İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - alıntı

Sayfa: 1 ... 4 5 [6] 7 8
76
Psikoloji / Psikologlar Ne İşe Yarar?
« : 21 Mart 2009, 10:08:21 ös »
“Parayla satın alınmış dost” deniyormuş halk arasında psikologlara. Felsefe öğretmenim – insanların psikologlara olan olumsuz bakış açısını anlatırken – yıllar önce bu sözü söylediğinde çok ilginç buldumsa da biraz da ağır bulduğumu itiraf etmeliyim. Ama hep de şu soru takılır kafama; Psikologlar ne işe yarar? Sadece dert dinleyip bilimsel çözüm bulmak mı? Ya da karşısındakine “yalnız değilsin” duygusunu aşılamak mı?

Kişi uyumsuzluk problemi çekiyor. Hayattan kendini soyutlamış ve kendi dünyasını yaratmış. Hiç arkadaşı yok. Nasıl yardımcı olabilir ki psikolog bu kişiye “somut” bir şekilde? “Neden böylesin anlat bakalım” gibi özgeçmişinden yola çıkarak mı sorunu çözer ya da taktik mi verir hayatın “akış formülüyle” ilgili? Sonuçta dert de dinlese taktik de verse yine kişinin kendisine bağlı değil mi uyumsuzluk problemini çözmek?


Kişi eşiyle, sevgilisiyle, ailesiyle çeşitli problemleri vardır. Psikolog tüm bu sorunları üniversite de ezberlediği kitaplardaki bilgileri aktararak mı yapıyor?

Yoksa psikologlar çözüm üretmiyorlar da sadece yol mu gösteriyorlar? O zaman neden psikologlar var ki? Kime sorununu söylesen sana mutlaka kendince bir yol gösterir ama hiçbiri “somut” bir çözüm olmaz. Kişi yalnızsa yine yalnız kalıyor konuşmadan sonra. Sonuçta psikologa da gitse başkasına derdini de anlatsa yine her şey kendisinde bitiyor. Yani kimse kişinin elinden tutup; ”Bak bunlar benim arkadaşlarım. Bundan böyle seninde arkadaşların” demiyor. Yine kendi performansını kendi göstermek zorunda kalıyor hayat karşısında.




Hadi biz böyle düşünüyoruz, peki psikologlar neden özeleştiri yapmazlar?


- Neden bu mesleği yeterince tanıtamadık?


- Neden “psikologa gitmelisin” dendiğinde “ben deli miyim” diye karşılık veriliyor?


- Neden psikologa gitmenin maliyeti yüksek? (Duyduğuma göre bir seans yani saati 100-150 milyondan başlıyor)




(Eyvah, yazı amacından çıktı... Ne anlatmak istedim konu nereye geldi... Anlaşılmış mıdır acaba yazıda anlatılmak istenen?.. Hayır, ne alakası var psikologa miskologa filan ihtiyacım yok benim!..)

77
[Erol Aksoy 1] - Beni suçluluk duygusundan psikoloğum kurtardı

Nuriye AKMAN


Ben söyleşilerimde muhatabımın yaşadığı olaylardan çok onlara verdiği tepkiye odaklanırım. Daha evvel defalarca dile gelenlere değil, taze söze talip olurum. Zahiren ortada başarı ya da başarısızlık olabilir.

Önemli olan kendisine soru sormama izin veren kişi, bununla nasıl baş ettiğini samimi bir şekilde anlatıyor mu, egosuna torpil yapmadan kişiliği ile yüzleşebiliyor mu, ben buna bakarım. Ortaya çıkan tabloyu ayrıca yorumlamam. Notum kıt olduğu için değerlendirmeyi okurlar yapsın isterim. Söyleşimizin büyük bölümü CİNE5 binasının 10'uncu katındaki bir toplantı odasında yapıldı. Bir masa ve sandalyelerin dışında hiçbir şey olmayan, beyaz badanalı, insana tecrit edilmişlik hissi veren soğuk bir oda. 18.30 olan randevu saatine, işlerin yoğunluğu nedeniyle 19.15'te icabet edebilen Erol Aksoy Bey, elma ile peynir yerken konuşmaya başladık. Zaman zaman gelen telefonlarla onar, on beşer dakika kesilen görüşmemiz 21.15'te, fotoğrafa zemin olabilecek renkli bir koltuk bulduğumuz bir başka boş odada bitti.

Baş döndürücü bir hızla yükseldiniz ve aynı hızla düştünüz. Bu süreç size kendinizle ilgili ne öğretti?

İtirazım var. Yükseliş yirmi senede, düşüş üç günde oldu. Arasında fark var. Yükselişim, bir yerlere gelişim tahsilim sayesinde oldu. Fransa'da lise, Amerika'da üniversite, MIT gibi bugün hâlâ çok az Türk'ün gidebildiği bir okul, sonra Harvard Business School. Yani en iyi eğitim nedir deseniz onu aldım. Tabii bir tek eğitimle olmuyor. Çünkü fazla eğitilmişler, hoca oluyorlar. Pratik olmuyorlar. Beni okutan rahmetli babacığım, ilkokul mezunuydu. Babadağlıydı. Babadağıdan hep tüccar insanlar çıkıyor. Çünkü tarım yok, hayvancılık yok.

Pardon. Hayat hikâyenizi değil, düşüşünüzden ne öğrendiğinizi sormuştum.

Ben hep kazanmayı ve başarmayı öğrenmişim. Kaybetmeyi öğrendim. İnsan kazanınca niye kazandığını pek analiz etmez. Kaybedince ya ben niye kaybettim, der.

Kaybedince egonuz biraz ezildi mi?

En iyi imtihan egoya geliyor. Ego iyi bir terbiye görmüş oluyor. Ben maalesef geç bir zamanda kaybettim. Gençliğinde iflasa yaklaşmış bazı işadamları, ders alıp, daha dikkatli olmuşlar. Bu felaketi ellimden sonra yaşamak bana ağır geldi. Hele hele kaybetmenin şartları ve de haksızlığa uğramışlık hissi varsa o daha da ağır geliyor.

Herhalde zamanla kendi hatalarınızı da tespit etmişsinizdir. Mademki egonuzun terbiye olduğunu iddia ediyorsunuz, neydi o hatalar efendim?

Şimdi valla tam derinden yakaladınız.(Gülüyor) İnsanlar her ne kadar egom terbiye oldu diyorlarsa da, sizin gibi fevkalade akıllı, hassas bir hanımefendiye samimi olarak şunu da söylemek lazım. Evet, ben demin egom terbiye oldu dedim de, ama hakikaten terbiye oldu mu olmadı mı? Yoksa bu dışarıya dönük bir işlem mi? İnsan değiştim diyor. Bakıyorsunuz aslında değişmemiş. O bakımdan egom terbiye oldu deyince... Bakın şimdi şöyle oldu.

Efendim lütfen, "batmadım batırıldım, düşmedim düşürüldüm" hikâyesine girmek istemiyorum.

Bizim bankaya el konulma ortamını size özetlemem lazım. Bizim bankadan 35 trilyon bir çekiliş oluyor. O gün Merkez Bankamızda bizim bankanın 102 trilyon parası var. O parayı bize vermiyorlar. İktisat Bankası gidiyor ve devlete yük oluyor. Kendi paramızı bize verseler biz kendi yağımızla kavrulup, belki de zorlukları aşardık. Nitekim bu şekilde zorluklar yaşayan başka bankalar oldu. Ve bunlar iki üç milyar dolara satıldılar.

Gerçek neydi bilemem. Ben bu duruma gelinmesinde size düşen payla ilgiliyim.

Benim aldığım ders şu: Başarılar neticesinde insan bana kendine fazla güveniyor. Daha da mühimi, ben hep kendi yönümden bakıyordum olaya.

Bencil miymişsiniz?

Şahsi bencillik değil de, şirketlerim açısından bencilce olabilir. Yani karşı tarafın hassasiyetine o kadar hassas olmadığımı gördüm.

Hepsi bu mu? Size öyle suç istinatları yapıldı ki. Sahte belgecilik, vergi kaçakçılığı, gerçeğe aykırı muhasebeleştirme ile zimmete para geçirme, hayali ihracat, usulsüzlük, çıkar amaçlı suç örgütü kurmak vb. İntikam alma duygusuyla mı ayakta kaldınız?

Yok. Kendime özgüven ile ayakta kaldım. Psikiyatride doktorlar, depresyonu kendine özgüvenin kaybı olarak görüyorlar. Yani şöyle yaptım da oldu, böyle yaptım da oldu, suç bende falan. Suçu kabullendiğinizde depresyona giriyorsunuz. Oysa kişi için şu daha faydalıymış. Mesela ben bir zaman Show TV ve CİNE5'in sahibi, Hürriyet'te de yüzde 25 ortak ve başkan vekiliydim. Bana üç kere teklif edildi Hürriyet'in geri kalan hisseleri. Ben Hürriyet'i satmasaydım şöyle mi olurdu? Veyahut Merkez Bankası'na o parayı zamanında yatırmayanlar kurtuldular. Ben doğruyu yapıp, parayı yatırdığım, bir daha da çekemediğim için keşke yatırmasa mıydım acaba? Hayır! Bu düşüncenin yanlış olduğunu, o zamanki ortamda doğru kararı verdiğimi düşünmem lazım geldiğini söyledi doktor.

