İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - alıntı

Sayfa: 1 ... 5 6 [7] 8
91
ZİHİN ENGELLİ BİREYLERDE DİL GELİŞİMİNİN SAĞLANMASINDA ÖĞRETMENLERİN YAPABİLECEKLERİ ÇALIŞMALAR

Çağlar SAVAŞ

Zihinsel engelli veya gelişimsel yetersizliği olan çocukların dil ve konuşma gelişimi ile iletişim kurma sorunları ile sık sık karşılaşıyoruz. Çoğu zaman bu çocuklarla çalışan öğretmenler “ben bu çocukla neler yapabilirim?” sorusunu kendilerine sormaktadırlar. Cevap eğer zor veriliyorsa öğretmende büyük bir karamsarlık ve üzüntü olmakta ve mesleki başarısızlığa varacak kadar ciddi psikolojik sorunlara yol açabilmektedir. Bu doğrultuda öğretmenlerin gelişimsel yetersizliği olan çocukla dil ve iletişim becerilerini geliştirme çalışırken yararlanabilecekleri notlarımı toparladım ve sizinle paylaşmayı uygun buldum.



Değerli öğretmen arkadaşlarım: dil gelişimi ve iletişim becerileri bireyde çalışılırken üç aşamada çalışmalar yürütülür. Bu aşamalar:

Dinlemek ve Temel Konuşma İlkeleri
Konuşma organlarının geliştirilmesi,
Sözel dilin geliştirilmesi.
Bu makalede birinci madde olan  Dinlemek ve Temel Konuşma İlkeleri yer almaktadır. Bu  maddenin alt bölümleri ile bu bölümlerde öğretmenlerin yapabilecekleri alıştırma önermeleri bu makalede açıklanmaktadır.



Faydalanacağınızı düşündüğüm bu makale ile çalışmalarınızda kolaylıklar ve başarılar diliyorum.



Diğer bölümler kendi başlığı altında yeni birer makale olarak bilgilerinize sunulacaktır.



1. DİNLEMEK VE TEMEL KONUŞMA İLKELERİ



Dinlemek eğitimi konuşma eğitiminin başlangıcı olarak kabul edilir. Çocuk çevresi hakkındaki tüm bilgileri dinleyerek alır. Dinleme, öğrenmede çok önemli bir kanaldır. Ayrıca çocuğun herhangi bir işitme problemi yoksa; dikkatini çevresindeki nesnelere verebiliyorsa konuşma ve okuma kontrolüne başlamış demektir.



Öğretmen çocuğa “yere yat” emrini verir. Çocuk sırt üstü yere yatar. Çocuk bu pozisyonda hiç kımıldamadan 3-4 saniye kadar yatmalıdır. Öğretmen 3-4 saniye sonra “tamam kalkabilirsin” der.
Birinci alıştırmadaki sırt üstü yatma süresi 4-5 gün sonra 30 saniyeye çıkarılabilir.
Kıpırdamadan yere yatma süresi 30 saniye kadar olduğunda öğretmen çocuğun 1-2 metre kadar yakınında durur. Çömelerek çocuğun ismini fısıldar. Çocuk ismini duyunca yerinden kalkar ve sınıfın başka bir yerine (öğretmenin gösterdiği) yere geçer. Sessizce durur. Diğer çocuklarla da bu işlem yapılır. Eğer çocuk ismi söylendiğinde fark etmedi yada duymadıysa etkinlik yinelenir. 
Öğretmen çocuktan bir metre uzakta durur. Fısıldayarak “ayağa kalk”,  “bana kitap ver” yada “ayağa kalk yanıma gel” gibi basit komutlar verir. Çocuk dikkatini toplayamıyorsa öğretmen birkaç kez tekrar eder.
Öğretmen çocuğa değişik sesler vererek, seslere ilgisini arttırmayı ve bu sesleri dinlemeye çalışmasını sağlar. Şu değişik sesler kullanılabilir.
Ø      Cam bir şişe yarıya kadar su doldurulur. Öğretmen şişenin ağzına dudağını dayayarak şişeye üfler ve çıkan sesi çocuğa dinlettirir. Sonra aynı sesi çocuğun da çıkarmasını sağlamaya çalışır.

Ø      Plastik bir kutuya önce küçük sonra büyük taşlar doldurulur. Sonra kutuyu sallayarak çıkan sesleri dinlettirir. Ve çocuğunda sesleri çıkarmasını sağlar.

Ø      Küçük sünger bir topu öğretmen ritmik olarak masaya vurur. Çocukta aynı şeyi yaparak aynı sesi çıkarmaya çalışır.

Ø      Teneke bir kutuya kum doldurulur. Çocuk kutuyu gerek sallayarak, gerekse de vurarak değişik sesler çıkarır. 

Ø      Bir teneke kutunun değişik yerlerine vurarak değişik sesler çıkarılabilir.

Ø      Öğretmen farklı özelliklerde kağıtları elinde buruşturarak farklı sesler elde eder ve bu sesleri çocuğunda çıkarmasını sağlar.



Sesin geldiği yönü anlamak
Öğretmen çocuğun arkasında durarak herhangi bir ses verir. “ses nereden geliyor sorusunu sorar”. Bu alıştırmada çocuk önce sesi dinlemeli ve sonra başını sesin geldiği yöne çevirmelidir.
Öğretmen yukarıdaki nesnelerden birini çocuğun görüş açısından çıkarır ve sonra nesnenin sesini verir. “ne sesi” sorusunu sorar. Çocuk cevap verdikten sonra, “nereden geldi” sorusunu yöneltir. Çocuk cevap vermezse öğretmen yardım eder.
Öğretmen düdük sesini çocuğun başının üzerinden, arkasından, yan tarafından verir. “bak şimdi ses arkanda, bak şimdi ses başının üzerinde gibi açıklamalar yapar.
Bu alıştırmada verilen iki ses üç sese çıkarılır. Öğretmen üç farklı ses verir. Çocuk gözlerini kapar. Öğretmen bir ses verir ve sesin ne sesi olduğunu sorar.
Öğretmen çalışmaya başlamadan  önce çocuğun tanıdığı bazı sesleri teyp kasetine kaydeder. Çocuk sesi, köpek sesi, zil sesi vs. Çocuğa her bir sesi ayrı ayrı dinlettirir. Her bir sesin ne olduğunu sorar. Eğer çocuk sesi tanıyamıyorsa sesi öğretmen tekrar dinlettirir.
Öğretmen teybe önceden hızlı ritimde ve yavaş ritimde kaydedilmiş sesleri dinlettirir. Çocuktan bu seslere uygun hareket yapmasını ister. Örneğin hızlı ritimde ellerini daha hızlı alkış yaparken yavaş ritimde daha yavaş alkış yapar. Çalışmanın başında öğretmen çocuğa model olur.


C. Görsel ve işitsel algıyı geliştirmek

1. Görsel algıyı geliştirmek

Çocuğun gördüklerini algılayabilmesi, anlayabilmesidir. Bu becerinin gelişmesi için çok basit bir alıştırma verilmiştir.

Öğretmen ve çocuk karşılıklı dururlar. Öğretmen çeşitli hareketler yapar. Hareketlerin çocuklarında yapmasını ister. Çocuk öğretmenin yaptığı hareketleri yapmaya çalışır. Bu hareketler: kalkmak, oturmak, çömelmek, emeklemek, yürümek, ve bunun gibi kaba motor hareketleridir.
Birinci alıştırmadan sonra gördüğü ve işittiği hareketleri birleştirmesi istenir.
B.1. Öğretmen “şimdi oturuyorum, sen de otur der” çocuk öğretmeni görür ve sözlerini duyar öğretmenin yaptıklarını yapmaya çalışır.

B.2. Daha ileri aşamadan öğretmen yalnız emir verir. “otur, kalk, gel, yürü” gibi. Çocuk hareketi yapmaya çalışır.

2. İşitsel algıyı geliştirmek

Çocuğun kendisine söylenilenleri, çevresindeki sesleri anlayabilmesi, algılayabilmesidir. Bu becerinin kullanılmasıyla çocuk işittikleriyle hareketleri birleştirebilir. Çalışma iki aşamada yapılır.



A. Sözcükler ve kelimelerle yapılan çalışmalar

A.1. Çocuğa tek kelimelik emirler verilir. “gel, otur, al” gibi. Çocuğun bu emirleri yerine getirmesi istenir.

A.2. Emirdeki kelime sayısı arttırılır “topu bana at, ellerini başının üstüne koy” gibi. A.3. Daha çok kelimeli emirler kullanılır “ellerini başının üstüne koy ve gözlerini kapat, ellerini başının üstüne kaldır ve zıpla” gibi. Emirler daha da çoğaltılarak etkinlik çalışılabilir.

Bu üç alıştırma mutlaka sıra ile uygulanmalıdır. Çocuk alıştırmanın her aşamasını yavaş yavaş geçecektir. Çocuk geçmesi için zorlanmamalıdır.



B. Seslerle yapılan alıştırmalar

Aşağıdaki alıştırmalarda çocuk duyduğu seslerle hareketleri birleştirilmelidir. Ses olarak zil sesi seçilmiştir. Öğretmen ve çocuk yerde karşılıklı otururlar.

B.1. Öğretmen sırayla aşağıdaki emirleri verir.

-        Ben Zil Çalınca Ayağa Kalk,

-        Zil Çalınca Kollarını Kaldır

-        Zil Çalınca Ellerini Çırp

-        Zil Çalınca ayağa kalk, ellerini çırp.

B.2. Bu alıştırmada trampet kullanılır. Öğretmen hızlı ve yavaş ritimde trampet çalar. Çocuktan hızlı ritimde koşması istenir. Yavaş ritimde ise ritme göre yürümesi istenir.



D. Görsel ve İşitsel Algının Birlikte Geliştirilmesi

Çocuğa beş resim kartı verilir. Kartlarda çocuğun tanıdığı hayvanların resimleri vardır. Çocuğun önüne beş resim konulur. Öğretmen bu hayvanlardan birinin sesini verir ve “hangi hayvan bu sesi verir?” Sorusunu sorar. Öğretmen hayvanların isimlerini söylememelidir.
Çocuğa beş resim kartı verilir. Kartlarda çocuğun iyi tanıdığı nesnelerin resimleri vardır. (musluk, saat, zil vs.) Bu nesnelerin çıkardıkları sesler daha önceden teybe alınır. Çocuğa tayipten bir ses dinletilir. Sonra resimlere dikkati çekilerek “bu sesi hangisi verir” sorusunu sorar.
Çocuğa yine çeşitli nesnelerin resimleri verilir. Bu kez nesnelerin isimleriyle nesneleri birleştirilmesi istenir. Top, makas, araba, balık nesneleri kullanılabilir. Hangisi ev, hangisi top gibi sorular sorulur.
Yine resimler kullanılır. Bardak, palto, çatal gibi. Nesnelerin resimleri verilir. Bu alıştırmada resimlerin fonksiyonlarıyla ilgili sorular sorulur. “hangisini giyiyorum, hangisiyle yazıyorum” gibi.


E. Görsel Algının Geliştirilmesi

Bu bölüm dikkatli bakarak tanıma alıştırmalarını içerir. Çocuk alıştırmaları yaparak görsel ayırım becerisini geliştirmeye çalışır.

Çocuğun üzerinde benzer şekiller veya benzer resimler bulunan kağıtlar verilir. Resimler veya şekiller göz atılarak alıştırma çeşitlendirilir.
Çocuğa kartlar üzerinde hazırlanmış resimler verilir. Ancak resimlenen nesnelerin birer parçaları yanlıştır. İlk olarak kulağı olmayan at, tek bacaklı masa, bacakları olmayan bir çocuk gibi, öğretmen resimde yanlışlık olup olmadığını, varsa neyde olduğunu sorar. Çocuk birinci grup alıştırmaları yapabiliyorsa üzerinde bir olay anlatan resim kartları verilir. Ayakkabılarını eline giymiş çocuk, uçan bir köpek gibi. Yanlışlıklar çok belirgin olmalıdır.
Üzerinde çeşitli nesnelerin resimlerinin ve gölgelerinin bulunduğu kartlar hazırlanır. Çocuk resimlerde gölgelerin eşleştirmeye çalışır. Resimler çoğaltılarak alıştırma daha karmaşık yapılabilir.
Öğretmen bir hareket yapar. Hiçbir sözlü yardım olmadan bunun tekrarını ister. Öğretmen bu kez birbiri arkasına iki veya ü. Hareket yapar ve çocuk hareketleri aynen tekrar etmeye çalışır.
Bu alıştırmada çocuk nesnelerle renkleri birleştirmeyi öğrenecektir. Öğretmen eline bir kitap alır ve “bu ne” sorusunu sorar. Çocuk cevap verdikten sonra ne renk sorusunu sorar. Çocuk kitabın rengini söylemelidir. Çocuk renkleri tanımıyorsa alıştırmaya renk eşleştirme şeklinde uygulanabilir. Öğretmen soruyu sorar “bu kitabın renginden başka eşya göster” şeklinde sorabilir.
Bu alıştırma ise çocuğa görme yoluyla uzaklık- yakınlık kavramını öğretmeyi amaçlar. Öğretmen bir kağıt üzerine belli uzaklıklarda iki nokta veya iki işaret koyar. Çocukta aralarında aynı uzaklık olan iki işaret koyabilmelidir.


F. İşitsel Algının Geliştirilmesi

Öğretmen çocuğun gözlerini bağlar ve çocuğun iyi tanıdığı bir sesi verir. Saat sesi, ayak sesi vb. Olabilir. Çocuğa “bu ne sesi” sorusu sorulur.
Öğretmen önce çocuğa farklı sesleri olan üç veya dört enstrüman sesleri gösterir. Bunların seslerini dinletir. “bu davul bak böyle ses verir” şeklinde de açıklamalar yapar. Sonra çocuk arkasını döner ve gözlerini bağlanır. Öğretmen bir enstrümanın sesini veriri ve bu sesin hangi enstrümanın sesi olduğunu sorar.
Grup oyunu oynanır. Bir çocuğun gözleri bağlanır. Gruptan başka bir çocuk konuşturulur. Gözleri bağlı olan çocuğa, kiminin konuştuğu sorulur.
Öğretmen çocuğa bir öykü anlatır. Öykünün içinde sık sık çocuğun ismi geçmelidir. Çocuk ismini duyduğu zamanlarda “bu benim ismim” der yada el kaldırabilir. Çocuk konuşamıyorsa ayrıca ismini fark ettiğini el kaldırarak da belirtemiyorsa öğretmen çocuğun yüz ifadesine bakar, dikkat eder, çocuğun ismini fark edip fark etmediğini anlamaya çalışır.
Çocuğa kısa iki cümle söylenir. Bu iki cümlede de geçen iki kelimeyi bulması istenir.
Üzerinde çocuğun iyi tanıdığı nesnelerin resimleri olan kartlar hazırlanır. Öğretmen çocuğa bir resmi gösterir ve resimdeki nesnenin ismini yanlış söyler çocuk yanlışlığı fark etmelidir. 


G. Görsel Hafızanın Geliştirilmesi

Bu grup alıştırmalarında çocuk belli bir sırayı hatırlama çalışması yapacaktır.

Grup oyunudur. Bir çocuk sınıfta kara tahtanın önünde durur. Diğer çocuklar onun kıyafetlerine dikkatlice bakarlar. Öğretmen bu sırada sözel açıklamalar yapabilir. Sonra tahtadaki çocuk dışarı çıkar, öğretmen çocuğun giysilerinde bir değişiklik yapar, ayakkabılarını ters giydirir, düğmelerini açar vb. Tekrar çocuk sınıfa alınır. Diğer arkadaşlarına çocuktaki değişiklikler sorulur.
Öğretmen kelime, harf sayı dizisi verir. Çocuk bu kez diziyi tam tersinden tekrar etmelidir. At-ev-okul dizisini, okul-ev-at dizisi olarak tekrar edilir.
Grup oyunudur. Her çocuk bayramda annesinden ne istediğini söyler.
Ø      Birinci çocuk “ben kitap istiyorum”

Ø      İkinci çocuk “ ben top istiyorum”

Ø      Üçüncü çocuk “ ben bir bebek istiyorum” şeklinde isteklerini sıralar. Sonra çocuklar diğer arkadaşlarının ne istediğini hatırlamaya çalışır.

