İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - alıntı

Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6 7 ... 13
61
Murat BEYAZYÜZ / TAŞINDI: savunma mekanizmaları
« : 08 Ağustos 2010, 10:44:14 ös »
Bu konu Psikoloji isimli bölüme taşınmıştır.

http://www.huseyinkacin.com/forum/index.php?topic=32.0

62
[Prof Dr. Hüseyin SARIOĞLU] Sayın Öğretim Üyesi .devlet üniversitelerinde rektör seçim ve atamasına ilişkin.

Sayın Öğretim Üyesi,
Rektör seçimlerinin özellikle son dönemlerde her düzeyde sıkıntı ve şikâyet konusu haline geldiği malumlarınızdır. Bu durum 1982 Anayasasının hazırlanışını belirleyen temel algılama ve çekincelerin üniversite kurumuna yönelik boyutunun doğal sonucudur. Bu dönemde yükseköğretim sistemi oluşturulurken güvene dayalı, demokratik ve özgürlükçü değil, tam tersine yönlendirici ve kontrol edici bir anlayışla yukarıdan aşağıya doğru yapılandırılan bir yönetim örgütlenmesi öngörülmüştür. Bu yapı ise aşağıdan yukarıya doğru yükselen memnuniyetsizlik, sahiplenmeme, benimsenmeme ve pasif direniş süreçlerini beslemiş ve nihayet sistemin sakıncaları Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından da açıkça dile getirilen bir boyuta ulaşmış bulunmaktadır.
Devlet üniversitelerinde rektör seçim ve atamasına ilişkin mevcut sistemin yol açtığı olumsuzluklar ile önerdiğim değişikliğin getireceği yararlar şöylece özetlenebilir:
1. Mevcut sistemin öngördüğü rektör seçimleri, üniversite bünyesinde rekabetin çok ötesine geçen çekişme ve gruplaşmaları doğurup beslemektedir. Siyasi seçimleri aratmayan vaatler, sloganlar, broşürler, ajans desteği ile yürütülen kampanyalar, kulis çalışmaları, promosyon dağıtmalar, yemekli propaganda toplantıları, rakiplerin aleyhinde üniversite kavramıyla ve akademisyenlikle bağdaşmayan karalama, itham ve iftira girişimleri, bizden olan-olmayan ayırımları/ayrışmaları, çok destek veren fakülte yahut birim kayırmaları … hep mevcut sistemden kaynaklanan hususlardır.
2. Üniversitelerde yapılan seçimlerle belirlenen aday adaylarının, YÖK sıralamasında ilk üçe girebilmek için kulis yapma ve çeşitli tavassut arayışlarına yönelmesi hatta mecbur kalması, hiç değilse üniversite camiasında ve kamuoyunda bu gibi süreçlerin yaşandığına dair izlenim, yakıştırma veya dedikoduların ortaya çıkması da mevcut sistemin bir sonucudur.
3. Benzer durumlar, Cumhurbaşkanının YÖK tarafından belirlenen üç aday arasından birini rektör olarak ataması süreci için de vakidir.
4. Bu şartlar altında atanmış olan rektörün, yasanın kendisine tanıdığı geniş yetkileri çoğu zaman tek başına yahut seçim sürecinde kendisini destekleyen grubun/grupların yönlendirmeleri doğrultusunda kullanmak durumunda hatta zorunda kalması yine bu sistemin doğal sonucudur.
5. Rektörün bu çerçevede belirlediği dekan adaylarının/dekanların, kendilerini fakültelerinin gerçekleri, beklentileri ve ihtiyaçlarını dikkate almaktan çok daha fazla üniversite üst yönetiminin duyarlık ve beklentilerini karşılama konumunda görmelerine yol açan bir ilişkiler mekanizmasının oluşması sistemin bir diğer neticesidir.
6. Bu yapı içerisinde akademisyenlerin ve birim (bölüm ve anabilim dalı) başkanlarının, yetkisiz ve etkisiz konumları dolayısıyla aidiyet duygusu ve motivasyonlarının giderek azalması, buna bağlı olarak yükseköğretimde kalite, verimlilik ve etkinlik kaybının sürekli artması da mevcut sistemden kaynaklanmaktadır.
Fakülte dekanlarının doğrudan seçimle belirlenmesi esasına dayalı değişiklik önerisi ise;
1. Güvene dayalı, demokratik ve özgürlükçü bir anlayışla aşağıdan yukarıya doğru oluşan bir yönetim yapılanmasını öngörmektedir.
2. Bu yeni sistemde yönetimin oluşmasına doğrudan katılma imkânını bulan her bir akademisyenin özgüveni ve kendine saygısı pekişecek, kuruma yönelik aidiyet ve sahiplenme duygusu güçlenecektir.
3. Aslında bir hizmet makamı olan dekanlığa talip olan/talip olmayı düşünen her öğretim üyesi, bu fırsatı yakalamasının meslektaşlarının seçim ve desteği ile mümkün olacağının bilinci içerisinde, çalıştığı fakülte mensuplarıyla iyi/sağlıklı ilişki ve iletişim içerisinde olma ihtiyacı duyacak, fakültesini ve mensuplarını ciddiye alıp önemseyecektir.
4. Dar çevrede daha sağlıklı ve isabetli seçimlerin yapılabileceği, fikir ve proje paylaşımının daha kolay ve etkin gerçekleşeceği açık olup her fakültede ayrı ayrı gerçekleşen sinerjinin üniversite çapındaki toplamı ve yansımaları da o oranda büyük ve etkili olacaktır.
5. Kendi birimleriyle iletişimi ve ilişkisi sağlıklı olan dekanların göreve bağlılık, sorumluluk ve vizyonları da çok daha ileri düzeyde olacak ve etkin bir şekilde uygulamaya yansıyacaktır.
6. Üniversite tüzel kişiliğini temsil ve kurullarca alınan kararların uygulanıp yürütülmesinde koordinatör görevini üstlenen ve aynı zamanda bir fakültenin dekanı olma sorumluluğunu da taşıyan rektör, on sekiz/yirmi dört aylık bu nöbeti bir başka mevkidaşına devredecek olmanın bilinci içinde kuruma çok daha gerçekçi, verimli ve etkin katkılar yapma konumunda bulunacaktır.
7. Yükseköğretimin planlanması, koordinasyonu ve merkezi yönetimle olan ilişkilerini yürütmekle yükümlü olan YÖK, rektör ve dekan atamaları dolayısıyla oluşan yoğun iş yükünden kurtulacağı için, asli görevlerini daha verimli ve etkin bir şekilde gerçekleştirme imkanına kavuşacaktır.
8. Önerilen sistemle, Türk Milletinin ve Devletinin varlık, birlik ve bütünlüğünü temsil eden Cumhurbaşkanlığı makamı ve Cumhurbaşkanı, rektör seçimi ve atama süreci dolayısıyla gündeme gelen tartışmaların yol açtığı olumsuzluk, yakıştırma ve şaibelerle ilişkilendirilmekten masun kalacaktır.
Saygıyla arzederim.

Bu yazıyı daha geniş içerikli oalrak word biçiminde indirmek için tıklayınız

Prof. Dr. Hüseyin SARIOĞLU
sariogluh@gmail.com
sariogluh@yahoo.com

http://www.huseyinsarioglu.com/

63
Tarih & Türkiye / Cemre
« : 06 Nisan 2010, 12:58:29 ös »
Yeniden yeşerimidir doğanın özündeki uyuyan potansiyeliyle bahar, cemre cemre. Mart, mevsim tablosunda bahardan sayılır cemrelere gebe olduğundan ilklim düzeneğinde. İnsan da doğanın bir parçası, toprak ve sudan (çamur) yaratılan yanıyla. İnsanı da etkiliyor bu nedenle doğanın cemrelerle uyanması; insan da bitekleşiyor baharla. Mart da bir eşiktir bu anlamda, mart ayı bu nedenle insan sosyolojisi ve insanlık tarihinde birçok vakaya tanık olmuştur.