Derin depresyonu böyle tedavi ediyorlar demek.

Derin değil, depresyon. Bir bakıma ümitsizliğe kapılmak, bu işin içinden çıkamayacağımızı düşünmek, bir gün hapse girip orada çürüyeceğinizi, hasta olup öleceğinizi düşünmek ve koyvermekti depresyon. İçinizden hiçbir şey yapmamak geliyor, kimseyle konuşmuyorsunuz.

Psikiyatrınız ne söyledi tam olarak?

Psikiyatr değil psikolog. Ve ben hiç ilaç almadım. Psikoloğun en büyük yardımı, kendine dışardan bakmayı öğreniyorsun. İnsan belli olaylarla çabalarken, hep sıcağı sıcağına karar veriyor. Bir ay sonra, iki ay sonra olaya baktığında ya ben niye o anda öyle yaptım, böyle yaptım diye pişman oluyor. Çünkü iki ay sonra o çok sıcak anından çıkıp, bir bakıma kendi yaptığınıza yabancı bir gözle bakabiliyorsunuz. Olaylara üçüncü gözle bakmanın insana iyi geldiğini gördüm. Psikolog, bana geçici olarak kaybettiğim özgüvenimi sağladı.

Ne kadar zamanda?

Mesajı çabuk alırsanız çabuk, çabuk alamazsanız çok da uzun sürebilir. Psikoloğa haftada bir gidiyorsunuz. Koltuğa oturup anlatıyorsunuz olayları. O da size olaylara yabancı gözle bakmanıza yardımcı oluyor. İşin içinde yaşarken göremediğiniz olaylara yabancı gözüyle baktığınızda farkına varıyorsunuz ki, belki de o kararı öyle almamanız, o fevri hareketi öyle yapmamanız lazımdı. Orada doktor bey böyle yapmasaydım, şöyle yapmasaydım şimdi burada olmayacaktım deyince, hayır diyor. Bugün öyle düşünürseniz kendinizi mahvedebilirsiniz. O günlere dönün. O gün her şeyi ölçüp biçip doğru kararı aldığınızı düşünün. O zaman o kararı aldıysanız sonra pişman olmayın.

Özetle sizi suçluluk duygusundan psikoloğunuz mu kurtardı?

Evet. Suçluluk, bir de aileye karşı suçluluk. Bizim evimize polisler geldi. Eşimin hiçbir günahı yokken ve bankada 1,3 hissesi var iken yurtdışı çıkış yasağı konması, mallarımızın müzayede ile satılması... Kızım, bizim evimize gelip giden bir arkadaşın evinde bizim evden çıkmış, müzayedede satın alınmış bir malı gördü. Düşünebiliyor musunuz o gencecik kızın üzerindeki tesiri? Oğlum, iki gün iki gece evine dönmedi. Akrabasına gitti. Oralarda eğleniyor zannediyorum, meğersem dönmek istiyormuş. Çünkü ufacık, eski bir televizyonu bile götürdüler odasından. Bir de çalışanların başına gelenler, sizin yüzünüzden mahkemelerde sürünmeleri. En büyük suçluluk duygum aileme karşı. Niye benim yüzümden bu hale düşmüş olsunlar? Bu çok ağır bir olay.

Peki ama suçluluğun duygusundan kurtulduğunuz zaman suçlar da ortadan kalkıyor. Yani hiç "Ama ben de hakikaten yasalara uymadım. İnsanları kazıkladım, yahut yanlış yaptım" şeklinde bir iç muhasebeniz olmadı mı?

Katiyetle. Neden? Çünkü benim yaptığım herhangi bir konuda, işte demin söylediğiniz şeyler, yok keçi kılı kaçakçılığı falan, tamamen fasa fiso.

Altın kaçakçılığı diye hatırlıyorum.

Efendim olabilir. Yani 28 yaşında 4 bin kişinin çalıştığı bir bankanın genel müdürü, 38 yaşında banka sahibi olursanız, bu gibi suçlamalar olabilir. Ama ne o gibi bir ihracattan hukuken suçluyum, ne de herhangi bir olaydan. O zamanlar yalnızca CİNE5'in büyümesini durdurmak için Türkiye'nin üç büyük gazetesinde aynı anda ve aynı kelimelerle beş gün beş gece aleyhimde yayın yapmalarına rağmen yine o cumartesi günü yolda yürüdüğümde herkesin beni tebrik ettiğini biliyorum.

İnanmıyorum! Yani herkes derken kim?

Yani halkımız, beni o yayınlardan tanıyan. Kimse inanmadı. Şu anda zaten mahkemede belli oluyor ki, ben doğru muhasebeleştirdiğim bankayı, olduğundan daha iyi değil, olduğundan daha kötü gösterdiğim için savcılığa verilmişim. Yanlış muhasebeleştirme, mudileri, Hazine'yi aldatmak için olmayan bir şeyi göstermek için kullanılıyor. Bunun suçu vardır. Ama ben senedini alıp da verdiğim bir krediyi aslında açık kredi diye göstermişim. Yani teminatsız göstermişim. Aslında teminatlı. O bakımdan benim kanaatim odur ki, İktisat Bankası'nın kendi parası o gün verilseydi, bu suçlamalar da olmayacaktı. Nitekim bu fuzuli suçlamalar teker teker mahkemelerde çürüyor. Bu bakımdan herhangi bir hukuki suç işlediğimle ilgili ne bir kabulüm, ne de böyle bir olay var.

Yeniden bankacılık yapacağım

O dönem, meşhur papyonlu bir fotoğrafınız vardı. Altına hortumcu diye yazılıyordu. TMSF ile yaptığınız anlaşma ile, bu hortumcu damgasından kurtulduğunuzu düşünüyor musunuz?

Bütün bu olaylarda bir, sayın ve değerli basınımız, hortumcuyu papyonlu haliyle göstermeyi tercih eder. Buna saygım var. O zaman tabii ki daha bir okunur, tirajımız da yükselir. Ben kendim hiçbir şey hortumlamadım. Şahsen bir kuruş borcum yok. Şirketlerim İktisat Bankası'ndan kredi kullandı evet. Ancak tüm raporlar da gösteriyor ki, kullandığı krediler bir bankanın kendi ortaklarının sahip olduğu şirketlere verebileceği maksimum limitleri aşmamıştır.

Peki size denmezse kime denir hortumcu? Kimdir Türkiye'nin hortumcuları?


Bu olaylarda beni ve ailemi en çok üzen, son üç dört senede bir banka lisansı alıp o banka lisansı sayesinde bazı dertlerini halletmeye çalışanların yanında fotoğrafımın çıkmasıdır.

Dinç Bilgin'den mi bahsediyorsunuz?

Hiç isim vermiyorum. Çünkü yalnızca Dinç Bilgin almadı o lisansı. Kim hortumcudur, lafını benden alamazsınız. 1973'ten beri bankacılık yapıyordum, bankamın 17 senedir sahibiydim. Bu sürede bir tane suçlama olmamıştı. O bakımdan kim hortumcu derseniz, kim hangi usullerle şirketlerine limitleri aşarak kredi vermiştir? Hangi bankalara Hazine veya BDDK artık bu şirkete kredi verme demiştir? Ama o gelen yazıyı yönetim kurulu üyelerinden saklayıp, kredi vermeye devam etmişlerdir. İşte sorunuzun cevabı o yönetim kurulunda o belgeleri saklayıp verme, demelerine rağmen vermeye devam edenlerdir.

Cem Uzan'dan mı söz ediyorsunuz?

İsim alamazsınız benden. Madem sen hortumcu değilsin. Kim hortumcu hadi bize ismini söyle oyununa gelmem ben.

Eyvallah. Kim hortumcu kim değili işin ehline bırakalım. Şu anda bankacılık yapamıyorsunuz. İyi ki medyaya girmişim, hiç değilse medyam sayesinde yeniden itibarımı kazanacağım, belimi doğrultacağım diyor musunuz?

İnsanın belini doğrultmak, parasal, psikolojik ve sıhhat bakımından olabilir. Özgüveni çok olan bir kişi olarak şu anda belimin doğrulmasına ihtiyaç yok. Ben iyi bir bankacıyım. Çok genç bankacı yetiştirdim. Daha geçenlerde iki arkadaş geldiler. Erol Bey dediler bizim CV'de kim İktisat Bankası görse hemen işe alıyorlar. İktisat Bankası iyi eleman yetiştiren bir yer olarak tanınıyor. Birçoğu gittiğimiz yerde maalesef yeni bir şey öğrenmediğimiz gibi eski öğrendiklerimizi de unutuyoruz, diyorlar. Çünkü bizde bir challenge, yeni durumlara yeni çözümler bulma vardı. Onun için ben yeniden bankacılık yapacağıma inanıyorum.