Öğretmen masaya üç dört tane oyuncak koyar. Top, bebek, vb. Sonra hep beraber masadan 1,5 metre uzağa giderler. Çocuğa bu masadan “top getir” denir. Çocuk masaya gidip topu almalı ve öğretmenine vermelidir.
Bir önceki alıştırmanın devamı şeklindedir. Öğretmen masaya üç dört tane resim koyar. Kartlarda çocuğun kolayca tanıyabileceği resimler vardır. Masadan 1,5 metre uzaklaşırlar ve öğretmen “bana top resmini getir” der. Çocuk masaya gidip top resmini almalı ve öğretmene getirmelidir.
Yedinci alıştırma dört buçuk metre kadar uzaktan tekrar edilir.
Aynı çalışma 1,5 metre uzaklıktan tekrar edilir. Fakat öğretmen bu kez çocuktan iki resim birden ister, “bana top ve ev resmini getir” gibi.
Aynı çalışma değişik uygulanır. Resim kartları masanın üzerine yayılmaz. Hepsi bir kutuya konulur. Öğretmen çocuktan istenilen resim kartını bulması ve getirmesini ister.
Öğretmen çocuğa iki aşamalı bir emir verir “topu al, masaya koy” gibi.
Öğretmen çocuğa 9. Alıştırmadaki  gibi bir de vücut hareketi ekler. Önce “zıpla, sonra topu al, masaya koy” gibi.
Öğretmen kısa bir öykü anlatır. Anlatılan öyküde her bir kişi tek bir iş yapmalı  “anne yemek hazırlıyordu, “çocuk annesinin yanında oturdu, baba geldi gazetedeki bir öyküyü okumaya başladı, çocuk öyküyü olduğu gibi tekrar etmelidir. Öyküye başlaması anne, çocuk, baba sırasını takip etmesi önemlidir. Cümlelerin yanlışlığı veya bozuk, telaffuzu bu alıştırmada önemli değildir.
Öğretmen iki aşamalı bir emir verir. Ancak emir verirken iki aşama arasında bekler. “sınıfa git, bekle, bir defter getir” çocuk önce emri sınıfa giderek defter getireceğim şeklinde tekrarlar, sonra emri yerine getirir.
Öğretmen çocuklara küçük tekerlemeler, şarkılar öğretir.
Öğretmen küçük öyküler anlatır, çocuktan da anlatmasını ister.

92
Tarih & Türkiye / Türk aydını genç neslin yemini
« : 09 Mart 2009, 04:00:27 ös »
TÜRK AYDINI GENÇ NESLİN YEMİNİ

Hüseyin KAÇIN

Tarihi bir anıt gibi, som altından yekpare bir sütun gibi aydınlatan, Türk Milleti’nin kaderini ve geleceğini yüklenerek üzerime, yılmadan yürüyeceğim.

Bu öz bilinçle, önüme kurulacak bütün engelleri ve tuzakları kararlılıkla aşacağıma dair yeminimi, bir tohum gibi her seher vakti yüreğime ekiyorum. Ben yılmaz ve sarsılmaz şahsiyetimle istikbalin Türk Aydınıyım. Ben gelecekte değil şimdiden büyük bir kudreti bağrımda taşıyorum. Yarın büyüyecek olan değil bugün büyük olan asil soyluyum. Türklüğüm, kudretimdir, şanımdır ve şerefimdir. Bu uğurda  yüreğime ve rüyalarıma değin saran bir heyecanla çalışmak  ana rahmindeyken tarihin kaderime damgaladığı  kutlu bir ödevdir.

Fikren, ilmen, bedenen güçlü ve yüksek karakterli bir neslin hür bir ferdi olarak sesleniyorum.

Ulu Tanrım!

Endülüs ve Bağdat’a Ağıt yakmayacağım. Ağlamak kaderim değil artık. Şanlı mazinin horasan erenleri gibi istikbalin Türk Aydını olarak Endülüs’ü ve Bağdat’ı diriltecek kudreti diliyorum.

Ulu Tanrım’ Kanadı incinmiş, karnı acıkmış bir serçenin ötüşünü duyar ve anlarsın. Yardımını esirgemezsin. Türk Milleti’nin istikbaline olan inleyişlerime merhamet eder misin?

Yeminim istikbalin her gününü, her saatini, her saniyesini ve hatta varsa eğer saniyenin içindeki zamanları da kuşatacaktır. Şahsiyetim, boş uğraşlarda, zevklerde, seyirlerde değil, beyinsel düşünce dünyamda mazinin bilgisini kuşatarak ve istikbale yenilenerek yol alan kudreti yeşerterek olgunlaşmaktadır.

Roma’nın bütün kentleri, Sibirya’nın buzlu yolları, Afrika’nın çölleri ve Balkan’ların yıkılmış minareleri merhametime hasret beni beklemektedir. Kainat, (alınyazısı ile birlikte) benim yüreğimin genişliğini öz ülke edinmek için Tanrı’ya yalvarmaktadır.

Aşkla doğdum, Aşkla yaşayacağım, Aşkla öleceğim.

Benim aşkım anlatılmadı hala genç delikanlılara ve kızlara. Geleceğin anneleri daha şanslıdır. Kudretli Destanımı anlatacaklar yavrularına, yüreklerindeki ve gözlerindeki kıvançla. Benim aşkım sadece bir  yüreği değil, hücrelerine değin kainatı kuşatacaktır.

Hafıza sarayımda, Hazreti Mevlana, gecen her demin ardından yarın yeni bir şeyler söylemek için gülümseyecek, Farabi, mutluluk adına seslenecek, Fuzuli beyitlerini terennüm edecek, Mehmet Akif, Çanakkale Şehitlerinden seslenen bir Bülbül gibi hitap edecek bana ve yol arkadaşlarıma. Tarihin bütün kudretli şahsiyetleri ölmemişlerdir. Beyinsel düşünce dünyamın ve yüreğimin kutlu konuklarıdır. Gerektiğinde yitirdiği hikmeti Batıdan alacak ve Dante ile birlikte haykıracak:

Ey yurt! Ey yurttaşları birbirine bağlayan duygu!

YARIN YENİ ŞEYLER SÖYLEYECEĞİME DAİR YEMİN EDERİM.

93
Genel Tartışma / son kullanma tarihi geçmiş atasözlerimiz
« : 09 Mart 2009, 03:59:23 ös »
Atasözleri günümüze ışık tutuyor



Beyazların Amerika'ya adım atmasıyla kaderleri değişen ve asimilasyona uğrayan Kızılderililerin söylediği bazı sözleri var ki asırlar öncesinden günümüze bilgelik taşıyor.
22 Ocak 2008 05:05
Yazı boyutunu büyütmek için             
Bir kızılderili atasözü, "Nimet de külfet de büyük ruhun elindedir. Bazen onun külfeti bizi nimetinden daha fazla akıllandırır" derken, bir başka atasözü ise "Derinin rengi insanları farklı kılmaz. İyi iyidir, kötü kötüdür. Büyük yaratıcı hepimizi kardeş olarak yaratmıştır" diyor.

Polisler tarafından çıkarılan Son İstasyon dergisindeki yazıda; Apache, Siouw, Cherokee, Kara Ayak, Comanche, Arapaho, Mohican ve Cheyenne gibi ünlü kızılderili kabilelerinin yüzyıllardan süzülüp gelen atasözlerine yer verildi.

Atasözlerinden bazıları şöyle:

- Ağlamaktan korkma. Zihindeki ıstırap veren düşünceler gözyaşı ile temizlenir.

- Arkamdan yürüme, ben öncün olmayabilirim. Önümde yürüme takipçin olmayabilirim. Yanımda yürü böylece ikimiz de eşit oluruz.

- Bir düşman çok, yüz dost azdır.

- Düşmanımı cesur ve kuvvetli yap. Eğer onu yenersem utanç duymamayım.

- Derinin rengi insanları farklı kılmaz. İyi iyidir, kötü kötüdür. Büyük yaratıcı hepimizi kardeş olarak yaratmıştır.

- Su gibi olmalıyız. Herşeyden aşağıda ama kayadan bile kuvvetli.

- Yeryüzüne iyi muamele et. O babanızın malı değil, onu çocuklarınızdan ödünç aldınız.

- Komşunun hakkında hüküm vermeden önce iki ay onun makosenleriyle yürü.

- Ölüler güç ve bilgilerini beraberinde götürmez, yaşayanlara ilave eder.

- Bir kere 'al şunu' demek, iki kere 'ben vereceğim' demekten iyidir.

- Gözün ile değil yüreğin ile hüküm ver.

- Kehanet, muhtemel bir olayı kesin bir bakış ile görmekten başka bir şey değildir. Hava ya bulutlu olacaktır ya da güneş açacaktır.

- Eğer herkes bir başkası için bir şey yaparsa dünyada ihtiyaç içinde kimse kalmaz.

- Yanlışı gören ve önlemek için eli uzatmayan, yanlışı yapan kadar suçludur.

- Şeytan hakkında konuşmayın. Gençlerin kalbinde merak uyandırır.

- Senin vicdanını senden başkası temsil edemez.

- İnsanlar tabiattan uzaklaştıkça kalbi katılaşır. İnsanın gözleri öyle kelimelerle konuşur ki dil onları telaffuz edemez.

- Verdikleri sözün sadece birini tuttu çatal dilli soluk yüzlüler; topraklarınızı  alacağız dediler ve aldılar.

- Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.

94
Psikoloji / savunma mekanizmaları
« : 09 Mart 2009, 03:58:37 ös »
Dr. Murat BEYAZYÜZ
Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi 1. Psikiyatri Kliniği

Savunma mekanizmalarının esas işlevi, zihnin zorlanma durumlarında, zihinsel yapının bütünlüğünü ve dengesini sürdürmektir. O halde, normal dışı zihinsel işleyişin belirleyicisi savunma mekanizmalarının kullanılması değildir. İstisnasız her insan, zihinsel yapısının bütünlüğünü korumak ve kendisini dengede hissetmek için savunma mekanizmaları kullanır. Bununla birlikte savunma mekanizmalarının nasıl, ne sıklıkta ve hangi durumlarda kullanıldığı normal dışı işleyişi belirlemekte bir kriter olabilir.
Zihinsel aygıt aynı anda birbiri ile bağdaşmayan birçok dürtünün zorlamasıyla karşılaşırsa bu duruma “çatışma” denir. “Çatışma” kavramı aynı zamanda “süperego” istekleri ile “id” istekleri arasındaki uyumsuzluğu ve hatta “id” veya “süperego”nun isteklerinin dış dünya ile uyumsuzluğunu da anlatır. Bu çatışmaların “ego”da yarattığı anksiyete savuma mekanizmalarının yardımıyla giderilir.
Şimdi bu savunma mekanizmalarını kısaca anlatmaya çalışalım.

Bilinçdışı Bastırma (Repression)
Dürtülerin, insanın isteği dışında bilinçdışında tutulması ve bilince çıkmalarına izin verilmemesi anlamına gelen bilinçdışı bastırma (repression) ile, istenmeyen, hoşnutsuzluğa yol açan istek, anı veya duyguların bilinçdışına itilmesi yönündeki çabayı anlatan bilinçli bastırma (supression) birbirinden farklı zihinsel süreçleri ifade eder. Bilinçdışı bastırma ile bilinçdışında tutulan dürtüler hiçbir zaman bilince çıkmamışlarıdır ve çıkamazlar. Bilinçli bastırma ile bilinçdışına itilen yaşantılar ise daha önce bilinçli olarak yaşanmışlardır ve daha sonra bilinçdışına itilmişlerdir. Sonradan bilinçdışına itilen bu yaşantılar, bilinçdışı bastırma mekanizması ile “id”de hapis tutulan dürtülerden farklı olarak gerektiğinde bilince tekrar çıkarılabilirler.
Bilinçdışı bastırma (repression) savunma mekanizmaları arasında en önemli olandır, zira diğer tüm savunma mekanizmaları bu savunma mekanizması ile birlikte çalışırlar. Genellikle bastırmanın yetersiz kaldığı durumlarda, diğer savunma mekanizmaları zihinsel yapının selameti için “bastırma”nın yardımına koşarlar.
Bastırılan dürtülerin veya çatışmaların zaman zaman davranışlarda bir takım etkileri olabilir. Mesela ödipus kompleksinin çözümlenmeden bastırılması sonucu, yetişkinlikte bir takım cinsel sorunlar, karşı cinsle ilgili kararsızlık durumları ortaya çıkabilir.

Yâdsıma (Denial)
Kötü bir durumla karşılaştığımızda söylediğimiz “bu gerçek olamaz” cümlesi yadsımanın izini sürmek için iyi bir örnektir. Yâdsıma, içten ya da dıştan gelen tehlikeli bir durumun yok sayılmasıdır. Tüm ilkel savunma mekanizmalarına değişen oranda yadsıma da eşlik eder. Hoşnutsuzluk yaratan birçok olay, bilinçdışına bastırılırken, aynı zamanda yaşanmamış gibi de hissedilir, yani bastırmaya yâdsıma eşlik eder.

Yansıtma (Projection)
Kişi kendisinden kaynaklanan hoş olmayan yaşantıların sorumluluğunu, kendi dışındaki nesnelere yükleyerek bu yaşantıların yaratacağı anksiyeteden kurtulabilir. Yansıtmanın bir diğer şekli de, hoşnutsuzluk yaratan veya dış dünyaya uygun olmayan “id” veya “süperego” isteklerinin başka kişilere mal edilmesidir. Böyle bir durumda da yansıtma, yadsıma ile birlikte çalışır.

Neden Bulma (Rationalization)
Bu savunma mekanizması yapılan hareketi haklı göstermek için ya da hayal kırıklıklarının etkisini azaltmak için kullanılabilir. Örneğin, bir elektronik cihazı kullanım kurallarına tam olarak riayet etmeksizin kullanan ve bu ihmali ile cihazın bozulmasına sebep olan kişi, cihazın kaliteli olmadığını, dayanıksız olduğunu veya bir imalat hatası olduğunu söyleyerek kendisini suçluluk duygularından kurtarmaya çalışabilir.
Anlaşılabileceği gibi, neden bulma savunma mekanizması da hemen her zaman yâdsıma ile birlikte kullanılır.

Dışlaştırma (Externalization)
Kişi kendisinden kaynaklanan hoş olmayan düşünce, duygu veya isteklerin dış dünya ile ilgili olduğunu ve kendi zihinsel süreçlerinden bağlantısız olduğunu düşünür. Dışlaştırma sürekli şanssızlıktan yakınan insanların sıklıkla kullandığı bir savunma mekanizmasıdır.

İçleştirme (Introjection)
Bu savunma mekanizmasında, kişi başka bir insanın veya başka bir topluluğun özelliklerini zihinsel yapısının içine alır ve kendi kişiliğinin unsuru haline getirir. Amaç her savunma mekanizmasında olduğu gibi zihinsel aygıtı gerilimden korumaktır fakat bu savunma mekanizmasında gerilim daha çok dış kaynaklıdır. Süperegonun oluşumunda bu içleştirme mekanizmasının esas rolü oynadığını söylemiştik.

İçe Alma (Incorporation)
Bu mekanizmada, insan çeşitli sebeplerle ayrılmak zorunda kaldığı kişi veya kişileri, bu kişilerden ayrılmasının yarattığı anksiyete ile baş edebilmek için kendi zihinsel aygıtına dâhil eder, bu kişilerin özelliklerini kendi egosuna eklemler. Yani bir bakıma o kişileri kendi içinde yaşatır. Mesela, babasını kaybeden biri, onun paltosunu giyerek, onun tespihini kullanarak veya onun gibi davranarak onun özelliklerini kendi “ego”suna dâhil eder ve böylece ondan ayrılmanın yarattığı anksiyeteyi savuşturur.

Ödünleme (Compensation)

Bu savunma mekanizması ile insan, zihninde yer alan eksiklik, yetersizlikle ilgili imajlardan, bedenindeki eksikliklerden ya da kusurlardan veya sosyal alanlardaki yetersizliklerinden kaynaklanan rahatsız edici duygularından kurtulmak için bu eksik taraflarını yadsır, ama bu yâdsıma yeterli olmadığı zaman zihinsel, bedensel veya sosyal başka alanlarda kendisini geliştirerek eksik olduğu taraflarını yadsımayı kolaylaştırır.
Ne var ki ödünleme savunma mekanizması da diğer savunma mekanizmaları gibi her zaman olumlu sonuçlar doğurmaz. Örneğin, zihinsel bir takım eksiklik imajları sebebiyle sürekli aşağılanmaktan korkan bir insan, entelektüel alanda kendisini geliştirerek, bilgileri ile etrafındakileri sürekli aşağılamayı seçebilir. Böyle bir durumda da ödünleme mekanizmasının yansıtma ile birlikte çalıştığını görürüz.

Yüceltme (Sublimation)
Bu savunma mekanizmasında, kişi dürtü, eğilim ve isteklerinin dış dünya gerçekliği ile örtüşmediği durumlarda, bu dürtü, eğilim ve isteklerine toplum tarafından hoş görülebilecek kılıflar hazırlayarak zihinsel gerilimden kurtulur.