Ömer ÇELEBİ
iyisaatteolsunlar@hotmail.com
05.03.2010 / 20:23:46


Baharın doğayı tahriki yönünde hayat bulacaklar hayra dair olmalı, bağ bahçeyi ayrık otundan - eşek dikeninden muhafaza etmeli bağban olan. Baharın geldiğini önce hava sonra su sonra da toprak duyar derler ve takvime göre duymayan kalmadı sağır sultandan başka bunu. Havası suyu toprağı hayata uyanan her varlık gibi insan da yeni bir işe yönelmeli, kendini dünya ve izdüşümü olan ukbada nasıl görmek istiyorsa onu bina etme uğruna. Zamanın gençliği bahar, en kolay evresi üretimin o bu demdir denmeli ve pozitif planları icraya koymalı bundan tezi yok.
        Nevruz diye anılan yeni gün de bu aydandır, 18 Mart olarak yazılan Çanakkale zaferi de. Martın tanık oldukları insanın yaptıklardır, insan doğasının en bereketli döneminde de değer üretmekten hazer ederse; mazereti yok demektir yakınmak için yoksunluklarından. Yoksunluk ve yoksulluk hale göre takdir olunan kaderlerdir belki, hal ise birçok etkenle varılmış son durumdur elbette. Ancak insan bu etkenlerden en çok etki edebileceği kendisine bağlı olanlardır; kendisidir bittabi.
      İnsanın kanı ısınması, kış uykusuna yatanların bile yaza uyanması; bahçeye pazara bir canlılık gelmesi bir sinerjinin başlamasıdır sadece. Bu enerjiyi hayra kanalize edip zamanı sürüklemeli peşinden cemiyet, doğaya paralel koşmak daha az yorar insanı ama daha bereketli hâsılat sağlar. Az zamanda çok işler başaranlar bu formülü biliyor olmalı, denk getirmek gerekli her şeyi mevsimine. Yazı yaylaklarda kışı kışlaklarda geçirmeli mi demeli, yoksa zamanı boş geçirmemeli mi demeli.
      Baharın rahmeti ve bereketi cemiyetimizin sosyolojisinde de cemre etkisi yapsın umarım, yargısına kurt düştü kışlasına kurt düştü; siyasetine de düşürülmüştü. Artık cemreler umarız, yunus emre’ler umarız. Milletin kendilerine emanet ettiği evlatları ve silahları ile karizma yapanların dağına düşmedi henüz cemre. Asker tabidir derler emre, hâkim ise bağımsızdır derler. Biz başkomutan cumhurbaşkanı iken başka başların komutasında gördük erleri ama kâbus görüyoruz dedik; adi başbakan diye parola yazanların adliye basmadıkları kaldı diye düşünenleri hezeyanla suçladık. Cemre umduk, bahar gelecek nasılsa diye ya sabır deyip durduk.
    Bir çiçekle bahar olmaz diyenleri duyduk ve iman ettik, pir çiçekleri mezatta sattılar Türk Milleti Adına; paramız yoktu giremedik ihaleye, devletin kesesinden ödendi diye duyduk satış bedeli. Karda yürüyüp izini belli etmeyenler donduruyor kanımızı belki, tarihte olduğu gibi. İzi belli olanın yüzünde dizi izlesen yeri, büyülüyorlar mı hepimizi peki. Gülünce yüzünde güller açan sevgililer nerdeler, onlar gülünce ülkenin güldüğü pirler. Pirler pirelendiler, yataklarını bence bu süreçte güneşlemeliler. Güneş girmeyen eve zira doktor girer, kışlaya savcı giremez kozmiğe hâkim derler. Fakat cinler girer, cirit atarlar hatta kozmiğinde milletin iyisaatteolsunlar.
     Bahar buzları eritir, cemre cemre çözülürler. Sıcaklık doğar varlığın arasında, sevgi de bu ya. Sıcaklıkla kanı kaynar insanın insana, canın cana yakınlığı doğar bu sürekte daha da. Bu bahar da buhar olmasın ister gönül, elde fırsat var iken iyilik ekmeli herkes bahçesine. Evindeki saksısına hayrı eken elbette hayır görür, Türkiye çöl olmasın için insan yetiştirmeli; kırıp geçirmemeli insanlık cangılını. Balta ile balyoz ile yıkım yapmak yerine, ekim dikim yapmalı. Mart bacadan baktırır, kazma kürek yaktırır ya, o nedenle tedbirli ve temkinli olup yolunu gözlemeliydi cemrenin; geldiler.  Gündeme haber düşer, doğaya cemre.

64
Tarih & Türkiye / Şu Boğaz Harbi Nedir
« : 06 Nisan 2010, 12:55:51 ös »
Çanakkale Zaferi diye her yıl kutladığımız 18 Mart, neticede Mondros mütarekesi ile bitti. Yenildi Osmanlı ve müttefikleri, zafer kazanan askerler mağlup yazıldı hâsılı. Askeri başarı yeterli değil demek savaşta zafer elde etmek için, kimin yanında kime karşı ne için savaştığını belirleyecek olan siyasal irade daha mühim. O zaman asker ve millet görevini yapmış ama devlet yapamamış görünmektedir.

Ömer ÇELEBİ
iyisaatteolsunlar@hotmail.com
17.03.2010 / 17:08:18


Çanakkale, bu milletin evlatlarının din ve devlet uğruna; hâsılı millet uğruna ortaya koyduğu cesaret ve fedakarlık ve emeği göstermektedir. Ancak bu emek yanlış siyasal tercihler yüzünden heba olmuştur. Yani bu zafer karşılığında kazanılan Mondros Anlaşması olmuştur. İstanbul İngiliz işgali yaşamış ve bu Anadolu’nun batı toprakları yunan esareti yaşamıştır. Çanakkale’de şehit olan yiğitleri andığımız gibi, onların emeğinin heba olmasına da yanmalıyız. Savaşmaktan başka seçeneğimiz kalmadığı yerde kan dökmeliyiz insanlık olarak, yaşama savaşı vermeli insan.
İttihat ve Terakki hükümeti o gün birçok cephede soykırımlara eş millet evladının yok olmasına sebep olacak cihan harbine girmekle doğru bir karar vermiş görünmemektedir tarihte. Cihan harbinde her cephe bir Çanakkale’dir aslında, her birinin Çanakkale kadar şöhreti olmasa da. Devlet ve yöneten siyasi irade, insanını ve vatanını koruyup kollamada harp dışındaki seçenekleri çok aktif değerlendirmelidir. Diğer seçeneklerdeki savaşla netice alınamadığında vatan evladı kurban edilmelidir ancak. Bu tarihten almamız gereken birincil derstir bence. Yoksa Çanakkale şiirleri okumak ve hamasetle bu günü törenlerle kutlamak çok yetersiz bir algı ve medyunluk olur tarihe ve o kurbanlara.
             Bu gün terörle savaşıyor ordu, bu gün de şehit veriyoruz el bombasının pimini çekip eline verdiğimiz askerleri; vatan sağ olsun diyoruz ve kurbanın hesabını yapmıyoruz. Uğruna ölünenin önemi, ölenin önemini örtüyor diye tabi. Vatanı canımızdan aziz bilmeye yönelik çekincesi bu milletin hiç olmadı, olmaz da. Ancak canımızı aziz bilmemize engel değil bu, canımız azizdir, vatan canımızdan da azizdir. Canımız ne kadar aziz ise vatan ondan da aziz olacağı üzere, canın izzetini indirgediğimiz ölçüde vatanın izzeti de irtifa kaybeder şuurunda olmalıyız elbette.  İnsanı yaşat ki devlet yaşasın, onu çatışmada ve trafikte kusur ve ihmal ile öldürme. Hastalıkta ve çalışma hayatında ihmal ve yetersizlikler sebebiyle kurban etme ki azizden aziz olsun vatan da.
         Ekonomi insanın hayatında hayati önemdedir, boğazı için çalışır insan. Ancak insan beslenmesi ile insan olmaz, insanı hayvan ve bitkiden ayıran değerleri ile var olmasıdır. Çanakkale milletin boğaz harbi değil, değerlerini yaşayabileceği bir vatan için hürriyet davası idi. Bunun eşi yoktur dünyada işte, hiçbir millet kendi değerlerinin yaşaması için canını bu pervasızlıkla verememiştir. Boğazı için savaşanların anlamakta zorlandığı bu yönüdür o savaşın, ancak bu gün biz de yaşadığımız çevrede gördüğümüz boğaz harbi motivasyonunu değerler konusunda göremediğimiz için ecdadın halefi olmaktan çok uzak görünmekteyiz. Hürriyetinden taviz verip karşılığında ekonomik refah almak ecdadın müsamaha göstereceği bir seçenek değildi, şimdi parayı iyi yönetenleri baş yapıyoruz hakları ve hürriyetleri kurban ediyoruz kendi devletimize bile.
Batıl hak suretinde görüldüğünde insanın kafası karışmaktadır, iyiyi doğrudan ayırt etme işine temyiz kabiliyeti derdi eskiler. Bu hususta perdenin arkasını görme yetisine de feraset derlerdi, feraset müminde olurdu tabi. Peygamber de ‘müminin ferasetini ciddiye alınız’  anlamına gelebilecek söz ettiği söylenirdi. Ancak şimdi ne iyi kötüden ayrılabilecek hal var netlikle, ne ferasetiyle hakikiyi çakmadan ayıracak mümin kıratı kaldı mizanda; ne de ciddiye alınacak temyiz yeteneği demek de pek istemeyiz. Şartlar her zaman eşittir kümülâtifte, bu imtihan dünyasında her çağda. Bence yağ var un var şeker var, helva yapmasını bilmiyoruz sadece. Çanakkale bize eski ustaları anımsatmalı ve tarihte siyasal iradenin fesadının millete ödettiği bedelin hesabını anmalıyız milletçe bu vesile ile.  Çanakkale bize ne kazandırdı ne kaybettirdi envanterini ve cihan harbinin faturasını muhasebe etmeliyiz 18 Mart nedeniyle itina ile.