Yeniden bankacılık yaparsanız, bir güven problemi ile karşı karşıya kalmaz mısınız?

Kalmam; çünkü şimdiden birçok çalışan, benimle çalışmak istiyor. Şimdiden birçok müşteri Aksoy neredesin, sen gittin faizler yükseldi. Sen bizi ziyaret ederdin. Sen rekabeti getirdin. Sen gittin rekabet gitti, diyorlar. Ben hiçbir müşterimin parasını yok etmedim ve zor durumda bırakmadım. O bakımdan benim müşteri ile ilgili bir güven problemim yok.

CINE5'in sahibi

Erol Aksoy, daha 20'li yaşlarında iken, New York borsasında hisse senedi alıp sattı. 29 yaşında Garanti Bankası'nın genel müdürü oldu. Beş yıl sonra kendi bankasının sahibiydi. 1990'larda Fransa ve Amerika'da da bankası vardı. Show TV onundu ve 1993'te Erol Simavi'den Hürriyet'in yüzde 25'ini satın almıştı. Bankayı zayıflatmamak için Hürriyet'teki hisselerini Aydın Doğan'a, Show'u Çukurova Grubu'na sattı. 2001'de İktisat Bankası'na TMSF el koydu. CINE5 televizyonunun sahibi olan Aksoy geçtiğimiz günlerde TMSF ile anlaştı.


Bu yazı nuriyeakman.com sitesinden alıntıdır
http://www.nuriyeakman.com/node/1542

78
Din & Felsefe / Kainatın Semasında Allah'ı Yaşamak
« : 21 Mart 2009, 08:24:16 ös »
Hüseyin KAÇIN, 02/04/1999

Ben hem hepim hem de hiç.

Hayatta tek gerçek vardır. Ben bunu bayramın ikinci gecesi seyahat ederken öğrendim. Daha doğrusu ben bunu bilmiyordum fakat bilmediğim bu gerçek bana yaşatılarak öğretildi. Kalemle yazı yazmasını, bilmediklerini bildirip öğreten Allah'tır. Allah'ın dışında var olan her şey yokluktur. Adem iki buğday tanesi ile aldatıldı. Fakat onun soyundan olanlar fetvalarla, kurallarla, nizamlarla aldatıldı ve görünen odur ki kıyamete değil aldatılmaya aldanacaklardır. Allah'ı kitaplardan değil Allah'tan öğrenmek öz bilincine kavuşmak adına alın teri değil yürek teri akıtmak kutsal bir ödevdir. Öz bilincimizin hayal sahnesinin gerçekliğinde yüreklerimizi kurban etme bedelinin armağanı olarak kainatın sırları benliğimizde aydınlanacaktır. Bu aydınlanışla aydınlanan benlikler, kainatın iç dinamiklerinin seyrinde kendi iç dinamiklerini sürekli ve sükunetli bir şekilde inkişaf ettireceklerdir. Bu inkişaf Allah'ın gözetimindedir. Allah'ın öğreticiliğinin nirengi ilkesi göğsünü genişleterek terbiye etmektedir. Allah'ı Allah'tan öğrenmek, Oku! emrine boyun eğmek, kalemle yazı yazmasını ve bilmediklerini öğrenmek demektir. Az bir bedel karşılığında sonsuz iyilik armağanlarına kavuşmak. Allah'ım benim senden başka ne bir ilahım ne de bir yalnızlığım var. Var olanın aslında yaratılmışlığım ve sükunetli bir kuşatılmışlığım vardır. Bu kuşatılmışlığımın içinde senin bana sevdirdiklerin, sevdireceklerin ve yerdirdiklerin, yerdireceklerin vardır ve bir de beni yerenlere karşı sunacağım, senden gelen bir ahım vardır.

Allah'ım! Allah'ım!

Yarın ölmek istemiyorum. Yarınların ardındaki yarınlarda öz bilincimde ve genişlemiş gönlümde Allah'ı konuk etmenin hayali adına yaşamak istiyorum. Bu kirli benliğimle sana tertemiz geleceğim sonsuz günler adına ölmek istemiyorum. Allah'ım! Ölmeden önce teslim olmak istiyorum. Yönelişim ölümden yana değil teslimiyetten anadır. Kaderine teslim olanlar Allah'a, kaderine yenilenler ise Allah'ın azabına yönelmişlerdir. Yalnızlığın aslında ve sırlarında Allah vardır. Yalnızlaşan insan Allah'a ulaşacaktır fakat yalnızlığında yaşayacağı sırları aydınlatabildiği ölçüde. Var olan ger gerçek, gerçekliğin bir bedeli olarak, karşı karşıya kalındığında korkutucudur. Ruhsal rahatsızlıklara müptela olanlar gerçeğe yaklaşmışlar fakat gerçeğin koruyuculuğuna aldanmışlardır. Yakınlaştıkları halde yaşantılandıramadıkları gerçeğin, yakınlaşma yükümlülüğünün gereği olarak müsekkinlere ve psikolojik terapilerin tedavisine bağlananlar bir de Allah'ın terbiye ediciliğine yönelmelidirler. Yalnız Allah var olandır. Her varoluş Allah'a yöneldikçe var olabilecektir. Bütün bu olanların ve bitenlerin dışında bütün olanları ve bitenleri bilen Allah'tır.
Kainatın ve hayatın dansını, raksını ve semasını yaşamak; sabrın sükutunu ve sükutun sabrını yaşamaktır.

Tanrı misafiri olarak konuk olduğum konaklardan kovuldukça, Allah'ın kainatının kapısından kovulmadığımın güveni ile üzülmüyorum da gevşemiyorum da inanıyorum. Gönül musikimde Allah'ı hecelediğimde ağlayan gözyaşlarımın ahında yıkandım. Gönlü genişledikçe büyüyen dostlarım bit yana gönlü daraldıkça küçülenler, Allah'ın nurundan mahrumdurlar.

Dostum Kadir Tekeli dedi ki:
-   Hiç misafir ağırlanmadı bizim evimizde.
Oysaki bizim evimizde misafir eksik olmadı dense yeridir. Yandığımız ve tanımadığımız Tanrı misafirleri evimizi nurlandırdı. Tanrı misafirinin gönlü hoş tutulmalıdır, kırılmamalıdır.

Şehir Allah'ın şehridir. Allah'ın şehrinden kovabilirsiniz. Fakat gece Allah'ın gecesidir. Allah'ın gecesinden kovamazsınız. Gündüz Allah'ın gündüzüdür. Allah'ın gündüzünden kovamazsınız. Batıya yöneldikçe batmamak adına batanları sevmedim. Doğuya yöneldikçe doğmak adına doğanları sevdim. Allah'ım! Kainatın ve hayatın rahminde doğmak istiyorum. Doğmuş öz benliğimle teslim olmak istiyorum. Teslimiyete yönlendirilmiş bir benlik ne isteyebilir ki? Allah'ı yaşamak var olmaktır.

Ben hem hepim hem de hiç.

1999

79
Kalbimin şarkılarının sözlerini yazmayı,
Sözlerin bestesini yapmayı diledim hayatımca.
Çocukluğumu büyüterek, çocuk bıraktın; başkalarını büyülttükçe beni hep küçülttün. Gözümü ve gönlümü hep buruk bıraktın ben üzüldüm.
Ağladım ama hep kalbimden ağladım. Yalnızlığın kıvrımlarında kıvrandım. İsyankar alevlerde ruhum yanarken...


Yüreği kırık gönlü buruk dertlerin dermanını arayan gözü yaşlı arayıcı!
Kalp sözlerinin bestekarı ile gönlünde dans ederek çağın özlenen şarkısı olur musun?


''La'' sesi ile başlarken gönül gitarımın batısından, kalbimin kırık sazından yani doğusundan benimle ağlar mısın? Yüreğimin beklenen güneşi olur musun? RUH sarayının pencerelerinden sızarak dünya mı nurlandırır mısın? Melekleri bile kıskandırarak asrın ızdırabını dindirebilir misin? Karanfil kokusunun yakıcılığında, aşklarına ağlayarak güller gibi solacak kadar cesaretini bana sunar mısın? RUHumla göğe yükselerek, bedenimle yerde yürüyerek, aşkımla sevişerek benimle yücelir misin? Yüreklerinden mucize yeşerterek kalbimde yürüyen şahinlerle,gönlümün sultanlarıyla dans edecek kadar özgür müsün?