Yer Değiştirme (Displacement)
Bir duygu ya da dürtü, asıl hedefinden başka bir hedefe doğru yönlendirilmesi veya, bir duygunun ya da dürtünün yerine bir başkasının geçirilmesi şeklinde çalışan bir savunma mekanizmasıdır. Baskıcı bir babanın disiplininde yetişmiş bir kişi babasına karşı olan saldırgan dürtülerini ileride kocasına yönelterek bu dürtülerin yarattığı anksiyeteden kurtulabilir. Diğer durumda ise kişinin babasına yönelmiş yoğun saldırgan dürtülerinin yerine yoğun bir sevgi, saygı ve ilgi geçebilir.

Özdeşleşme, özdeşim kurma (Identification)
Normal gelişim süresi içinde çocukluk ve ergenlikte bu mekanizmanın nasıl ve ne amaçla kullanıldığını ve nelere hizmet ettiğini daha önce anlatmıştık. Aynı mekanizma yetişkinlikte daha çok kişinin kendi değerini arttırma veya kendisini korumak amacı ile kullanılır.
Burada belirtmek gerekir ki, özdeşim yoluyla edinilen kimlik bazı durumlarda yetersiz kalabilir ve kişiyi ciddi bir çatışma içine sokabilir. Bu nedenle özdeşleşmenin derecesi ve çeşitliliği bu savunma mekanizmasının işlevselliği açısından oldukça önemlidir.

Karşıt Tepki Oluşturma (Reaction-Formation)
Bilinçdışındaki dürtü, eğilim ve isteklerin bastırma mekanizması ile engellenmesi her zaman mümkün olmaz, bazen kişi, bilinçdışından gelen bu zorlayıcı isteklerle baş edebilmek için bilinçli olarak bunların tam tersi şeklinde davranışlar sergileyebilir ve bu şekilde suçluluk duyguları önlenir ve toplumun daha rahat kabul edebileceği bir kişilik görünümü oluşturulur.

Duygusal Soyutlanma (Emotional Insulation)
İnsan hayatta her an hayal kırıklıkları veya psikolojik travmalarla karşılaşabilir. Bu durumların yaratacağı gerilimden korunmak için bazı insanlar, normal bir zihinsel süreç olan duygulanma eğilimlerini baskılarlar. Böylece hayal kırıklıkları ve psikolojik travmaların etkilerini en aza indirmeye çalışırlar. “Duygusal soyutlanma” olarak adlandırdığımız bu savunma mekanizmasını kullanan insanlar genellikle duygusal olmayı bir zayıflık sayarlar ve bu sebeple güçlü olmak uğruna kendi duygularına yabancılaşırlar.

Düşünselleştirme (Intellectualization)
Düşünselleştirme dediğimiz savunma mekanizması, neden bulma ve duygusal soyutlanma mekanizmalarının birlikte kullanılmasıyla oluşur. Hayal kırıklığı veya suçluluk duyguları gibi hoşnutsuzluk yaşantıları karşısında kişi, hem durum karşısında duygularının açığa çıkmasını engeller hem de bunu kolaylaştırabilmek için hoşnutsuzluk yaşantılarına kendisi dışında nedenler bulur.

Duygudaşlık (Sympathy)
İnsan dış dünyadan gelebilecek tehlikelere karşı her zaman tedbirli olmak zorundadır. Dış dünya dediğimiz şeyi büyük ölçüde de diğer insanlar oluşturur. Duygudaşlık dediğimiz savunma mekanizmasında insan, diğer insanlara kendini sevdirerek onlardan gelebilecek tehlikeleri engellemeye çalışır. Bu savunma mekanizmasını kullanan bir kişi, diğer insanlar tarafından beğenilmek, sevilmek ve onlardan zarar görmemek için sürekli diğer insanların fikirlerini dinler, onlara hak verir, onları destekler, kendisine yanlış gelen şeylere dahi itiraz etmez ve kendi gerçek görüşlerini asla tam olarak ortaya koymaz.
Sürekli sevilme ihtiyacı hisseden bu insanlar, sevilmek için kendi gerçek kişiliklerinden vazgeçmiş olmanın anksiyetesini de yaşarlar ve içten içe düşmanca duygularını da kendilerini bir şekilde sevdirdikleri insanlara yöneltirler. Duygudaşlık mekanizmasının yanında bu mekanizmanın sonucu olarak ortaya çıkan bu düşmanca duyguların da bastırılması gerekir. Bu kadar çok işi yapmaya çalışan “ego” zayıf düşebilir ve bu insanlar hiç beklenmedik öfke patlamaları sergileyebilirler.

Boyun Eğme (Submission)
Bu savunma mekanizması da duygudaşlık ile aynı amaca hizmet eder. Amaç diğer insanlardan gelebilecek tehlikelerin önünü kesmektir. Duygudaşlık mekanizmasından farklı olarak bu savunma mekanizmasının kullanıldığı durumlarda sevgi arayışı, sevilme ihtiyacı yoktur ve güvende olma, zarar görmeme düşüncesi daha ön plandadır.

Yapma Bozma (Undoing)
Bu savunma mekanizmasının işleyişi, adından da anlaşılabileceği gibi, diğer savunma mekanizmalarının tam bir başarısızlığı durumunda, “ego”nun son bir telafi manevrası olarak özetlenebilir. Şöyle ki; “ego”nun kullandığı savunma mekanizmalarını atlatmayı başaran bilinçdışı istek, dürtü veya arzular gerçek dünyaya ulaşırlar ve “id”deki gerilimin bir şekilde boşalmasını sağlarlar, yani savunma mekanizmaları başarısız olur, sonrasında “ego” bu yenilgiyi telafi etmek için “id”in haz elde etmesinde rol oynayan aracı mekanizma üzerinde değişiklik yapma yoluna gider. Bunun örneklerine farkında olmadan sıkça rastlarız. Mesela, her gün rastlayabileceğimiz, ama mantıksal olarak hiçbir anlam ifade etmeyen “sözünü geri alma” fiili, basit bir “yapma bozma” işidir.

Dönüştürme (Conversion)
Bu savunma mekanizması iki amaçla kullanılabilir; bunlardan ilki diğer savunma mekanizmalarında olduğu gibi, bilinçdışı dürtülerin bilince erişmesini engellemektir, dönüştürme mekanizmasının diğer kullanılma amacı ise dış dünyadan gelen ve zihinsel aygıtı zorlayan yaşantılardan kaçmaktır. Dönüştürme mekanizmasında, iç veya dış kaynaklı zorlayıcı etkenlerin yarattığı gerilim anksiyete şeklinde yaşanmaz, bu gerilim dönüştürülür ve vücutta bir takım hastalık belirtileri şeklinde ortaya çıkar. Bu belirtilerin tıbben, organik sebepleri yoktur ve bu savunma mekanizması normal olmaktan oldukça uzaktır. Sinirsel bayılmalar, sıkıntılı olaylar sonrasında vücudun çeşitli yerlerinde ortaya çıkan uyuşmalar, titremeler, güç kayıpları dönüştürme mekanizmasına örnek olarak verilebilir.

Çilecilik (Asceticism)
Dış dünyanın şartları karşısında, cinsel veya saldırgan dürtülerine her hangi bir doyum aracı bulamayan kişi bu dürtülerini tamamen bastırır ve tüm haz veren faaliyetlerden uzak durma yoluna gider. Bazı tarikat mensuplarında bilinçli bir fiil olarak görülen bu çilecilik, özellikle ergenlerde, baş edilemeyen dürtülere karşı kullanılan bilinçdışı bir savunma mekanizmasıdır.

“Ego psikolojisi” teorisine göre normal dışılığı belirleyen şey bu savunma mekanizmalarının kullanılması değil bunların ne sıklıkla ve ne şekilde kullanıldığıdır.
Ego psikolojisi teorisi, temelde dürtülerden çok öğrenilen davranışları ve dış dünya ile ilişki biçimlerini esas aldığı için, doğa bilimlerine dürtü teorisinden daha yakın bir noktadadır

95
Genel Tartışma / pesimizm
« : 09 Mart 2009, 03:48:14 ös »
her şeyi kötüye yoran, dünyada iyi şeylerden çok kötü şeylerin olduğuna inanan olaylara hep kötü yönüyle yaklaşma biçimidir...

filozof Leipniz'in öğretisi olan optizme karşı olarakherşeyin kötü olduğu, dünyada olagelen kötülülükler toplamının, iyilikler toplamına ağır bastığı dünyada kötülüklerin egemen olduğu görüşünü ileri sürren felsefi akımdır. Schopenhauer'in geliştirdiği pesimizme göre acı çekme, ıstırap, doyumsuzluk ve hoşnutsuzluk varlığın temelidir...

NEDEN PESİMİZİM?

Şu dünyaya bir bakın!!! etrafınıza bir bakın!!! yaşadığınız topluma bir göz atın... nerede gerçek? nerede doğruluk? nerede mutluluk?

''Bir çiçek kokusu alsa gözleri cenaze arar'' diyenler pesimisttir...

bardağın dolu kısmıyla avunmak yerine, boş kısmındaki gerçekle yüzleşmektir pesimizm...

mutlusunuz...ırakta insanlar ölüyor...

mutlusunuz...fahişelerin para kazandığı dünya bir seks objesi...

mutlusunuz...kardeş kardeşi bıçaklıyor...

mutlusunuz...ailesi tarafından terk edilmiş bir çocuk, yaşlı dedelerin emekli maaşını çalıyor...

mutlusunuz...uğruna ölmeyi bile göze aldğınız, değer verdiğiniz kişi sizi arkanızdan vuruyor...

bende mutlu olmak isterim ama neye dayanarak?

söyleyin ban benim mutluluğum bana yetecekmi?

96
Psikoloji / mutlu olmak [Prof. Dr. Ahmet İNAM]
« : 09 Mart 2009, 03:44:12 ös »
Prof. Dr. Ahmet İNAM

Mutsuz olmamız, kahır çekmemiz için ne çok sebebimiz var! Olup bitenin, acı verici durumu karşısında mutsuz olmak daha insana yakışan bir şey değil midir? Değildir! Mutlu olmak, insan olma sorumluluğu taşıyan herkesin bir sorumluluğudur.


Son zamanlarda sık sık kendime söylediğim bir söz: "Mutsuzluk ahlâksızlıktır." Ahlâk yaşamının hedefi mutluluktur; mutluluk ahlâkına göre yaşamalıyız anlamında söylemiyorum bu sözü. "Mutluluk", "mutsuzluk" kavramlarından, çağımız insanının çoğunlukla anladığını anlamıyorum. Bu kavramların farklı yorumlarına gerek duyduğumuzu düşünüyorum.

Akıllı mutsuz, salak mutlu mu olur?

Alışılagelmiş bakışla, düşünen, araştıran, soruşturan, eleştiren insanın mutsuz olması gerektiğine inanılır. Dünyadaki gidişe "aklı eren" insan, oradaki akıldışı akışı, haksızlığı, sömürüyü, acıyı, iletişimsizliği, kısacası dünyadaki cehennemi görür ve mutsuz olur. Aydın mutsuzdur; gördüğü karşısında; gördüğünü düzeltmeye çabalamasındaki yetersizliği karşısında. Düşününce mutsuz olur insan; bir anlamda nasıl düştüğünü görmüştür, kendinin ve insanlığın. Düşünüyorum: O halde mutsuzum der. Mutsuzluk dünyayı değiştirmenin bir gerekçesi olur; yalnız gerekçesi değil, itici gücü, enerjisi. Mutsuzlar, dünyaya isyan edip, dünyayı değiştirmeye, dönüştürmeye çabalayacaklardır. Mutsuzluk, uyumamanın, uyanıklığın, isyanın, eleştirinin bir itici gücüdür. Mutsuz, bilinçlidir, bilgilidir, asidir.

Oysa, mutlu, tam bir salaktır. Düşünme gücünden yoksun, bilgisiz olduğu için mutludur. Aydın mutlu olamaz; o denli çok kaygısı; içinden bir türlü çıkamadığı kendisine, düzene, düzenin değiştirilmesine ait sıkıntıları vardır ki, mutlu olması olanaksızdır. Boş kafalı, yaşamayı yüzeyden alan, sorumsuz, bencil insanlar mutluyum diye dolaşırlar. Ne kadar kapsamlı, ne kadar derin düşünürseniz o kadar mutsuz olursunuz.

İşte yukarıda mutluluk ve mutsuzlukla ilgili saptamalara karşı çıkıyorum. "Akıllı mutsuz, salak mutlu" savının yaşama beceriksizliklerinin bir avuntusu olabileceğini düşünüyorum. Mutsuzluk görüntüsünün, saplantısının ya da avuntusunun "gerçekle" yüzleşmekten bir kaçış olduğunu düşünüyorum.

Mutluluk bilinç ve yürek işidir.

Dünyada bir zulüm, haksızlık, sömürü düzeni olduğu bana açık geliyor. Mutsuz olmamız, kahır çekmemiz için ne çok sebebimiz var! Olup bitenin, acı verici durumu karşısında mutsuz olmak daha insana yakışan bir şey değil midir? Değildir! Mutlu olmak, insan olma sorumluluğu taşıyan herkesin bir sorumluluğudur. Burada, "şişe yarıya kadar dolu" demiş mi oluyoruz, "yarıya kadar boş olan şişe"ye? Mutlu olma bir çeşit aldanma sonucu mu elde edilecektir? Avunma, aldanma, görmezlikten gelme, sorunlardan kaçma yoluyla "mutluluk oyunu" oynamaktan söz etmiyorum.

Aldanma sonucu "mutluluk" sözde mutluluktur. Mutluluk bir bilgi işidir: fark etme, ayırt etme, yargılama; düşünebilme işidir! Dürüstlükle başarılır.

İnsanın ardında olduğunu söylediği mutluluğun, sorunlardan, acılardan, kaygılardan azade bir ruh haliyle yaşanması gerekmez. Gerçekle yüz yüze, onun sorunlarıyla içice olduğunuz halde mutlu olabilirsiniz.

Önce şu soru: Neden ardındayız mutluluğun? Gerçekçi olduğumuz, gerçeği anlamaya, yorumlamaya, sorunlarıyla baş etmeye çabalamak için. Araştırmak için. Mutsuzdan araştırmacı olmaz. Mutsuzdan devrimci olmaz. Mutsuzdan başkaldırı, umut, düş bekleyemezsiniz!

Karşı çıkışları duyuyorum: Mutsuz bilenmiştir, ödün vermez, kavgaya, savaşa, mücadeleye, zulüm görmeye hazırdır. Kelle koltuğunda yürür mutsuz. Mutlu, yitirmek istemediği mutluluğu için korkaktır, ödünler verir; dünyadan hoşnuttur, merak etmez, öğrenmez, kendini aşmak istemez.

İşte tam da bu noktada karşı çıkışlara karşı çıkıyorum! Böyle salak, böyle eblek, böyle sorumsuzdan mutlu insan çıkmaz! Mutluluk bir bilinç işidir, yalnız bilinçli olmakla kazanılmaz mutluluk, yürek işidir aynı zamanda. Mutluluk, uyuşukluk, tembellik, atâlet değildir. Hamarat ruhların işidir. Acı çeken, acı çekmiş, duyarlı insanların. Mutluluk bir haz hali değildir. Acı yokluğu hiç değil!

Mutsuzluk yaşama beceriksizliğidir.

Mutluluk iç ve dış özgürlüğe kavuşabilmede bir dönüm noktasıdır. İç dünyamızın, düşünce ve duygu dünyamızın bağımsızlığı, insanlarla kurduğumuz ikili ilişkilerin, toplumsal ilişkilerin özgürleşebilmesinde katkısı olan bir güçtür. Kendimizi ve dünyayı değiştirebilme gücü. Telos'umuza, hedefimize, amaçlarımıza, düşlerimize, ütopyamıza bizi ulaştırabilme gücü. Bu gücü anlayamamak, bu güce bigâne kalmak elbette sorumsuzluktur. Güzel, hakça bir dünya için çalışmamak demektir. Elbette ahlâksızlıktır.

Mutsuzluk kendimizle yüzleşebilme cesareti için gereklidir. Gerçekle, dışımızdaki ve içimizdeki gerçekle, tarihle, kültürle karşılaşabilmek için. Yılgınlığı, tembelliği, kolaycılığı yenebilmek için. Mutlu insan, iç dünyasında gezebilen, içinde kolayca dolaşabilen; kendini tanımaktan ürkmeyen özerk bir insandır. Mutlu, gerçekliğin karşısına çıkardığı sorunlarla karşılaşabilme gücü taşır.