65
2010-OSYS Sunum, İstanbul 19 Şubat 2010
Prof.Dr.Ünal YARIMAĞAN ÖSYM Başkanı

İndir



İndir

66
Günaydın Hüseyin bey,
 
nedendir bilmem ama dinleyince tekrar cok fena oluyorum ve elbette kendime sorduğum ilk soru, ben tek miyim gercekten teke indim mi, allahtan sorumun cevabı evet, ama hatırladıkca o 3 kişiliğimi ve özelikle periyi tüylerim ürperiyooo,
Ne acıdır ki ve ne kadar az insan vardır ki bir tek ben olarak yasar , ama çok şükürrr gectiiii. Bu kişiliklerde duygu yok, his yok acıma yok , ve kendi amelleri için gercekten o an herseyi yapabilir ve hissis olduğu için karsı tarafın canını cok kötüüüü acıtabilir çalınan kalpler gibiii, kendi acımdan söylediğimde eger azıcık iyi bi yönünüz varsa eysan kadar kötü şeyler yapmaz ama eger yoksa herseyi yapabilir. Amacı uğuruna bu güç bu cok kişiliklerde var bunu biliyorum, benide durduran o cocuksu yönümdü, belki doğmamış olmamdan ötürü kalan saflık, ama gercek bi kadın olsaydımmm eysan gibi tüm dünyayı karıştıracak kadar ileri gidebilirdimm.Diğeri diğerine asla karışmaz ve aldatmaz, 3 lü yada ne bilim kaçlı iseniz sanki 3 beyin gibi zekice calışır , akla hayale gelemeyecek pilanlar yapar ve korkusuzca hiç gözünü kırpmadan gercekleştirir amacına mutlaka ulaşır.Sonunda ölüm bile olsa, Gözü kararmış tek bir noktaya hedefe kitlenirsiniz. Sizi kurtaracak tek şey içinizde kalmış sa yada varsa özünüzdeki iyiliktir.
 
Her kılığa bürünebilir,her rolü rahatca oynarsınız hemde bir professional gibi, bukeloman gibi renk ve rol değişebilirsiniz göreviniz bittiğinde veya evde yanlız kaldığınızda o kişiliklerden kurtulmanın tek yolu başka bir boyuta gecerek onlardan kacmak ve onları görmemzlikten gelmektir.Yada asala yanlız kalmamaya calışırsınız düşünmemek için sorgulamamak için olurda gafil kalır kendinizi sorgularsanız çıldırır gibi olursunuz ve delice ağlarsınız.Ama birden tüm gucunuzle göz yaslarınızı siler  aynada kendinize bakar ben gucluyum basarıcamm der rol kıyafetlerinizi giyer, makyajınızı yapar hangi role ve kişiliğe ihtiyacınız varsa. Sahneye dünyay hayata akar avlarınızı acımasızca avlarsınız. Onları insan gibi görmezsiniz, sizin kalbiniz olmadığı için karsı tarafın zaten hiç yokturrrrr.
İçinizdeki bu fırtınalar sizi ASLAAAAAAAAAA rahat bırakmaz asla mutlu olmazsınız ne yapsanızda nereye kacsanızda. Ama farkında bile değilsinizdir o kişiliklerin hepsini BEN sanırsınız , kendinizi mağsum gorursunuz , sucsuz, yada kendinizce bahaneler bulur ve hak ettmişti dersiniz. Karsınızdakine sözler verirsiniz ama kacarsınız tutmasınız, seviyorum dediğinizde bedeniniz ordadır ama siz diğer projenin peşinde veya kacıcağınız yeri, kimseye asla ait değilsinizdir, karsı taraf evet avuclarımda dediği an size Asıl o zaman uçar gidersiniz. Kendinize bile ait değilken başka birine zaten ait olmazsınız.Bi evin içinde yasarsınız ama ev zihniyetiniz yerleşik bir hayatınızda yok tur göcebesinizdir . Hiç bir esyanın da önemi yoktur tıpkı hayatınızdaki insanların olmadığı gibiiiiiiiii
Kimseniz yoktur VE YAPAYANLIZSINIZDIR ONCA KALABALIĞIN İÇİNDEEEEEEEEEEEEEEE bu yaşamak değilllllllllllll ÖLÜMDÜR ASLINDIR ölü bir cesed ortalıkta gezer durur kendini ararrrrrrrrrrrrrrrr arararrrrrrrrrrrrrrrrrrrr acaba bir gün kendimi bulabiirmiyim diyeeeeeee kadehlerdeeeeeee süzülennnnnnnn göz yaşlarıylaaa tekrar yeni bigune baslar ve hayat böyle akıp gider.
 
Ne sevebilir, ne evlenebilir, evlensede orda değildir, anne  baba bile olsada fiiliyatta  olamaz maneviyatta.
 
Bir insana zülm etmek isterseniz, emin olun  hayattaki en buyuk acıyı ancak çok kişilklerle yasar.
 
Sorum ise ŞUUUUUUUUU NEDEN İNSANLAR TEK DOĞARDA DA TEK KİŞİLİKLE KALMAZ VE BUNCA KİŞİLİĞE GEREKSİNİZM DUYAR VEYA OLURRRRRRRRRRRRRRRRRR????????? NASIL ENGELENEBİLİR BİR PİSOKOLOG YARDIMI OLMADAN DA ASLAAAAAAA DÜZELMEZZZZZZZZ VE BU HAYA MAHKUM YASARSINIZ ÖLÜ OLARAK

67
Sevgi neydi? Sevgi iyilikti dostuktu, sevgi emekti.

http://www.huseyinkacin.com/dosyalar/sevgi neydi (selvi boylum al yazmalim).avi

68
Genel Tartışma / Sunum - Şifalı Türk Müziği Makamları
« : 23 Şubat 2010, 01:51:09 ös »
Trakya Üniversitesi Sultan II.Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi

Bu slayt, Slayt Cafe ve Trakta Üniversitesi Sultan II.Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi İşbirliği ile hazırlanmıştır
Sunudaki fotoğraflar Edirne Darüşşifası'na aittir.

