İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - alıntı

Sayfa: 1 ... 11 12 [13]
181
Din & Felsefe / Ateizm Evrim ALLAH
« : 09 Mart 2009, 01:43:38 ös »
İnsan çoğu kez sorgular.
Nereden geldik? Kim yarattı? ‘’O’’ nerede? Son zamanlarda bu konu hakkında bir şeyler yazmak istiyor, içimi boşaltmak,bir makale yazmak istiyordum. Kısmet bugüneymiş…

Çoğu kez girdim ateizm, evrim ve Allah üçgeni muhabbetlerine. Sinirlendim, kızdım, öfkelendim… Ateizm’i çoğu kez araştırdım, tanrıyı reddeden bir görüş. Birkaç arkadaşım var ateist olan, onların fikirlerini aldım ve gerçekten pes dedim! Diyorlar ki Müslümanlar Allaha ve Muhammed’e kölelik ediyor, Allah sizi küçümsüyor ve siz eziksiniz deniyor. İnanç özgürlüğü denen bir şey var evet amacım Ateistleri Müslüman yapmak değil, naparlarsa yapsınlar, sözüm bizi küçük görmeleri.

Başlamak istiyorum, evet bizler Allahın yarattığı ona ‘’itaat’’ eden canlılarız. Ben kendimi ve diğer Müslümanları Allah’ın kölesi değil, ona bağlı kalan, ona inanan olarak görüyorum.Allah o zaman bize özgür irade vermezdi,herkesi kendine kul yapardı..  Allaha inanan ona ibadet eden ezik veya herhangi bir şey değildir, Allaha ibadet eden ona bağlılığını ve devamlılığını gösterme yoludur. Ona bu hayat için, bize bahşettikleri için bağlılık gösterme yoludur. Her Müslüman ibadet etmez, bu doğal bir şey. Mesela namaz mı kılıyorum? Oruç mu tutuyorum? Hayır… Herkesin bir özgür iradesi var, isteyen bunu ibadete götürür, isteyen kalbinde ve beyninde yaşatır.

İbadet eden tanıdıklarım şu zihniyette değil ‘’Allaha inanıyorum, o zaman haydi ibadete’’…Bu bağlılığı gösterme, huzur bulma yolu. Allah şuan bizler için somut bir şey değil, soyut olduğu için de birçok kişi ateizme yöneliyor, birçok kişi sorguluyor. Öteki dünyada –ki buna inanıyorum- somutlaşacak, bazılarının inandığı gibi öldüğümüz vakit bize demicekler ‘’biz size oyun oynadık keriz gibi yediniz’’ falan…

Gel gelelim evrim teorisine. Bu sene biraz daha içli dışlı oldum şu teoriyle.Tabi net bir şekilde saçmalık demiyorum, araştıran ve buna yıllarını veren insanlara büyük saygısızlık olur. Ancak mantık bir yerde kesiliyor. Evrim teorisini savunan birçok insan bilindiği üzere Allah’ı sorgular. Evrimi de bu yazıya katmamın nedeni bu. Açıkça saçma buluyorum, bence bizim atalarımız Adem ve Havadır, bizler Adem soyundanız. Koyu evrim savunucusu Darwin, maymundan evrim geçirerek, mutasyon sonucu insana dönüştüğümüzü söylüyor ancak diyorMUŞ ki Yahudiler hariç tüm ırklar maymundan gelmiştir.
Neden çünkü Darwin Yahudi kökenliymiş. Hocamdan böyle bir duyumum oldu. Birçok fosiller bulunuyor, kalıntılar. Bilirsiniz maymundan insana doğru bir şema var, yavaş yavaş kamburluktan çıkıyor, kıllar dökülüyor nihayetinde insana dönüşüyor. Peki araştırmalarda maymunun isketini buluyorlar, insanın iskeletini buluyorlar peki neden o evredeki diğer canlıların kalıntılarına rastlanmıyor? Bir yerde mantık kayboluyor. Hah mesela en yakın örneği Lamarck da evrim teorisini savunur ve diyor ki fazla kullanılmayan organ gelişemez evet mantıklı,diyor ki zürafalar ilk zamanlar kısa boyunlu hayvanlarmış, sonradan ağaç dallarına uzana uzana,yani boyunlarını kullana kullana boyunları günümüzdeki halini almış,evet bu da mantıklı. Sonrada şunu savunuyor boynu uzayan zürafalar dölden döle aktarılarak şuan kısa boyunlu hiçbir zürafa doğmamıştır. İşte burada mantık bitiyor, zürafaların boyunlarının uzaması bir ‘’modifikasyon’’. Modifikasyon sonradan oluşan bir şeydir ve kalıcı değildir,ama o kalıcı olduğunu savunuyor… İşte böyle örnekler var.

İnanıyorum bazı saçmalıklar bir son bulacak ve insanlar ‘’Rönesans’ın’’ değiştirdiklerini ve dinin insan üzerindeki hakimiyetini azalttığını öğrenecek…


www.essek.gen.tr 'den alıntıdır

182
Din & Felsefe / Ateizm ve agnostisizm
« : 09 Mart 2009, 01:42:15 ös »
Kendim dikkat etmemişim, ateist olma izni alamadığımı Hakkı beyden ve sonra da Perihan Mağden'den öğrendim. Hayat böyle, insan kendini tanıyamıyor bazan.
Şaka bir yana, bu 'ateizm' hikâyesinin 'teknik' bir yanı vardır. Bu tartışmanın özünü teşkil eden varlığın varlığı ve yokluğu konusunda herhangi bir kesinlik taşıyan herhangi bir söz söylememizin imkânı yok. Varlığına dair, 'bilgi' olarak tanımlayabileceğimiz hiçbir veriye sahip değiliz. Dolayısıyla ancak 'iman'a dayanarak varlığını iddia edebiliriz. Ama bu da iki yanı keskin bir kılıç gibi. Çünkü varlığı ispatlanamayınca, mantıken, yokluğu da ispatlanamıyor. Bu bakımdan, mantığa daha çok dikkat edenler, 'yoktur' demeye gelen 'ateist' yerine, 'Bilmiyorum, bilemem' anlamına gelen 'agnostik' terimini tercih ediyorlar. Ben onu tercih etmiyorum ve 'ateist'i kullanıyorum, çünkü 'Agnostiğim' demekte bir 'açık kapı bırakma' şüphesi seziyorum. Sözünü ettiğimiz kavrama açık bırakma değil; konuştuğum insan kardeşlerime, hele güzel yurdumu dolduran hoşgörü ve özgürlük sevgisiyle dolu kişilere 'Yüzde 100 kötü değilim' der gibi geliyor. Onun için, mantıki sağlamlığı tartışılır da olsa, 'ateist'i tercih ediyorum.
Bir evren, evet, var; maddi bir gerçeklik var. Benim bütün zihni çabam da onu anlamaya yönelik. Böyle bir maddi evren, gerçeklik olduğuna göre bunu 'yaratan' bir 'irade' olması gerekmez mi? Böyle bir
sorunun da, bugünkü bilgi ufkumuz içinde verilecek bir cevabı yok. Ama başka bir zamanda olabileceğini de sanmıyorum;
çünkü bir sonsuzlukla karşı karşıyayız ve onun karşısında bizim bilgimiz sınırlı. Ben zaten bu nedenle (yıllar önce yazıp yayımladığım bir kitapta da anlattığım gibi) insanların dine inanmalarının nesnel bir nedeni, anlaşılır bir gerekçesi olduğunu düşünürüm. Sığ aydınlanmacı ateistler gibi, insanların bilgi ve hatta 'akıl eksikliği'nden ötürü inandığı görüşüne katılmam. 'İlk' ve 'son' sorularının eziciliği ve 'Ben, öldükten sonra ne olacağım' sorusunun korkunçluğu karşısında böyle bir şeye inanmayı seçmiş bir insanı bundan ötürü kınayamam.
Ancak, en önemli konu da şurada: zamanda, mekânda sonsuzluk gibi altından kalkılmaz kavramları evirip çevirdikten sonra, şu büyük çoğunluğun yaptığı gibi, temel çizgilerle kendimizle 'töz'deş gibi gördüğümüz, yediğimize içtiğimize karışan, cezalar ve ödüller dağıtan bir 'Allah' kavramında huzur bulmak, benim böyle inanmaya ihtiyaç duymam dışında bir etkenle açıklanamaz. 'Etik' dediğimiz şey, yukarıdaki 'agnostisizm' ile birlikte de mümkün ve 'mümkün'den öte, gerekli bir şeydir. Buna göre 'iyi' ile 'kötü'yü ayrıştıramayan, bunu içselleştiremeyen insan için, belki 'ahret korkusu'nun durdurucu bir yanı olabilir. Ama sabah akşam bunların, ahretin, dinin lafını edip duranların pek çok zaman nasıl davrandığını da çok iyi biliyoruz.
Geçen günkü yazıda, din özgürlüğü dinin geçerliliğini tartışma özgürlüğüyle birlikte var olduğunda anlamlıdır, diyordum; bunu demek için yazmıştım. Daha o tartışma noktasına gelemeden, 'Kimse zaten ateist olamaz' diye bir sözle karşılaşınca, 'Demek daha yol uzun' diye düşünüyorum. Gerçi o yolun uzunluğunu hepimiz çok iyi biliyoruz, çünkü bu itiraza gelinceye kadar, 'Vay! Herif dinsizmiş! Hemen öldürelim!' tavrındaki insanların çoğunlukta olduğunu gösteren her türlü alamet ortada.
Ama bu da, 'Sosyalizm yok, size biraz korporatizm verelim' demekten çok da
farklı bir tavır sayılmaz. Teşekkürler, ama ben ondan almayayım.