Mutlu, kendini, gerçekliği yaşamaya hazırdır: Elbette öteki insanlarla birlikte. Mutlu, birlikte yaşamaya, paylaşmaya açar kendini. Mutluluk, yaşamaya hazır olmadır: Geçmişi üstlenip, eleştirip, eleyip, yorumlayıp, geleceğe doğru yürüyebilme durumudur. Tek başına mutlu olunmaz; birlikte olunur. Paylaşmayla olunur. Ortalık güllük, gülistanlık olduğu için değil; savaşta, kavgada, kuşkuda, zulüm görmede de mutlu olunur.

Mutlu, duygularını, aklını, bedenini bir bütün halinde yaşar. Duygu ve aklıyla iletişime geçer; onları tanır. Bedeninden gelen enerjiye haberlere, uyarılara açıktır.

Mutlu, dinlemeye, anlamaya, söyleşmeye hazırdır: Kendiyle ve öteki insanlarla. Taktik uygulayan; insanları sınıflandırıp, damgalayan, denetleyip, elinin altından bırakmayan, mutlu olamaz. Mutluluk umut; mutluluk, içimdeki "daha var" diyen sestir.

Mutlu, kendini "aşmak", öğrenmek, üretmek ister. Mutluluk, olanaklarını gerçekleştirmeye çalışmada yatar. Mutsuz, olanaklarını keşfetse de, gerçekleştiremeyendir. Mutsuzluk, insanın yaşama beceriksizliğidir. Kendini gerçekleştiremeyen, düş kuramayan, görüşlerini açık açık dile getiremeyenden mutlu olmaz.

Mutlu insan dünyayı değiştirecek insandır.

Mutluluk, edilgenlik demek değildir. Tembellik hiç değil. Mutluluğun, dünyanın sonu olduğunu söyleyen masallarla kültürümüze geçtiğini görüyoruz. Mutluluk, öykülerin, romanların, filmlerin sonunda yer alabiliyor. Sonlara tıkılmış bir yaşam biçimi değildir oysa; somut yaşam alanında ortaya çıkıyor. Mutlu insan dünyayı değiştirecek insandır:Yaşamaya, kavgaya, düşünmeye, üretmeye hazır bir insandır.

Mutluluk bir haz hali değildir. Bir karakterdir. Mutlu insan bu ahlâki karakteriyle, başına gelmiş ve gelecek olanları yaşar. Mutlu insan, zulüm çekmiş, işkence görmüş biri de olabilir. Mutlu insan yerinde duramaz, etkindir; sorumludur: Mutlu insanlardan söz ediyorum. Dünyaya bir bakış biçimi, bir yaşam biçimi oluveren mutluluk, ağır bir sorumluluk taşır. Çünkü, mutluluk "hazır olma" durumudur; mutlu insan, gerçekleştireceği tasarılarının altında ezilmez.

Gelip geçici bir hâl değil de bir karakter oluveren mutluluk, bize yaşam boyu destek oluverecek bir güçtür.

Yanılır mıyız mutluluk konusunda? Zaman zaman. Neyin mutluluk, neyin mutsuzluk olduğunu anlamak, hangilerinin mutluluk karakterine (ahlâk karakteridir!) uygun olduğunu önceden söyleyebilmenin zorlukları var. Bize mutluluk gibi görünen, öteki insanların mutsuzluğu olabilir. Oysa, dünyadaki sorunları ele almanın, tavır koymanın, gerçekliğe yönelmenin, kimi eylemlerin çekirdeğini taşıyan bizim karakterimizdir. Karakterimiz mutluluk karakteri ise gelip geçici mutsuzluklarımızı görmezden geliriz, onları simyacı gibi mutluluğa dönüştürmeye çalışırız.

Siz kendinizi "mutlu", "karakterli" biri olarak görüyorsanız; kendinizle barışık, geleceğe ilişkin tasarımlar taşıyan bu karakterinizle dünyanın zorluklarıyla baş etmeyi biliyorsunuz demektir.

Bu yazıyı elbette kendini sorgulayan bir mutsuz, bir ahlâksız yazdı.

97
Mehmetçik ile teröristler arasındaki sıcak çatışmada Mehmetim bakın ne yapıyor?

Adı Serkan Karadeniz. 1993-1995 yılları arasında Hakkari'de Yarbay olarak görev yaptı. 21 Ekim'de 12 askerin şehit edildiği, 14 askerin yaralandığı, 8 askerin de kaçırıldığı Dağlıca Komando Tugayı'nda...

Emekli Yarbay Serkan Karadeniz, terör örgütünün Dağlıca bölgesine neden bu kadar ilgi gösterdiğini Haber 7'ye anlattı. Serkan Karadeniz'in anlattığı bir olay var ki, Türk askeri hakkında bir takım iddialar ortaya atanlara ders olabilecek durumda. Olay 2 Haziran 1995'te yaşandı.

Emekli Yarbay Serkan Karadeniz yaptıkları operasyonlardan bahsederken Türk ordusunun ne kadar merhametli olduğunu anlatırken bizzat yaşadığı şu olayı paylaştıı:

"BU İNSANİ DAVRANIŞI BAŞKA HANGİ ORDU YAPAR"

“Yine Dağlıca Bölgesinde bir operasyonda yaraladığımız bir terörist bir mağaraya saklandı. Onu oradan çıkarma girişimlerinde bir uzman çavuşumuz orada o yaralı terörist tarafından şehit edildi. Daha sonra mağarada bulunan o yaralı teröristi ve öldürülmüş ve mağaraya saklanmış olan diğer teröristleri çıkardık.

10 dakika kadar önce uzman çavuşları şehit edilmesine rağmen bizim askerimiz o teröristin tedavisini yaparak Türk adaletine teslim edilmesini sağladı.”

Karadeniz, “Ben buradan bütün teröristlere sesleniyorum başka hiçbir orduda böyle merhametli böyle şefkatli asker bulamazsınız. Hiçbir millet teröristi tedavi etmez. Başka yerde de böyle adalet bulamazsınız. Gelin teslim olun. Kendinizi kullandırmayın. Binlerce yıldır var olan kardeşliği birliği beraberliği bozmaya çalışanlara karşı en güzel cevap yine birlik beraberlik ve kardeşliğimizi göstermekle olur” şeklinde konuştu.

98
Din & Felsefe / matematikle yaşamak
« : 09 Mart 2009, 03:40:47 ös »
MATEMATİKLE YAŞAMAK

Matematik Sempozyumu
7 Haziran 2002

İnsan kaç dünyada yaşar? Şimdi hepimiz tek bir dünyada, yeryüzünde yaşadığımızı düşünüyoruz ve bu dünya hepimizce paylaşılan bir dünya. Ama aslında, o, yaşadığımız ortak dünyanın yanında, yaşayabildiğimiz değişik dünyalar da var. Bu nasıl oluyor? Yaşadığımız bu ortak, herkesle birlikte olduğumuz dünyamızı, kendime göre yorumlamaya, anlamaya değerlendirmeye, düşünmeye, tasarlamaya başladığım zaman diğer insanlardan ayrı bir dünya meydana geliyor.

İşte matematikçi, gerçek anlamda matematikçi olmak, benim görebildiğim kadarıyla, matematikle uğraşmak, herkes için olan ortak bir dünyada yaşamaktır ama, bu dünyaya matematikle bakabilmek, bu dünyada matematikle yaşayabilmekle gerçekleşebilir. Çünkü, bu herkes için ortak olan dünyamızın içinde, birlikte yaşadığımız, paylaştığımız, üzerinde tartıştığımız, kavga ettiğimiz, sevdiğimiz, kimi zaman nefret ettiğimiz, aşık olduğumuz, acı çektiğimiz bu dünyanın içinde, değişik dünyalar var. Galiba ben bu ortak dünyanın dışında bir yerde bulunabiliyorum ki, bu hepimizce ortak dünyaya "dışarıdan" bakabilip,onu yorumlamaya çalışabiliyorum. Kendinizi düşünün, bir problem çözerken, eğer çok yoğunsanız çevrenizdeki herşey birdenbire kaybolur, zaman durur, etrafınızda bulunanlar, mekan, alışa geldiğiniz "saat zamanı" ortadan kaybolur, tamamen farklı bir dünyaya girersiniz. İşte ben sizinle bu "Matematikle Yaşamak" konulu söyleşimde matematiğin bu dünyası hakkında konuşmak istiyorum.

Ben bir matematikçi değilim arkadaşlar, ama matematiği seven anlamaya çalışan biriyim. Daha doğrusu matematiği,birçok felsefecinin yapmaya çalıştığı gibi matematiksel düşünme ve onun işleyişi anlamında yorumlama yolunda değilim; matematiği dünyası ve o dünyada yaşayan insanlarla birlikte kavramak istiyorum. Buna çalışıyorum. Matematikçiler benim hep ilgimi çekmiştir. Şairler, ressamlar nasıl ilgimi çekmişse, matematikçiler de çok ilgimi çekmiştir. Nedenini açıklamaya çalışayım. Ne var matematikçilikte, matematikçi olmak neye benzer, matematikçi gibi yaşamak diye bir yaşama biçimi var mıdır? Ben olduğunu düşünürüm. Bir insanın matematikçi olmasının (tabi istisnalar olabilir haklı olarak itirazda edebilirsiniz. Bu konuşmam bitiği zaman) belli bir dünyada, belli bir tarzda yaşamasıyla çok yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Dünyalardan söz etmiştim ya, bu konuşmamın başında, bu dünyalardan dördünü açıklamaya çalışayım size. Matemetiğin nerede olduğunu, bu dünyalar arası ilişkilerden anlatmaya çabalayayım.

Birinci dünya, hepimizin ortak olduğu dünya. Şimdi şu oturduğunuz koltuklar, işte benim sesim, benim görüntüm, buna birinci dünya diyoruz. Fiziksel bir dünyadır ve ortak bir dünyadır. Bu dünyayı yitirdiğiniz zaman mahvolursunuz; zaten bir çok akıl hastalıklarında bu dünya yitiyor, başkalarıyla ortak yaşama dünyasını kaybediyorsunuz ve ozaman tüm çevrenizle ve öteki insanlarla ilişkiniz kopuyor. Onun için ruh sağlığı, düşünce sağlığı açısından, birinci dünyayı, her nekadar çok dalgın, kendinden geçmiş bir insan olsanız da yitirmemeniz gerekiyor. Eskiden yitiren insanlar olurmuş. Büyük alimler. Mesela, bir profösör odasından çıkıyor, evini bulamıyor birtürlü. Kafası o kadar dalgın, o kadar kendini gömmüş ki uğraştığı düşünsel sorunlara. Şimdi akademik hayatta böyle insanlar göremiyorum. Tersine, öyle uyanık, iş bitirici, anasının gözü insanlar sarmış akademik yaşamı. "Acaba ben buradan kaç makale çıkartabilirim?" En iyi doktora tezi olabilecek konuyu nasıl bulabilirim?" "Hangi hocanın yanına gitsem de bir makale çıkarsam, bir yerden birşeyler kapsam" diyen insanlar dolaşıyor üniversitelerde. Büyük bir değişme var akademik hayatta, birinci düyaya karşı. Yanlızca matematikçilerde değil, bütün akademisyenlerde, birinci dünyanın çok yoğun çalıştığını görüyoruz. Oysa birinci dünyada değil matematik. Bu dünyada matematik yok. Bu dünyada sayı yok. (Bu dünyada kavramlar yok! Hiçbir kavram yok!). Bu dünyada 3 tane kiraz var, 3 tane hıyar var, 3 tane araba var ama 3 yok. 3'ün olmayışı diğer sayıların da olmadığını gösteriyor. 3 yoksa diğer sayılar nasıl olacak, kök 2 nasıl olacak veya kökiçinde eksi 1 nasıl olacak, sayılar yok bu dünyada, demek ki matematik bu dünyada değil. Yani, bu dünyada matematiğin hiç bir nesnesine dokunamıyor, matematiğin hiç bir nesnesini öpemiyorum. "Üçgenim gel canım benim!" diyemiyorum. Böyle bir üçgen nerede? Yok ki.! Çizebilirim kağıdın üzerine ama, o çizdiğim üçgen değildir. O üçgenin resmidir. Üçgenle üçgenin resmini karıştırmamak gerekir. Çünkü bir doğru parçasını, geometri kitaplarının yazdığına göre çizmeye kalksam, aslında o çizdiğim muhakkak kalınlığı olan bir şey olmak zorunda olduğu için, tanım gereği doğru parçası olamaz. Çünkü ben doğru parçasına büyüteçle veya mikroskopla baktığım zaman resimdeki kağıt üzerinde bir sürü tırtıl göreceğim. Girintiler çıkıntılar gözleyeceğim.Kağıt üzerinde çizdiğim şekil, matematikçinin kafasındaki doğru parçasına benzemiyor. Demek ki doğru parçası yok. Demek ki matematiğin hiçbir nesnesi birinci dünyada yok. Demek ki matematikçiler, olmayan seylerin peşinde kaptırmışlar habire onlarla uğraşıyorlar. Bunların hiç bir nesnesi yok. Bayağı bir düşündürücü birşey. Demek ki bu dünyanın dışında başka bir dünya olmalı ki( ahiret anlamında söylemiyorum ama!), öyle bir başka dünya olmalı ki, orada bu matematiksel nesneler olmalı; bu dünyanın ortak birinci dünyayla bir ilişki biçimi, haberleşme tarzı bulunması gerekir. İşte bu matematikçilerin yaşadığı dünyaya gidiş yollarından birisi,bu haberleşmeyi başarmakla olanaklı. Bunları anlatıyorum, çünkü matematik eğitimi açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ben gerçi matematikçi değilim ama, hayatımın bir döneminde, genç yaşımda matematik dersleri verdim, uzun yıllar 10 yıl kadar, orta öğretim düzeyinde, üniversiteye hazırlık derslerinde deneyimler edindim. Elimde çanta ile zengin çocukların evlerine gider İstanbul 'da Şişli'de, o zamanlar sosyetenin oturduğu Levent'de, şımarık, kendini bilmez öğrencilere örneğin Pisagor teoreminin ispatını öğretmeye çalışırdım, olasılık hesabından söz ederdim. Ama bütün bu deneyimler,hele o yıllar doktora tezim için gerçekleştirdiğim mantıksal düşünmenin fenomenolojisi ilgili çalışmalarımla birleşince bana matematiğin nasıl bir insan etkinliği olduğu konusunda görüş kazandırdı, kafamda matematiğin yapısıyla ilgili sorularla dolaştım yıllarca; matemetik eğitimindeki sıkıntılar üstüne düşünmeye çalıştım. Ben içinizdeki değerli hocalara birşey söyleyecek durumda değilim. 'Tereciye tere satmak' bizim kültürümüzde çok ayıp birşeydir. Kendi birikimimlerimi aktarmak istiyorum bu dünya teorisi yardımıyla.