İndir



İndir

69
Genel Tartışma / Sunum - Erkek Eşcinseller için Onarım Terapisi
« : 23 Şubat 2010, 01:40:00 ös »
Homoseksüel eğilimi gösteren fakat “gay” yaşam tarzını ve değerlerini benimsemeyen erkek eşcinseller için yeni bir klinik yaklaşım.

İndir



İndir

70
hayatta yeni bir adım atmadan önce düşünürsün. "bu seçimimim bana neler getirecek, benden neler götürecek". niçin herşey yolunda görünürken hayatta yeni bir adım daha atma, yeni bir sayfa açma ihtiyacı duyarsın ki? zorunluluktan olmalı, belki de tutkularından dolayı, daha düşük bir olasılıkla bir başka biri için. belki de hayat seni düşüvermiştir bir tuzağa, bir çukura. çıkmak için yeni sayfayı açmak zorundasındır.

bir başka diyarda hayatına devam edeceksin misal, bir tutkun, bir hedefin, hatta bir idealin var. Arkanda neler bırakırsın, sevgilini, yıllarca alıştığın sıcacık evini, arkadaş çevreni, dostunu, aşığı olduğun memleketini, şehrinin imkanlarını, kaynaklarını, dara düştüğünde para istediğin babanı, her derdini dinleyen anneni, alıştıklarını, alışkanlıklarını, hayatta adım atarken danışabileceğin ailemi ve arkadaşlarını. birçoğu şanslıysan hala seninledir. kalan her şeyi, tek bir şey uğruna feda edersin: kendin olmak, dünyada adın ve soyadın olarak yaşamaya başlamak, kendini gerçekleştirmek, yaşatmak için

71
Murat BEYAZYÜZ / TAŞINDI: Psikanaliz Nedir
« : 09 Ağustos 2009, 11:32:05 öö »
Bu konu Psikoloji isimli bölüme taşınmıştır.

http://www.huseyinkacin.com/forum/index.php?topic=253.0

72
Murat BEYAZYÜZ / TAŞINDI: NESNE İLİŞKİLERİ TEORİSİ
« : 09 Ağustos 2009, 11:32:01 öö »
Bu konu Psikoloji isimli bölüme taşınmıştır.

http://www.huseyinkacin.com/forum/index.php?topic=254.0

73
Murat BEYAZYÜZ / TAŞINDI: psikanalitik gelişim teorisi
« : 09 Ağustos 2009, 11:31:58 öö »
Bu konu Psikoloji isimli bölüme taşınmıştır.

http://www.huseyinkacin.com/forum/index.php?topic=255.0

74
Psikoloji / Ynt: psikanalitik gelişim teorisi
« : 09 Ağustos 2009, 11:30:06 öö »
Süperego
“Süperego” gündelik lisanımız içinde düşünecek olursak “vicdan” diye tabir ettiğimiz kavrama karşılık gelir. “Vicdan” kavramını tanımlamak da çok kolay değildir, çünkü “vicdan” bize bir şekilde kendini hissettirir, ama onu tam olarak kavrayamayız ve dahası zaman zaman gerçekliğe uzak düşer. “Süperego”yu zihinsel süreçlerin tavizsiz bir müfettişi olarak görebiliriz. “Süperego”nun işlevlerini özetleyecek olursak; “süperego”, isteklerin ve davranışların muhakemesini ahlaki yargılara göre yapar ve uygunlukları konusunda onay mercii gibi davranır; sürekli olarak “ego”yu eleştirel gözle denetler, “ego”nun her türlü işlevinde yanlış arar; “süperego” zihinsel süreçlerin iç denetim mekanizması olduğu gibi, aynı zamanda zihinsel süreçlerin bağımsız hâkimi olarak da “ego”yu cezalandırabilir; daha önceki davranışların gözden geçirilmesi sürecinde “ego”yu hataların düzeltilmesi yönünde zorlar ve son olarak da bütün bunları gerçekleştirdiği nispette tatmin bulur ve yine “ego” aracılığıyla kişinin kendi kendini beğenmesi ile bu tatmin “haz” olarak yaşanır. “ego”, “id”den kaynaklanan dürtülerin doyuma kavuşturulmasını ertelemeye çalışırken, “süperego” bu dürtülerin doyurulmasını tamamen engelleme gayreti içindedir.
“Süperego”nun gelişiminin ilk silik izlerini “fallik dönem” öncesi dönemlerde bulmak mümkündür. Hayatın erken dönemlerinde çocuğun bakımını sağlayan kişilerin ahlaki değerleri, çocuktan beklentileri, çocuğa dayatılan yasaklar çocuğun zihinsel yapılanmasında yeni bir birimin oluşumunu başlatır. Bu dönemlerde çocuk, kural ve yasakları tamamen dış kaynaklı olarak algılar, yani bunlar çevrenin, dış dünyanın belirlediği şeylerdir ve çocuk bu algının etkisi ile uyduğu her kurala aslında sadece pasif olarak boyun eğer veya çevresindeki “libido” yüklediği kişileri sevindirmek ve bu sayede bu nesneler vasıtasıyla dürtülerini daha fazla doyurabilmek için onların isteklerini yerine getirir. Henüz zihinsel yapının içinde bu kural ve yasaklar yerleşik değildir. Ödipal dönemde anne ve babaya karşı ortaya çıkan cinsel veyahut saldırgan dürtüler, ödipal dönemin sonunda, bastırılır veya reddedilir ve bu duyguların yerini, bu duyguların hedefi olan kişilerle özdeşim alır. Dürtülerinin başına bela açacağını düşünen ve bu nedenle “iğdiş edilme” korkusunu da yaşayan çocuk, anne babasındaki, kendi istek ve arzularını kabul etmeyen ahlaki değerleri kendi zihinsel yapısına dahil eder. Buna psikanalitik teoride “içe alma” (internalization) denir. Bu “içe alma” süreci “süperego”nun ilk çekirdeğini oluşturur ve bütün hayat boyunca “süperego” bu çekirdeğin etrafında şekillenir.
“Süperego”nun oluşumuyla birilikte, “ego”, “id”den kaynaklanan dürtülerle mücadelesinde bir destek kazanmış olur, fakat durum bu kadarla sınırlı kalmaz; “id” kaynaklı dürtülerle mücadele eden “ego”ya destek sağlayan “süperego”, aynı zamanda “ego”nun özgürlüğünü de kısıtlar. Şöyle ki, “ego” dürtülerin doyumunu erteleyip, uygun yer ve zamanda onları doyuma kavuşturmaya çabalarken, bu dürtülerin doyurulması yönündeki gayretleri süperego tarafından engellenmeye çalışılır. Yani “süperego”nun da “ego”dan beklentileri vardır ve bu beklentiler genelde “id”in beklentileri ile örtüşmez. Böyle bir durumda “ego” dürtüleri doyuma kavuşturabilmek için bir arabulucu rolü oynamak zorundadır. Zihinsel süreçleri bilinçli olma durumlarına göre sınıflandıracak olursak, “süperego”nun da bilinçdışı bir birim olduğunu söylememiz gerekir. “Süperego”nun da bilinçdışı bir gerilim yarattığını ve hatta bu gerilimi gündelik hayatımızda “vicdan azabı” olarak adlandırdığımızı da belirtelim.
Sağlıklı bir zihinsel işleyişte “id”, “ego” ve “süperego" birbirleri ile denge ve uyum içindedirler. Bu birimler arasında, oluşum süreçlerinde ortaya çıkabilecek nitel veya nicel farklılıklar, farklı kişilik türlerinin ortaya çıkmasına sebep olur. “Süperego”nun çok gelişmesi utangaç, duygularını ifade etmekten kaçınan kişilik özelliklerine sebep olabilirken, diğer birimlerin zayıf kalması nedeniyle “id”i daha güçlü olan bir kişide bencil, kendi çıkarını ve haklarını sürekli ön planda tutan kişilik özellikleri ortaya çıkabilir. Tabii ki kişilik türleri bu örneklerle sınırlı değildir ve zihin birimlerinin birbirine göre kuvvet farklılıklarının belirleyeceği birçok kişilik örneği vermek mümkündür.