Dertlerimin Ademinden dermanımın Havvasını yaratan Allah'ım! Dermanımın kadınının namusunu bayraklaştırıp mahremiyetim bilerek, dertlerimin erkeğinden yani ''benlik çocuğumdan'' beni yeniden yaratan kutsal yalnızlığım! Sükunetimin isyanlarında derdimi de dermanımı da ''ben'' gizledim.


Dertlerine sabredemeyen asrın günahkarları, gönül saraylarını yıkarak bozarak ''dermanlarını yani benliklerinin özündeki kadını'' namuzsuzca başkalarının yataklarında fahişeleştirerek mutluluk ve sevgi karşılığı satan şerefsiz sahtekar soysuzlar! Çağın yalancı peygamberleri psikiyatristlere yasal uyuşturucular karşılığında dert pazarlayan zavallı günahkarlar! Allah sizi affeder mi? Psikiyatristlerin yosmasıpsikologların yalan ayetlerine iman ederek kafirleşen ''din''sizler! İnsanlığın yüzündeki karanlık karası şeytanlar! Bilin ki efendiniz iblis hazretleri sizinle gurur duyarak ''İnsanlıktan Alınan İntikam Şarkısını'' bestelemekte. Söz:İnsan Güfte:Şeytan


Şeytanın misyonerleri insanlar dillerinden isyan ederek ağlarken, Allah'ın savaşçıları insanlar kalplerinden ve gözlerinden gülümseyerek sükunetle ağlamakta.


Kaygı tanrısına tapınarak korku tanrıçasının göğsünden derman diye para, sex ve başarı sütü emmeye çalışarak, bedenini zenginleştirip lakin ruhunu yoksullaştıran çağın insanı! Bil ki sen hayat çölünde yönsüzlüğün ve serapların esirisin! Tanrılar tanrısı Depresyon Tanrısının kölesisin! Ruhunu ve dertlerini kurban ederek AŞKINI öldürmenin günahından alevlenen bedeli can sıkıntınla ödemektesin. Yalan ve aslında hep yalnızsın. Kalabalıklar ve vitrinler çağın sana sunduğu müsekkinler. Sen Toplumsal Şizofreni Dininin Kölesi, Psikiyatristler, psikologlar ve sosyologlar bu dinin yasallaştırılmış efendileri! Bu dinin sevabı para, günahı dert; dertlerin günahını paranla sevaplaştırmaktasın. İnsanlığın yitip giderken, yalancı şafakların karanlıklarında kaybolmaktasın. Kaybolup gittiğin bu hayat çölünde seni kim kurtaracak?


''kıyamet koparken elinizdeki fidanı toprağa dikin'' hadis.



Aşkımızın göklerinde kıyamet koparken, hayatımızın yeryüzüne gönlümüzdeki dert fidanlarını dikerek, sabır ve şükürle besleyerek, Allah ve Muhammed ağacımızın sonsuzluğundan derman meyveleri yiyerek ruhumuzu özgürleştiren gönlü yaralı ve kalpleri kırık Allah ve Peygamber Dostları! Sevgilimizve Hızır'ımız Sen nerdesin? Gözümüz yaşlı, sözümüz garip fakat dualarımızla şenlendirerek gönlümüzü, yolumuz aydınlık ve Aşkımız büyük! Gönlümüzün Sultanı teslimiyetimizin sancağı, tevbemizin bayrağı; İnsanlık Savaşımız Kutsaldır.


80
Genel Tartışma / Hüsnü Özyeğin'den gençlere mektup
« : 18 Mart 2009, 04:12:59 öö »
GENÇLERE MEKTUP


Sevgili Gençler,

           

Hayatı bir maraton olarak algılamamız gerekli.

Kısa vadeli başarılar yerine, ortave uzun vadeli başarılı olmak önemlidir. 

Bu uzun maraton koşusunda zaman   zaman gerilere düşeceksiniz, zaman zaman ileriye geçeceksiniz.

Fakat önemli olan kısa dönemde geriye düşmek değil ileri safhalarda önde olmaktır.

Kendinize kısa, orta, uzun vadeli hedefler koyun. 

Kısa vadeli hedeflere ulaşmaya çalışın. 

Fakat uzun vadeli hedeflerinizin içinde mutlaka “hayal” niteliğinde hedefleriniz olsun.

Bütün bu hedeflere ulaşmak için en önemlisi “inanmaktır”. 

Önce kendi potansiyalinize ve ulaşmak istediğiniz yere gidebileceğinize inanın.

İnanarak ve çok çok çalışarak yapamayacağınız şey yoktur.

Sevgilerimle,

Hüsnü Özyeğin

81
Genel Tartışma / Kitap - Huzurlu Yaşama Sanatı
« : 15 Mart 2009, 04:50:31 öö »
Huzurlu yaşamanın sırlarını yazdı

"Huzurlu Yaşama Sanatı"nın yazarı Prof. Dr. Toksöz Bayram Karasu: "Mutluluğa ve huzura giden yolun bir sonu yoktur. Yalnızca başlama noktası vardır. Bulunduğunuz nokta ise başlamak için en iyi yerdir"

KADİR SABUNCUOĞLU

Albert Einstein Tıp Fakültesi Psikiyatri ve Davranış Bilimleri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Toksöz Bayram Karasu'nun yazdığı ve ABD'de best seller olan "The Art of Serenity" kitabı "Huzurlu Yaşama Sanatı" (Boyner Yayınları) adıyla Türkçeye de çevrildi. Doğduğu Erzurum'u 50 yıl sonra ziyaret eden Karasu, kitabıyla ilgili sorularımızı yanıtlarken çiftlere, kendilerini sekse değil sevgiye odaklamalarını tavsiye etti.

.......................................

http://www.milliyet.com.tr/2005/12/13/pazar/paz06.html
http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=79286&sa=39783030

82
GÜLCAN TEZCAN (19 Aralık 2008):

"Psikiyatride siyasal gücü elinde bulunduranlar sadece gözlerini kapatıyorlar ve bizlerden de kapatmamızı bekliyorlar."

Birkaç ay öncesi Psikiyatr Mustafa Merter ile röportaj yapmak için bir araya geldiğimizde sohbet arasında Onarım Terapisi'nden bahsetmiş, yakında bu konuda önemli bir çalışmanın yayınlanacağını söylemişti. Bir süre sonra kitabı basan Kaknüs Yayınları Dr. Joseph Nicolasi'nin Onarım Terapisi'ni bana ulaştırdı. Erkek homoseksüeller için üst başlığıyla adlandırılan kitaptan yola çıkarak bir röportaj yapmak istediğimde gelebilecek tepkileri üç aşağı beş yukarı tahmin ederek yola çıktım. Zira 'eşcinsellik' ve 'homoseksüellik' bizim tarafta asla konu edilmemesi gereken 'sakıncalı' mevzular. Görmezden gelmek dururken neden bu mevzulara giriyoruz ki?

Cevabı çok açık: birileri gelişimsel bir problem ve patolojik bir durum olan eşcinselliği psikiyatri bilimi literatüründen çıkarıp 'insan hakları', 'bireysel özgürlük' düzlemine taşıyor. Ama bu durumunu hastalıklı bir hal olarak görenlerin tedavi ve terapi görme kanalları tümden kapanıyor ve normal bir yaşam sürme ihtimali elinden alınıyor, işte Onarım Terapisi'ni kaleme alan Dr. Nicolosi tam da bu noktada danışanlarının karşı karşıya kaldıkları durumla ilgili seçim hakları olması gerektiğini savunuyor. Yani lanetli bir kavim diyerek yüz çevirerek sorumluluktan kurtulmak yerine insanları 'hastalıklı' bir hayatın içine çekmeye çalışanlara inat, eşcinselliğin gerçekte ne olup ne olmadığını, bu patolojik vakıanın kaynağını öğrenmek, insanları Onarım terapisi gibi bir seçenekten haberdar etmek gibi bir sorumluluğumuz var. Bu anlamda Dr. Nicolosi'nin kitabının ülkemizde yayınlanmasında katkısı olan ve onarım terapisi ile ilgilenen psikologlardan Yusuf Karabulutla onarım terapisini, eşcinselliği ve bireyi bu hastalığa götüren sebepleri konuştuk.

PSİKİYATRİ BİLİMİ HOMOSEKSÜELLİĞE NASIL BAKIYOR? ÜLKEMİZDE VE YURTDIŞINDA BU ANLAMDA GENEL EĞİLİM VE YAKLAŞIMLAR NELER?

