geçiyor!
Dr. Hakkı ÖCAL, Amerika Birleşik Devletleri - Nisan 2010

Maalesef gerçek; ama,
Türkiye’nin gerçeği değil,
hayali...
Evet... Bizim hayalimiz...

http://www.interstenoturk.com/haberler/2010_04_14.html

1033
Parayı bulan insanlar acaba bunun hiç bitmeyeceğine inanmışlar mıdır? Para bulunmadan önce koyun yerine tavuk veriyorsun, değiş tokuş yapıyorsun iki taraf da yararlanıyor. Ama şimdi bunların yerine bir kağıt parçası veriliyor ne kadar mantıklı? Sırf bu para yüzünden ne kadar çok şey oldu düşünsenize; Merkez Bankası ve bir dolu örgüt kuruldu. Sizce para yüzünden sadece bunlar mı oldu?
İnsanlara hırsın katkatını aşıladı, iletişimi kopardı, hayatta kalma zorunluluğu geldi daha bir dolu şey… İnsanlar bu hayatta kalmak için her yolu deniyorlar (kendine dayak attırıp para kazanan kişiler var). Bunlar insanlıktan mı çıkıyor yoksa kağıt parçası olan para, insan vücudunda virüs gibi canlanıyor mu? Bu öyle bir virüs ki hiç sonu yokmuş gibi gözüküyor. Bence de öyle ve hep canlı kalacak. Bilmiyorum bu yazıyı benim yazmam ne kadar doğru? Beni tanıyan insanlar bu yazının benden çıktığına büyük ihtimal inanmazlar…
Şimdi günümüzde olan bir baba-çocuk ilişkisini inceleyelim.
Ailesine bakmaya çalışan bir baba en çok neyi ister? Genellikle çocuğum zorluk çekmesin, diğerleri tarafından ezilmesin, cebine  para koyayım rahat yaşasın gibi bir sürü şey… Baba olan kişi kendini bunu yapmaya zorunlu hissediyor. Çocuğu büyüdüğünde kendi kendine bu paraları kazanabilsin istiyor. Babanın bu amacı %80 lik bir amaç, aslında diğer şeylerin bir önemi yok. Para sisteminin içine çektiği nokta da bu aslında. Babanın daha çocuk 5 yaşında iken ona cebindeki paraları saydırması? İşyerine götürüp  orada nasıl para kazanıldığını göstermesi? Paranın ne kadar ve ne kadar önemli olduğunu öğretmesi ne kadar doğru sizce? Evet baba açısından gayet doğru ve yapılması gereken bir şey. Hep derler ya ilerde anlarsın babanın yaptıklarını… Bu baba sabah  7’de çıkıp gece 12’de  geliyor ve çocuğunun yüzünü göremiyor ama çocuğuna iyilik yapıyor. Nasıl bir durum ki bu… Çocuk açısından düşünsenize Baba=PARA, bu mudur? Bu mudur ya sadece babanın anlamı bu mudur?
Şimdi bunu kendinize sorun bu çocuk veya bu baba siz misiniz?

http://www.ipsizkukla.com/hic-olmeyen-canli-bulmuslar-diger-hic-olmeyen-sey-para-mi/

http://www.ipsizkukla.com/

1034
Hüseyin KAÇIN / SİYAHIMSIN
« : 12 Mart 2012, 11:30:59 ös »
SİYAHIMSIN

siyahı sevmezdim asla
seni tanımazdan önce
ışıklarımı söndürdün her gece
kalbim yanıyor sensiz kalınca

gecenin siyahında
yangın oluyor rüyalarım
gizliden bir melek iniyor
bir el değdikçe içim kanıyor
alev oluyor gözlerin

kalbimde çalan şarkı
her gece sensin
ağlıyorum kimselere görünmeden
yalnızlığıma sarılıyorum
kokunu özlüyorum ama sen yoksun
bana siyahı yaşatan kadınsın