Psikososyal Etkileşim
Şimdiye kadar, bir kadavranın vücudunda çalışır gibi zihinsel süreçleri sürekli tek bir kişiyi merkez alarak incelediysek de, psikanalitik teori, insanın, içinde yaşadığı toplumla sürekli bir etkileşim ve alış veriş içinde olduğunu, insanın hem içinde yaşadığı toplumdan etkilendiğini, hem de toplumu etkilediğini ileri sürer ve bu etkileşimi de insanın varlığının psikososyal yönü olarak ele alır.
Aile, bireyin karşılaştığı ilk insan topluluğudur. Yani ilk toplum algısı, aile ile birlikte oluşur. Hayatın daha ileriki aşamalarında insan, mahalle, şehir, okul, işyeri gibi çeşitli ortamlarda daha farklı toplumsal gruplarla temas etmeye başlar ve bu insan toplulukları ile etkileşim içine girer. Bu etkileşimler kişinin zihinsel süreçlerinde belirgin izler bıraktığı gibi toplumun devamlılığı için kişiye bir takım görevler de yükler. Her ne kadar bireyin toplum üzerindeki etki gücü, toplumun birey üzerindeki etki gücüne göre daha zayıfsa da iki yönlülüğü konusunda şüphe duymayacağımız bu etkileşimin en genel örneğini “süperego” oluşumunda bulabiliriz. Freud, ödipal dönemde başlayan içe alma süreci ile oluşan “süperego”nun aslında anne babaların “süperego”sundan başka bir şey olmadığını söylemiştir. “Süperego”nun sürekli kopyalanarak nesiller boyunca aktarılması ile toplumun ahlaki değerleri oluşur ve toplumları hızlı değişimlere karşı koruyan bir savunma sistemi de böylece gelişir.
Psikanalizle ilgili bu ilke, insanın içinde yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemeyeceğini, insanın zihinsel süreçlerinin, laboratuar ortamındaki hayvanlar gibi izole edilmiş bir biçimde, içinde yaşadığı toplum göz önünde bulundurulmaksızın incelenemeyeceğini vurgulaması açısından oldukça önemlidir ve insan psikolojisi ile ilgili her türlü düşüncede mutlaka akılda tutulmalıdır.

Anksiyete (Bunalım, Bunaltı)
İnsanın psikososyal yönü ile birlikte temel varsayımlarımızı tamamlamış oluyoruz. Buraya kadar genellikle zihinsel işleyişin bir şemasını çizmeye çalışmakla birlikte zaman zaman bu işleyişteki arızaların sonuçlarıyla ilgili de örnekler verdik, fakat psikanalitik teori içinde normal olup olmaması sadece nicel bir temele bağlanan bir kavramı ise sona bıraktık. “Anksiyete” dediğimiz bu kavramın zihinsel işleyişteki rolünü ve etkilerini vücudumuzdaki birçok mineralin rolü ve etkilerine benzetebiliriz. Mesela, demirin az olması da, çok olması da biyolojik varlığımızı olumsuz yönde etkiler. Diğer teorilere geçmeden önce, zihinsel işleyişin daha iyi anlaşılabilmesi için “anksiyete” kavramı üzerinde de kısaca durma ihtiyacını hissediyoruz.
Latince kökenli “anksiyete” kelimesini “bunaltı”, “bunalım” veya “kaygı” olarak Türkçe’ye çevirmek mümkünse de bu kelimelerin gündelik hayatımızdaki anlamları ile “anksiyete” kelimesinin psikanalitik teori içindeki anlamı birbirleri ile tam olarak örtüşmediğinden biz “anksiyete” kelimesini kullanmayı tercih edeceğiz. Her ne olursa olsun kavramın bir tanımını yapmak gerekirse, “anksiyete”yi, hoş olmayan özellikleriyle diğer duygulanımlardan ayrılan bir duygulanım şekli olarak, çok genel bir çerçevede tanımlayabiliriz
Dış dünya, dürtülerimizi doyurabileceğimiz, çeşitli gıdalarla donatılmış bir bahçedir, fakat bu bahçede bir takım tehlikeler de mevcuttur ve bu bahçenin ürkütücü bir tarafı da vardır. “Ego” dediğimiz ruhsal aygıt, “id”in zorlayıcılığına karşı koymakta güçlük çektiğinde ya da dış dünyanın tehlikeleri ile karşılaştığında “anksiyete” dediğimiz durumu yaşar. İnsanın hayatında ilk yaşadığı travma olması açısından doğum, aynı zamanda ilk anksiyetenin de sebebidir. Travmanın şiddeti önemli olmakla birlikte travmatik yaşantıların zihinsel süreçlere etkisini esas belirleyen “ego”nun gücüdür. Gerek “id”den kaynaklanan, gerekse de dış dünyadan gelen yoğun uyaranlarla zayıf bir “ego”nun baş etmesi, bu uyaranlara hakim olabilmesi mümkün değildir. Travma şiddetini sabit kabul edecek olursak da “ego” gücü ile anksiyetenin yoğunluğu arasındaki ters ilişkiyi görebiliriz.
Tehlike durumlarında ise tehlikenin gelmekte olduğu sezildiğinde “haberci anksiyete” dediğimiz anksiyete türü doğar. “Haberci anksiyete”yi bir “ego” işlevi olarak da görebiliriz, çünkü bu anksiyete sayesinde yaklaşmakta olan tehlikeye karşı hazırlık yapılır veya yaklaşan tehlikeden kaçmanın yolları aranır. “Haberci anksiyete”, travmaya maruz kalındığında ortaya çıkan anksiyeteden şiddet olarak daha hafiftir ve bu tür bir anksiyete normal olma sınırına daha yakındır. “Haberci anksiyete” normal işleyişte önemli bir rol üstlenir.
İçten ya da dıştan gelen uyaranlar karşısında “ego” içine düştüğü anksiyeteden kurtulmak için sürekli hamleler yapar. “Ego”nun anksiyeteyi gidermek için uyguladığı mantığa uygun yöntemler yetersiz kaldığında ise “ego”nun bilinçdışı kısmı “id”den gelen uyaranları engellemek ve zihinsel yapı için daha zararsız hale getirmek için “savunma mekanizmaları” dediğimiz, gerçekçilikten uzak, bilinçdışı işleyen yöntemleri kullanmaya başlar.
Klasik psikanalizle ilgili söyleyeceklerimiz burada bitiyor. Tabii ki birçok ayrıntıyı atladık ve okuyucumuza temel bir bilgi vermeyi amaçladığımız için değindiğimiz birçok konuyu da özetlemek zorunda kaldık. Psikanalitik teorinin bizim yazdıklarımızdan çok daha geniş olduğunu, bizim sadece okuyucumuza, psikanalitik teori haritasında hızlı bir şehir turu attırdığımızı hatırlatıp klasik psikanaliz ekolünden çıkan diğer üç teoriyle ilgili açıklamalarımıza geçebiliriz.