Eşcinsellik mevzu her ne kadar sağlık ile ilgili bir alanın tartışması gibi görünse de işin arka planı bunun çok ötesindedir. Arka planda tarih, sosyoloji, siyaset ve inançlar ve dinler var. Bu alanların da temel tartışma konuları hep iki uçludur. Siyah Beyaz tarzı zıtlıkları içerir. Psikiyatri bilimsel bir alan olsa da bu bilimde faaliyet gösterenler de tarihsel, sosyolojik ve siyasi süreçlerden etkilendiği kendilerine ait inançları olması sebebiyle uğraştıkları bilimsel alana da kendilerine ait paradigmaları yansıtırlar. Sonuçta bilimin ne dediğinden çok, o an bilimsel ve siyasi iktidarı kimin kontrol ettiği ile doğrudan ilgilidir. Bugün psikiyatri genel itibari ile eşcinselliği hastalık olarak görmemektedir. Bunun sebebi bilimsel olmasından çok siyasi baskıdır. Baskının sonucu bu alanda çalışanlar eşcinsellik bir hastalıktır diyememekte hatta homofobik olarak yaftalanabilecekleri için bu alanda araştırma dahi yapamamaktadır.

SİZ EŞCİNSELLİĞİ NASIL TANIMLIYORSUNUZ? ONARIM TERAPİSİ EŞCİNSELLERE NASIL BİR SEÇENEK SUNUYOR?

Eşcinselliği bir rahatsızlık olarak tanımlıyoruz. Eğer bir kişi ben eşcinsel rolümden rahatsızım ve bu rolden kurtulmak istiyorum diyorsa zaten bunun en azından o kişi için bir rahatsızlık olduğunu kabullenmek durumundayızdır.

BİZDE ONARIM TERAPİSİ NE ZAMANDIR BİLİNİYOR? TÜRK PSİKİYATRLAR ONARIM TERAPİSİNE NASIL BAKIYOR?

Bireysel olarak ilgilenmiş ve daha önceden duymuş olanları dahil etmezsek 1.5 yıldır gündemimizde diyebiliriz. Ancak bu konu Türkiye'nin gündemine girdi mi? Henüz hayır. Onarım Terapisi kitabının yayınlanması kapıyı araladı diyebiliriz. İlerleyen günlerde bilinirliliğinin artacağını ve gündem oluşturacağını düşünüyoruz. Türk psikiyatrların nasıl baktığını tam olarak bilemiyorum. Ancak dünyanın bir parçası olduğumuzdan eşcinsellik konusundaki tutumların genel tutumlardan çok farklı olduğunu düşünmüyorum.

SİZİN ÇALIŞTIĞINIZ TERAPİ MERKEZİ BU ANLAMDA 'ÖZEL' BİR MERKEZ DEĞİL SANIRIM...

Burada şu konuyu da açmak gerekiyor. Türkiye’de sağlıkla ilgili bir konunun gündem yapılması onu gündeme taşıyanları bu işin maddi rantlarından faydalandığı zannında bırakıyor. Halbuki biz eşcinsel terapi merkezi değiliz. Benötesi Psikolojisi ile ilgileniyoruz. Birileri çıkıp ben bu konuda hizmet vermek istiyorum merkez olmak istiyorum derse tüm bildiklerimizi kendilerine aktarmaya da hazırız. Çünkü bu konu bizim için tali bir mevzu. Benötesi Psikolojisi ile Onarım Terapisi ve Joseph Nicolosi arasında bu anlamda bir bağ da yoktur. Hatta eşcinsel grupların açmış olduğu bir sitede bu konu ile ilgili bizi tanımadan haksız yorumlarda bulunulmuş. Bu işten para rantı güttüğümüz (ki şu ana kadar bu konu ile ilgili gelenlerden durumu olmadığı için çok cüzi ücretler aldık) ve Rober Frager, ve dini camialar ile bağlantılar kurulmuş. Tekrar ediyorum Rober Erager Transpersonel Psikolojinin kurucularındandır. Joseph Nicolosi ise onarım terapisinin ve bizim her iki konu ile de ilgileniyor olmamız bu iki konuyu ilişkili kılmaz.

NE ZAMANDIR ONARIM TERAPİSİ İLE İLGİLENİYORSUNUZ? İNSANLAR SİZE NE TÜR ŞİKAYETLERLE GELİYORLAR?

1.5 yıldır ilgileniyoruz. Aslında bize ilk geldiklerinde bizim bu konu ile ilgilendiğimizi bilen yoktu. Hiçbir zaman biz eşcinsel terapisi yapıyoruz demedik. Sadece kitabın çıkmasında yardıma olmaya çalıştığımız için bu işin merkezi gibi görünüyoruz. İlk gelenler doğrudan eşcinsellikleri ile ilgili de gelmediler, farklı sorunları üzerinden terapiye başladık. Fakat bizim bu konu ile ilgilendiğimizi görünce bu yönlerini açanlar oldu. Kendilerinden talep gelmedi ise hiçbir şekilde bu yönleri üzerinde durmadık Bazıları da doğrudan bu rolümden rahatsızım bu şekilde var olmak istemiyorum diyerek geldi.

NASIL SONUÇLAR ALIYORSUNUZ?

Sonuç uzun bir sürece yayılıyor. Mevcut varoluşumuzdan farklı bir var olma tarzı düşüncesi hepimize korkutucu ve kaygı uyandırıcı bir durum olarak gözükür Uzun yıllar depresyon yaşamış bir insan bile sağlığına kavuşmaya başladığını hissetmeye başladığı ilk dönemlerde bir nevi regresyon yaşayabilir. Çünkü rahatsız haline o kadar uyum sağlamıştır ki yeni varoluş tarzı o kişi için bilinmezdir. Eşcinsellik rolünden kurtulmak isteyen in¬sanlar da benzer hatta daha yoğun kaygılar yaşarlar. Uzun süreli bireysel terapiler, grup terapileri ve destek grupları ile çözüme ulaşmak mümkün.

KİŞİYİ EŞCİNSELLİĞE GÖTÜREN ETKENLER NELER? NE OLUYOR DA ERKEK ÇOCUKLAR BÖYLE BİR EĞİLİM GÖSTERİYOR?

Eşcinsellik denilince tek tip bir insandan bahsetmiyoruz aslında. Çok çeşitli eşcinsel tipleri var. Aile dinamiği, kültür ve kişilik yapısı gibi birçok parametreye göre eşcinsellik tara değişmektedir. Sadece eşcinsellik için değil tüm rahatsızlıklar için şöyle bir müşahedem var. Aile dinamiği sağlıklı olup da kendisi rahatsızlık yaşayan bir hastam henüz olmadı.

YANİ ASIL PROBLEM AİLEDE Mİ?

Aile dinamiğinin sağlıksız olması illa aile içi şiddet ya da bölünmüş aile yapısı değil. Dışarıdan çok sağlıklı gibi görünen ama alt motivasyonları sağlıksız birçok aile yapısı var. Benim şu ana kadar müşahede ettiğim tüm danışanlarımızda aile dinamiği problemliydi. Özellikle babalarla ya iletişim yok ya da babaya duyulan bir nefret duygusu hakim. Bunların dışında cinsel tacize uğrama, tecavüz, annenin baskın babanın pasif bir yapıda olması da etkili olabiliyor. Burada şöyle bir soru geliyor. Aynı ailedeki diğer çocuklarda niye görülmüyor? Burada muhatabın da mizaç yapısı önemli Bu mizaç özelliği sanki genetik etki var savını güçlendiriyor gibi. Fakat burada da yanılıyoruz. Toplum olarak tek tip erkek modeli sunulduğunda yapısı bu kişilere göre daha naif, daha hissi ve duygusal olan çocuklar aile dinamiği ve bu toplumsal rol modelin etkisi ile kendilerini dişi hislerine daha yakın bulabiliyorlar. Ve bu hislerin karşılığı davranış olarak da kadın davranışlarını modelleyebiliyorlar.

DR. JOSEPH NİCOLOSİ'NİN DİLİMİZE ÇEVRİLEN ONARIM TERAPİSİ KİTABINDA GAY LOBİSİNİN İNSANLARIN YAŞADIĞI BU DURUMLA İLGİLİ SEÇİM HAKLARINI ELLERİNDEN ALDIĞI SAVUNULUYOR. BİR ANLAMDA EŞCİNSELLİKLE KARŞI KARŞIYA KALANLAR 'GAY" OLMAYA ZORLANIYOR DİYEBİLİR MİYİZ?

Türkiye henüz bu durumda olmasa da zamanla bu noktaya gelinecektir.

DR. JOSEPH NICOLOSI'NİN KİTABINDAKİ SORUYU BİR DE SİZE SORMAK İSTİYORUM: PSİKİYATRİ BİLİMİ NEDEN AITİK HOMOSEKSÜELLİĞİ BİR SORUN OLARAK GÖRMÜYOR?

Eşcinselliği bir rahatsızlık olarak görmek istemedikleri ve bunun rahatsızlık olmadığına da inanmak istedikleri için diyebilirim. Bildikleri için demiyorum dikkat ederseniz inandıkları için. Çünkü her ne kadar bilimsel kimliklerimiz olsa da altta mutlaka inançlar yatar. Ve neye inanıyorsak onu var etmeye ispatlamaya yönelik kurgular oluştururuz. Bilim de bu yönde kullanılan araçlardan birisi maalesef Cümlenin içerisinde bilim ya da bilimsel geçiyor olması o konunun tartışılmayacağı manasına gelmez. Fakat çoğu konuda olduğu gibi eşcinsellik konusunda da bilime sığınılmaktadır. Psikiyatride siyasal gücü elinde bulunduranlar sadece gözlerini kapatıyorlar ve bizlerden de kapatmamızı bekliyorlar.