12.03.2012
23 30
edirne

1035
Suskunlar’. Bugüne kadar susmuş, gözlerini kaçırmış, yaşadıklarını unutmaya çalışmış, unuttuğuna inanmış, içinde derinlerde neler yaşadığını kimseye anlatamayan, anlatacağıma öldürürüm kendimi diyen dört küçük çocuğun hikâyesini anlatan dizi. Sadece onların dizisi değil asında, çoğumuz izlediğinde kendinden bir şeyler bulacak, yediği dayakları, mıncıklanmaları, en yakınından uğradığı tacizi tecavüzü, o çocukluğumuzun masum gibi görünen amca veya teyzelerini, ağabeylerini, ablalarını, halalarını, dayılarını, komşuları, mahalledeki çocukları hatırlayacak. Gözlerden süzülen yaşlar, kâbuslar ardından da gelecek şeyler. Hala kaçımız karanlıktan korkuyor, arkamızdan biri dokunduğunda korkuyoruz, hastanedeki hastabakıcılardan korkuyor, asansöre yabancı birisi ile binmek istemiyor, bir arkadaşımızın evine kalmaya gittiğinde gece bir tedirginlik yaşıyor, her an kapı açılacak korkusu yaşıyor, temizlenmek için banyoya girdiğimizde o unutmak istediğiniz iğrenç olayları hatırlıyor? Tahmin etmediğimiz kadar çok kişi bunları hatırlıyor. Kimse bir şeyi unutmadı. Her şey içimizde bir yerlerde gizli. O zaman da kimseye anlatamamıştık, şimdi de anlatamıyoruz. Dizide geçen bir cümle çok etkiledi beni, bunları anlatacağıma ölürüm daha iyi dedi ‘sarı’ karakteri. Tacize uğramak, tecavüze uğramak böyle bir şey işte. Ortaya çıkacağına ölümü istemek kadar utanç veriyor. O kadar utanç verici ki, o dört arkadaş bir daha görüşmeme, bir daha bu olayları açmama kararı alıyor. Hangimiz annemize babamıza en yakınımıza anlatabildik. Arabanın attığı taklalardan sonra vücudumda bir sürü kırık varken, yarı baygın bir vaziyette yatıyorken vücudumda o iğrenç ellerini dolaştıran hastabakıcıyı neden o sırada yanımda olan akrabalarımdan birine söyleyemedim ki. O anda bile kendimin suçlu olduğunu veya suçlanacağımı düşündüm galiba. Hep öyledir ya tahrik etmiştir karşı taraf. Tacizci ne yapsın?
  Saatlerce döktüğüm gözyaşlarım sadece bu olayı hatırladığımdan değil aslında hayatım boyunca sustuğum şeylerdi. Bir şeyler iyi gitsin diye susarak her şeyi o kadar karmaşık hale getirmişim ki, haliyle şimdi temizlemek zaman alıyor. Tabi ki de ağır geliyor.
  Zaten bir şeyler hep ağır geliyor, içi kaldırmıyor çoğu kişinin bunları izlemeye duymaya. Bu yüzden midir, bu olayları konuşmaya bile utanıyoruz, hala bir sürü çocuk, yetişkin her gün tacize tecavüze uğruyor. Medyaya çıkan bazı haberlerde de mağdur olmuş kişiye reyting yapmak uğruna ne hissettin, ne söylemek istersin gibi en saçma sorular soruluyor bu kişinin görüntü vermeye rızası olmadan. İyi nesiller yetiştirilmek isteniyorsa neden bu konuya hala dokunulmuyor, kaç kız çocuğunun daha hamile kalması, kaç insanın intihar etmesi, kaç insanın daha cinayet işlemesi, kaç insanın en yakınlarından nefret etmesi, kaç ailenin yıkılması, kaç insanın cinsel eğilimlerinden dolayı acı çekmesi, bana yardım edin diye bağırması gerekecek? Kaç öğretmen daha yıllarca bu gördüklerini saklayacak ya da bu olayı ortaya çıkaran kaç öğretmen dayak yiyecek, tehdit alacak, sapık muamelesi görecek? ‘Ruh sağlığı mensupları’ sevgili meslektaşlarım ne zaman namuslarına sahip çıkıp bu namussuzluklarla savaşacak. Ne zaman ihbar etmekten çekinmeyecek bunları, ne zaman kanunları merak edecek, hipnozu, yaşan koçluğunu, olumlu düşünmeyi, beden farkındalığını, motivasyonu, iletişim tekniklerini öğrendikten sonra mı acaba?
  Bunları yapanlar hala içimizde, en yakınımızda yüzümüze bakıyorlar, utanmıyorlar. Ama bu kötülüğe uğrayanlar ortalıkta yok, kendilerini kaybediyorlar unutmaya çalışıyorlar. Unuttuğunuz an bitmişsinizdir. Neden onlar cezalarını çekerek bitmesin?
 gokkusakgok@mynet.com
 9 Mart 2012

Sayfa: 1 ... 67 68 [69] 70 71 ... 89