EGO PSİKOLOJİSİ
“Ego psikolojisi” olarak adlandırılan teori, yukarıda anlattığımız ilkeler üzerinde kurulmuştur ve “klasik psikanaliz” olarak bilinen teorinin doğrudan bir devamı olarak kabul edilebilir. Freud’un ölümünden sonra bazı psikanalistler insan davranışının yalnızca dürtülerle açıklanamayacağını, zihinsel aygıt içindeki çatışmalardan bağımsız, özerk “ego” işlevlerinin de olduğunu vurguladılar. Freud’un kızı Anna Freud “Ego ve Savunma Mekanizmaları” adlı çalışması nedeniyle bu akımın öncüsü olarak kabul edilebilir, fakat bazı düşünceleri ile Anna Freud’dan da ayrılan Erik Erikson, Heinz Hartmann, ve David Rapaport gibi psikanalistler “ego psikolojisi” teorisinin asıl temsilcileridir.
“Ego psikolojisi” teorisi, insan davranışlarının tümünün iki ilkel dürtü ile açıklanmasını uygun görmez. Bu teori, bu dürtülerin varlığını, etkilerini ve önemlerini inkar etmemekle birilikte, insan davranışında öğrenme gibi, adaptasyon yeteneği gibi başka süreçlerin de rol oynadığını ileri sürer.
“Ego psikolojisi” teorisi uyum kapasitelerine ve savunma mekanizmalarına ayrı bir önem atfeder ve kişiliğin gelişmesini bu yetilerin gelişmesi olarak da yorumlar. Savunma mekanizmalarını etkin bir biçimde kullanamayan ya da az gelişmiş savunma mekanizmaları kullanan bir “ego” zayıf bir “ego”dur. Freud birkaç savunma mekanizması tanımlamakla beraber, dikkatini bilinçdışı bastırma üzerinde yoğunlaştırmıştır. Anna Freud ise babasının savunma mekanizmaları üzerindeki çalışmalarını daha da genişleterek birçok savunma mekanizması tanımlamıştır. Daha sonra Anna Freud’un listesi, başka psikanalistler tarafından daha da genişletilmiştir.

Dr. Murat BEYAZYÜZ
Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi 1. Psikiyatri Kliniği

75
Psikoloji / Ynt: psikanalitik gelişim teorisi
« : 09 Ağustos 2009, 11:29:21 öö »
Gizil Dönem
Hayatın beşinci yılından itibaren fallik/ödipal dönem kapanmaya başlar ve kişilik gelişiminde cinselliğin neredeyse tamamen uykuya daldığı bir dönem başlar. Cinsel dürtülerin açık işaretlerinin olmaması, bir nevi cinselliğin bir köşeye gizlenmesiyle belirlenen bu döneme “gizil dönem” (latans dönemi / latent dönem) adı verilir. Bu dönem on, on iki yaşına kadar sürer. Aslında “gizil dönem” bilinçdışı süreçlerin geçici bir sükûnete kavuştuğu, buna mukabil bilincin hâkimiyetindeki işlevlerin ise son derece aktif olduğu bir dönemdir. Bu yaşlar arasında çocuğun hem bedensel hem de zihinsel gelişiminde önemli mesafeler kat edilir. Biyolojik gelişimle paralel bir biçimde çocuğun algılama kabiliyeti artar, bellek güçlenir, muhakemesi olgunlaşır ve bu sayede çevreyi, dünyayı, evreni, soyut ve somut kavramları, toplumu, kuralları, insanları daha olgun bir biçimde tanıyarak gerçeğe uygun biçimde bir yorum sürecine girer. Bu dönemde çocuk için okul gibi yeni bir pratik sahası da devreye girer, ama şunu belirtmek gerekir ki, okul gizil dönemin ne sebebi ne de gizil dönemin belirleyicisidir; okul sadece sözünü ettiğimiz gelişimin gerçekleşmesine önemli katkılarda bulunur, dünya algısının şekillenmesine katkı sağlar. Bunu şunun için belirtiyoruz ki, okula gitmeyen çocuklarda benzer bir gelişim süreci, okula gidenlerle karşılaştırıldığında belki bir takım unsurların güdük kalmasıyla da olsa, yaşanır. Biyolojik gelişim gizil dönemde uzunlamasına bir belirleyici rol oynadığı gibi, bir sonraki gelişim basamağının da başlangıcını belirler. Gizil dönem ergenliğin başlamasıyla birlikte sona erer ve Psikanalitik gelişim teorisinin en uzun dönemi olan “genital dönem” (Ergenlik Dönemi) başlar.

Genital Dönem (Ergenlik Dönemi)
Biyolojik olarak cinsel fonksiyonların gelişmesiyle birlikte bir takım dürtülerin tekrar uyanışa geçtiği bu dönemde gizil dönem öncesindeki dönemlerde yaşanan çatışmalar, yönelimler, zihinsel gerilimler tekrar gündeme gelir. Ödipal duygular gerçekle ve toplumla bağdaşık şekilde algılanan dünyaya göre yeniden şekillenerek de olsa alevlenir. Önceki dönemlerde tamamen kendisini merkeze koyarak dürtülerini tatmin etme yoluna giden çocuk, ergenlikte zihinsel enerjisini aktaracağı yeni ve gerçek nesneler bulur. Cinsel çekicilik kavramı da bu dönemde ortaya çıkar. Ödipus kompleksinin etkilerinin belirleyeceği bir şekilde karşı cinsle ilişkiler başlar. Toplu faaliyetlere ilgi ve uyum, meslek seçimi, hayat planlama, ideallerin oluşması, yuva kurmaya yönelik düşünceler hep bu dönemde gündeme gelir ve bunların tamamı önceki dönemlerin nasıl yaşandığıyla yakından ilişkilidir.  Ergenlik dönemi, oral, anal ve fallik dönemlerde rafa kaldırılan dosyaların tekrar raflardan indirilmesinin ve bu davaların kesin sonuçlara bağlanmasının gerekli olduğu dönemdir. İçeriden baş kaldıran ve dışarıdan hayatın etkisiyle üstüne çullanan bunca sorun karşısında ergenin bir iktidar kurması gerekir. Tabii ki bu çok kolay değildir. birçok genç bu dönemde ciddi problemler yaşayabilir, hatta bu problemlerden bazıları uzun süre devam edebilecek bir takım ruhsal hastalıklara da dönüşebilir.
Genital öncesi dönemlerin belirlediği kalıplar içinde, ergenlik döneminde kişiliğin unsurları katılaşır ve nihai şeklini alır.

Dürtülerin nasıl geliştiği ve şekillendiği sorusuna cevap verebilmek maksadıyla anlattığımız bu gelişim teorisinin ışığında tekrar dürtüleri, dürtülerden kaynaklanan zihinsel enerjiyi ve bu enerjinin yatırıldığı nesneleri ele alacak olursak; bir gelişim döneminde herhangi bir nesneye ve dürtü doyurma biçimine bağlanmış olan zihinsel enerji, bir sonraki dönemde bu nesnelerden yavaşça ayrılır ve yeni dönemin nesnelerine ve doyum araçlarına doğru kayar. İnsanın gelişimi boyunca zihinsel enerji nesneden nesneye bir akış durumundadır. Fakat önceki nesnelere yatırılmış enerjinin tamamının çekilip yeni nesneye aktarıldığını söyleyemeyeceğimiz gibi, önceki nesnedeki enerjinin ne kadarının yeni nesneye aktarılacağını da bilemeyiz. Eski nesnede bir miktar enerji kalır ve bu kalan enerjinin miktarı davranışlarımızdaki bazı yönleri belirleyebilir. Bu belirleyicilik, soyut bir ifadeyle, dikkat çekici boyutta ise bu normal dışı olarak nitelendirilebilir. Hemen bir örnekle açıklamaya çalışalım. Bir kişinin oral dönemde anne nesnesine bağladığı enerjinin daha sonra yeni nesnelere doğru kaymadığını düşünelim, bu kişi yetişkinlikte de, anne nesnesine bağladığı zihinsel enerji nedeniyle başka ilişkileri başlatmakta ve sürdürmekte zorlanıyorsa bunu normal dışı olarak görebiliriz. Psikanalitik teoride döneme özgü zihinsel nesnelere yatırılan enerjinin dönemin değişmesiyle birlikte yeni nesnelere yeterli seviyede aktarılamadığı durumlara “saplanma” (fixation) denir. Verdiğimiz örnekteki kişinin oral döneme, dolayısıyla zihinsel enerjisinin oral dönem nesnelerine saplandığını söyleyebiliriz. Her ne kadar normalde de bütün ilksel nesnelere bir miktar enerji saplanmış olarak kalsa da, “saplanma” terimi genellikle normal dışı bir durumu anlatmak için kullanılır.
Gelişim dönemleri boyunca zihinsel enerjinin ileriye doğru, yeni zihinsel nesnelere kaydırıldığını söylediysek de, zihinsel enerjinin akışı her zaman lineer ve tek yönlü değildir. Zihinsel enerji, çeşitli faktörlerin devreye girmesiyle, bazen geriye doğru, yani eski nesnelere doğru da kayabilir. Zihinsel enerjinin yeni nesnelerden çekilip tekrar eski nesnelere bağlanmasına “Gerileme” (regression) denir. Saplanmadan farklı olarak, gerilemede yeni nesneye yatırılmış bir enerjinin geri dönüşü söz konusu olmakla beraber, gerileme saplanma ile yakından ilişkilidir, zira gerileme genellikle saplanılmış, kendisindeki enerji hiçbir zaman yeterli seviyede yeni nesneye aktarılamamış olan nesneye doğru olur. Yeni nesneler veya yeni doyum araçları eskileri kadar haz vermezse eski nesneye doğru kısa devreyi tamamlayacak biçimde bir enerji kaçışı olur.