EŞCİNSELLİK DURUMUYLA İNSANLAR NASIL YÜZLEŞMEK? DIŞLAMAK VE YOK SAYMAK ÇÖZÜM MÜDÜR?

Bu konunun tabu olmasından en çok rahatsız olanlar aslında eşcinsellik rolünü yaşayanlar. İnsanlar bu konuda dışlamak yerine anlamaya çalışsalar ve konuşulabilir hale getirseler belki bu rolden kurtulmak kolay olacaktır. Reaktif yaklaşmak yerine proaktif olmak gerek. Anlamaya çalışmak dinlemek gerek diye düşünüyorum. İşin ilginci bu sorunları yaşayan danışanlarımızda gördüğümüz bir başka ortak nokta daha var ve oldukça dikkate değer. Bu danışanlarımızın her halinde eşcinsellik rolünü taşıdıkları belli iken sorun yaşadıkları babalan bir şekilde bunu yadsıyorlar, görmezden geliyorlar, bu rolle nasıl mücadele edileceğini bilmediklerinden görmezden geliyorlar. Bu da babaların kendileri ile yüzleşmemek için kullandıkları savunma mekanizmaları.

ONARIM TERAPİSİ NE ANLATIYOR?

Kitabın son derece ilginç bir tezi var. 1952 yılında Amerikan Psikiyatri Derneği’nin yayınladığı Ruh ve Akıl Sağlığı Bozuklukları Sınıflandırılması ve Tanı Kriterleri El Kitabı’nda homoseksüellik, sosyopatik kişilik bozuklukları listesinde yer alırken 1968’deki basımında kişilik bozuklukları listesinden çıkarılıp cinsel sapmalarla birlikte sınıflandırılmış. 1973’te söz konusu tanı kitabından homoseksüellik tamamen çıkarılmış. Yani psikiyatri bilimi politik faktörlerin de etkisiyle bu durumu sorun olarak görmemeye başlamış. Bu sayede de bir özgürlük meselesi, bireysel bir tercih olarak savunulması ve dayatılmasının da yolu açılmış. Onarım Terapisi kitabı ise tersine homoseksüelliği psikiyatrik bir vakıa olarak ele alıp, hastalığa yol açan etmenleri konu ediniyor ve bu durumla karşı karşıya olan insanların normal bir yaşantıyı tercih edip “gey olmamak” gibi bir seçeneği bulunduğuna da dikkat çekiyor.

Onarım Terapisi,
Dr.Joseph Nicolosi,
Kaknüs Yayınları.

Ek: http://kaknus.com.tr/new/files/onarimterapisi_gercekhayat2.pdf

Bu metin http://kaknus.com.tr 'den alıntıdır.

83
SAĞLIKLI ÇOCUK YETİŞTİRMEK İSTEYEN
HER ANNE BABANIN
OKUMASI GEREKEN KİTABI
OKUYUNUZ!

Günümüzde homoseksüellik modern hayatın bir parçası olarak görülmeye başlandı. Peki bu durum karşısında siz ne hissediyorsunuz? Belki öfkeleniyorsunuz belki de korkuyorsunuz. Yakınlarınızın homoseksüel olmasından, belki de kendinizde homoseksüel eğilimler olmasından korkuyorsunuz. Homofobi diye de adlandırdığımız bu korku, kimimizde agresif bir şekilde dışa vururken kimimizde bastırılmış olarak mevcut olabiliyor.

İşte bu kitapta sizleri homofobinizle yüzleşmeye....................


http://www.kaknus.com.tr/new/index.php?q=tr/node/443

84
Bişeyleri anlatmak istiyor insan bazen..anlamasını istiyor anlatılmak istenenin..kimbilir belki uygun görmüyor kimseyi anlattıklarına yada anlayacağını düşünmüyor,belki kibirinden belki hislerinden yola çıkıyor bu düşüncesi için..ama anlatmak istiyor anlaşılmak istiyor..anlaşılmak istiyorum,anlaşmak istiyorum..karşımdakini mutlu etmenin yanında mutlu olmak istiyorum..çok şey bildiğimi sanıyorum sanırım birçok şeyi önceden hissedebildiğimden geliyor bu..yada ben öyle zannediyorum..yaptıklarımı biliyorum ama yapmadıklarımıda veya yapamadıklarımıda..çok şey istiyorum çok..ama çaba göstermekte zorlanıyorum.insanları anlıyorum ama konuşmak istemiyorum..insanın çevresinde bu kadar çok insan varken sevilirken ve bazen severken,bazılarını severken,ilginç geliyor bunlar..mutlu etmek için mutsuz olduğumu hatırlıyorum birçok kez..her ne kadar pişman olmasamda kızıyorum kendime..değişiyorum sanırm,değiştiriliyorum..ama değiştirmek istiyorum..boşveremiyo insan bazen,bazen ağlıyorum akşam haberlerindeki savaş haberlerine ama bazende gülüyorum yanımdaki insanın eksikliklerine..saflığı kaldırıyorum ama salaklığı kaldıramıyorum birde ben vuruyorum..zaman geliyor dünyayı parmağının ucunda sanan BEN zamanı geldiğinde aciz bir dilenciden beter oluyorum..hazmedemiyorum,kaldıramıyorum,hırpalıyor
um kendimi..etrafına espriler yapan,dünyanın en mutlu insanı görünen BEN ağlıyorum bazen,pireleri deve yaparak ya da olan develere ağlıyorum...gocunmuyorum ama seviyorum ağlamayı..gülmeyi olduğu gibi ağlamayıda seviyorum..bazen hataları başkalarına atıyorum,farkında olarak ya da olmayarak..hatasız olmak istiyorum sanırım,imkansız olan mükemmel olmak istiyorum,imkansız olduğunun farkında olarak..dedim ya başta çok şey istiyorum..imkansızlıkların peşinde koşmak gibi birşey benim ki sanırm..ama bunun farkında olarak bunları yapmak bile keyiflendiriyor beni..farklı olduğumu hissediyorum etrafımdakilerden..lisedeyken okul çıkışlarında zengin olan arkadaşlarla birlikte bakırköye gidememenin üzüntüsünü yaşadığıma gülüyorum şimdi..farkındayım artık çevremdekilerin,olanların,olacakların..insanın olacakları bilmesi ya da tahmin etmesi ne kadar iyiyse bir o kadar da kötü bazen..ön yargılar ön görüler..bazen soğutuyor insanlardan bazen kaptırıyor kendini farkında olmadan..çünkü biliyorum(bildğimi sanıyorum ya da) bu İYİ bu KÖTÜ..elde edene kadar kendimi yiyip bitiriyorum,elde ettikten sonra umursamıyorum..belki intikam alıyorum kendimce,belki aşkı cezalandırıyorum..belki bir kez daha kaptırmak istemiyorum kendimi belki kaptırılan olmanın hazzını yaşamak istiyorum..Ama şunu biliyorum..belkilerle yaşanmıyor hayat..yaşamak lazım hayatı anında,yerinde,gerektirdğinde,gerektirdiği şekilde..iyi olmayı dışarıdan iyi biri gibi görünmekle karıştırıyorum..çoğu insanın sorunlarından olan bişey bu sanırım İYİ desinler diye davranmak KÖTÜ demesinler diye davranmamak..ama insan yaşaması lazım bazen istediği şeyi istediği şekilde..aldırmadan iyiye kötüye bakmadan,iyi veya kötü gibi görünmenin derdine düşmemeli insan..rahat olmalı,kibirlerinden uzaklaşmalı..insanları sevmeli,insan olduğu için sevmeli,Allah tan geldiği için sevmeli eskilerin dediği gibi..ama yapamıyorum bazen dedim ya saflığı kaldırıyor da salaklığı kaldıramıyorum,kötü niyeti seziyorum bazen,utanmazlığı rahatlık sananları sevemiyorum..
Öyle işte..böyle düşünüyorum,böyle hissediyorum..ufak şeylerle mutlu olabiliyorum ama ufak şeylere çok takabiliyorum,olabil(me)diğince anlamlar çıkartıyorum,bazen doğruluklarını bilip bilmeden hareket ediyorum,sanırm kendime olan güvenime aşırı güveniyorum bazen..en önemli eksiğim olduğunu düşündüğüm,çok az zamanlarda karşıma çıksa bile bazen kötü sonuçlar çıkartabilen kibirimi yenmek istiyorum..Bunları size söyleyerek kendimi bir nebze affettirmiş gibi düşünerek mutlu oluyorum nedense,belkide size borçlu olduğum düşüncesinin farkına vararak kendimi anlatıyorum,açıyorum..ve son olarak herhangi bir uyuşturucu veya alkol kullanmamış durumda olarak bunları yazdığımı söyleyeyim(Bu kadar açık bir Ercan a pek tanık olmadığınız için aklınıza başka bişey gelmemesi açısından :) Yolunuzda olun..!