Murat Belge
04/12/2007

183
1983 istanbul doğumlu bir erkek çocuğu.henüz 6 yaşını tam doldurmadan ilkokula gitmek için ailesine ısrar ediyor,yalvarıyor ‘anne bende okula gitmek isterim’ diye.Aile daha fazla dayanamıyor ve okula gönderiyor çocuğu.Aslında çocuk iki nedenden ötürü okula gitmek istemektedir.Biricisi evde sıkıcı,ciddi,gergin bir ortam vardır.Babaanne,anne ve baba sürekli kavga halinde ve evin en büyüklerinden abla da evin halinden etkilenmiş ve o da gergin.Erkek abi ise evden kaçmanın bir yolunu bulmuş fakat o da anneyi çok üzmektedir.İkinci neden ise hayatı keşfetme isteğidir.Yeni insanların daha doğrusu farklı insanlarla tanışma arzusu vardır

Annenin üzüldüğünü henüz 4-5 yaşında farkeden çocuk anneyi ve babasını üzmemek için elinden geleni yapmış ve uslu çocuk olmuştur.Yani usluluğu övülmüş çocuğun ,fakat çocuk hareket etmek istiyor etrafı dağıtmak yeni şeyler bulmak kalem kullanmak,oyuncakları açmak vs. ama  ne zaman elini bir şeye atsa anne ‘olmaz çocuğum!’ diyor.Çocuk huysuzlanmıyor mızmızlanmıyor çünkü anne üzüldüğünde o da üzülüyor.Bu çocuğun annesine bu kadar düşkün olmasının nedenlerinden biri yaşı ve doğal olarak gelişim sürecindeki annesine düşkünlüğü ve anne ,onun annesi,biriciği veya tek annesi yani tek koruyan ,yetiştiren ilgilenen kişi de YALNIZdır (tıpkı kendisi gibi)  babanın anneye kızmasını, hakaret etmesini ,en önemlisi annenin  ağlamasını görmüş ve anneyle beraber ağlamıştır.Anne de babaanneye kızıyor fakat babaanne cüsseli bir kadın olduğundan ona pek acımıyor ama bazıları iki arada bir derede kaldığıda oluyor.Kimi zamanlar anneye kızdığında örneğin anneyi ondan sevgisini çekmekle tehdit edercesine cezalandırıryor.Aslında büyük ihtimalle çocuk bu oyunu annesinden öğrenmiştir.Çünkü henüz bu yaşta çocuk bu kadar derinden düşünemez.Annesini ondan sevgisini çekmekle tehdit ettiğini annesinin ençok kavga ettiği kişinin yanına kaçmasından anlamaktayız.Bunları anlatırken sadece çocuğun gözünden onun etrafını anlatmaya çalıştım çünkü bu yaşlarda çocuklar dünyayı kendi bakış açılarıyla algılarlar,bencil demek istemiyorum çünkü bencillik paylaşmasını bilipte paylaşmayan olgunlar için geçerlidir.

            Çocuk ilkokul çağı çocuğundan birazdaha erken yaşta okula başlar ki aslında bu yaşta anaokulunda olmalıydı fakat anne baba çocuğun ısrarını bahane ederek çocuğu erkenden ilkokula yazdırırlar işte anneye göre asıl sorun burada başlamaktadır. Çocuk ilk günlerde okula gitmeye çekinir ama ısrar etttin oğlum sen istedin ve gideceksin derler çocuk için. Çocuk boynunu büksede hertürlü acındırma numaralarını yapsada yine de bir türlü “çıkartın beni” okuldan diyemez ki dese bile ne yapılacağı  veya ne yapılması gerektiği tartışılır. Çocuk henüz birinci sınıftayken okuldan kaçmak için bütün yolları demeye başlamıştır.çünkü yaş olarak henüz bu kadar kalabalık insanların içinde olmaya hazırdeğildir.henüz keşif çağıdır hayatı insanları hayvanları doğayı keşfetmesi gerektir.çocuk okula başladıktan bir müddet sonra ancak bunları yapabilmeye başlamıştır halbuki 6-7 yaşında artık soyut şeytler üzerine düşünmeye başlaması gerekirdir.Fakat bu çocuk bu döneminide sorunlarla geçirmiştir.Cezalarda çocuğumuzun yenişeylere olan keşfini kısıtlar mesela aynı çocuğun anılarına bakarsak ;Binbir zahmetle aldırdığı bisikletiyle gezerken yaşca büyük olan abisinin bir arkadaşı çocuğa ‘gel aşağı mahalleye dondurma yemeye gidelim’ der çocuk büyük olan kişiden destek alarak gider fakat eve birkaç saat de gecikir annesi çok merak etmiştir doğal olarak.Ama çocuk annesinin onu merak ettiğini süpürgeyi görünce anlamıştır. Yani bu tür dış dünyayı keşfetmeleri anne veya baba tarafından sürekli cezalandırılmıştır.Birgün bu çocuk henüz 3. Sınıftayken evden kaçmayı ve bir bisikletçi babaya ‘baba’ demeyi tercih etmiştir.Bisikletine binmiş sonsürat bisikletçiye gidiyormuş ama yapamamış gözyaşları içinde evine geri dönmüş üstünde büyük bir ağırlıkla.Evine dönmüş çünkü anne babasını terk edememiş ağlamış annesini düşününce.  Üstünü değiştirip okuluna gitmiş tabiki isteksizce.Bu düşüncesinide annesine açamamıştır.     Bütün bunlara rağmen ilkokulunu başarıyla bitirmiştir

Ardından yatılı bir okula gönderilir buradanda çok kaçmıştır ama hocaları(ki onu yaramazlık yaptığı için döven hocaları)  bu çocuğun iyi olduğunu söylemişlerdir.Ama çocuk evde kalmak istiyor ve herkes gibi evden okula devam etmek istiyor bunu defalarca ailesine söylemsine rağmen ‘şimdi okuldan alırsak sene kaybedecek’diyerek yatılı okuldan almıyorlar.Aslında burada anne baba birazda çocuğun sorumluluğundan kaçmaktadırlar.kısacası çocuk orta okunu burada bitirmeye zorlandırılır.Fakat çocuk artık bağımsızca yaşaya bileceğine emin olduğundan bu okuldan kaçar sonsenesinde.Ardından çocuk cealandırılmak için birkaç işe verilir bir sene sonra sonra bir okul açılır.Çocuğumuz yatılı yurdundan kaçtığı için orta okulu bitti sayılmamaktadır ve bir özel okul butip çocuklar için bir fırsat vermiştir ve bu okula başlar çocuk yaramazlıkları hat safhaya ulaşır okula devamsızlığı değilde devam ettiği günlerini hesaplamak daha kolaydır.Fakat çocuk hayatında ilk defa bir psikolojik destek alabileceği bir psikologla karşılaşır.Bu okulun onun hayatında en iyi yönü bu psikolog olmuştur aksi taktirde ne okuya bilecek nede ruhen veya fiziken sağlıklı bir insan olamıyacaktır.Suçluluğu öğrenmiştir,vicdanı annesini daha henüz 3-4 yaşından beri anlaya bildiğinden çok gelişmiştir.Aile içi çatışmalardan bıktığından çocuk bu aile içi problemlere bir son vermek için hep iyi çocuk olmaya çalışmıştır ve aynı zamanda ailesinin istediği gibi başarılı bu esnada ilk okul dışında hep kendilerinden büyük insanlarla arkadaşlık etmiştir.

Şimdi bir düşünürsek neden bu çocuk ilkokulda gerçekten başarılı,insanlarla akranlarıyla ilişkileri iyi ve daha yaşlı yaşlarda da çekinmeden istediğini söyleye bilen bir insan olamamıştır.Veya bu çocuk sizce başarılı olabilir miydi,zeki diye adlandırılan o büyük insanlardan olabilirmiydi?Elbette kocaman bir HAYIR dememiz lazım.Çocuk ailenin aynasıdır.Siz ne iseniz çocuğunuzda o dur.Ne kadar sevgi ve esnek kurallarla çocuğunuzu yönetirseniz çocuğunuzda o kadar kurallarını esneten ve insanları seven bir insan olarak hayatını sürdürür.Sevgi,güven(Ki ilkokul öncesi ve ilkokul çocukları için bu ailenin tutumudur,onun serbestçe oyunlar oynamasına,etrafı dağıtmasına,bağırmasına ne kadar izin vediğinizle ilgilidir) ve tabiki kurallar ama kesinlikle esnek kurallardan bahsedebiliriz.Katı kurallar yoktur.Çok imkansızca veya edepsizce bir şey yapmadığı veya istemediği sürece kurallar esnetilebilinir.Cezalar asla ‘seni sevmem böyle yaparsan gibi olmamalı’ sevgiyle tehdit tuhaf ceza çeşididir ve çocuk için kesinlikle sakıncalıdır.Dayaktan asla olmamalı ama insan olduğumuzu ve bazen çok sinirlendiğimizi unutmassak başka yöne çevirin kızgınlığınızı.Çocuğunuz 2 yaşlarındayken çok inatçı olabilir etrafıdağıta bilir herşeyi kızdığında fırlata bilir.Ama bir iki sene sabrederseniz karşınızda dahi bir çocuk olacaktır.Eğer başka bir evde bunu yaparsa çocuk ,çocuğunuzu durdururken sakince yaklaşın ve arkasından sevgiyle kucaklayarak ona çok sıkmadan sarılın göreceksinizki bir dakika içinde sakinleşecektir.Bu dönemler her çocukta vardır ve 5 yaş civarı sonlanır artık çocuk sözel yollarla kızgınlığını anlatmaya başlar.Sinirlendiğinde sizinle konşarak bunu ifade edebilir.