Zihnin Yapısal Modeli
Buraya kadar anlattıklarımızın ışığında insan zihninin bir şemasını çizecek olursak karşımıza nasıl bir şekil çıkar? Bu sorunun cevabını verirken, bir diğer varsayımı da ortaya koymuş olacağız: Yapısal zihin modeli.
Psikanalitik teorinin, anlatmaya çalıştığımız varsayımları gözümüzün önünde yalnızca “bilinçlilik” sınırı ile bölünmüş bir zihin şeması canlandırıyor ve bütün zihinsel süreçlerin bilinçli veya bilinçdışı olduğu yönünde bir kanaat uyandırıyor, fakat bütün süreçler bu ayrım çizgisi ile belirlenmiş değildir. Freud’un da sonraları fark edip vurguladığı diğer bir ayrım çizgisi de “bilinç öncesi”ni “bilinç”ten ve “bilinçdışı”ndan ayıran sınırdır. Freud, birbirinden deneysel olarak da ayrı olduğu gösterilebilen iki farklı “bilinçli olmayan süreç” olduğunu göstermiştir. Bunlardan ilki, bilince çıkması daha kolay olan, adeta bilincin elinin ulaşabileceği yerde ama elinde olmayan süreçlerdir. Unuttuğumuz şey tamamen bilinçdışına atılmış bir şey değildir, bilince yakın bir noktada, bilincimizin ona ulaşabilmek için küçük bir efor sarf etmesini gerektirecek bir konumda yerleşmiştir. İşte bu konuma “bilinç öncesi” diyoruz. İkinci süreç ise tamamen bilincin ulaşamayacağı noktada konumlanmış olan, bilincin dikkati ile ulaşılıp bilinç seviyesine çıkarılamayan süreçlerdir. Bu süreçlerin bilince çıkması zihinsel işleyişte bazı kuvvetler tarafından güçlü bir biçimde engellenir. İşte “bilinçdışı süreçler” ifadesi bu süreçler için kullanılır. Bu durumda bilinçli olmayan süreçler arasındaki bu farklılık bu süreçlerin yapısal bir zihin modelindeki yerleşiminde de belirleyici olacaktır ve bilinç öncesi dediğimiz sürecin bilinçdışından çok bilince yakın bir noktada düşünülmesi gerekir.
“Yapısal Zihin Modeli” adı verilen modele göre, insan zihni üç temel birimden oluşur: İd, ego ve süperego. Bu birimlerin nasıl ve nereden geliştiğini anlatmadan önce, bu birimlerin gördüğü işlevleri birer cümleyle anlatırsak, birimlerin nasıl geliştiği ile ilgili savlar daha rahat anlaşılabilir. “İd”, daha önce bahsettiğimiz dürtülerin konumlandığı yer olarak düşünülebilir. “Ego”, insanın gerçek dünya ile ilişkisini yürüten, bu dünyanın gereklerine göre davranmayı belirleyen birimdir. “Süperego” ise, değer yargılarını, ahlaki önyargıları, “vicdan” diye de adlandırdığımız, doğru-yanlış kavramlarının, zaman zaman gerçeklikten uzak bir biçimde de olsa kendi kendini yargılama mekanizmalarının organıdır.

İd
Dürtülerin doğuştan geldiğini varsayan psikanalitik teoriye göre, dürtülerin hegemonyasındaki zihin alanı olan “id”, insanın doğarken beraberinde getirdiği birimdir. Hatta insan doğduğunda, “id” aynı zamanda zihinsel aygıtın tamamıdır. Buradan da rahatlıkla anlaşılabileceği gibi diğer birimler, yani “ego” ve “süperego” sonradan gelişir. Dürtülerin konumlandığı yer olduğu için “id” aynı zamanda daha önce de bahsettiğimiz zihinsel enerjinin de kaynağını oluşturur ve bu kaynak diğer iki birimin de ihtiyaç duyduğu enerjinin meydana çıktığı yerdir. Nesnel gerçeklerle bağı olmayan, tamamen kendi kuralları (veya kuralsızlığı) çerçevesinde çalışan “id”, içinde oluşan enerjinin birikmesine karşı son derece duyarlıdır. Daha önce dürtüler konusunu anlatırken sözünü ettiğimiz, enerji, gerilim ve gerilimin giderilmesi yoluyla haz elde edilmesi şeklindeki ilksel sürecin yaşandığı coğrafya olan “id”, Freud’un tanımıyla “haz ilkesi”ne göre çalışır. “Haz İlkesi”, “id”de gerilim yaratan enerjinin bir an önce boşaltılması ve haz elde etmek için bütün isteklerin o anda ve orada yerine getirilmesi isteğini anlatır.
“İd”in içeriğinde, doğuştan gelen dürtülerin dışında, sonradan “id”in bünyesine katılan unsurlar da bulunur. Bu unsurları, çocukluk çağından başlayarak, hayatın her dönemi boyunca bilinçaltına itilen yaşantılar, deneyimler ve duygular oluşturur. “İd”e sonradan eklenen bu unsurlar da “id”in kurallarına tabi olurlar ve “id”in diğer içerikleriyle karışırlar ve sürekli bir devingenlik gösterirler.