Birinci dünya ortak bir dünyadır ama, ikinci dünya, psikolojik bir dünya diyebileceğimiz bir dünyadır. Bu dünya, ortak olma özelliğini kimi zaman taşır kimi zaman taşımaz. Eğer yanımdaki bir arkadaşımla aynı duyguyu paylaşıyorsam, ikinci dünyamızda ortaklık olduğu söylenebilir. Gerçi, nereden bileceğiz aynı duyguyu taşıdığımızı soruları filan var ama oralara girmek istemiyorum. Birbirimizin gözlerinin içine bakıyoruz; bahar gelmiş,sevgilimle elele tutuşmuşuz, herhalde aynı ikinci dünyayı paylaşıyoruz. Kalpleri aynı dünyada, birinci dünyaları da ortak, ikinci dünyaları da. Nekadar güzel! Şimdi, matematik dünyasına girebilmek için, bu psikolojik dünyanın içinde uygun bir tavırla yaşayabilmek gerekiyor. Yani ikinci dünyası müsait olmayan insanların matematik özürlü insanlar olduğunu çok rahat görebilirsiniz. Yani bazı insanlar var ki (ben öğrencilerimde de görmüşümdür!) mümkün değil, kafasının matematiğe basması. Yani, matematik geçirmez bir kafayla dolaşıyor, hiçbir şekilde geçmesi mümkün değil kafasına matematiğin; sınıflarını geçebilir, hatta korkarım matematik öğretmeni bile olabilir, ezberleyerek, hiç anlamadan. İkinci dünyanın olması demek şu demek,yaşamdan örneklerle açıklaya çalışırsam: Matematik nesneler bu dünyada olmadığı için sizin maç seyreder gibi matematiksel ilişkileri seyretme olanağınız yok. Onun için maça giden bir insanın ikincidünyası, Fenerbahçeli veya Galatasaraylı olması gibi sevinçlerle coşkularla arzularla umutlarla dolu olabilir ama, bu psikolojik eğilim ve tutumla siz,matematikçinin varması gereken dünyaya varamazsınız. Başka bir ikinci dünya yaşayışı gerekiyor, yani başka bir ruh hali, başka bir tutum gerekiyor. İşte bu, malesef bizim eğitim sistemimizde pek sözü edilmeyen çok fazla tartışılmayan bir şeydir. Matematik eğitimi açısından çok önemli bir soru da şu: Genç bir insanın. bir matematik gönüllüsünün, bir matematik aşığının, ikinci dünyasıyla nasıl bir ilişkiye geçmeliyim ki, o matematiksel problemlerin dünyasına (ki ben ona dördüncü dünya diyeceğim), dördüncü dünyaya geçebilsin? Nasıl bir yoğunlaşma, nasıl bir heyecan, nasıl bir ilgi olmalı ki, matematiği seven,matematiğe kendini vermek isteyen genç insanlar, matematiğin nesneleri ile karşı karşıya gelebilsinler onlarla ilişkiye geçebilsinler?. Gödel diye bir Matematikçi ve çok ünlü bir mantıkçı var. Aynı zamanda felsefeci olan birisidir. Gödel, tıpkı bizim birinci dünyada örneğin bu su şişesini gördüğümüz gibi matematik nesneleri gördüğünü söylerdi. Nasıl sizin önünüzde masa, perde varsa onun da önünde sayılar veya geometrik nesneler, neyse uğraştığı problemler, sanki çok somut cisimler gibi duruyormuş. Ben geometri alanında çalışan biriysem, eğer ikinci dünyam uygunsa, bir yoğunlaşma ve kendimi toparlama ile matematiksel soyut düşünmeye doğru kendimi ruhsal olarak hazırlama gerekliliğini yerine getirebilmişsem, matematiksel nesneler dünyasına çok kolay çıkabiliyorum. Yoksa, sıçrayıp sıçrayıp yere düşen birine benzersiniz.Hani yüksek bir duvar vardır da boyunuz yetmez sıçrar biraz yükselir azıcık birşey görür tekrar yer çekiminden dolayı düşersiniz. Belkide çoğumuz öyleyiz; ikinci dünya uygun olamadığı için matematik problemlerinin ve konularının azıcığını görüyoruz! Hah, tam göreceğiz, anlayacağız derken, aşağıya düşüyoruz. Bir daha çıkmak için, ne yapmak gerekir? Herhalde bu ikinci dünya dediğim psikolojik dünyanın, nörolojik ve fizyolojik temelleri de var. Bazı insanların beyin yapıları, sinir sistemleri, vücut yapıları, beyin beden bütünlüğü, aldığı eğitim ve çevresiyle olan ilişkisi, kişiliği, duygusal yapısı matematik dünyaya girmeye çok uygun olabiliyor. Bunlar çok uzun süre soyut alemde matematiksel dünyada dördüncü dünyada yaşayabiliyorlar. Çünkü 3 sayısı oradadır diye düşünüyorum. Bu Platoncu bir düşüncedir, eleştirebilirsiniz aslında bu dünyalar teorisini. Ama matematik öğretimi konusunda bir fikir verdiği ve iyi bir model olduğunu düşündüğüm için, bu teoriyi savunuyorum. Eğer ikinci dünyanız uygunsa, yani kendinizi çok iyi hazırlamışsanız psikolojik olarak, ilişkileriniz açısından, yoğunlaşma gücü açısından, bedeniniz açısından,matematiğin dünyasına ulaşıp,orada gücünüz oranında yaşayabilirsiniz. Kimi zaman, yoğunlaşabilmek için ilaç almak gerekebilir.Çünkü aklınız dağılıverir. Tam probleme oturuyorsunuz, dışardan bir müzik çalıyor veya maç var, bu problemi biraz sonra çözeyim bir maç seyredeyim diyorsun ama, maçı seyrettikten sonra dördüncü dünyaya çıkma gücünüz kayboluyor. Gitmiş,ikinci.dünyadaki o hazırlık ortadan kalkmış! Bu neye benziyor, sanki savaş hazırlığı gibi birşey. Cephane, silah, hertürlü lojistik destek olacak ki cepheye, yani o matematiksel nesnelerin olduğu alana çıkış yapabilelim. İşte dördüncü dünya dediğim bu alan, üçgenin, sayıların matematiksel ilişkilerin, kümelerin, fonksiyonların, limitlerin, türevlerin, integrallerin, olduğu bir dünyadır. Gönül istiyor ki, orada matematikçiler o dünyaya rahat rahat girsinler, o dünyada, bir kaşif gibi, bir gezgin gibi dolaşabilsinler ve matematiksel nesneleri görsünler, tanısınlar, anlasınlar, ilişkileri kavrasınlar, daha önce fakedilmemiş ilişkileri görsünler, başarılamamaş ispatları yapabilsinler. Yeni ilişkiler, yeni matematiksel gezi ve keşif alanları görebilsinler. Dördüncü dünyada da (bu dünya düşüncesini kabul ediyorsanız) belki keşfedilmemiş birsürü şey duruyor bizim keşfimizi bekleyen. Demek ki matematikçi, bir anlamada bir kaşiftir, tıpkı Amerika Kıtasını pusula, harita falan olmadan okyanusu aşarak bulmaya çalışan, türlü zorlukların üstesinden gelmeye uğraşan kaşıfler gibi. Çok büyük tehlikeler karşımızda duruyor. Çok büyük yanlışlar yapabiliriz, anladığımızı sanabiliriz ama ikinci dünyanın oyununa gelebiliriz. İspat ettiğimizi sanırız. 3 gün sonra anlarız ki ispat değilmiş bu, büyük bir "wishful Thinking" imiş. Öyle olsun istemişiz,öyle yapmışız. Bu durumu ben derslerimde görüyorum. Matematik dersi vermiyorum ama mantık dersi veriyorum. Öğrencilere ispat soruyorsunuz (onların psikolojilerini incelemek lazım). İspat edilecek teorem için ona ispatını adım adım gerçekleştireceği aksiyomatik bir sistem sunuyorsunuz.. Bu ispatı yaparken öğrenci bir adımda takılıyor. Şimdi nasıl çıkacak işin içinden de, bir sonraki adıma gelecek? İkinci dünyasının burada o kadar hazır olması lazım ki, ikinci. dünya onu fırlatsın dörde, dörtte bulacak hangi adımın atılması gerektiğini. Ama ikinci dünya uygun değil,örneğin kafası dağınık. O gün ya çişi gelmiş, ya da başka birşey; birtürlü çözemiyor, tırnaklarını yiyor çocuk, çok acı çekiyor, bir satır yazamıyor. Ozaman garip birşey oluyor. Belki öğretmen arkadaşlar kendileri de gözlemiştir. Orada çocuk inanılmaz bir satır uyduruyor. Çölde serap görmüş gibi, bir satır uyduruyor ve ondan sonra hemen başka bir satıra geçiyor ve ispatı tamamlıyor. O tamamen uydurulmuş bir satırdır ve o kadar güzel uyduruyor ki, o satırı koyduğu zaman ispat bitiyor. İnsan kafası inanılmaz yanılgılarla dolu olabiliyor, ikinci dünyasını yaşarken; matematik eğitimcileri olarak bu dünyayı iyi tanımak gerek. .

İkinci dünyalarımız, bizim hepimizin kendi bireysel dünyalarıdır. Kendi kafamızın içindeki, kendi kalbimizin içindeki, kendi heyecnlarımız, kendi dikkat gücümüz, kendi kıskançlıklarımız beklentilerimiz falandır. Ama üçüncü dünyamız ortak heyecanlar alanı olan dünyadır. Buna ben Türkçeden bir söz bulmak istiyorum. Buna matematiksel heyecan alanı veya matematiksel aşk alanı veya matematiksel aşk dünyası diyebilirsiniz. Sanıyorum birçok arkadaşımızda bu üçüncü dünya yoktur. Yani ikiden dörde sıçrıyorlar. Bu ne demek? yaptıklarından aşk duymuyorlar. "Burada bir ispat var, bunu yapacağız; bir problem var bunu çözeceğiz. Sınıfını geçmek için bunu yapacaksın. Biran önce bu ispatı yapalım da yemeğe gidelim veya maç seyredelim" sözleriyle örnekleyebileceğimiz, memur kafalı matematikçi tipini sorgulamak gerekir. Dördüncü dünyaya ikiden sıçrayabilen, kurnaz, iş bilir, heyacansız insanların üçüncü dünyasızlığının matematik eğitimini olumsuz yönden etkilediğini düşünüyorum.Bir matematikçi düşünün ki aşk dünyası yok arkadaşlar! Olması gerekir mi gerekmez mi? Onu da sizlerle tartışmak isterim. Bunu yalnız matematikçiler için söylemiyorum. Her akademik alanda, her entellektüel çabada, sanatta da böyledir. Memur şair vardır. Bir de aşk dolu şair vardır. Memur fizikçi vardır. Memur fizikçi zeki adamdır işte, ikinci dünyası çok uygundur. Ordan dörde geçip birşeyler yazar. Oradan onu profesör yaparlar. Bilmem hangi kurumun başkanı olur. Ama, fizik apayrı birşeydir. Fiziği içinde duyabilmenin, ve onun heyecanıyla dördüncü. dünyaya gidebilmenin coşkusuyla yaşama alanı işte üçüncü alan. Bence eğitimde hem iki hem üç çok önemlidir. O yüzden matematik eğitiminde öğretmenlerin böyle dünyaların varlığını öğrenciler aktarması gerekir.

Kavanoz dibi gibi gözlüklerini takmış, heyecansız, anlamsız bakan gözleriyle bana matematiği zehir eden hocalarım oldu. Kaşları çatık, garip şeyler yazıyor tahtaya. Ondan sonra korkarak bir soru sorduğum zaman azarlıyor. "Aptal bunu görmüyor musun? Bunu anlamayandan matematikçi mi olur? " "Allah Allah" diyordum kendi kendime, "ne ilahi birşey bu matematik, herhalde bizim buna aklımızın ermesi mümkün değil". İkinci dünyam böylelikle depremlerle dolu oluyor, yaralar alıyor. Ben belki, o yanlış ve hasta hocam olmasaydı dördüncü dünyaya çıkabilecektim. İkinci dünyamı biraz okşasaydı. Bana sevdirseydi matematiği, üçüncü dünyayla tanıştırabilseydi; örneğin "sen vasat zekalı birine benziyorsun ama fena da bir adam değilsin. Şunu şunu çözebiliyorsun" deseydi; belki argo deyimle beni gaza getirseydi, belki çok büyük bir matematikçi olamazdım ama, matematik aşığı olup dolanıp dururdum. Heyecan duyardım, belki bazı insanlara: "Matematik var ya acaıp bir dünya; şiiri filan bırakın da matematikle uğraşın. Neden müzik dinliyorsunuz? Bakın size korkunç heyacanlı matematik problemleri getireceğim, bir başlayın şiir kitabı okumuş gibi, müzik dinlemiş gibi, ciltlerle roman okumuş gibi olursunuz;matematiği bir sanat yapıtını yaşar gibi yaşayabilirsiniz. Çünkü, bu dünya uzak bir dünya değildir. Bu dünya korkunç bir dünya değildir" diyerek üçüncü dünyayla tanıştırmak isterdim onları. Bu konuda bir çok arkadaş bir çok kitap yazıyor. Gerçekten matematikle yaşamayı sevdirmek gerekiyor. Çünkü bu dördüncü dünyaya çıkabilme, soyut kavramlar dünyasına çıkabilmek demektir. Dördüncü dünya, yalnızca matematik alanını kapsamıyor. Bunda her türlü soyut düşünce, hertürlü kuramsal düşünce vardır. İşte bu dünyaya çıkabilecek insanlarımızın olması, bizim kültürümüzün zenginleşmesi ve genişlemesi demektir. Biz de bu dünyaya çok değerli ve yaratıcı bilim adamları armağan edebiliriz. Bizde bu donanıma sahip insanlar olduğuna inanıyorum. İkinci dünyası uygun çok genç insanımız var. Ama biz üçüncü dünyayı onlara duyaramadığımız için, o heyecanı, o aşkı, o coşkuyu veremeyip, o teşviki, o yardımı yapamadığımız, hep bir memur gibi çalıştığımız için, hep soruna dar kafalı baktığımız için, kendi ruh alemimizi çok iyi tanımadığımız, tanıyamadığımız için, gençlere bilgilerimizi aktarırken bu hastalıklı yanımızı da aktarmış oluyoruz. Kendi komplekslerimizi, aşağılık duygularımızı, yalnızlığımızı, çaresizliğimizi, matematik öğretirken çocuğun yüzüne vurmuş oluyoruz. Bunu çoğunlukla farkına varmadan yapıyoruz. Bir eğitimcinin buna çok dikkat etmesi gerekiyor. Çünkü çok az insanın başarabileceği ve çok az insanın girebileceği bir dünya gibi gösterirsek. dördüncü dünyayı, bu dünyaya giremiyenleri de sürekli olarak aşağılarsak, küçümsersek ve bu eğitimcilik olmaz. Herhalde matematiğe yapılmış çok büyük kötülük olur diye düşünüyorum.

Üçüncü dünyanın heyacanını yansıtacak matematik tarihinden,matematikçilerin hayatından örnekler sunabilir, matematik eğiticisi. Bunları ders kitapları yazmıyor, ders kitapları sadece ispatın sonucunu yazıyor ama bu ispata giden insan neler çekmiş, hangi duygulardan, ne gibi fırtınalardan, ne gibi çabalardan, yorgunluklardan, çilelerden geçtikten sonra bu ispatı yapabilmiş bunu anlatabilirsiniz. Bunu anlayabilir karşıdaki ve matematiği sevebilir. Matematik bir insan etkinliği, herhangi biri, vasat zekalıda olsa matematiği anlar, onu sevebilir, yaşamına belli bir ölçüde matematiği katabilir. Matematiğin dördüncü dünyasına saygı duyabilir. Matematikle hayatını ve yaşadığı evreni anlamaya çalışabilir.. Kainatı ve hayatı anlamak, matematiği anlamaktan geçiyor belki. İnsanlar arasındaki iletişim sorunlarını çözebilecek uygun bir dili, belki matematik dili ile insanlar bulacak. Henüz böyle bir dil, şu andaki matematik bilgimizle olanaklı gözükmüyor, belki bir gün gelecek matematik o kadar gelişecek ki, eğitilmesi ve öğrenilmesi o kadar kolay olacak ki, insanlar birbirleriyle matematik dili ile konuşacaklar, bütün dünyanın ortak dili belki de matematik olacak.

99
Genel Tartışma / Haci Bektas Veli, Mevlana
« : 09 Mart 2009, 03:39:23 ös »
Bir adamcagiz kötü yoldan para kazanip bununla kendisine bir inek alir.
Neden sonra, yaptiklarindan pisman olur ve hiç olmazsa iyi birsey yapmis olmak için bunu Haci Bektas Veli'nin dergahina kurban olarak bagislamak ister.
(O zamanlar dergahlar ayni zamanda aşevi islevi görüyordu.)

Durumu Haci Bektas Veli'ye anlatir ve Haci Bektas Veli helal degildir diye bu kurbani geri çevirir.
Bunun üzerine adam mevlevi dergahina gider ve ayni durumu Mevlana'ya anlatir,
Mevlana ise bu hediyeyi kabul eder.
Adam ayni seyi Haci bektas Veli'ye de anlattigini ama onun bunu kabul etmemis oldugunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar.

Mevlana ?öyle der:
- Biz bir karga isek Haci Bektas Veli bir sahin gibidir. Oyle her lese konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.

Adam üsenmez kalkar Haci Bektas dergahi'na gider ve Haci Bektas Veli'ye,
Mevlana'nin kurbani kabul ettigini söyleyip bunun sebebini bir de Haci Bektas Veli'ye sorar.

Haci Bektas da söyle der:
- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nin gönlü okyanus gibidir.
Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez.Bu sebepten dolayi o senin hediyeni
kabul etmistir.