            Çocuğunuzla daima konuşur ve sevdiğinizi ona belli ederseniz gerek sarılarak ,okşayarak gerek seni seviyorum diyerek çocuğunuz kendini güvende hissedecektir.çocuğunuz doğduğundan 7 yaşına gelene kadar ne kadar çok konuşur ve nakadar çok oyun oynamasına insanlarla kaynaşmasına yeni yerler keşfetmesine vesile olursanız o kadar başarılı ve o kadar da zeki olacaklardır.Çocuğunuzu ne kadar cezalandırırsanız,ne kadar döverseniz,Dış dünyayı keşfetmesini ayıp,günah,vs kavramlarla kısıtlarsanız ve sorduğu sorulara ne kadar az cevap verirseniz o kadar suskun,girişken olmayan,karamsar,yardıma ihtiyacı olan,sıkıntılı,başarısını ve zekasını gösteremeyen bir insan olacaktır

            Kısaca özetlersek en önemliler sevgi, esnek kurallar, ona güvendiğinizi göstermeniz,keşif çabalarını kısıtlamamanız.Sevgisniz sözel ve bedensel olarak belli edin,ceza yerine sevgiyle ödüllendirin kötü bir şey yaptığında yaptığın iyi bir şey değil ve bu yüzden yapmaya devam etmene izin veremem diyebiliriz.

Çocuk neden kötü bir şey yaptığım? dediğinde de izah ederseniz göreceksiniz ki onu daha az yapacak veya yapmayacaktır.İyi brşey yaptığında maddi ödül yerine sevgiyle ödüllendirirseniz gelişimi daha sağlıklı olacaktır.Küçük yaşlarda çocuğunuz aman rezil olamayayım aman kimse bir şey demsin diye ksıstrsanız o da keşif dünyasını kısıtlayacak ve başarıya giden en geniş yolu etrafınızdan  duyacağınız yarın unatacağınız sözler yüzünden kapatmış olacağız.Kuralsız bir hayat olamaz ama bazen esneye bilmeli kurallarımız ve neden bu kuralı ona koyduğumuzu açıklamamız lazım.Asla sevgimizi ondan geri çekmekle cezalandırmamalıyız.

            Başarı sorunu var çocuğumun,peki siz ne kadar başarılısınız?Benim çocuğum okulda hiç konuşmuyor peki siz onunla ne kadar konuştunuz ve ona ne kadar konuşmayı öğrettiniz?Benim çocuğum hiç ders çalışmıyor,Peki siz işlerinizi severek mi yapıyorsunuz evde veya iş yerinizde?Çocuğum kitap okumuyor ,peki siz ne kadar kitap okuyorsunuz ve bunu sevdirerek ne kadar çocuğunuza anlatıyorsunuz?Benim çocuğum zeki değil mi acaba,peki zeka dediğiniz şey nedir?Ve neden zeki olmasını istiyorsunuz etrafınıza zeki bir çocuğunuz olduğunu anlatmak için mi?Diye bir sürü surular vardır daha aklıma gelmeyen peki siz hangi şikayette bulunacak ve hangi soruyu kendinize soracaksınız?Unutmayın çocuğunuz ailenizin aynasıdır sizin eşinizin ve etrafınızla kurduğunuz ilişkinin bir aynasıdır…

            
Psikolog Abdurrahman ALUÇ

184
Genel Tartışma / ANA , OĞUL ve ÖTEKI KADIN
« : 09 Mart 2009, 01:36:01 ös »
(Can DÜNDAR)

Sıkça tekrarlanan bir inanca göre "Anneler evlatları için yaşarlar." Anneliğin bu fedakarlık boyutu üzerine yüzlerce yazı okumuşsunuzdur.  Yazılmayan şudur: Annenin, "doğurduğum varlık için yaşamalıyım" kararı, ister istemez doğurduğu varlığın da onun için yaşaması özlemini barındırır içinde; en azından o varlık öyle hisseder.

Doğumla başlayan bu karşılıklı adanmışlık hissi, hayat boyu sürer.

Mitoloji, gökler tanrısı Zeus'un, Leda'yla birleşebilmek için kuğu kılığına girdiğini yazar. Leda kuğuyu alınca şöyle der:

"Bir kuğum olduğundan beri intihar etmekte özgür değilim artık"...

Çocuklar, hasretle beklenmiş kuğularıdır annelerinin... ve hayatına bir kuğu giren anne, "intihar etmekte bile özgür değildir artık..."

Lakin annenin bu esareti, ister istemez kuğusunu da tutsaklaştıracak ve bu ikiliyi aynı tutkunun prangalarıyla birbirine bağlayacaktır.

Onlar sevginin rehineleridirler artık ve şefkatin pamuktan kıskacında yaşayıp gideceklerdir.

Hayat, koruyucu meleğin kanatları altında öyle rahattır ki kuğular bir süre sonra alışırlar. Bu konfor alır götürür onları... Terli sırttaki bezler, gurur okşayan sözler, "Bak senin için bu börekler", "aman ne zahmetler"le hepten şımarırlar. Zamanla kart bir tavusa dönüştüklerinde bile "analarının biricik kuğusu" muamelesi görmenin tadından vazgeçemezler.



* * *



Erkek kuğular açısından öykünün devamı biraz değişiktir:

Günlerden bir gün "öteki kadın" çıkagelir ve aşk tanrısı Eros'un okunu fırlatarak ana-oğul arasındaki gönüllü tutsaklığın prangalarını çözer. Sonra da "evcil kuğu"nun tüylerini yolup, ona aslında Zeus olduğunu hatırlatır.

Ancak oğul için annesi, "ilk kadın" dır. Ondan sevgiyi, şefkati, fedakarlığı öğrenmiştir. O yüzden de, her yeni kadını, "ilk kadını" ile kıyaslar. Bu kıyaslama, üçgenin her üç ucu için de daimi bir mutsuzluk kaynağı olmaya adaydır. Bundan böyle oğulun tanıştırdığı her kız, annenin bakışlarında test edilecek, oradaki bir ışıltıyla kabul görecek ya da bir bulut kümesiyle geri çevrilecektir. Annesini seven bir evlat için hayat, o adanmışlığı geri ödeyebilmek uğruna adanmış bir başka hayata dönüşecektir.

Hayat, üç bilinmeyenli bir denklemdir artık...



*  * *



Bundan sonrası üçüne kalmıştır:

Fedakarlıkta sınır tanımayan bir anne, geceyarısı "Kuğumun sırtı açılmıştır, gidip örteyim" dedi mi, iş biter.

Bu durum karşısında kimi kuğular dilleri döndüğünce artık bir tavus olduklarını anlatmaya çalışırlar. Kimileri ise "öteki kadın"dan hiçbir zaman göremeyecekleri bu ilgiden gizli bir haz duyarak sırtlarını uzatırlar, kartlaşan tüylerini sevdirmek için...

"Öteki kadın"a, sinirle o tüyleri yolmak düşer genellikle... "Yolamayan" ise, bunun intikamını kendi oğluna aynısını uygulayarak alır. Nasıl olsa şimdi onun da bir kuğusu vardır; sırtını örtebileceği, eş seçebileceği... Her "öteki kadın", potansiyel bir "ilk kadın"dır çünkü... ve kendi öteki kadınlarını yaratır.

Sevgiyle ipotek konulmuş hayatlar silsilesi böylece kuşaktan kuşağa sürer.



*  * *



Kıssadan hisse:

Bir evlada bırakılacak en büyük miras,  özgürlüktür.  Ona özgürlük devredebilmek için de önce sizin özgür olmanız gerekir.

Bırakın sırtını kendisi örtsün. Bu hem sizi, hem kuğunuzu özgürleştirecektir.

Anneler gününüz kutlu olsun.


Can DÜNDAR

185
Hayatımın büyük bir kısmında, her gün, bu cümleyi duymaktan çok sıkılmış ve artık bu cümleye karşı sinirlenmeye başlamıştım. Ta ki büyüyüp bu cümlenin bana neler kattığını görene kadar.
    Neden akşam ezanı okununca eve gitmeliydimki. Ben çocuktum oyunlarım neden akşam ezanıyla son buluyordu. Ya da neden sadece benim ailem kuruyordu bu cümleyi öteki anneler babalar bilmiyormuydu yoksa. Yoksa onların çocukları bu yüzden mi oynamaya devam ediyordu.
    O zaman ben eve gidiyordum her akşam ezanı okunduğunda ama şimdi eve gitmeyip oyun oynayanların hayatlarına bakıyorumda; işsiz güçsüz aylak bir serüven, çıkmaz bir sokak, her türlü kötü alışkanlık ve amaçsız bir hayat. Meğer bu bir tek cümle benim onlardan farkımı ortaya koyuyormuş.
    Çocukluk yıllarımda hava kararınca hayatım evde devam ediyordu ama en azından hayatım kararmıyordu. Mantılı düşünüldüğünde on onbeş yaşında küçük bir insanın ne işi olurdu karanlıkla. Ben eve giderken orda kalanlar hala ordalar ve hayatlarıda tıpkı sokaklar gibi kapkara. Sokakları gündüz çocukların cıvıltısına akşamları itin kopuğun dalaşına ait sokaklarda bir çocuğun işi olmamalıydı, hava kararınca. Olmamalıydı ki karanlık sokakların gölgesi insanlarla tanışmasın ve kendi hayatıda kararmasın. Yüzü daima aydınlığa dönük kalsın.
    Şİmdi Rabbime binlerce kez şükrediyorum; beni böyle bir ailenin, bu ikazı yapabilen bir ailenin çocuğu yaptığı için, hayatımı kara kirişler üstüne kurmadığı için ve sonumu diğerlerine benzetmediği için.