Ercan

85
Genel Tartışma / aşk mı sevgi mi?
« : 10 Mart 2009, 01:56:14 ös »
Aşk Mı Sevgi Mi…?

Gelen maillere bakılırsa özellikle genç arkadaşlar arasında kafa karıştıran bir süreç başladı. Aşk mailleri, karşılıksız aşk sıkıntıları, aşık olamamanın verdiği ruhsal zorluklara işaret eden mailler.

…aşkı öne çeken… ve maalesef “sevgiyi unutan” mailler…!

Haklı olarak zihnimden “aşk mı”, “sevgi mi” gibi bir sorgulama geçti bu soruları okuduğumda. Ve ikisi arasındaki farkları yazsak, acaba birilerinin işine yarar mı diye düşünmekten alıkoyamadım kendimi.



Sevgili okuyucular… hemen girişte belirteyim ki sevgi, aşktan üstündür. Hem insani hem de psikolojik süreçler açısından bakıldığında sevgi üstündür. Nasıl mı? Hemen sıralayayım 

Aşk, insanın gözlerini kör eden bir heyecan hali, karşımızdaki kişinin taşıdığı özellikleri görmezlikten kaynaklanan bir bağdır… Sevgi, bilinçli bir görmenin, apaçık tanımanın getirisi olan kutsal bir süreçtir.

Aşk, içgüdüsel ihtiyaçlardan meydana gelen, kişinin kendi benlik sınırlarını, karşısındaki kişinin benlik sınırları içinde erimesine izin verdiği, karşısındaki kişinin benliğinde yok olup gittiği sürecin adıdır. Oysa sevgi, ruhun içinden doğar, seven insanları yok etmekten ziyade, ikisinden daha yüce bir yükselişin oluşmasını sağlar.

Aşk, tek yönlü bir heyecan halidir. Aşık olunanın kim olduğu önemli değildir. Uygun zaman ve zeminde, hiç uygun olmayan birisine kolaylıkla aşık olunur. Bir anlamda “kişinin öznel bir coşkusu”dur. Bu yüzden aşk, birçok kereler yanlışlıklar yapar. Evli üç çocuklu bir beyefendiyi, torunu yaşındaki kızlara aşık eder. Babasından göremediği ilgi merhameti, benzer yaşlardaki erkeklerde aratma ihtiyacı içinde herhangi birine kolaylıkla aşık edebilir. Aşktan kaynaklanan yıldırım parıltıları altında gözler kamaşır. Kişiler, gözlerinin önünde duran gerçekleri bir türlü göremezler. Ne zaman heyecan biter, yıldırımın parıltıları söner, o vakitten itibaren karşıdaki kişi yalın olarak görülür. Ve kişi aslında aşık olduğu şahsın kendisine uygun olmadığını anlayarak, gerçeklerle yüzleşmenin verdiği psikolojik sıkıntıları yaşamaya başlar.

Oysa sevgi… oysa sevgi zaten aydınlıkta var olur. İnsanlar birbirini tanımaya başladıktan sonra sevgi oluşur. Birbirinin durum ve yapısını bilen, karşısındaki kişiyi içinde bulunduğu gerçek süreçler içinde değerlendirebilen yapılanma belirir. Zaman içinde birbirlerine söyledikleri sözler, davranışlar ve konuşmalarla yakınlığın keyfi yaşanmaya başlanır. Onunla sohbet etmek, onun varlığında istifade etmek kaçınılmaz olur. Onun varlığının tatlı sarsıntısı yavaş yavaş devreye girer.

Aşk, insanı çılgın ve uç düşüncelere götürebilir. Kolaylıkla tutkuya dönüşür. Karşısındaki aşık olunan kişinin ne istediğinin, ne hissettiğinin bir önemi yoktur. Varsa yoksa kişinin kendi heyecanlarının tatmin edilmesinin çabasıdır. Sevgi, yavaş ve adım adım bir tırmanışın ifadesidir. Sevilen kişiyi anlamayı, onun ihtiyaç ve beklentilerine göre tavır değiştirmeyi içerir. Düşünce sistemini bozmaz.

Aşk, geçicidir. En fazla birkaç yıl içinde yatışır. Korundukça eskir. Sevgi, zamanla yenilenir… kalıcıdır… Sonsuz ve içtendir. Zaman içinde anlamı ve önemi artar. Sevilen kişiyi tüketmez, onun yaşam damarlarını muntazaman onarır. Gittikçe derinleşir ve artar. Zamana bağlı olarak kendisini tüketmez.

Aşk, insandaki basiret duygusunu, irade, kendini ve duygularını kontrol etme duygusunu alır. Sevgi, tam tersine verir.

Aşkta kalp öfkelenebilir. Şiddetli ve kaba duygular daha fazla öne çıkar. Aşkına karşılık vermeyen kişilere karşı aşırı hırçınlaşır. Sevgi, tatlı ve yumuşaktır. İncitmeye kıyamaz, ona kendisinden yana zarar gelmemesi için çabalar. Onu düşünür, zor duruma düşürmemek için yüksek bir enerjiyle uğraşır.

Aşk, sevgiliye egemenliktir. Sevgi, tam tersine sevilende yok olma sonsuzluğudur. Aşktaki yokluk, aşık olan kişinin, kişilik ve benlik sınırlarını yok etmesiyken, sevgide yokolma benlik sınırlarına zarar vermez. Onları korur… ve iki kişiden tek kişi oluşumuna vesile olur.

Aşk, tat aramaktır. Halbuki sevgi, sığınak aramaktır. Sevdiğiniz kişiyle aynı dili konuşmaktır.



Daha uzun bir kıyasla anlatılabilirdi elbet. Ama özetle söylemek gerekirse, aşk ve sevgi, insanda varolan duygulardır. Kimin kimi seveceği, kimin kime ne zaman aşık olacağı belli olmaz…! Önemli olan kendimiz için hangisini istediğimiz.

Aşk ve sevgi kıyası yapıldığında elbette sevgi daha öndedir. Daha kutsaldır… kalıcıdır… insanın aklını kendisinden almaz…

Ama son olarak belirtmek gerekir ki, aşk da çok basit bir durum değildir.  İki günlük üç günlük ucuz çarpılmalara isim olarak verilecek kadar basit değildir. İkisi de insana özgü, ikisi de insani… ama son söz… kıyas yapılacaksa…! Elbette sevgi…!

Ve her yazımın altına eklemeyi ihmal etmeyecek kadar değerli…!

Sevgiyle(!) kalın…

86
ayşe 7 yaşına gelmişti ve o da arkadaşları gibi okula gitmek istiyordu.
bu isteği okulun mükemmelliğinden ya da ne oldugunu bildiğinden değildi.
sadece eskisi gibi onlarla birlikte olmak ve oyun oynamak istiyordu.
oysaki yeteneklerini ve özgüvenini kazanacağından haberi yoktu.
Aslında ayşe birazda ailesinden uzaklaşmak istiyordu.
ailesinin problemlerinden dolayı ayşe hep üzgündü sessiz sakin ezilen bir çocuktu.
hatta sessizliğinden dolayı arkadaşları onla hep dalga geçerlerdi.
zaman zaman bunlara üzülüyordu ama umursamıyordu çünkü birinci sınıf öğretmeni ibrahim bey mükemmel bir öğretmendi ve ondan ayrılmak istemiyordu.
hergün sırf onu görebilmek için bu şımarık çocuklara katlanmaya razıydı.
çünkü ibrahim bey onu gülümsetiyordu seviyordu en önemlisi degerli oldugunu hissettiriyordu.
hani yıllardır çocuklara öğretilen bir şarkı var dır
-sen bir ana sen bir baba herşey oldun artık bana-
iyi bir öğretmeni olan her öğrencinin yüreğinde hissederek söylediği bir şarkıdır bu
çünkü artık öğretmeninin sevgisi anne baba sevgisinin yerini almıştır hatta öne geçmiş olanlarda vardır.
Ayşede de böyle oldu babasından görmediği ilgiyi öğretmeninden görüyordu.
İbrahim bey ayşenin yanına gidip onun başını okşuyordu tüm sevgisiyle.
İlk günkü sevgisinden hiçbir şey kaybetmiyordu geçen zamana rağmen
Ayşe en çok beslenme saatlerinde öğretmeniyle birlikte olmaktan hoşlanıyordu.
Çünkü öğretmeni sınıftan çıkmıyordu sıraların arasında dolaşıyor ve ayşenin yanından geçerken onun beslenmesinden patates kızartması alıyordu.
ayşe o an kendini gökyüzündeymiş gibi hissediyordu
öğretmeni patates kızartmasını sevdiği için ayşe hergün annesinden patates kızartması istiyordu.
Bu sayede öğretmeni ayşe nin yanında olacaktı.
Belki de bu ayşe nin ilk aşkıydı
sevdiği insan için kendince çabaları vardı
çocuklar için bu sevgi çok önemlidir ilk hayallerini kurmaya başladığı dönemlerdir.
öğretmenliğin en güzel ve en zor kısmı da  burada başlıyor sanırım
çocukların okula bağlanması sevmesi karşılaştığı öğretmene bağlı oluyor
öğretmenini sevmeyen öğrenci okuldan nefret ediyor.
Ve de ne yazık ki ölü bir sene geçmiş oluyor.
ayşenin okul hayatı boyunca birçok öğretmeni oldu.
bazıları bayan bazıları erkek ama ayşe her zaman erkek öğretmenlerini daha çok sevdi.
çünkü bayan öğretmenlerin duygularını kontrol edemediklerini düşünüyordu.
bir öğrenciye kızdığı için tüm sınıfı cezalandırıyorlardı.