100
HAREKETIN YÖNÜNE TAYİN ÇIKTI

Sevgiliyi anımsatan her sözcüğün ardına saklanışım bile çocukluğumda babadan kaçışlarıma benzer. Delinin sevgisi olur mu hiç , var işte içimde bir deli benden kaçmaya çalışır. Otoriter anne-babamdan kaçmaya çalışırken ben ona taciz etmekten zevk alıyorum. Utancımdan sıyrılmak istiyorum kendimi kalın halatların boynuma dolandırılmasından kurtarmak bu halatları onlardan kurtulmak adına ilah i bir ip zannından kurtulmak istiyorum. Barış istiyorum, sevgi imzalı bir barış. En azından sevgi yok olduğunda yerinde bir hasret bir özlem dolu çırpınışlarım olurum belki.
Hangi kadının kollarından kaçtığımı anlamlandırmaktan sıkıldım, aşklarıma dair yazdıklarımın hepsi senaryolarımdan ibaret oldu. Ben sevgili annemin kollarında sıkıldım artık koşuyorum kurtuluyorum derken bir duygu, dürtü, bir duygusal bağ(emotional bond) hızla koşan köpeğin tasmasını unutmasıyla ipin sonunda kafası havada ayakları önde yere çakılmasına benziyor kaçışlarım. Kapardım kafamı! Hadım ettim kendi toprağımdaki her erkeği bu duyguların izlerinden kurtulmak babamın erkek özlemine küfretmek için. Madem erkek isterdin, doğurtturdun neden ayaklarınla bana doğru bir adım atmaktan acizsin. Gördüğün gibi annemin tasması ile bağlıyım kurtar beni!
Sevgi dedim sevgiliye yazılan her sözün, şarkının musikinin ardında hep gizli aşklarımı aradım. Yoktu kimse kalmamış herkes kapıyı sülük suratıma çarpıp gitmiş. Yalvardığımı görmüşler, bütün sinsi tavırlarıma rağmen küçük bir köpek gibi inlediğimi kaba yapımın bir maske olduğunu anlamışlar. İçimin boşluğunda kendimi yok edişime karşı onlar bile anlam veremeden yok oldular. Sevgili! Sevgilim! Sevda! Açlığım, susuzluğum çöllere düşüşümün yıllar sonrasında sanrılarla dindirildi. Su serapları artık suya olan ihtiyacımı sevgiye olan hasretimi dindirdi. Elbette sanrılardan kurtuluş olmaz ama sen gerçektin! Güpegündüz karşıma geçmiş beni yansıtıyor her tedavinde benden olanları gösteriyordun. Ben annemden kopardığım o duygusal bağın ipini senin ellerine verdiğimde mazoşistlik olarak değil bunu itaat olarak adlandırdım. Aradan geçen yılların sonunda senin ellerinden, gözlerinden içtiğim gerçek hayat suyunun tadı dilime yeni geliyor. Artık bağımı kopartmak artık özgürlüğüme doğru adımlar atmak istiyorum. Bundan sonrası bana hitab eden yazılarla dolu kitaplarla geçsin istiyorum. Hayatın içinde varlığımı anneme kaptırdığım, cellât olan babamın gözyaşlarında ayıldığım günlerin sonunu seninde görmeni istiyorum. Utancımdan ellerim sana uzanamaz oluyor, gözlerim sana bakamaz oluyordu. Şimdi anladım ki ne kadar utanırsam o kadar iyi idi. Bitti artık sensiz de olur seninle de olur. Kanlı ellerim gök kubbenin yağmurlarında yıkandı, ağlayan gözlerim senin bakışlarında sustu. Duygularım düz metinlere sığındı, bakışlarım tabiatın koynunda yüceldi, koku duyum kadınların tenlerinde bana ait olanı ararken arındı, yanılsamalı korkular artık yok oldu. Canımı sana emanet ;(kendi sanrımca) ettim, sen olmaz! Dedin tanrı olmadığını gösterdin. Amacın bu olmasa bile benim amacım sırrı bilen tek tanrım olacak zannı olduğundan bu idi.

Sözlerimin başlangıcı olan sevgidir. Bir türlü tarlalara ekipte tohum alamadığım sevgi tohumu. Sürekli gittiğim toprakların( insanların) bana olan düşkünlüklerine rağmen bana mahsul vermemeleri bunun yerine sürekli şikâyette bulunmaları elbette bir lütuf değildi. Ben köyümün ağası olamamışım, eğer bir köyün var ise ağa olacaksın ama adil ama zalim fark etmez sen ağa olduktan sonra Hak sana yol gösterir yeter ki bakasın, dedim ve ağalık postumu (erkeklik duygumu) giydim. Sadakat, sorumluluk, ilgi, bilgi(eric fromm’un sevgi tarifidir) kısacası sevgim ile giydiğim bu postu özümseye bilirsem derimin üstündeki yaraların üstüne yapışabilir ise ben de sağlığıma kavuşabilirim. Sıradan insanların kızgınlığını, nefretini, asiliğini, bencilliğini, sevgisini merhametini yaşayabilirim. Korkak olamaya gerek yok dedim. İnsan kendi postunu giymekten korkar mıydı? Korkuttular bizi erkeklik duygusundan. Sempatik gözüken ve sürekli kedi gibi onun yarasını yalamamızı isteyen annelerimiz, erkek duygusu körelmeye yüz tutmuş korkak, kendinin kusuru ile yüzleşmek istemeyen babalarımız sayesinde erkek olmanın kazancından çok sefaletini gördük. Yüce dinler bile ilahlarına erkek zamiri ile seslenirken bunları duyan kulaklarım neredeydi? Annemden meme emerken annemi besleyen babamın varlığı neredeydi?
Sevgililerin sevgisi değil arzuladığım, çocuklukta kaybettiğimi erişkinlikte aramak olmuyor. Çocuklukta yok olan duygularımın erişkinlikte ortaya çıkışı sembolik daha kısır oluyor. Bununla beraber arzularıma meyleden bu yüklenmiş güçler beni hep erkek organımda sınadı. Varlığım erkekliğimin tek ispatı olarak onu gösterdi. Onsuz ben bensiz o olamaz düşüncesi içinde didindim durdum. Ben sustum çoğunlukla o konuştu, o çalıştı. Aklımın yerine dürtülerim, sevgimin yerine nefretim, hüznümün yerine intikam, yalnızlığımın yerine de bir garson hizmeti içindeki sahte benliğim-ağır kişiliğim geçti. Her şey zincirlerle birbirine bağlanmış, üstüne duvarlar örülmüş, karanlığın hükmettiği ve “hiç kimse buraya yaklaşmasın, burası kutsal bir mabettir” diye yaklaştırılmadığı bir yere gömmüşüm. Cesetler çıktıkça gözyaşlarım sel olur ben öldürmedim bu var olanları! İnanın ben değilim benliğimin katili! Henüz bilmem kaç yaşında yaptıklarımdan ben mesul değilim. İsyan etmiyorum artık suçlu inandığım ilah ta değil. Kısır bir döngü gibi geldi ve bu en büyük tabuyu yıkan afyon bende patladı. Artık doğrusu kimse suçlu değil orası ayrı bir barış çubuğu, topluma uzattığım bir sesleniş.
Yalnızlığın tahtında yaşanacak tek bir duygu var o da yalnızlık. Ben başka bir hoş, loş, boş duygu bulamadım var ise de türevsel olarak yalnızlığın katmanlarından başka bir şey değildir. Şimdi büyümek değişmek barışmak adına topraklarıma geri dönüyorum. Şimdi, özümde barındırdığım kurtlu cesetleri layığı ile defnetmeye gidiyorum. Kimi zaman bir imam, kimi zaman ceset eşici, kimi zaman telkin verici olarak kapılarımı açık bırakıyorum. Aynalı babadaki saldırılarıma uğrayan aynaların içinden en sağlamına bakmaya gidiyorum. Gidiş eyleminin içindeki harekettir beni memnun eden. Sezgilerin de var olabileceği kabulü ile yolumu aydınlatan sevgi ile kendime dönük yeni keşfettiğim sevgi ile yok sandıklarımı var etmeye var sandıklarımın varlığını yoklamaya hareket ediyorum. Benliğimi çene kasılmalarından, mide ağrılarından, dürtüsel kıvranmalardan, isyankar hareketlerden, tabulardan, putlardan arındırmak için her daim yenilenmeye eşlik edebilmek için yeniden yeniden geliyorum.

Abdurrahman ULUÇ

101
Tarih & Türkiye / güneş yeniden parlayacaktır
« : 09 Mart 2009, 02:50:31 ös »
Batılıların Ortadoğu dedikleri, İslâm Dünyasının merkez ülkeleri olan bölge, yaklaşık yüzyıldır tarihî bir şoku yaşıyor. Osmanlı devletinin, kendi öz adıyla Devlet-î Âliyenin (Yüce Devlet) yıkılmasının, ortadan kalkmasının şokunu.

Eski dünyanın ortası, merkezi olan bu bölge, tarih boyunca büyük devlet gücüyle ayakta durmuş, bir taraftan doğuyla batı arasında sağlıklı bir ilişkiyi, diğer taraftan doğu, batı ve orta dengesini kurmuş, böylece insanlığın mümkün olduğu ölçüde birarada bir bölgenin öbürünü ezmediği bir düzen sağlamıştır.

Kur’an-ı Kerim’de anlatılan, Doğu’ya ve Batı’ya dikilmiş Zülkarneyn setleri, İslâmın, bu, Doğu’yu da, Batı’yı da “yer”lerinde tutan gücünü sembolize etmektedir.

Abbasiler bunun ne güzel bir örneğidir.

Son büyük islâm devleti olan Devlet-i Âliye (Osmanlı Devleti), islâm ruhuna erişi ve yüz yılların birikimi ile bu bölgedeki çeşitli ırklara, mezheplere, hatta dinlere sahip topluluk-ları, antik dünyadan kalanlar dahil, âdetleri, gelenekleri, inançları, medeniyetleri ile, farklı coğrafyalarıyla geniş bir alandaki insanları, mümkün olan bir sulh, sükûnet ve refah içinde yaşatmıştı. Bunu yaparken, Batı’nın ve Kuzey’in hiç durmayan saldırılarını karşılamayı da sürdürmekten geri kalmamıştı.

Ne yazık ki, yüzyıllar süren bu saldırılar sonunda bu kutlu devleti yıkmayı başardı Ba-tı. Bunu da temelde teknoloji sayesinde yaptı.

Tarihe gömülen bu eşsiz devlet, yerinde, büyük, doldurulamaz derin bir boşluk bıraktı.

Kendisine üstünden güneş batmayan imparatorluk adını veren İngiliz İmparatorluğu, bu boşluğu doldurmak istedi. Ama bu mümkün değildi. Çünkü: o, ne kadar uyum sağlamağa çalışırsa çalışsın, sonuç itibariyle “yabancı”ydı. Dertleri bilemezdi. Çıkarı için gelmişti ve derdin kaynağı kendisiydi. Merkez İslâm bölgesini olduğu gibi, Doğu ve Batı İslâm Bölgele-rini de Batılılar (Ruslar dahil) işgal, istilâ etmişlerdi.

İslâm için ne karanlık günlerdi, Yüce Devletin (Osmanlı Devleti’nin) yıkılış günleri.

Yerine birçok sun’i, köksüz devletçikler türetilmişti. Bunlar da İngiltere’ye, Fransa’ya bağlı devletçiklerdi.

Sanki, islâmın son günleriydi.

Ama, en karanlık zamanlarda dahi, umudu kesmemek gerekir.

Çok zaman geçmedi, dünyayı paylaşamayan Avrupalı devletler birbirine düştü. İkinci Dünya Savaşı dedikleri bu savaş, İslâm Âlemi için bir kurtuluş ümidini doğurdu. Birçoğu ba-ğımsızlığını ilan etti. İngilizler, Fransızlar, en sonunda Ruslar, İslâm ülkesinden kovuldular.

Ama ne yazık ki, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan sun’i devletçikler, ekono-mi, askerlik, bilim ve teknoloji alanında gerekli güce ulaşamadıkları için kendini toparlayan Batı geri geldi.

Onları koruyacak, İslâm Âleminde düzeni sağlayacak, Batıya ve Doğuya haddini bildi-recek, onları durduracak, Yüce Devlet ( Devlet-î Âliye - Osmanlı Devleti) gibi bir devlet yok.
Sözde bize demokrasi, özgürlük, zulümlerden kurtuluş getiriyorlar. Oysa getirdikleri, ölüm, aşağılanma, sefalet, esaret ve köleliktir.

Ama, bu sürmeyecektir.

Biz, kimseye düşman değiliz. Hele halklara ve kendi yönetimlerinin fenalığını gören bilgin, sanatçı vb.lerine. Ama varlığımıza, kimliğimize, topraklarımıza, inanç ve değerlerimi-ze, eşsiz medeniyetimize saldıran, ülkemizi işgal ve istilâya kalkışan, insanlarımızı öldüren, kalblerinin kinle ve kötülükle dolu olduğu hareketlerinden apaçık ortaya çıkan düşmanlarımı-za, en yüksek düzeyde, milletimizin, BÜYÜK İSLÂM MİLLETİ’nin, sun’i de olsalar, zaruret dolayısıyla uyanması beklenen mevcut devletlerimizin, “ İSLÂM BİRLİĞİ” ni kurarak, gere-ken karşılığı vereceklerinden hiç kimsenin kuşkusu olmasın.

Hiç kimse şüphe etmesin ki, İslâm’ın Güneşi Asya ufuklarında göz kamaştırıcı bir par-laklıkla yeniden yükselecektir. O Güneş sönmemiştir. O Güneş, Diriliş Güneşi’dir. Vakti ge-lince; ki o vakit çok uzak değildir, bu güneşin ruhların birleşip kaynaşmasından doğup yeryü-zünü ışıkla, aydınlıkla dolduracağını bütün insanlık görüp yaşayacaktır. Bu, Müslümanlar için olduğu gibi, insanlık için de, asıl kurtuluş, gerçek kurtuluş olacaktır.



YÜCE DİRİLİŞ
PARTİSİ
GENEL BAŞKANI
A. SEZAİ KARAKOÇ

102
Din & Felsefe / felsefeyi nasıl sevdirebiliriz
« : 09 Mart 2009, 02:48:11 ös »
FELSEFEYİ NASIL SEVDİREBİLİRİZ

Felsefeyi insanlara sevdirmek ve sempatikleştirmek için çeşitli yöntemler uygulanıyor. Ben felsefeye soğuk yaklaşılmasının sebebinin felsefecilerin yaşamlarının ve kuramlarının öncelikle öğretilmeye ve anlatılmaya çalışılmasının
sonucunda başlangıçta insanların gözünde felsefe büyüyor, birde kuramların karmaşıklığı işin içine girince anlamadığı şeye insanlar eğreti yaklaşıyor. Felsefeyle ilgileneceklerin her şey bir yana felsefi yazılarla ucundan bulaşması, sonra sonra sevdikçe, benimsedikçe karmaşık kuramlara girmesini daha güzel bir yöntem olarak benimsedim ve bu çeşitli yerlerden derlediğim, etik kurallara uyarak alıntı yaptığım yerleri ayrıntısına kadar belirttiğim yazılarla başladım.
Okuduğum makaleleri seçerken uyguladığım yöntemi edebiyat hocamın tavsiyesini söyliyerek sözümü bitirmek istiyorum. Hocama hangi kitapları okumamı sorduğumda, bana herhangi bir kitap ya da yazıyı okumaya başladığında, iki üç paragraf okuduktan sonra sıkıcı geliyorsa bırak, hoşuna giden, seni saran yazıları oku, ileriki zamanlarda tekrar aynı yazıları okumayı dene, bazılarına devam etmek isteyebilirsin tavsiyesinde bulundu. Bende felsefe ile ilgili yazıları sonraya bıraka bıraka, sonradan hoşuma gidenlerle ucundan felsefeye bulaştım. Felsefi terminolojilerle yazılmış yazılar hakkında az çok öngörülerim, fikirlerim oluşabiliyor ama tabi bu yıllar süren okuma ve anlama zorlamalarımla oldu, çoğu zaman bir cümleyi çözmek için sözlükler kullandım. Bazı terimleri çeşitli yerlerde nasıl kullanıldıklarına dikkat ettim. Felsefeyi ya da herhangi bir şeyi anlama ve bilme başarısının yüzde doksanı emek, yüzde biri deha deyişiyle bitirmek istiyorum.

Sevgi ve saygılarımla
Mustafa Altınay

103
Cinsellik, bedenli bir varlık olan insan için özellikle türünün sürmesi açısından önemli görülmüş. Batı düşüncesinde örneğin Aziz Thomas ve Kant, üremeye yaramayan cinselliğe karşı çıkıyorlar; özellikle, kendi kendini cinsel doyuma ulaştırmaya. Böyle bir cinsellik, tenin doğaya karşı işlediği suçtur. (Crimina carnis contra naturam). Aynı cins arasındaki cinsel ilişkiler (sexus homogenii) insanın amacına aykırıdır; çünkü insan amaçlarının en önemlilerinden biri türünün sürmesidir.