                     Şimdi gitmem lazım çünkü AKŞAM EZANI OKUNUYOR...........


yazan: sürmeli
Fatih/İSTANBUL

186
Ahmet ÖZHAN / Ahmet ÖZHAN ropörtajı (Ocak 2007)
« : 09 Mart 2009, 01:27:37 ös »
07 Ocak 2007
Tasavvuf müziği güftelerinde sık sık benlikten kurtulma, Allah'a kavuşma ve O'nunla olma hâline yer verildiğini görüyoruz. Tasavvuf ehlinin büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadî Hazretlerinin de tasavvufun tarifini yaparken "Allah'ın seni sende öldürüp kendinde diri kılmasıdır." sözüyle dikkat çektiği bu hâli nasıl anlamalıyız?

Cüneyd-i Bağdadî (k.s.)'nin söylediği, tüm tasavvuf ekollerinin getirdiği öğretinin özü ve özetidir. Tasavvufta, sülük etmenin, o süreci yaşamanın anlamı da bu sözün fiili açılımını hayata aktarabilmektir. Seni sende öldürüp kendinde var etmesi, aslında bu bir vehmi ortadan kaldırma operasyonudur. Sen sende zaten yoksun ama sen kendinin var olduğunu vehmediyorsun. Bütün tasavvufî terimler insanlardaki bu vehme dikkat çekmektedir. İnsanın bilgisi vehme dayandığı sürece asla dair bir bilgi veya somut bir tespit ifade etmekten acizdir. İşte seyr u sülük dediğimiz içsel yolculuk bilincimizin vehimden arınma sürecinden başka bir şey değildir. Ehad ve Samed olanın, yanı sıra var olan hiçbir şey yoktur, bu zaten muhaldir. Sadece Ademoğlu, kendini var zannederek, gaflet içerisinde Ehad'ın yanında başka bir varlık iddiası ile gizli, hatta aşikâr bir şirk içerisindedir. İnsanların yanılgısı bu. Tasavvuf, bu yanılgıyı zaman içerisinde bir sistem dahilinde temizleye temizleye bilincin arınmasını yani kalbin tasfiyesini, nefsin tezkiyesini gerçekleştirerek benlikten kurtulma yani fenâ'ya adım atmayı temin edici bir öğreti biçimidir. Fenâda İhlas sûre-i şerifi tam manâsıyla zahir olur. Kul huvallahu ehad. Öyle bir tek ki yanında bir başka şeyin varlığı mümkün değil. Ancak onun ilmindeki kudretlerini izhar ettiği, aslı var olmayan, birtakım görüntüler oluşur. İnsan muhayyilesi de bunu var olarak kabul eder. Demin de söylediğim gibi tasavvuf ıstılahının bir çoğu hep algılamayla alâkalıdır. Ef'âli, sıfatı zahirdir, Zâtı da yarattığı sonsuz tek olan "vücud âlemi'nin sırrıdır. Öyle bir Ehad ki her yere muhît. Bunun farkına varış, kendi varlık vehminden kurtuluş. İfnâ olmak yani fenâ bulmak. İşte bu algılama oluştuğunda artık bekâbillah, Allah'la bakî olma, yegâne bakî olanla baki olma keyfiyetinin kokusu alınmaya başlanır.

Biz sorunuza dönelim isterseniz. İlâhi güftelerindeki konuyla ilgili atıflar bir göz attığımızda ki baştan aşağı bütün tasavvuf müziği repertuarına göz atmak lâzım... görürüz ki nutk-i şeriflerde başka bir konu işlenmemiş, sadece tasavvufun içeriği olan murad-ı ilâhîden başka. Birkaç örnek verelim isterseniz. Meselâ Niyazî-i Mısrî Hazretleri diyor ki: "Öyle sanırdım ayrıyam, dost gayrıdır ben gayrıyam, benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş." Bir başka ilâhisinde ise "İsterisen bulasın cânânı sen, gayre bakma, sende iste sende bul" demektedir. Bu örneklerin sayısını çoğaltabiliriz.

Murad-ı ilâhiyle neyi kast ediyorsunuz?

Bence murad-ı ilâhiyeyle kast edilen nûr-i Muhammedî'dir. Çünkü murad-ı ilâhiyenin yegâne muhatabı Muhammedî bilinçtir. Zaten varlıktaki taayyünâtın yani açığa çıkışın, belirginleşmenin evveli de âhiri de; nûr-i Muhammedî'dir. O'nu ifade etmek üzere Heyûlâ, akl-ı kül, akl-ı evvel, nefs-i kül vs. diye adlandırılan ne kadar mefhum varsa, bunların hepsi îzâh bâbındadır. Yoksa bunların ayrı ayrı nesnelliği yoktur. Yani Cenâb-ı Hakk bütün taayyünâtını Muhammedî varoluş üzere izhâr etmiştir. Beni ancak bu tatmin edebiliyor. "Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammed'siz muhabbetten ne hasıl?" Yani Muhammedî hassasiyetin olmadığı ne varsa, yok oğlu yoktur vesselam. İlâhilerin vurguladığı kemal süreci de bu hassasiyet üzere oluşmuştur. Evvelâ kendini bir birey olarak farz edersin, sonra yavaş yavaş O'nda olma sürecini yaşarsın ta ki O'nda yok olana kadar. Buna da seyr u sülük deniyor, bu kadar basit. Çeşitli meşreplerde bunlar değişik sistematik neş'eler hâlinde zuhur eder ama evveli de âhiri de aynıdır. Cenâb-ı Hakk o lezzetleri tatmayı nasip ettiyse, ilminde var etti ise olur. Aksi takdirde gayret edeyim de edineyim diye bir şey imkân dahili değildir. Murad-ı ilâhî hadîs-i kudsîde zaten aşikâr olarak ortaya çıkıyor. Bilinmek ve sevilmek muradı ile Cenâb- Hakk'ın zâtından sıfatına taayyünü ile. Teknik bilgi olarak bu böyle ama yaşayış biçimi olarak çok daha muazzam, lisana gelmeyen bir hissiyatla bunların yakîni elde edilir. Yakîn mertebeleri algılama mertebeleridir. İnsan önce ilmel yakîne erer ve "Allah'ı tanıma" süreci başlar. Sonra zaman içinde algılama kapasitesi zikrullah ile, tefekkür ile, nevâfil ile, güzel ahlâkla nasibi kadar genişler. Aslında tasavvuf da satırlarla izahı olmayan sadece sadırla izahı olan bir mevzu. Anlatılması belki bir yol haritasıdır. Ama Medine'yi bulmak anlamı taşımaz yol haritası. Yaşayarak görerek onu ancak tadan bilebilir. Bugüne dek kütüphanelerce kitaplar yazılmasının nedeni de anlatılamayışındandır. Bir anlık hazzı fasiküller anlatamaz, kütüphaneler anlatamaz. Murad-ı ilâhî, o bir anlık hazzı sürekli kılabilmek hususundandır. Bütün sevdalar, bütün aşklar, bütün yönelişler, bütün akışlar ancak ve ancak Muhammedî gerçek üzerinedir. Fakat biz bunun şuuruna varmakta sıkıntıya düşüyoruz. Biz bunları şaşı bakışla, başka nesnelliklerle izah etmeye daha meyyaliz. Nefsimizden dolayı. Tezkiye-i nefs, tasfiye-i kalp kemâle ermeden bütün ef'âlin ancak ve ancak Muhammedî kıpırtılar olduğunu söyleyebiliriz. Güzel ahlâk olan Muhammedî ahlâktır ama Efendimiz "Ben Allah'ın ahlakıyla ahlâklandım." diyor. Efendimiz sünnetullahtır. Efendimiz bizatihi taayyün-i evveldir. Taayyün-i âhirdir, aşktır, muhabbettir. Muhammedî muhabbetin bir zerresi eksik olduğu zaman o yanar biter kül olur, anlamını yitirir. Başka bir gerçekliği aklım almıyor. Tasavvuf müziği de bu sevdanın şarkısıdır. Bir tek aşk vardır O'dur, bir tek melodi vardır O'dur, bir tek şarkı vardır O'dur, bir tek sevgili vardır O'dur. Artık onların ikisi iki olmaktan ötedir, birdir. Hangisinde yok olursan tevhide erersin. Cenâb-ı Hakk'ın yol haritası sadece Muhammedîlik'tir. Bir tek tarîk-i Muhammedîyye vardır, bir tek mezheb-i Muhammedî vardır. Bir tek Muhammedî ruh vardır, hepimizin ruhudur. Bir tek Muhammedî nefs vardır hepimizin nefsidir. Yani Cenâb-ı Hak ilmindeki Muhammedîliği sevmiş, sırrını Muhammed olarak faş etmiştir anlayana. Ben başka şey bilmiyorum. Bana üstadım daha başkasını öğretmedi.