Ego
“İd”in özelliklerini bu şekilde özetledikten sonra, “id”den gelişen diğer birimlerin gelişimine ve özelliklerine geçebiliriz. Aslında, bu birimlerin gelişimi veya yerleşimi birbirinden bağımsız değildir ve yetişkin insanın zihinsel süreçlerinin yansıması olan davranışların tamamı bu üç birimin arasında cereyan eden türlü çatışmaların, kargaşaların ve uzlaşmaların bir neticesidir. Bu gerçek göz önünde bulundurulduğunda, zihinsel birimlerin birbirinden bağımsız bir şekilde anlatılması, anlaşılabilirlik açısından ne kadar gerekliyse, bu birimlerin birbirinden ayrı düşünülmemesi ve davranışları belirlemede her birimin değişen oranlarda katkıda bulunduğunun her zaman akılda tutulması da o derece elzemdir.
İlksel zihinsel yapı olarak kabul ettiğimiz “id”den farklılaşarak gelişmeye başlayan ilk yapı “ego”dur. Freud, egonun gelişimindeki başlangıç noktasının, superegonunkine göre çok daha erken bir aşamada olduğunu iddia eder. Ego, ilksel zihinsel yapıdan hayatın ilk altı ayı içinde ayrılmaya başlar ve sınırların çok önemli bir bölümü hayatın üçüncü yılında son şeklini alır, fakat “süperego”nun taslak şeklindeki sınırları ancak beş-altı yaş civarında fark edilebilir ve bu yapının kesin sınırları hayatın en azından onuncu yılına kadar belirsizdir. Gerçek dünya ile ilişkilerin yürütülmesi ile ilgili zihinsel süreçleri içeren “ego”nun, yetişkin bir insanda, hareket etmekten konuşmaya, hissetmekten tepki vermeye kadar her türlü davranışta belirleyici bir rolü vardır. Çevre ile her an yoğun bir ilişki içinde olan bir yetişkinin aksine dünyaya yeni gelmiş bir bebeğin çevre ile ilişkileri son derece sınırlı ve monotondur, dolayısıyla yetişkin bir “ego”da bulunan entegrasyon sistemlerine de ihtiyaç yoktur. Çevre sadece “id”in dürtülerini doyurduğu için önemlidir. Çocuğun çevre ile hızlı bir etkileşim sürecine girmesi ve sinir sisteminin gelişmesi bir takım karmaşık entegrasyon sistemlerine ihtiyaç duymasına sebep olur. “ego” işlevleri tedricen şekillenmeye başlar. “Düşünme” kavramının ilk yapıtaşları olan, algı, bellek, duygu gibi zihinsel süreçlerin gelişimi, genetik yapının, biyolojik gelişmenin, çevrenin, ilk deneyimlerin ve ilk zihinsel nesnelerin etkileri doğrultusunda devam eder.
“Ego”nun oluşmaya başladığı ilk zamanlarda insanın kendi bedeniyle ilgili deneyimleri büyük önem taşır. Bu deneyimlerin zihinsel süreçlerdeki rolü aslında hayat boyu devam eder. Bedenin bu önemi, hayatın erken dönemlerinde, hem dürtülerin doyurulmasına aracılık etmesinden hem de ilk elem yaşantılarının sebebi olmasından kaynaklanır. Bunun bir sonucu olarak da zihinsel enerjinin bağlandığı ilk nesnelerden biri ve en önemlisi, insanın kendi bedeninin zihinsel temsilidir.
“Ego” gelişimi sürecinde, bedenden sonra çevre ile ilgili deneyim ve yaşantıların esas rolü başlar. Çevredeki nesneler, ego gelişimindeki en önemli rollerini “özdeşim” adını verdiğimiz mekanizma aracılığıyla oynarlar. “Özdeşim”, düşüncelerin, davranışların, tepkilerin, duygu dışavurum tarzlarının başka bir kişi, hatta daha geniş manada, başka bir nesne ile aynı şekilde olması sürecidir. Kişinin özellikle hayatın erken dönemlerinde çevredeki bir nesne gibi olmaya eğilimi vardır ve bu eğilim ego işlevlerinin gelişiminde belirleyicidir. Etraftaki nesnelerle kurulan özdeşimler katı ve kalıcı değildir, yeni özdeşimlerin, yeni deneyim ve yaşantıların etkileri sonucunda, zamanla ilk hallerinden farklılaşırlar ve belli bir noktada, kişiye özgü bir terkip -karışım- halini alarak, egonun esas görüntüsünü oluştururlar. Özdeşim kurma eğilimi normal bir zihinsel süreç olarak, hayatın ilk yıllarında daha yoğun olmak üzere, ileri yaşlarda da devam eder. Bununla birlikte, hayatın ilk zamanlarındaki özdeşimlerin kişilik gelişiminde daha kati önemi olduğunu da vurgulamak gerekir.
“Özdeşim” ile ilgili olarak buraya kadar söylediklerimizden, özdeşimin daima sevilen, beğenilen, arzu edilen nesnelerle, yani “libido” türünden zihinsel enerjinin bağlandığı nesnelerle kurulduğu gibi bir anlam çıkabilir, ama gerçek bundan farklıdır. Şöyle ki, ilginç bir biçimde, saldırgan dürtülerden kaynaklanan “destrudo” tipi zihinsel enerji ile yüklenmiş nesnelerle de özdeşim kurulabilir. Mesela, bir köpek tarafından ısırıldıktan sonra oynadığı oyunlarda köpek rolünü alarak, kendisini ısıran köpek gibi havlayıp, etrafa saldıran bir çocuğun davranışında bu tip bir özdeşim görülebilir. Saldırgan dürtülerden kaynaklanan enerji ile yüklenmiş nesnelerle kurulan özdeşime, “saldırganla özdeşim” adı verilir.
“Ego”, “id”in üzerinde, bir meyve kabuğu gibi oluşur ve meyvenin asıl gerçek tarafını, “öz”ünü örterek, onun dış dünya ile temasını, hem ondan dış dünyaya çıkışları, hem de dış dünyanın ona etkilerini sınırlayacak şekilde engeller. Yani, “ego”, sadece “id”i kontrol altında tutmakla kalmaz, aynı zamanda dışarıdan gelen uyaranları algılayıp yorumlayarak, bu uyaranların etkilerinden de zihinsel aygıtı korur.
Dürtülerin doyurulması konusunda tavizsiz biçimde “haz ilkesi”ne göre çalışan “id”in arzuları gerçek dış dünya ile her zaman uyumlu olmadığı için “ego”ya ihtiyaç duyulur ve bir nevi aracı konumda olan “ego” “gerçeklik ilkesi”ne göre çalışır. “İd”deki dürtülerin gerçek dünyanın sınırları çerçevesinde doyurulması işini yüklenen “ego”, “gerçeklik ilkesi”nin bir gereği olarak, “id”de oluşan gerilimin hemen boşalmasını engelleyerek, uygun zamanda ve yerde, uygun bir nesne aracılığıyla boşaltılmasını sağlar. “Ego”nun denetimi ile “haz ilkesi”nin önüne geçici bir set çekilir, fakat uygun bir durumda “gerçeklik ilkesi”nin de onayıyla “haz ilkesi” tekrar devreye girer ve “id”deki gerilim boşaltılır.
Hep bilinçli bir zihinsel birim olarak düşündüğümüz “ego”, “id”deki ihtiyaçları görüp anlayabiliyorsa neden “ego” vasıtasıyla “id”deki durumlardan bilinçli olarak haberdar olamıyoruz? Az önce “ego”nun bir meyve kabuğu şeklinde oluştuğunu söylemiştik. Bu benzetme üzerinden bu sorunun cevabını vermeye çalışalım. Bir meyve kabuğunun, dışa bakan bir tarafı olduğu gibi, meyvenin özüne, asıl kısmına bakan bir yüzü daha vardır, zaten kabuk da meyvenin özü dediğimiz kısmından gelişir. Meyve kabuğunun dış kısmı, bize içeriyle ilgili gerçek bir algı vermeyebilir. Mesela, karpuzun dışında gördüğümüz yeşil kabuk, karpuzun içinin kırmızı olduğuyla ilgili bir ipucu vermez; dahası bu dışarıdan yeşil olarak gördüğümüz kabuğun iç kısmı da yeşil değildir. “Ego”nun da dış ve iç olarak nitelendirebileceğimiz iki kısmı olduğunu düşünebiliriz. “Ego”nun iç kısmı sürekli “id” ile temas halindedir ve bu iç kısım da dışarıdan gördüğümüz kısımdan farklı olarak bilinçli zihin süreçlerinin algılama alanının dışındadır. Yani, “ego”nun bilinçli ve bilinçdışı olmak üzere iki bölümü vardır. “Ego”nun bu iki kısmı arasında da sürekli bir ilişki vardır, ama bu ilişki “ego” alanının bilinçdışı kısmında, bilinç sınırının öncesinde gerçekleştiği için bu ilişkiden de haberdar olamayız. “Ego”nun bilinçli olan kısmı, zihinsel yapının yürütücü işlevlerinden sorumludur. “Ego”nun bilinçdışında olan iç kısmı ise daha sonra anlatacağımız “savunma mekanizmaları”nı uygulama görevini üstlenmiştir. “Ego”nun iç kısmı, bilinçdışındaki dürtülerin baskısına “savunma mekanizmaları” aracılığıyla karşı koyar ve adeta bir protokol bilirkişisi gibi davranarak, bu dürtülerin belli kurallar çerçevesinde “ego”nun bilinçli kısmına geçmesine izin verir.

(devamı var)

Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6 7 ... 13