Gönderen Konu: Alelade Bir Facia (babanın vefatı, sınavlar, Yılmaz Hoca...)  (Okunma sayısı 7551 defa)

alıntı

  • Global Moderator
  • Full Member
  • *****
  • İleti: 142
    • Profili Görüntüle
Ali DEMİRHİSAR

1996 Ocak’ının ortalarıydı galiba; ''Değişim''i okuyordum. En samimi olduğum kişi Gregor Samsa'ydı o sıralar. O ve onun başından geçenler haricindeki her şeyi buğulu bir camdan bakar gibi hatırlıyorum şimdi.

Zihin Teorisi olması lazım, dersten çıkarken ‘’Şebnem’i de alıp Rumelihisarı’na gideyim, karanlık grisini, sevinçli mavisinden daha fazla sevdiğim Boğaz’ı seyredeyim’’ diye düşünürken Hoca’yla yan yana geldik. Saygıyla yavaşlayıp yol verirken beni odasına çağırdı. Yoksa panoya iğnelettiği bir kağıtla mı çağırmıştı? Ya da arkadaşlardan biriyle haber mi yollamıştı? Hatırlayamıyorum…

Bir çay içip sarımsı ve zayıf bir ışık yayarak koridoru aydınlatmaya çalışan Philips marka lambaların altından geçerek odasına girdim. Kapıyı kapattıktan sonra ''ne kadar sessiz'' diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ben masasının önündeki kahverengi koltuğa oturana kadar hiçbir şey söylemedi Hoca, ya da bana öyle geldi. Gözlerini üstümden hiç ayırmadan, ama sorgular gibi değil de, hayırdır ne oldu dercesine söylediği açıkça hissedilen bir sesle,

- Demirhisar, vizeye girmemişsin? diye sordu.

O dönem başka bir çok vizeye de girmemiştim. Cevap vermeden önceki bir iki saniyede; hemen hiçbir yakınlığımız, muhabbetimiz, derslerde ön sıralarda oturan arkadaşlar gibi bir interaktivitemiz olmadığını, dar pantolonlu, uzun saçlı, derslerin üçte birine girmeyen, girdiği derslerde de Barış’la, Ahmet’le fısıldaşıp gülüşen; Hoca’nın da pekala, bunlardan adam olmaz diyebileceği, derslerinde görmeyi pek istemeyebileceği bir öğrenci olduğumu ve uçsuz bucaksız zekamı, doyumsuz merakımı, okumalarımı fark ettiğine inandığım, benimle daha ilgili, daha samimi olduğum hocalardan birinin değil de bunu neden sadece onun sorduğunu düşündüm uzun uzun.

- Babam vefat etti hocam.. dedim.

Hoca hiçbir şaşırma, üzülme, acıma, şefkat belirtisi göstermeden, sanki ‘’satır satır okunması gereken bir kitap’’ dediğini hatırladığım Modern Psikolojinin Gelişimi’nden bir alıntı yapar gibi sakince;

- Başın sağ olsun, kaç yaşındaydı, bir hastalığı mı vardı? diye sordu.

Babamın 49 yaşında ve şeker hastası olduğunu, aniden fenalaşınca hastaneye kaldırdığımızı, müşahede altına alındığını ama sabaha doğru hastanede öldüğünü anlattım. Ama Zeki Müren’i çok sevdiğinden, saçlarının 30 yaşından beri bembeyaz olduğundan ve pilav yememeyi başaramadığından hiç bahsetmedim.

Yılmaz Hoca sonraları üzerinde çokça düşünüp, özeneceğim aynı sakinliği ve hareketsizliğiyle konuştu;

- Allah rahmet eylesin, ama dersleri aksatma. Biraz çalış mazeret sınavı yapalım sana
- Hocam, oturup ders çalışabileceğimi sanmıyorum
- Ne zaman kaybettiniz babanı?
- Yılbaşı gecesi…

Bir an, o saatlerde dünyanın dört bir yanında milyarlarca insan birbirlerinin sesini duyamaz halde eğlenip, sevinçten delirirken, yeni yılla ilgili sağlık, mutluluk dileklerinde bulunup, planlar yaparken böyle bir şey yaşıyor olmanın ironisini hocayla birlikte bir süre düşündük galiba.