Mevlevi kültürü ve müziğine büyük hizmetleriniz geçiyor. UNESCO'nun bu hususta aldığı yeni kararını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Buna iki türlü yaklaşım söz konusudur. Zaten bu iki türlü yaklaşım varlık biçimimizin iki türlü değerlendirmesi anlamını taşır. Bir tanesi küresel birliktelik içinde hepimizin, her rengin, her inancın, her meşrebin birbirini kabullenmesi ve bir varlığın çeşitli tecellîleri olarak algılanabilmesi adınadır. Bu gayet normal ve olması gereken bir şeydir. İkinciye geldiğimizde bu bizim açımızdan biraz can sıkıcı. Üzülerek söylüyorum ama gerçek bu ki, biz o mânâyı, o estetiği, o ritüeli, istisna edebileceğimiz birkaç kişi ve kurum haricinde, yeteri kadar kemâl seviyede temsil ve muhafaza etmiyoruz, edemiyoruz. Tahrif ediyoruz, deforme ediyoruz. Eğer UNESCO'nun "Bunlar bunu sağlıklı bir şekilde yaşatmayı beceremeyecekler en azından biz bunu dünya kültürü portföyüne alalım da koruma altında olsun." diye düşünmüş olduğunu tahayyül etmek dahi istemiyorum. Ama böyle bir düşünce de yok sayılamaz. Çünkü Kapadokya'da her mağarada "la teşbih" bir semâzen dönüyor. Yerli ve yabancı turistler de "Aa çok enteresan, başları hiç dönmüyor mu!" diyorlar ise ben ister istemez böyle düşünmek zorundayım. Bizim değerlerimizi de maalesef başkaları koruma ihtiyacını hissediyor olabilir. Ve o başkalarının koyduğu kanunlara da biz uymak zorunda kalırız bu sefer. Ki bunu zillet olarak kabul ediyorum. Bugünkü Müslümanlıkla gerçek İslam arasında yeteri kadar paralellik yok ki, manevî hassasiyetler noktasında bu durum ortaya çıkıyor. Bu konuyla alakalı son bir şey daha söyleyeyim; UNESCO Hz. Mevlânâ konusunda olduğu gibi, birçok ülke ve kültüründen seçtiği, birçok kişiyi "2007 yılında gündem edebilirsiniz" diye dünyaya tavsiye kararı almış, yani konunun olumlu veya olumsuz fazla abartılacak önemi yok...

Muzaffer Özak Efendi ile olan münasebetinizi anlatabilir misiniz?

1974'ün ramazanıydı. Tuğrul Ağabey'le arkadaşız ve her gün sohbet ediyoruz. "Bu akşam seni bir yere iftara götüreyim." dedi ve tekkeye götürdü. Orada gördüm Muzaffer Efendi Hazretleri'ni ilk defa. Baktım, normal bizim gibi bir insan. Şeyh deyince başka türlü hayal ediyormuşum demek ki. Sakallı, cübbeli falan. Ama kısa gömlekli, yazdı zaten, bıyıklı, kırmızı yanaklı, tonton, şakacı biri. İlk karşılaşmamız Tuğrul Ağabeyim sayesinde oldu ve büyük bir muhabbet zuhur etti. Dokuz sene aşağı yukarı her gün görüştük. Zaten dükkanı Sahaflar Çarşısı'nın kapısına bakardı. Biz Tuğrul Ağabeyimle çarşının kapısında zuhur edince "Ediyle Büdü geliyor." dermiş. O zamanlar geceleri çalıştığım için bazen dergaha gecikirdim. Fazla süratli araba kullanmayı sevmem normalde ama konu Efendi'yi görebilmek olunca, altımdaki altı otomatik Amerikan arabasını uçururdum. Tekkenin sokağına girince onlar çıkıyor olsa bile ben mîrâc etmiş kadar mutlu oluyordum. Ertesi gün Efendi'nin sahaflardaki dükkânına gittiğimde "Akşam ziyaret ettin çok teşekkür ederim çok memnun ettin bizi Ahmetçiğim." derdi. Biz tabii kafayı yerdik. Sonra işte o Amerika hizmet seyahatleri söz konusuydu, fütûhat zamanı. Her seferinde birlikte olduk. Ben de orada konserler veriyordum. Meselenin estetik, ilmî her yönüyle temsiline hepimiz bir yerden dahil olduk. O şekilde 74'ten refık-i âlâsını tercih ettiği 85'e dek hep birlikte olduk. 11 sene. İlk göz ağrım benim. Onda kaybolurduk biz. Genciz o zaman da, 23-24 yaşındaydım ben. Her şeyin farkındaymışçasına ama hiçbir şey bilmeden yanında olmak yetiyordu. Hiçbir tartma, ölçme, itiraz etme... Hiçbir mecalin yok. Tam ölü yıkayıcının elinde gibi, efendim niye böyle dedi diye dahi düşünmeden. Tam bir teslimiyetle, büyük bir lezzetle. Teslim olduğunun farkına dahi varmadan tamamıyla ait olmak. Onun bir uzvu gibi hissetmek. Öyle bir sarhoşluk içerisinde geçen 11 sene. O aile içerisinde Sefer Efendim, Kemal Baba, Tuğrul Ağabeyim. O muhteşem zâtlardan oluşan iki halaka göçtü, biz üçüncü halakayız. Önümüzdeki iki halaka geçti 32 sene, hayırlısı ile sıra bize geliyor artık yavaş yavaş. Ama hayat kısa; yapacak şeye kanmıyorsun, doyamıyorsun. Ve sonra Sefer Efendim zamanı, o başka bir âlem, başka bir sevda. Ve bütün bunları Tuğrul Ağabeyimle yaşıyoruz. O zamanki kimliklerimiz itibariyle. Tabii o kendi ilmiyle, irfanıyla her zaman temayüz eden bir kişilikti. Ben de ona çok yakın olmakla birlikte her zaman onun bir cebi gibiydim. Sabahlara kadar sohbet ederdik. Sefer Efendim zamanında büyük bir sevda dönemi yaşadık. Tasavvuf müziğinin birikiminin esas bânîsi Sefer Efendim'dir. O dağ bayır dolaşıp koca teyplerle herkesin ağzından ilâhiler, duraklar, menkıbeler toplamış. Gönüllerini neyle çalacaksa onunla çalmış. Devasa bir arşiv yapmış, o güne dek dokunulmamış. Sonra bir dönem zuhur etti. 80'li yılların başından itibaren bir kadrolaşma oldu. Büyük müzisyenlerle birlikte, evvelâ Nühüft Mersiyeyi, Muharrem ilâhilerini falan ben notaya aldım. Sonra Cenâb-ı Hakk Cüneyt (Cüneyt Kosal) Ağabeyi yolladı. Ben sadece yorum icracı olarak sıyırdım paçayı. Bütün yazım işi Cüneyt Ağabeyciğimin sırtına kaldı. Büyük hizmeti vardır. Yüzlerce, binlerce nota yazıldı çizildi. O sırada konserler, tasavvuf müziği oluştu, gürül gürül devam etti. Birçok arkadaş "Allah senden razı olsun, sayende ekmek yiyoruz." dediler. 99'a kadarmış Sefer Efendimle birlikteliğimiz. Büyük sevgiliydi. 67'den beri de Tuğrul Ağabeyle hep beraberiz. Böyle omuz omuzalık 40 senedir devam ediyor.

Uzunca bir zaman Tasavvuf Müziği ortada yoktu...

Yoktu evet. Şimdiki hâle gelene dek tüm dîvânlar tarandı, sözel yapılar tamir edildi, melodik yapılar tamir edildi. Büyük bir restorasyondan geçti tasavvuf mûsikîsi. Ve şimdi nereye gidersek gidelim notalar var. Sefer Efendim yüzlerce binlerce çoğaltır, tomar tomar dağıtırdı hatta ben bozulurdum. "Mal bizim Efendicim!" derdim. "Olsun olsun oğlum!" derdi, "Yine sizin o. Vermekten korkmayın." Şimdi, değil Türkiye'nin Avrupa'nın hatta dünyanın neresine gidersen git bizim notalar bizim repertuarlar. Kadîm olan tasavvuf mûsikîsi Türk Tasavvuf Mûsikîsini ve Folklorunu Yaşatma Derneği'nden çıkmıştır. Sağda solda vardı ama kıymet-i harbiyyesi yoktu. Bizim elimize geçince can buldu çünkü biz nefsimiz için yapmadık bu işi. Tamamen vasıtayız. Eserler nasıl tespitse insanlar da sadece birer vasıta. Abdülkadir Geylânî Cenâb-ı Hakk'la mülakatında sorar: "Ya Rabbe'l-âlemin, senin taşıyıcın var mıdır?" Âlemlerin Rab'bi "Vardır." der. "Tüm mahlûkâtı özellikle insanı kendime taşıyıcı olarak halk ettim." Onun için yokluğu kabul ettikten sonra, yokluğu bilincinde bulduktan sonra sen artık yoksun ki, O yazar da çizer de; okur da söyler de.

Tasavvuf müziğinin güfte ve besteleri arasında mükemmel bir uyum göze çarpıyor. Bu uyumun sebebi ne?

Hiç şüphe yok bu uyumda... İkisi de ilhâmât-ı Rabbaniyye'dir; nefsânî değildir. Nefsânî olanlar zaten can bulmaz. Ben de şöyle bir şey yapayım diye uğraştığın vakit olmaz. Ama Rab Cenapları tarafından doğuş halindeyse en basit melodi bile dillerden dillere dolaşır. Canı vardır çünkü. Her ne kadar arınmamış olsa dahi bilincin, nefha-i ilâhiyye'yi hâmil olmak itibariyle o cevhere; sözel, melodik ve ritimsel yapıya bir akışı vardır. Kendi de adlandıramaz onu. Bir Laz kardeşimizi götürmüşler tekkeye, başlamışlar "Allah Allah!" diye kaynatmaya, bizim lazoğlu bakmış kaptırıyor kendini " Ne oliyruk Yâ Rabbi?" demiş. Yani hiç farkında olmadan "Ne oluyorum Yâ rabbî?" oluruz. Çünkü sen bir esma terkibinden müteşekkilsin. Sen dediğin şey sen değilsin, öyle bir şey yok ki! Onun için "O" yegâne var olan, kendi esmasını derhâl çekim alanına dahil ediyor. Karşılıklı bir anlayış ve birlikte olma arzusu oluşuyor. İnansın inanmasın. "Ay bu neymiş?" diyen insana rastlayamazsın kolay kolay. Sevk-i tabiiyle ona tâbi olur. Tercih eder etmez o başka bir şey ama sevk-i tabiiyle ona akar kesinlikle. Bu da o terkib-i esma olmasından kaynaklanır. Ta en baştaki soruya dek bir atıfta bulunacağım. Terkib-i esma olmamızdan kaynaklanan bir rablık sıfatımız vardır. Bireysel rububiyetimiz vardır. Bütün şirkin sebebi de odur. Rablık iddiasındayız. Eşyayla olan iletişimimizde rab gibi davranıyoruz. Bu da çok normal çünkü Rabb'in esmasının terkibinden müteşekkiliz. Bütün mesele rablığımızı Rabbu'l âlemîn'e teslim etmek, tevhid etmek. Bekâbillahın icaplarından bir tanesi de budur, belki en önemlisidir, belki de sadece budur. Onun için tasavvuf mûsikîsindeki akış, gönlümüzde bizi biz yapan terkib-i esmanın kendinin çağrılışını duyduğunda onunla iletişim kurma yaptırımıdır. Şarkılar aynı şekilde değildir. Tercih ettiği vardır etmediği vardır. Meşrep girer oraya ama terkib-i esmanın kendisini hissetmesi, kendisinin çağrısını duyması başka. Onun meşreple ilgisi yok. Tüm esma oraya akar.