Çağımız, bu anlayışa karşı geliştirilmeye çalışan düşüncelerin canlandırıldığı bir çağ. Dokunmanın, "tensel değme"nin, tensel yaklaşmanın anlaşılmaya, yorumlanmaya çalışıldığı bir çağ. Cinselliğin "uslu" bir araç haline getirilip, insan türünün devamını sağlayan bir içgüdü gibi anlaşılmasının diğer ucunda, yerinin cok fazla abartıldığı, bir yaşama enerjisiyle özleştirildigi, yaşamın neredeyse tümünü işgal eden bir etkinliğe donüştürüldüğünü de görebiliyoruz.

CiNSELLİĞİN DİLE GETİRDiKLERi

Bu yazımda, cinselligi bir "haberleşme" olarak yorumlamanın ilk ipuçlarını vermeye çalısacağım. Soru temelde şu: Cinsellikle dile gelen nedir? Cinsellik ne anlatır? Bir insan bedeni ne söyler? Bir bedenin diğerine dokunması ne demektir? Dokunma nasıl bir iletişimdir? Bize ne söyler?

Ahlak sorusu: Cinsellikle ne dile gelmeli? Kendimi anlatırken cinselli-ğin yeri ne olmalı? Heidegger anlamında ontolojik soru: Cinsellikle varlığın sesini nasıl duyarız? (Cinsellik, biz sevişenlerle, masturbasyon yapanlarla, eşcinsel ilişkiye girenlerle, topluma, siyasal yapıya, ekonomik düzene, toplumsal ve kültürel ilişkiye ne söyler?

Cinselliğe bir araç olarak bakıldığında, amacın üreme, yaşamı sürdürme  gücü, enerjisi olduğu söylenebilir. Cinsel birleşmenin verdiği heyecan, zevk, coşku bu aracın amacına "hizmet ederken" ortaya çıkan bir  durumdur. Bu zevk, Batı kültüründe zaman zaman aşağılanmış, "günah", "ayıp" sayılmıştır. "Şehvet" dizginlenmediğinde insanı”yolundan" çıkaran, "akıllı" karar vermesini engelleyen aykırı bir güçtür. Bu anlamıyla cinsellik, doğanın bir oyunudur; amaç üremedir;  "zevk" bu üremenin sağlanması için ortaya konmuş bir "yem"dir, bir tuzaktır. Üreme, dindar için tanrı buyruğudur; bu amaç doğrultusunda ona hizmet için  bu yemi yutabilir. Bilimsel gorünümlü savlar açısındansa doğanın  içimize koyduğu bir enerjidir ve bu enerji "sağlıklı"  biçimde kullanılmalıdır; bir anlamda "makina" olan insanın "enerjisinin boşalması", akıp giderek bedenin yeni dolmalarına olanak sağlaması gerekmektedir.

ZEVK ÖĞESİ

Ama insan, cinsel yakınlaşmasında, birleşmesinde "üremenin" ötesine geçebiliyor; doğumu denetleyebiliyor; artık tıptakı ilerlemeler sonucunda, doğum işin penisin spermlerini vajinaya bırakması da gerekmiyor. O zaman, cinsel ilişki bedenin enerji akışım ayarlamada, sağlıklı kalmada gerekli bir "ilaç?" oluyor, belki bir vitamin.

Zevk öğesini küçümsemede iki temel anlayış burada; yüce gücün emri ya da bedenimizin sağlığı açısından, doğaya uyumun bir sonucu olduğu icin sevişiyoruz. Zevk ikincil bir önem taşıyor; bir diğer anlatımla, zevk, bir yan üründür. Bu anlayışta cinsellik "haberleşme" olamaz; neredeyse bir görevdir!

Zevk öğesini abartan görüşlere gelince: Cinsellik bir "teknoloji" olmuştur; bir sanayi artık; zevki en uç noktalara ulaştırmak için ilaçlar, kremler, teknolojik araç gereç kullanılmaktadır. Zevk peşinde olmak her zaman doğa dışına çıkmak anlamına gelmez; doğada haz arayışı vardır: İnsanlarda ve bazı hayvan türlerinde masturbasyon söz konusudur; yine insanlarda ve bazı hayvan türlerinde üreme amacı dışında cinsel davranışlar gözlemlenebiliyor, homoseksüellik gibi.

CİNSEL ETKİNLİK VE ANLAM

Hem doğaya ya da ilahi bir emre uyma anlayışıyla- gercekleştirilen hem de cinsel zevki abartan gorüş cinselliği 'küçümsüyor, onun bütünselliğini, "haberleşme" olan yanını görmezden geliyor. Cinsel zevk tek başına cinselliğin önemini gostermiyor. Cinsellik bu durumda bir araçtır; kullanılıp atılacak, sömürülecektir.


Eski Yunanlı erkek soyluların doğayı insan aklından daha aşağıda görmeleri, erkeğin erkeğe duydugu cinsel ilginin bir üstünlük olarak anlaşılması demekti: Doğayı aldatacak denli güçlü bir akıl!

Peki, "haberleşme" olarak cinsellik, zevkin, doğaya ya da akla, ilahi emre uyumun ortaya çıkardığı cinsellikten çok mu farklıdır?

Fark şurada: Cinsel yaşantı "okunacak", yorumlanacak, anlaşılacak, anlatılacak bir "etkinlik" icinde anlamlıdır. Cinsel yaşantı "yapayalnız" bir yaşantı değildir. Yalnızlıkta noktalanan bir "haz" değildir. Bir eksikliğin, bir açığın "giderilmesi" degildir. Bu hazzın öncelikle evrenle ilgili, "kozmik" bir anlamı vardır. Bu anlam, bizi, bize; içimize, bir başınılığımıza tıkmaz, bizi "öteki" insana doğru açar, ötekini bize açar. Tanı-madır, öğrenmedir; okşama, Türkçe'de böyle bir sozcük şimdilik yok ama "okşamadır"; evren içinde varoluşun, bu varoluşu diğer insanlarla üleşmenin başarılmasıdır; okşadığım beden, bedenimle konuşur: İletidir okşamak: Yanındayım, seni onaylıyorum, kabul ediyorum, bireysel varlığımın kapısıyla evrende insan olmanın, varolmanın kapısını açıyorum, sen de aynı kapıları açıyorsun bana, bu anlamda cinsellik bir açışmadır. Dokunarak konuşmadır.

ARAMAK VE "NEREDESİN?”

Cinsellik bu haberleşme boyutunun dışına alındığında, belli davranış kapılarına takılıp kalmış; "güçlülük", "güçsüzlük", "kadınlık", "erkeklik" gibi değerlerin girdabı içinde dönüp duruyor. Porno filmlerde herkesin birarada olmalarına, üleşiyormuş gibi gorünmelerine karşı, tek başlarına hazlarla kalakalmaları, sevişmenin çift kişilik masturbasyona dönüşmesi, sevişenlerin birbirlerine ulaşamamaları, sevişme sonrası hep aldığı ya da verdiği hazlardan ayrı ayrı söz etmeleri, sevişirken varlıklarının bütününe ulaşamayıp, kendilerini ve karşılarındakini yaşayamadıklarını gösteriyor. Bu anlamda sevişmek, aramaktır; sevgiliyi aramak. Sevişmek bir "neredesin?"dir. "Bu sen misin? Daha nesin? Daha nerelerdesin?”dir.

ŞİMDİKİ GİBİ OLMAYACAK

Toplumda yaygın görüşlerin, inanışların dışında cinsel davranışlar sergilemenin, dünyayı değiştirmede, yaygın gorüşlere karşı çıkmada bir ayrıcalık olduğunu sanmakla, cinselliğe açık bir yaşamın dünyanın değiştirilmesi icin bir engelmiş gibi anlamak iki temel yanlışı yansıtıyor. Şu ya da bu cinsel tercihin kendi başına hiçbir anlamı yok: Cinselliğin kozmik ya da ontolojik alanına, sevişenlerin birbirlerini, birbirlerindeki dünyaları üleşmelerine olanak sağlayan bir sevişme duyarlılığı taşımıyorlarsa. Geleceğin dünyasında cinselliğin yeri, önemi, anlamı elbette cinsellik gibi olmayacak; elbette cinsellik kaşınan bir yeri kaşımak gibi anlaşılmayacak; elbette cinselliğe duygu, düşünce, toplum, kültür, varolma boyutları kazandırılacak. Devrimi böyle bir cinsellik anlayışı yapacak. Ham halat saplantılarla, teşhirci abartmalarla cinselliklerinde evrene, insanlara ulaşamayanların, cinselliği dünyayı değiştirmede itici bir güç olarak görebileceklerini sanmıyorum.

Yeni bir dünya için, cinselliğin yeni yorumlarına gerek var. Olanı olanca çirkinliğiyle, basma kalıp abartmalarla anlattığımız dünyanın yaşanası bir yanı olabilir mi?


·Papirüs Kültür Sanat Dergisi, Sayı 23, Ocak 1999

104
Esra'nın Kendine Hitabesi

Ey Esra!!!

Bundan sonra çöplüğünü bil, hangi çöplükte öttüğünü.

Kime öttüğünü bil ve nasıl ötmek istiyorsan ona, öyle öt
Ama önce nasıl öttüğünü bil
Biliyorsan,
Karşındakine nasıl ötmen gerektiğini de bil


Hepsinden öte bir varlık sergilemeyi
Ağır bir duruş, bir kimlik sergilemeyi de bil,
İnsanlar ciddiyetini anlasın
İstediğinde istediğin kadar yavşayabiliyosun
Bunu denedin
Biraz da uzun bir süre ciddi olmasını bil
Bu sana daha yakın diğerinden
Diğerlerinden uzak olsa da, sana daha yakın
Bu senin daha saygın olman için
En başta kendine saygın olsun diye böyle ol
Bunu da denedin
Ama reaksiyonun rengi 1 dakikadan fazla tutmayınca o renk olmuş sayılmaz
Dolayısıyla rengini belli et uzun zaman boyunca
İnsanlar senin ne olduğunu anlayamasın
Çünkü bunu sen bile anlamazsın
Sen olmak istediğin gibi olursun çünkü

Şimdi de olmak iste ve ol
Dua et yani bir anlamda
Okula gitmek istemedin geçen dönem ve oldu
Kültür manyağı olayım dedin o da oldu
Sinema sinema dolaştın
Akşamları televizyon ve yemek sefası yapmak istedin ve onlar da oldu
Namaz kılmak istemedin günah olmasını göze alarak o da oldu
Yani tüm yapılmamalı dediğin şeyleri yaptın ve oldu
Önemli olan ne istediğini bilmen
Bunların yanı sıra erken kalkmak istedin oldu
Yatmak istedin oldu
İnsanlardan bağmsız olmak istedin oldu
Çalışmak istedin oldu
Konuşmak istedin oldu
Susmak istedin oldu

ÖSS yi kazanmak istedin oldu
Çalışkan olmak istedin oldu
Yani hevesle istediğin her şey oldu
Sende  dış uyaranlar da heves uyandırmış olabilir
İçten gelen merak dürtüleri de
Sen hâkimsen içine
Dış uyaranlardan minimum etkilenmesini
Ve hatta onları etkilemesini de bilirsin
Daha da neler olabilir …
Ama iç hakimiyetini kaybetme
Hiçbir şeyi bir başkası dedi diye içine sokma ya da içindekini çıkarma
Sende, senden çıkanlar egemen olduğu sürece
Dilediğini yaparsın
Dilersin ve yaparsın
Bunu ne milletin bilmesine gerek var
Ne de amcanın
Bunu sen bil yeter
Bunu O bilsin yeter
Onlarsa sadece izleyip görsünler neler yapabileceğini

Ama ısrarla anlatmaya çalışıyosun kendini
Anlayamazlar ki zaten

Onların sana etkisi
sadece üzerinde düşünmeye ihtiyaç hissetmediğin konularda
düşünmene vesile olmak
daha iyi nasıl yapabilirim dürtüsünü o konularda uyandırmak
armut piş ağzıma düş istemiyorum
zorla yedirilen yemek gibi kusmaksa hiç istemiyorum
seni sende bıraksınlar
sen vermezsen, kimse seni senden alamaz zaten
eh tabi mükemmel değilsin ama hiçbir şey değil de değilsin
sen kendine göre kendinin her şeyisin
sen  olmasan sen yoksun
her şey olmuş ne fayda
seni en mükemmel yapmak da sana kalmış
milletin seni ezmesine izin verme
ama kendini ezmesini de bil kendi kendine
ezmek=yargılamak…


şimdi evet şimdi içindekileri yazma
önsöz yazma
sadece yaz
anlayan istediği gibi anlasın
ama maksat anlamasına vesile ol insanların


Kapatıyorum bütün deney tüplerimi
Asitlerimi, bazlarımı
Çok derişik onlar zarar veriyorlar insanlara ve en başta da bana
Kapakları açık olunca

Kapatıyorum
Bir daha insanlara açmamacasına
Görsünler yeter
Kendi içimde gerçekleştirdiğim reaksiyonları.
Renklerimi belli edeyim,
Ne renk çiçekler açar bu bitki bilsinler .

Ama bir cam fanus içinde artık bu bitki
Fanusun deliklerinden, verse de kokusunu
Koklatmaz kendini yakından

Gösterecek bu çiçek renklerini
Ama kimse bilmeyecek bu renkleri nasıl yaptığını
O renkleri bile kimse tam olarak anlayamayacak
Kimse bilmeyecek reaksiyonlarımı
Açıklamak zorunda değilim nasıl yaptığımı
Merak edip dursun onlar oluşumum hakkındakileri
Bilemesinler olan bitenleri
Bilsinler ya da uydursunlar tezler
Anlatmam artık olan biteni
Çünkü kapattım ben bütün tüplerimi
Açılmamacasına kapattım
Bilmeyecek
Bilemeyecek O’ndan başkası…

105
Cinsellik / okul öncesi çocuklarda mastürbasyon
« : 09 Mart 2009, 02:43:01 ös »
Psikolog Hüseyin KAÇIN
0 555 326 22 91


"Çocukta cinsellik yoktur!" kanısı yaygındır. Halbuki gelişimin her aşamasında cinsellik vardır. Bebekler altları açıldığında bacaklarını keyifle birbirine sürter, elleri jenital bölgeye ulaşabilir hale geldiğinde keyifle dokunur. Bütün vücudu kaplayan deri, birinci yaş içinde (gelişimin hiçbir aşamasında olmadığı kadar) çok duyarlıdır. Bebeklerin görme, işitme gibi duyuları henüz çok zayıftır; etraflarında olup bitenleri daha ziyade derileri ile algılar. Tensel temas haz verir.

3 yaş civarında cinsel merak artar. Çocuklar annebabaları tuvalette ya da banyodayken içeri girmeye çalışır. Bazan bir çocuğun birinin eteğini kaldırıp altına baktığını görebilirsiniz. "Çocuklar nereden gelir?" gibi sorular başlar.

3 - 6 yaş arasında jenital bölgenin hassasiyeti artar. Çocuklar bu artan hassasiyetle erotik boyutlu birtakım deneyimler yaşayabilir: Örneğin, kumsalda oturup oynarken, avuçladığı kumları parmakları arasından süzen küçük çocuk, bacaklarının arasından kayarak akışın haz verdiğini fark eder ve bunu etrafındakilere (çekinmeden) keyifle ilan edebilir. Örneğin, denizde kasıklarına kadar suda dikilirken, dalgaların hafif hafif dokunuşunun yol açtığı izlenimleri tekrar tekrar yakalamaya çalışabilir.

Bir kere bile "kendine dokunmamış" çocuk yoktur. Jenital bölgesine rastlantısal olarak dokunduğunda hoşuna giden birtakım izlenimler alır ve bu hazzı yaşamak için tekrar tekrar dokunur. Zaten çocuklar yeni bir şey keşfettiklerinde, öğrendiklerini iyice yerleştirmek için tekrar tekrar yapmak eğilimindedir. Bunu, başka yeni bir şey ilgilerini çekene kadar sürdürürler. Bazı çocuklar ise fikse olup (yani orada takılıp) kalır.

Fikse olan çocuklar çeşitli davranışlar sergiler: Aydo'da tanık olduğumuz bazı vakalarda ve bazı annebabaların ifadelerine göre, çocuk jenital bölgesi ile uğraşırken ter içinde kalabiliyor ve soluk alış verişi değişebiliyor, yüzü kasılabiliyor; yetişkindeki yoğunluğa ulaşmasa da orgazma benzeyen bir durum yaşayabiliyor. Yetişkindekinden farkı, boşalmaya eşlik eden bir akıntının gelmemesi ve hafif hafif orgazmların, kısa sükun aralıkları ile tekrarlanabilmesi. Her çocuk mastürbasyonu bu kadar yoğun yaşamaz. Bazı çocuklar jenital bölgeleri ile, yoğun olmamakla birlikte, sık sık ilgilenir ve hafif bir keyif alışla yetinebilir.