-Tamam…ilk gün hastane, vefat telaşınız olmuştur. 2nci gün defin işlemleri falan, 3ncü gün de gelen giden olmuştur, ama ondan sonra tamam artık, kaldığı yerden devam etmek lazım.

Ben, acaba şaka yapıp havayı dağıtmak mı istiyor, kendisinin hayatı akademiden ibaret olduğu için, akademik hayata halel gelmesin de ne olursa olsun anlayışıyla mı böyle diyor, yoksa söyleyecek bir şeyi kalmadı da kalkıp gideyim diye mi bunları söylüyor diye düşünüp,

-Hocam bir bakayım, sınava girebileceksem gelirim tekrar, sağ olun, ben müsaadenizi isteyeyim

diyerek kalktım, kapıyı kapatıp Yılmaz Hoca’yı odasında, çok sevdiğini tahmin ettiğim ahşap ve kitap kokusuyla baş başa bıraktım. Koridorda yürürken, 15-20 gündür kulaklarımda bir şelalenin uzaklaşan çağıltısının ve bir tür sinüzit gibi alnımda, kaşlarımın altında hissettiğim ağırlığın kaybolduğunu, babamın ölmesinin korkunç bir şey olmadığını, bunun hocanın galiba varoluşçu felsefeyle ilgili bir bahiste trajedi ve dramı anlatırken bana komik gelen ama üzerinde düşündükçe anlamını kavradığım ‘’alelade bir facia’’ ifadesindeki gibi bir şey olduğunu, yavaşlatabileceğini ya da sarsabileceğini ama arkada bırakılabilecek bir şey olduğunu düşünmeye başladığımı fark etmedim bile.

Sonraları o günü düşündüğümde; koridorda yürürken Hoca’nın sakinliğinin, dinginliğinin, babamın öldüğünü söylediğimde irkilmemesinin, bana fazla ilgi göstermemesinin, ortada hiç de önemli bir olay yokmuş gibi konuşmasının, babamın ölümünü ‘’halletmem’’ için bana sadece 3 gün vermesinin, sınava girmemde ısrar etmesinin, odanın sessizliğinin daha doğrusu o onbeş dakikaya dahil her şeyin, ‘’yahu fazla abartıyorsun, o kadar da olağanüstü bir şey değil bu galiba’’ diye düşünmeme sebep olduğunu anladım.

Çünkü o günden sonra sanki her şey biraz daha hafifledi, biraz daha kolaylaştı. Gerçi yine de mazeret sınavına girmedim. Ama Değişim’in ardından Şato’yu, Dava’yı, Amerika’yı, Milena’ya Mektuplar’ı, Günlükler’i okuyup bitirdim. Kız kardeşimi, ablamı, annemi, tabii en çok da; şimdi 87 yaşında olan ve her gördüğümde o gün bir çocuk gibi ağlayışını hatırlamamaya çalışıp bir türlü beceremediğim babaannemi teselli ettim. Onların da ’’neyse oldu bitti, en nihayetinde ‘alelade bir facia’ işte’’ demeleri için uğraştım.

Hem benim, hem de ailemin bu en zor gününde bize böyle destek olan değerli hocam Yılmaz Özakpınar’a, muhtemelen Hoca’larının, derslerinin yanı sıra sesiyle, bilgeliğiyle, dinginliğiyle ve gülümsemesiyle hayatlarına yaptığı katkının uzunca bir süre daha farkında olamayacak genç öğrencilerinin huzurunda sevgi ve minnetlerimi saygıyla arz ediyorum.

4 Şubat 2009

ALİ DEMİRHİSAR
İstanbul Üniversitesi
Psikoloji
1997
« Son Düzenleme: 15 Ağustos 2010, 10:50:51 öö Gönderen: bureax »