Güftelerin tercihinde Aziz Mahmud Hüdâyi, Yunus Emre, Niyazî-i Mısri Hazretleri'nin nutukları en fazla tercih olunanlar arasında yer alıyor...

Aziz Mahmut Hüdâyî'nin bir Hüdâyî Külliyatı yapılacak kadar çok ilâhîsi var. Nutk-i şerifleri bestekârlar tarafından çok tercih edilmiştir.

Bu tercih ediş neye göre?

Burada şöyle bir nüans var. Turuk-ı âliyyenin zikir özelliklerine göre olur bu. Daha ziyade devrânı ve kıyâmî tarîkler iki dörtlük ölçülen ilahilerle ritüellerini oluşturduklarından dolayı, çok fazla mürekkep usulle ölçülmüş eserleri ve ağır aruz kalıpları ile yazılmış nutk-u şerifleri," Cumhur" okuyuş haricinde pek tercih etmezler. Halkın anlaması, sözel yapının gönle daha kolay inmesi adına daha ziyade koşma türü hece vezni tercih edilmiştir.

Aruz da daha klasik âyinlerde kullanılır. Ama devranda algılanması kolay şeyler tercih edilir. Niyazî-i Mısrî, Aziz Mahmut Hüdayi ve Yunus Emre Hazretleri'nin de hep bu halka yakın olan nutukları tercih edilmiştir ilâhî formunda. Ama tevşihler için aruz ve daha nevadirden olan nutk-u şerifler tercih edilmiştir. O daha çok cami mûsikîsine girer ya da cumhur ilâhiye girer. Zikrullah arasındaki tefekkür ve dinlenceye eşlik eder yani. Ama Mevlevi mukabelesinde Farisî Mesnevî'den, Dîvân-ı Kebîr'den ağır güfteler seçilir. Ayin-i şerifin formatı da bu klasizme uygundur. Mânâ olarak bütün âyin'ler aynıdır, ancak koreografik ayrılıklardan söz ediyorum... İşin teknik mecburiyetleri de vardır. Aruz kalıbıyla aldığınız şey bitmez, devranda sıkılır insan. Yani hem teknik hem de tefekkürü o anda sağlayabilen, gönlü açabilen, açılımı sağlayabilen pratik sözler kullanılır ki zevk alma sağlansın.

Neden Mevlevi âyini gibi bir Halveti, Kadiri âyini de konser salonlarında yapılamıyor?

Zikrullah hiçbir zaman seyredenler için yapılmaz, zikredenler için yapılır. Bugün Mevlevi âyinlerinin temaşa hâline dönüşmesi şu an esas anlamının fazla önde olmayışındandır. Sadece estetiğinin önde oluşundandır. Ama estetiğinde de on beşinci dakikada insanlar kopuyorlar. Evvelâ bunlar papatya tarlası gibi denir tamam, sonra başları nasıl dönmüyor neden kusmuyorlar diye düşünmeye başlıyorlar. Sonra bakıyorlar birinci selam bitti ardından ikinci gene aynı üçüncü gene aynı dördüncü seyirde zevk yoktur, zikredende zevk vardır. Gönüller ancak zikrederken tatmin olur. Seyirci meselesi ise dergâha gelenlerin gönülleri ısınsın diye yapılır. Tuzak yani, âyin-i şerif tuzaktır aslında. Yoksa zikrullahtan asıl kasıt senin loş bir ortamda diz üstü çöküp, gözlerini yarı kapatıp tefekkürle, rabıtayla yaptığındır. Öteki âyin-i şerif resmî geçittir. Ordunun resmî geçidi gibi. Orada seyr u sülük edilmez. Kendi tefekküründe rabıtanda sonra da gönlüne doğanı hayata geçirmendir seyr u sülük. Çünkü siyasî sistemin tolere ettiği yegâne zikir Mevlevi âyinidir. Bugün devran yapmaya kalksan müsaade etmezler. Onun bir sosyetesi var oldum olası. O şekilde kabul görmüş. Hadi demişler bu estetik falan ortada dursun. Bütün dünyaya da ait olmuş. Turistik malzeme hâline de gelmiş. Ama aynı şekilde bir de Halveti şeb-i arûsu yapsak ona izin vermezler. Neticeyi kelâm, zikrullah seyredene değil zikredene lezzet verir. Seyir devranda da olsa, semâda da olsa, kıyamda da olsa on dakikadan sonra tat vermez. Çünkü aynı harekettir. Ancak onu algılayan gönül zevk alır.

Bu güzel sohbet için teşekkür ederiz.


Bu sohbet Keşkül Dergisi'nde yayınlanmıştır.

187
On dokuzuncu yüzyılın son günlerinde, Kürtler, medeni dünyanın dikkatini Ermenilerin üzerine çullanarak ve onları katlederek çektiler. Batı dünyasındaki karmaşayı fırsat bilen Kürtler (ve Türkler) şimdi artık Ermeni ırkının kökünü kurutmak sorununu toptan halletmeye niyetli görünüyorlar.

Ermenilerin toptan katli, başlangıçta varsayıldığı gibi dinsel nefret sonucu değildir. Bu kıyımın baş nedeni ekonomik kıskançlıktır. Ermeniler tutumlu, çalışkan ve çoğunluk itibarıyla iyi-eğitimli insanlardır. Orient'in hemen bütününde halı sanayisi onların kontrolü altındadır. Komşularından daha iyi yaşar, daha iyi giyinirler. Böyle şeyler, her zaman sahte Kürt gururunu incitmiştir. Bu savaşta Kürtlerin Hıristiyan ırklarına yönelttikleri son saldırılar gözlemlenmiş ve basılarak yayımlanmıştır.

Bu makalenin amacı çok-iyi bilinen Ermeni kıyımlarını gözden geçirmek değil, Kürtlerin yaşadıkları yerlere ve kişiliklerinin tanımlayıcı özelliklerine ilişkin doğrudan gözlemle elde edilen bilgileri okura iletmektir. Kürtlerin kökenleri berraklaşmamış olmakla birlikte, damarlarında Kildani, Babil ve Süryani kanlarının aktığına inanılmaktadır. Eski çağlarda Kürtler yaşam alanları olarak dağları tercih etmişler ve kendilerine "savaşçı" anlamına gelen "Gurdu" deniyor olmasından, şimdi de olduğu gibi, iftihar etmişlerdir. Günümüzde, Oksident'te, Kürtler daha çok "Gutu" olarak tanınırlar ve sayıları iki milyon beş yüz bin kadardır ve Kürdistan'da kerpiç evlerinde yaşarlar. Aşırı derecede dağlık olan toprakları yukarı Fırat'ın Urumieh (İran) cenahında yükselir. Bu alan, altmış bin mil karedir. Ülkenin tümünde ne bir mil demiryolu, ne de kervanların izleri dışında, üzerinde seyahat edilebilecek patika vardır. İranlılar ve Türkler nezdinde, hiçbir halk, Kürtlerin olduğu kadar güvenilmez değildir. İnsanın dinine veya durumuna aldırmaz, bir Ermeni'yi ya da Rum'u soydukları gibi, bir Türk'ü veya İranlıyı soyabilirler. Osmanlı padişahının ve İran şahının müdahale edecek güçleri yoktur; bana göre, aynı nedenle, Kuzey İran'daki Rus yönetimi barışçıl köylülere büyük bir lütuf gibi gelmiştir. Düzeni sağlayabilen, Kürtlere korku salabilen tek hükümet, Rus hükümetidir. İki milyon beş yüz bin Kürt arasında, kendisini kanun-koyucu ve yönetici olarak vasıflandıran tek bir kimse yoktur; otoriteyi eline alan ve diğer bir Kürt'ü cezalandıran kimse de yoktur. Kürt'e göre yasa, kişisel bir meseledir. Her birey, kendisini kendi kralı ve prensi olarak görür. Nefs-kontrolü, tanıdıkları bir güç değildir. Kürt'ün anayasası, kendi kafasıdır; silâhı ve kılıcı /ise/ kendi yasasını ve adaletini uygulama araçları. Bu durum, ne istikrarlı bir yönetimin kurulmasını kolaylaştırır, ne de insan fıtratının daha üstün niteliklerinin gelişmesi için elverişli bir zemin sağlar.