Kız çocukların tercih ettiği yöntemler: alçak masa ya da sehpa gibi bir şeyin üstüne karınüstü yatarak bacaklarını masanın dışında bırakmak ve bacak kaslarını kurbağa gibi gerginleştirip gevşetmek; sert bir iskemlede otururken kalçalarını ritmik bir şekilde sağa sola hareket ettirmek.

Erkek çocukların tercih ettiği yöntemler: karınüstü yatarak pipisini yere sürtmek; pipisini ritmik bir şekilde avuçlamak.

Kız ve erkek çocukların tercih ettiği yöntemler: kukusunu / pipisini doğrudan elle uyarmak, iskemlenin köşesi, masanın bacağı gibi sert birşeye sürtmek; sert bir oyuncağı kukusuna / pipisine sürtmek; pelüş bir oyuncağı , ya da üstündeki örtünün ucunu toplayıp altına koyarak hareketsiz karınüstü yatmak ve kendini buna sıkıca bastırmak.

Çok yoğun olan ve uzun zaman süregiden mastürbasyon davranışlarında çocuk "bağımlılık" geliştirebilir ve vaz geçmesi zorlaşır. Ayrıca, aşırı mastürbasyonun klitoral uyaranlara fikse oluşa ve vajinal frijitideye yol açtığı da düşünülüyor.

Pipinin sertleşmesi, çişi çok geldiğinde, ılık duşun altında, ya da uykuya daldıktan yarım saat kadar sonra meydana gelebilir. Bunun mastürbasyon ve premastürbasyon diyebileceğimiz durumlarla ilgisi yoktur.

Okulöncesi çocuklarında, "tuvalete gidişi geciktirme davranışı" şeklinde ortaya çıkan, premastürbasyon diyebileceğimiz bir durum görülebilir. Çocuk oynamakta olduğu oyunu bölmemek için tuvalete gidişi mümkün olduğunca geciktirebilir. Çişini hemen hemen tutamaz hale geldiğinde tuvalete gidince (kızlar geciktirmenin son anlarında, erkekler de çişlerini yapmakta iken) erotik diye nitelendirebileceğimiz birtakım izlenimler yakalar. Oyuna dalıp tuvalete gitmeyi geciktirme birkaç kere üstüste geldiğinde, çocuk, çişini geciktirerek yapmak ile bu hoşuna giden izlenimlerin arasındaki bağlantıyı fark eder ve hazzı yaşayabilmek için (artık amaçlı olarak) tuvalete gidişini geciktirmeye başlar. Yetişkinler onu tuvalete yönlendirmeye çalışsa da direnç gösterir.

Jenital bölgesi ile yoğun ilgilenen ve / veya çişini geciktiren çocuk, annebabasının onaylamayacağı birşeyi yaptığı için kendini itaatsiz ve suçlu hisseder. Yakalanma tehlikesi içinde yaptığı için gergindir. Cezalandırılma korkusunun yanısıra, hasar alma korkusu da taşıyabilir. Kastrasyon kaygıları hissedebilir. Bu kaygı erkek çocuklarda olduğu gibi kızlarda da vardır. Çocuk yasak mastürbasyon nedeni ile pipisinin / kukusunun hasara uğraması ve / ya da annebabası tarafından kastre edilmesi kaygıları taşıyabilir. Bütün bunların yanısıra uykuya dalmada zorlanma ve / veya sık sık uyanma gibi uyku sorunları da ortaya çıkabilir. Çocuk uyumak istemez, çünkü uykuda (kastrasyon tehlikesine karşı) çaresizdir. Kaygı ve korkularının tamamı bilinç düzeyine ulaşmayabilir. Yani çocuk bunların tam farkında olmayabilir. Yetişkinler yanlış tepkileriyle çocuğun korkularını güçlendirebilir. Eğer yetişkin (belli etmemeye çalışsa da) tedirgin ise ve çocuk mastürbasyon davranışlarını herkesin gözü önünde (sergiler gibi) yapıyorsa, burada bir provokasyon söz konusudur. Sanki çocuk, annebabasına, "Siz benimle ilgilenmiyorsanız, ben kendimle ilgilenirim!" mesajı vermektedir. Ayrıca, (şiddetli suçluluk duygusundan kaynaklanan) cezalandırılma isteği gibi psikodinamikler de cereyan etmektedir.

5 - 6 yaş arasında oluşumunu tamamlamakta olan üst beninin (yani iç denetleme sisteminin) etkisi ile çocuk yasak olandan vaz geçebilir. Dürtülerini denetleme çabaları sırasında, çocukta sık sık öfke nöbetleri, keyifsiz ve bunalmış bir ruh hali görülebilir.

"Mastürbasyon hastalıklı bir davranış mıdır?", "Sağlıksız bir seksüellik midir?", "Normal midir?", gibi sorular akla gelebilir. Çocuğun cinsel içerikli davranışlarını gözlemlediğimizde, onun yeni bir haz kaynağı mı keşfettiğinin, yoksa bu kaynakta takılıp mı kaldığının ayırdında olabilmemiz çok önemli. Yeni keşifler çocuğun yaşantısını zenginleştirir; takılıp kalmak, başka deyişle fikse olmak ise yaşantısını yoksullaştırır. Çünkü bu durumda algı antenlerini, dış dünyadan uzaklaştırıp kendine çevirir.

Biz, yakın yetişkinleri - ki en yakınları annebabasıdır, dolayısı ile de en etkili kişiler onlardır - çocuğun antenlerini dış dünyaya çevirmesini sağlarsak (yani yaşantısını zenginleştirirsek ve olumlu bir duygusal atmosferi paylaşırsak) çocuk fikse olmaz. Fikse oluşun sadece iki nedeni var: (1) Uyaran eksikliği, (2) duygusal açlık.

Önce uyaran eksikliğinden söz edelim: Çocuklar olgunlaştıkça, dünyalarının çeşitlenmesi, zenginleşmesi gerekir. Uyaranları suya benzetebiliriz. Azı yetersizdir, çoğu da sel gibi yıkıcıdır. Yani çocuklara gereksinim duydukları ölçüde uyaran sunmalıdır. Uyaran eksikliği bir de uyku öncesinde yaşanabilir. Artık öğlen uykusuna gereksinimi kalmayan bir çocuğu zorla uyutmaya çalıştığımızda; ya da uykuya dalma güçlüğü olan bir çocuk akşamları uyku öncesinde yatağında uzun uzun sağa sola dönüp durduğunda, dünyası yoksullaşmış demektir. Belki bir süre, yanına onu da dinlendirmek üzere aldığı pelüş oyuncağı veya yorganının ucu ile oyalanacaktır. Bunlardan sıkıldığında, bedeni ile ilgilenirken ratlantısal olarak dokunduğu jenital bölgesinden aldığı izlenimler ilgisini çekecektir. Canı sıkıldıkça da çekici bir uğraş olarak bunu yineleyecektir.

"Mastürbasyonun ve premastürbasyonun (yazıdaki sıralamamıza göre) ikinci nedeni duygusal açlıktır." demiştik. Vakaların (kaba bir ölçümle % 80 gibi) ezici bir çoğunluğunda bu ikinci nedene rastlanmaktadır. Hemen bütün annebabalar çocuklarını sever. Fakat sadece sevmek, çocuklara yeterli değildir; onlar sevildiklerini fark etmek ister. Sevgimizi onlara; sahiden onlara ayırdığımız zamanla, ilgileniş tarzımızla ifade edebiliriz. Sağlıklı bir duygusal sıcaklık, ruhsağlıklı bir insan yetiştirmek için vazgeçilmez ön koşuldur. "Sevginin sağlıklı ifadesi" ile, çocuğu şımartmayı birbirine karıştırmamak gerekir. Yanımızda otururken birbirimize sokulmak, başını okşamak, yanağına sevgi dolu dokunarak gözlerinin içine "İyi ki sen varsın!" der gibi bakmak, kucağımıza oturtmak, beden sıcaklığımızı hissettirmek, sevginin en uygun ifade şekillerindendir. Böyle yaparsak çocuğumuzun kendine yönelme gereksinimi ortadan kalkar.

Çocuğumuzun jenital bölgesiyle gereğinden fazla ilgilediğini düşündüğümüzde, durumun farkında değilmiş gibi davranarak, ilgisini başka bir yöne çekmek için birlikte bir oyun oynayabiliriz; onu kucağımıza alıp, bol resimli bir kitaba bakabiliriz; hikaye anlatabiliriz; parmakoyunu oynayabiliriz.Sadece çocuk jenital bölgesiyle ilgilendiği sırada böyle davranılması sorunu kökten çözmeye yeterli değildir. Evde annebabaları yeterince ve gerektiği şekilde ilgilenemeyen çocuklara, diğer "yakın yetişkinlerin" doğru destek vermesi de durumu değiştirememektedir.

Nevrotik ya da bilgisiz bir anne / baba veya eğitimcinin, çocuğun seksüel sayılabilecek davranışlarına gösterdiği tepkiler; çocuğa sevgisini azaltma, iğrenme, aşağılama, alaycı gülüşler, (günah / eline iğne batırırım / hastalanırsın / zayıf akıllı olursun gibi) korkutma şeklinde olabilir. Bu tepkiler çocuğun ruh sağlığını olumsuz etkiler ve onun bütün yaşamı boyunca cinsel hasarlı kalmasına yol açar! Çoğu annebabalar ve eğitimciler (başka çözüm üretemediklerinden) yasaklamayı en kolay ve etkili yol olarak seçer. Çoğu çocuk, jenital bölgeyle ilgilenmesi yasaklansa da bunu gizlice sürdürür. Annebabanın yasakladığı şeyi gizlice yapıyor olmak, güçlü suçluluk duygularına yol açar. Çocuğun cephesinden bakıldığında, güven ilişkisi zedelenmiştir.

Sanıldığından daha çok yetişkin, çocukluğunda yukarıda anlatılanlara benzer deneyimler yaşamıştır. Bu yetişkinlerin büyük bir kısmı deneyimlerini anlatmaya çekinir veya hiç hatırlamayabilir. Çünkü çocukken, tabuyu çiğnediklerinde onlara çok haşin davranılmıştır. Üstbenleri de(yani iç denetleme sistemleri de) "kötü anıları"nı bilinçaltına, bilinçli çabalarla ulaşılamaz bir yere itmiş, bastırmıştır. Ancak psikoanaliz seanslarında ya da hipnoz sırasında hatırlanabilirler.


ERKEN YAŞLARDA MASTÜRBASYON NE ZAMAN PROBLEMDİR?

Kendi kendini uyarma (mastürbasyon) davranışı, okul öncesi çocuklarda oldukça sık görülmekte. Daha büyük yaşlar için anlaşılır olan bu durumun bu kadar erken yaşta ve yoğun olarak ortaya çıkması pek çok ebeveyn için bazen kafa karıştırıcı olabiliyor.

Anne babalar için, bir zamanlar kendileri de aynı durumu yaşamış olsalar da çocuklarının mastürbasyon yaptığını kabul etmek zordur. Oysa mastürbasyon, çok erken yaşlarda bile görülebilecek bir gelişim aşamasıdır.

Aslında cinsel açıdan reaksiyon verme kapasitesi çok erken başlar ve bebekliğin ilk aylarında dahi basit haz alma davranışları dikkatli ebeveynler tarafından fark edilebilir. Çocuğun yaşı ilerleyip de kendi cinsiyetinin ayırdına vardıkça ve kendi bedeni üzerinde denetimi arttıkça cinsiyet farkı gözetmeksizin özellikle 3-6 yaşlar arasında daha ritmik nitelikte uyarma davranışları gözlenir.

Mastürbasyon, genital bölgeyi elle veya bir nesneyle uyarma, yüzükoyun yere uzanıp sürtünme gibi pek çok şekilde görülebilir, yalnız kaldığı anlarda çocuğun daha çabuk aklına gelir, uykuda tekrarlayabilir, hatta başkalarının varlığında dahi engellenemez noktalara gelebilir. Yoğunluğu gittikçe azalır, altı yaşından sonra kaybolur veya seyrek görülür.

Ebeveynler de ilerleyen yaşla kaybolacağını genellikle tahmin edebilirler ancak o an için mastürbasyon davranışının uykuda bile nüksedecek derecede yoğun olması, çocuğun sosyal ortamlarda kendini engelleyememesi ve kendisini nefes nefese yoracak kadar zorlaması da haklı olarak anne babaları bazen korkutur. En belirgin endişe nedeni ise bu eylemin şu anda ya da gelecekte çocuklarına zarar verebileceği düşüncesidir.

Mastürbasyonun bedene zarar verebileceği inancı bu yüzyılın başına kadar geçerliliğini korumuş ve impotanstan (iktidarsızlık) tüberküloza kadar birçok hastalığa neden olabileceği düşüncesiyle sınırlamalar getirmenin ötesinde önleyici tedavi yöntemleri bile denenmiştir. Ancak bugünün anlayışına göre; şu anda veya gelecekte zararlı olacağı düşüncesiyle sınırlamalar koymak gereksizdir. Üstelik; ayıplama, cezalandırma gibi tutumların neden olacağı suçluluk duygusu çocuğun cinsel ve ruhsal gelişimi açısından daha yıpratıcı olabilir. 

Mastürbasyon çocuk gelişiminin beklenen bir evresidir, sık görülür, şu anda ya da gelecekte fiziksel ve ruhsal sorunlara neden olacağı düşünülmez, okul çağına geçerken büyük olasılıkla kaybolacaktır. Günlük yaşam kalitesini etkilemediği ve mastürbasyona başka yakınmalar eşlik etmediği sürece ebeveynin aşağıda özetlenen basit müdahaleleri yeterli olacaktır:

- Yaptığının yanlış olduğunu düşünmesine neden olmayın

- Cezalandırıcı, yargılayıcı ayıplayıcı ifadeler veya tavırlardan kaçının

- Başkalarının önünde yapmasının görenleri rahatsız edebileceğini öğrenmesini sağlayın

- Daha uygun zamanlar ve mekanlar tercih etmesi konusunda yönlendirici olmaya çalışın

- Aşırı noktalar vardığını düşünüyorsanız ve gerekirse ilgisini değiştirebilecek aktiviteleri özendirmeyi deneyin

- Çocuğun yakın çevresini bilgilendirmek ve gerektiğinde desteğini almaktan çekinmeyin

- En önemlisi de mastürbasyona başka problemlerin eşlik edip etmediği konusunda dikkatli olun

Peki; ebeveynler bu sorunla dışardan yardım almaksızın her zaman kolaylıkla başa çıkabiliyorlar mı veya bir başka deyişle mastürbasyon davranışının klinik bir problemin işareti olabileceği durumlar yok mudur? Bu sorunun yanıtı, evet. Mastürbasyon ya da kendini uyarma davranışının bir hekimi ilgilendirdiği zamanlar da vardır elbette. Bu noktada ebeveynlerin ayırt etmesi gereken nokta: Mastürbasyon başlı başına bir davranış olarak mı gözleniyor yoksa başka yakınmalar ve davranış problemleri eşlik ediyor mu?

Kardeş doğumu, ayrılma deneyimi vb travmatik yaşantıların çocuğun çevreyle uyumunu zorlaması, genitoüriner hastalıklar ve birçok stres faktörü başlangıç için tetikleyici olabilmektedir. Ayrıca cinsel konularla aşırı uğraş, tuvalet problemleri ve depresif yakınmaların mastürbasayona eşlik ettiği durumlar cinsel istismarı dahi akla getirebilir. Bazı epilepsi türleri mastürbasyona benzer görünümde karşımıza çıkabilir. Sosyal ortamda kendini frenleyemeyen, daha doğrusu yargılama becerisi zayıf çocukların zeka düzeyleri de hesaba katılmalıdır. Bunlar belli başlı örnekler ve elbette çoğaltmak mümkün. Bütün bunların ötesinde çocuğa ait aile ortamı ve sosyal çevrenin de durumu değerlendirmek ve yargılamakta yetersiz kaldığı, tutarsız davrandığı durumlarda dışardan profesyonel yardım aranması da çocuk adına yerinde bir çaba olacaktır.

Özetle, tek başına görülen mastürbasyon davranışı beklenen bir gelişim süreci ise de ilave zorluklar ve davranış problemleri varsa bir profesyonel yardımı gerekebilir ve bunun için de çocuğun bireysel özellikleri, aile ortamı ve sosyokültürel çevresi de göz önünde tutulmalıdır.  Dr. A Mert

Sayfa: 1 ... 5 6 [7] 8