Kürdistan'ı ziyaret edenler ara sıra birtakım garip hikâyeler anlatırlar, bunlardan birisi benim belleğimde genç bir Kürt'ün eğitimine örnek olarak kalmıştır. Kürtlerin arasında misyonerlik görevi yapan büyükbabam, kabile reisi bir Kürt'le yaptığı izleyen konuşmayı nakletti; "Anladığım kadarıyla, birkaç tane oğlun var?" "Evet," diye cevapladı, kabile reisi. "Evliler mi?" "Zavallı Ali'den başka, hepsi evli, çünkü o başarılı bir hırsız ve soyguncu değil." "Peki, bu hususta ne yapmayı düşünüyorsun?" "Yani, kendisine bir silâh ve kılıç taşımasını öğütledim." diye yanıtladı, reis, "Yaptığı ne kadar kanlı ve kötü olursa olsun, adına ve ailesine şeref getireceğini kafasına iyice kazıdım." Kürt babanın oğluna nasihati böyle bir şeydir. Öldür kelimesi Kürt dilinde en çok kullanılan sözcüktür. İki Kürt konuşuyor olsalar, lisanı hiç bilmeyen birisi bile çok geçmeden 'ulderam' 'öldüreceğim' kelimesi çıkarsayacaktır. Elinde bir sopa, kuşağında bir hançer veya omzunda bir tüfek olmayan bir Kürt genci görmek gerçekten çok şaşırtıcı olur.

Rousseau gibi filozoflara göre herhangi bir tanıma uymak, suç değilse ahmaklık olup, insan haysiyetini hiçe saymak demektir. Kürtlerin felsefesi de böyledir. Kişisel özgürlüklerini severler ve hiçbir koşul altında ve hangi yönetici olursa olsun, isteyerek boyun eğmezler. Modern reformlar ilgilerini çekmez. Medeniyetin ışığından hazzetmezler. Amerika'da her milletten ve her halktan haber alırız, ama Kürtlerden almayız. Medeniyet, Kürt karakterine asla nüfuz etmemiştir; ilkel özgürlüklerini yasaya ve adalete tercih etmişlerdir. Yerleşik evleri yoktur; yazın dağ başlarında keçi kılı çadırlarında, kışın toprak köylerinde yaşarlar. Yemekleri ekmek, ayran ve keçi peynirinden yapılan peynirden ibarettir. 'Nuh'un gemisi Ağrı Dağı'na konduğundan' bu yana pek az değişmişlerdir. James Bryce, 'Transkafkasya ve Ağrı Dağı'nda, s. 256, Kürtlerin grafik bir resmini çizer: "Bu Kürtler, Asur, İran, Makedon İmparatorluklarının, Parth'ların Arsas, İran'ın Sasani hanedanlarının, Arap halifelerinin, Türk sultanlarının ve İran şahlarının arasından, dağların yamaçlarında, sürülerini pınarlardan otlatarak, keçi kılı çadırlarını yalnız kayaların yarıklarına kurarak, vahşice acıklı havalarını tekrarlayarak, ne hatırlanacak bir geçmiş, ne de planlanacak bir gelecekleri olmaksızın, bugün de yaptıkları gibi, dolanıp durdular. Kürtlerin belki de en tanımlayıcı özellikleri aile fertlerine büyük düşkünlükleridir. İzleyen olay, bunu örnekler: Kürdistan dağlarından bir reis, Urumieh yaylalarına iner ve Azerbaycan vatandaşlarının mallarını gasp etmeye koyulur. Milislere suçluları yakalama emri verilir. Reis derdest edilir. Şehre getirilir, ağarmış saçından dolayı reisin dışında tümü idama mahkûm edilirler. Aralarında yirmi yaşlarında, güçlü ve sağlıklı bir delikanlı vardır; yakışıklı bedeni hemen hemen her izleyicinin içine işler, 'Onu asmayın! Onu asmayın!' feryatları yükselir. Yaşından dolayı valinin affettiği ihtiyar reis anında öne çıkar, onlar idamlara başlamadan önce, vali ile görüşme talep eder. Zavallı yaşlı adam adamakıllı hırpalandıktan sonra, talebi kabul edilir. Sahici bir Oryantal tutumla, valiye şöyle hitap eder: 'Ey evimin, ailemin gözünün yağı. Biz dağdan ailelerimize ve sürülerimize biraz yiyecek götürmek için geldik. Sizin yasalara saygılı yurttaşlarınıza zarar verdiğimizi kabul ediyoruz. Suçlular ölecek diye yemin ettin ve bu âdildir, ama yaşı nedeniyle af edilen ben, efendiden bir iyilik istemek için geldim. Ailemin en genci benimle beraber; ben istediğim için burada. Bu onun ilk suçu. Kendisi gençtir; hayatın tadını almamıştır, yeni nişanlanmıştır. Buraya onun yerine ölmek için geldim. Yorgun ihtiyarı bırak ölsün, inşallah, sürüleri otlatıp, koyunlara bakarak ailesine uzun yıllar yararlı olabilecek genci bırak. Bırak yaşasın, Kürdistan'ın çeşmelerinden ve gümüş pınarlarından akan suları içsin, ecdadının toprağını eksin.'

İhtiyar adamın sözleri valiyi çok duygulandırır. Reisin dileklerini kabul eder, yaşlı adam kaderine yürürken, delikanlı, vali kararını değiştirdiği, Reisin kendisininkinden daha değerli olan hayatını aldığı için vahşi çığlıklar atar, kederinden aklını yitirir. Bu, günümüzde her şeyden çok pederşahi bir yönetimin izlerini taşıyan bir sistemdir."

(The Kurds: Their Character And Customs -ar191603; The American Review of Reviews, The Kurds: Their Character and Customs, from Armeniapedia.org)

ALEV ALATLI

188
Bir reklam var televizyonda .İzledikçe çok keyif alıyorum ve aynı zamanda bir o kadar da kıskanıyorum. Küçük bir çocuk balık tutmaya gidiyor babasıyla. öyle güzel sesleniyor ki babasına kısık sesle ''BABA'' diye. ''Önce balık olmak lazım.'' diyor babası sonra kocaman bir balık tutuyorlar... Çok hoşuma gidiyorlar senle paylaşmak istedim...

                    esra ile seni konuştuk geçenlerde pek hatırlamıyor seni. ama inan onunda özlemi benim kadar büyük.


                     bir adamı seviyorum ama bu sıralar biraz pürüzlü ortalık. biraz güce ihtiyacım var sanırım. benim için dua et olur mu.

                     Baba, gökyüzünü seyretmek, denizin engin mavisinde kaybolmak... insan bazen takılıyor birşeylere.içim kıpırdıyor şiir yazmak, aşık olmak tekrar, yeniden eskisi gibi...toprak kokan havayı çekiyorum içime. Herşeye rağmen yaşamayı çok seviyorum.

Ebru

...

son zamanlarda hep aklımdasın... bu sıralar ne zaman sıkılsam, ne zaman dalıp gitsem uzaklara, seninle konuşur oldum. Biliyorum ne kadar uzakta olsanda beni duyuyorsun. İçimde tuhaf bir sıkıntı var. Zaman zaman sana iyice ihtiyacım oluyor.


Hani san demiştim ya bir oğlum var beni hayata bağlayan. küçük yaşta kazandığım büyük ikramiyem. Parçam, canım benim. Onun için hep iyi şeyler yapmak istiyorum.Onunla hayattan bir başka keyif alıyorum. Onu sımkısı seviyorum... Oh coştum yine Emir'den bahsedince.


Ah be baba özledim seni çok özledim... Kol düğmelerin var bende; adının baş harfi yazılı. Her akşam onlara bakmak dindirmese de bu özlemi onlara dokununca senin kucağında olduğum günlere gidiyorum. hayal de olsa seninle olmayı çok seviyorum.

Ebru

189
           baba,

           hayatın böyle oldugunu bana niçin anlatmadın? ben her şeyi başaracak, her şey olacaktım. olamadım, olamıyorum. ne oldu bana, ip nerde koptu ya da niye böyle bir ipe bağlıydım ki?

          belki sen kızının her şeyi yapabileceğine inanmak istedin, sen ve sana ait olan bütün geçmişimizin yapamadıklarını... keşke bir köy kızı olsaydım dedim çoğu zaman. şimdiye çoktan ''hayırlı'' bir kısmet çıkmış, çoluk çocuğa karışmış dünyanın bu yüzüne teğet geçmiş olurdum.


           ama ben bunu hiç istemedin ki... içimden birşeyler hep ileri ; daha ileri ; fazlası daha fazlası dedi! hatırlar mısın ? orta 3'e giderken bir akşam senle oturmuş geleceğe dair konuşmuştuk. düz liseye mi yoksa meslek lisesine mi gideyim diye. sen beni ünversiteye kadar okutamayacağını bense bir kolayını bulacağımızı söylemiştim ve... ve işte yatılı okula istediğim öğretmen okuluna kabul edildiğimde dünyalar bizim olmuştu. her şeye giden yola adımımı atmıştım. işte o adımdan sonra hiçbir şey asla aynı olmadı.

           hiçbir şeye tahammül edemiyorum mutluluklarım çok kısa sürüyor. gerginim ve her an son damlayı bekleyen dolu bir bardak gibiyim. herkesi kırıyorum ve canım çok sıkılıyor.

          bendeki her şey bitti gibi geliyor. kendimden çok sıkıldım. kendimi bir akşam şöyle bir rahatlatsam. sorunları nasıl bu hale getiriyorum bilemiyorum. beynimde sanki milyonlarca karınca var ve her biri birer parça koparıyor.

           hep olmaya çalışırken birden bire hiç oluverdim baba. Selvet'le, Cansuy'a kızgınım... benle pek bir şey paylaşmaz hale geldiler. hayatım ile ilgili yanlış adımlar mı atıyorum. adım atmak istemiyorum, yoruldum, bıktım.


           yemyeşil bir ormanda yalnız başıma yere uzanıp gökyüzünü seyretsem, kafamda hiçbirşey olmasa... ne oldu bana baba, ne oldu? neden tüm bunlara izin verdim. neden yanımda değildiniz. neden eve gelmek istemiyorum; sizi özledim ama korkuyorum.


          öğrencilerimi dövüyorum. halbuki canım ne kadar acıyor vururken... içimden hep birşeyler kopup gidiyor. onlar suçlu değil, ama bende suçlu değilim, sisteme lanet ediyorum. bana öğretilen herşeyden nefret ediyorum. olmam gereken insan bana korkunç geliyor. öfkeliyim, herşeye herkese. kendimi anlamıyorum. ne istiyorum; beni anlayan var mı? anlasalar ne olurdu ki ben herşeyi berbat ediyorum zaten. yaşamak çok zor geliyor. dünya ise kirli.


          şimdi çocuklara çizgi film seyrettiriyorum onları uyuşturuyorum kızmamak için kendime olan kızgınlığı onlara kusmak ne iğrenç! ben de biraz uyuşturayım kendimi; belki iyi gelir.


                                                                                                                                     iyi olur muyum babacım?
                                                                                                                                     sen bilirsin söyle ne olur.

Yasemin

190
şu an 4 yaşındaki halimi hatırlıyorum dedem istanbula geldiğinde beni alır köye götürürdü. ailemsizde orda kalabiliyordum hatta belkide daha mutluydum en azından kavga gürültü olmuyordu.o zamanlar herşeyin çokta farkında değildim. zaman geçtikçe yaşananları görmeye başladım.

annem mutsuz bir kadındı.onun gülümsediğini bile çok az görmüş olmalıyım çünkü şu an pek hatırlamıyorum.

babam küçükken kardeşimi ve beni döverdi sebeplerini hatırlamıyorum hatta sebebi oldugunuda düşünmüyorum 5 ya da 6 yaşındaki çocuk babasına ne kadar kötü birşey yapabilirdi ki.

ben 7 yaşalarındayken annem bütün sorunlarını benle paylaşmaya başladı. bu ne kadar doğruydu bilmiyorum çünkü o günlerden beri babamdan nefret ediyorum. annemle babamın nerdeyse her kavgasını gördüm hatta zaman zaman annemin evi terk etmelerini bile gördüm.

o yaşlardayken rüyalarıma girmeye başlamıştı annemin evi terk etmesi.bir gün rüyamda annem bavulunu almış gidiyordu ben ağlayordum yalvarıyordum ne olur anne gitme diye annem gitmesi gerektiğini söylüyordu.bize sarıldı ve arkasına bakmadan gitti. ağlayarak uyandım. sesimi duymuş hemen yanıma koştu. ne oldugunu sordu ben hıçkırmaktan anlatamadım ama yanımda yatmasını istedim o gece yanımda yattı.

annem evi terk etmeye kalktıgında birkaç kere ben durdurdum. şimdi düşünüyorum keşke gitseydi.

annem intihar etmeyi bile düşünmüş ama benim için edememiş çünkü benim sahipsiz kalıcagımı erken yaşta evlendirileceğimi biliyordu.

ben okul yaşamım boyunca hep içime kapanık bir çocuktum derslerde dalıp giderdim bu yüzden öğretmenler hep şikayetçi olurlardı benden.

 iyi ki annem gitmemiş . çünkü ben daha 11 yaşındayken benim halam olacak gerizekalı beni babamdan istemiş babamdan kendi aklınca beni vermiş. herkes bunu biliyormuş ama benle annemin haberi yoktu. sonra bir akrabamız gizli gizli anneme söylemiş kızına dikkat et demiş. allahtan benim annem akıllı bir kadın babama bildiğini çaktırmadan babamla konuşmuş babamı konuşturmuş.sonra babama kızmış gerizekalı halamı arayıp baya bagırmış siz ne yaptıgınızı sanıyorsunuz demiş. kızımı kendi ellerimle yakarım yinede size vermem demiş.

ben annemle aynı zamanda duymuştum olayları. ben hiç sesimi çıkaramadım çünkü hala benim bilmediğimi sanıyorlar. ben orta okuldayken hep bu yarayı taşıdım. hep beni evlendirecekler hem de ayının biriyle diye. hatta ben orta 1 de sınıfta kaldım okula hiç ugramayan babam birgün geldi orta1 deyken tarihçimle görüştü ve o günden sonra benim tarih dersim düzeldi.ama ondan sonra tekrar gelmedi babam okula. ben yıllarca bu acıyı taşıdım zaman zaman annemle konuştuk. annem hep bana kızım senin silahın okumak okudugun sürece kimse sana dokunamaz diyordu. ben bunları kafamdan silemesemde okumaya çalışıyordum çünkü gerçekten tek silahımdı.

 lise 1 e geçtiğimde öğretmenlerimin hepsiyle sorun yaşadım kavga ettim. belki evdeki ezilmişliğimi öğretmenlerimle hafifletmeye çalışıyordum. lisedeki rehberlikçi annemin konuşmasından sonra beni görüşmeye aldı. sorunlarımı anlattırdı ve artık geçmişte kaldıgını söyledi unutmam gerektiğini anlattı. ama unutamıyordum çocuk hala bekardı hala beni onla evlendirmeyi düşünüyor olabilirlerdi.

bir gün babamla konuşurken babam çocukalrım benim istediklerimle evlenecekler dedi bende karşısına çıkıp hayır senin istediğinle evleneceğime asla evlenmem dedim sen beni zorla evlendiremezsin dedim.hiçbir şey söylemedi babam bana.


daha sonraki zamanlarda aile içinde başka olaylar yüzünden birkaç kavga oldu ve onlarda da karşısına çıkıp sen ne yapıyorsun diye hesap sormaya başladım. ben hesap sordukça babam sakinleşiyor ve beni rahatsız eden hiçbirşey yapmıyordu zaman zaman annemle babam arasındaki sorunları ben düzeltiyordum daha lise 1 deyken çünkü babamın beni herkesten daha çok dinlediğini fark ettim. artık o gücü kendimde hissediyordum ben istemediğim sürece benim üzerimde baskı kuramıyacaktı.

ve ben lisedeyken halamın oğlu evlendi ve bende allaha şükür diyip rahat bir nefes aldım artık kurtulmuştum onun evlenmesiyle benim korkularımın sonu geldi.şimdi evli ve 4 yaşında çocugu var allah mutlu etsin ikisini de. evlendiği kız amcamın kızıydı. şimdi hala ben halamın oğluna yaklaşamıyorum halama yaklaşamıyorum ve halamdan nefret ediyorum bana yaşattıkları yüzünden 6 yıl selam bile vermedim halama yüzüne bakmadım nerde görsem sırtımı dönüp çıktım. sonra bazı şeylerin hatrına selam vermeye başladım.

babam artık bizi dövmüyor istemediğimiz bir şeyi yapmıyor ama nedense nefretim hala devam ediyor bana sevgisi gösteren birşey yapsa yapmacık geliyor hatta nefretimi arttırıyor.


küçüklüğümden beri babamın ölmesini bekledim ölünce biz çok mutlu olucaktık böyle babam olmasındansa ölmesi daha iyiydi benim için. ben 7 yaşlarındayken avukat olmaya karar vermiştim ve babam annem felan otururken babama ilk söylediğim avukat olucam ben ve avukat olduğumda ilk sizi boşandıram dedim. odadakiler buna çok güldüler ben hiç gülmedim çünkü bunu benim ne kadar içten söylediğimi kimse bilmiyordu yaşadıklarımı benim kadar kimse hissetmiyordu.

benim çocukluğumdan beri hep bir erkek yanım vardı ben farkındaydım ama hiç önemsemedim bana normalmiş gibi geliyordu hatta ne kadar erkeklere aşık olsamda hep kızlara karşıda bir ilgim vardı şimdiye kadar hiç bir kıza aşık olmadım ama bu da benim annemin mükemmeliğinden kaynaklanıyor benim annem böyle biri olmasaydı ben kesin lezbiyen olurdum ama annemin sevgisi hep korudu beni kötü olan herşeyden kötü olan her yoldan.

benim annem hep ferdi tayfur dinlerdi bende hep onla evlendiğini hayal ederdim birgün iyi bir babam( ferdi tayfur ) ve annem çok mutlu olucaktık. çünkü annem herşeyin en iyisini hak ediyordu. zaten bende bütün hayatımı anneme adadım annemin koruyucusu, kocası , güveni, mutluluğu,... herşeyi ben olucaktım hatta hüseyin hocayla konuşurken erkek yönümün nedenini konuşurken onu anladım hüseyin hoca biliyordu ama söylemiyordu benim anlamam için uğraşıyordu. benim erkeksi yönümün sebebi babamdan nefretimdi. babama erkekliğin öyle değil böyle olduğunu gösterecektim iyi bir erkeğin nasıl oldugunu ona ispatlayacaktım. hatta iyi bir baba iyi bir koca olacaktım.

ama iyiki Allah bana annemi verdi ve iyiki ALLAH beni hüseyin hocayla karşılaştırdı.

RAM da gördüğüm her çocukta dinlediğim her konuşmada okuduğum her yazıda kendimi buluyordum hatta hüseyin hocanın her söylediği içime işliyordu. belki söylediği kişiler bunları önemsemiyordu ama hepsi benim beynime kazınıyordu orda değer kazanıyordu anlamlarını buluyordu. hayatımdaki olaylara ayna tutuyordu. hepsini tekrar düşünmeme sebep oluyordu.


RAM daki ilk 2 ayım çok eğlenceliydi.sonra kendimi anlamaya başladıktan sonra acılarımı tekrar yaşamaya başladım baba nefretim baba özlemine dönüştü. şimdi diyorum iyiki babam ölmemiş .eger ölseydi onla mutlu bir an yaşamadan kaybettiğim için daha çok üzülecektim. şimdi babama nefretimi yenip mutlu olmaya çalışıyorum.




http://lezbiyenlik.com/

Sayfa: 1 ... 11 12 [13]