onlara bağırıyor kızıyor yaptıklarını engelliyor gülümsemelerine bile  izin vermiyorlardı.
bazen dışarıda yaşadıkları sorunlar yüzünden bile öğrencilerine kızıyorlardı.
çocukları stres atmak için kullanıyorlardı. yani bir çeşit sömürüydü bu.
                                Ayşe ben öğretmen olsaydım böyle yapmazdım diye düşünüyordu.

87
Kusursuz ve güçlü görünümüne rağmen hassaslığını ilk defa o gün gördüm. Erkek öğrencim henüz 9 yaşındadır. Arkadaşlarıyla ilişkisi gayet iyi ve onların içinde her zaman lider olmaya çalışıyordu. Beden eğitimi derslerinde aktif ve futbol oynamaktan son derece keyif duyduğu gibi takımına da bu keyifi yaşatıyordu. Koşarken kendi keşfetti bir takım tuhaf sesler takım arkadaşlarını güldürürken onların mutlu olduklarını gördüğünde daha fazla güç sarf ederek oynuyordu. Kendisi de memnundu lider olmaktan ve arkadaşları da baskıcı olmayan bir liderle karşılaşmaktan memnundur. Tek sorunu, nedenini bilmeğim bir sebepten ötürü çoğu zaman okula gecikiyordu, fakat genelde bu gecikmesine pek ses çıkartmıyordum. O gün merdivenlerden koşarak gelirken kendi çocukluğumdaki hali hatırladım birden. Merdivenin etrafındaki korumalıklardan kayarak eğlene eğlene okula gidiyordum. Öğretmenim beni camdan izliyormuş ve bunun cezasını bir kızıl sopanın kaba etlerime kırbaç gibi yapışmasında buluyordum. Ben asla böyle bir öğretmen olmak istemedim. Anılarımın içinde hiç de iyi olmayan öğretmen hatıraları hep dip not gibi kalmıştır. Ama nedense o gün kendimi tutamadım. Kırmızı beyaz okul çantası sırtında, saçları düzgün taranmış, beyaz mendili mavi önlüğünün üst cebinde duruyor sanki annesinin titizliğini simgeliyordu. Telaşlı haliyle merdivenlerin başında durduğumu görmeden bana çarptı. Çarpması ile kulaklarına sarılıp bir tokat atmam sanki bir saniyelik refleks olmuştu. Sınıf öğretmeniydim onun ve en sevdiğim öğrencimdi. Bu olaydan sonra aramız hiç de iyi değil ne kadar yanı yaklaşmaya çalıştıysam da
bir türlü gönlünü alamadım ve bende ona herkese davrandığım gibi davranmaya başladım. Bir yıldız gözlerimin önünde kayıp gitti ve ben sadece dilek tuttum. Umarım seneye ben bu sınıfa girmem, çünkü artık bir ayna gibi o çocukta kendimi görüyorum ve ona karşı sert davranmamı durduramıyorum.
Rafet beyin bu notundan alıntı yaptığım yazıları okuduğumda öğrencilerin öğretmenlerine ne gözle baktıklarını biraz olsun anladım. Çocuk yıpranmıştı veya yıpratılmıştı öğretmeni tarafından. Çünkü ona belkide bir sevilebilecek insan olarak bakıyordu.
Hepimizin başına gelebilecek olan şiddete maruz kalma aile dışında ilk olarak ( sokakta pek haylaz değil isek) okul yıllarında karşımıza çıkar. Bu şiddet kimi zaman bir şok etkisiyle karşımızdakinin başka birisi olduğunu ( yani anne-baba gibi dövdüğünde, kızdığında hazmetmesi daha zor olan) hatırlatır. Kimi zaman da daha da kötü sonuçlara vesile olur. Bu tip olaylarda öğrencinin neden bu kadar alındığını keşfederken aslında öğrencinin öğretmene bakış açısını veya diğer bir ifade ile öğretmene yüklediği anlamı görürüz. En basit olarak düşündüğümüzde öğretmen güçlü bir modeldir. Öğrenciye bilgeliği öğretecek, yaşamın içinde insanoğlunun nasıl bir evrim geçirdiğini, geliştiğini gösterecek ve insan olarak sosyal bir hayat içinde yaşamını nasıl sürdürmesi gerektiğini anlatacak çok güçlü bir model. 
Öğretmen toplumca kabul edilen önemli otorite figürlerinin canlı ve kanlı örneklerinden birisidir. Çok önemli olan vazifelerini bir yana bırakıp bu vazifeleri nasıl icra ettikleri ve bu eylemin gerçekleştirilmesi esnasında iki kişide de doğan duygu ve davranış durumuna baktığımızda aslında yukarıdaki örnek ipucu vermektedirler. Birincisinde Rafet Bey dövdüğü çocuğun nasıl gözleri önünde parçalandığını görmektedir. Bunun vicdan azabını bastırmak içinde kendisini yine kendi içinde haklı çıkarmak adına şiddete devam sloganı ile tüm gücünü bu çocuğun zeka çitlerini diğerleri seviyesine ( farkında olamadan) düşürmektedir. Çocuğun alınganlığının sebebi öğretmenine yüklediği anlamdan gelir. Bu da yine öğretmenin davranışa bağlı olarak gelişir. Kendini sevdirebilen bir öğretmene sahip olan çocuklar aile yaşantılarındaki sorunları öğretmen bünyesinde çözmeye çalışırlar.( toplumsal anne-babalarımız olurlar. İnsan olduğumuzu anne-babadan öğrenirken, sosyal bir hayatın parçası olduğumuzu da öğretmenlere borçluyuz) Kimi zamanlar öğretmenler, çocukların, öğrencilerinin bu çabalarını görmemezlikten gelir veya artık kaldıramayacak hale gelirler. Aslında ilkokulda resmi otorite buluşmamız başlamıştır. ( toplumsal olarak işleyen bir mekanizmaya dâhil olmak) Anne-baba ile olan sosyal öğrenmelerimiz, okul buluşmamız ile kıyaslandığında sembolik kalır. Evdeki ebeveynin en fazla 5–10 çocuğu var iken okulda daha kalabalık bir aile gibi genişlemiş ve yetkileri toplumca veya eğitimcilerce arttırılmış bir otorite baba-anne vs. vardır. ( milli veya ulusal bir aile ferdi olduğumuzu fark etmeye başlarız, her gün okutulan marşlarımızda bu görüş açıkça vardır.) Pek sevmek isteyip de sevemediğimiz anne-babalarımızın daha büyükleri okulun içindedir. Durum böyle iken öğrenci küçük vücudunda yansıyan gelişim sembollü küçük ruhu ile büyük sevdalar peşinde koşmaya başlayacaktır. Fakat hiç de fark etmeden bu sevdanın sonu otorite bir kişi olmakla sonuçlanacaktır. Yani bir anne-baba veya tıpkı bir öğretmen olacak. Bilgi dağarcığı olarak, yetki genişliği olarak, sözünün diğerlerince dinlenmesi olarak, anne babayı ikana edebilmesi olarak, en basitinden fizik olarak büyük bir insanla karşı karşıyadır. Büyük insan, ulu insan, hatasız, kusursuz insan, ciddi insan ve toplumun isteklerini küçük beyinlere pompalayacak gıdım gıdım onlara yedirecek olan önderler. Kudreti elinde bulunduran öğretmenlerin narsis şişkinliğini bir yana bırakırsak, çocuk gözünden bakarsak toplumca yaratılmış veya tasarlanmış çok önemli insanlar değil midir, öğretmenler. Aslında mantıklı düşündüğümüzde öğretmenlere yapılan bu yükleme yani (önem, kutsallık ve sorumluluk) yine ailelerin veya toplumun kendi vazifesinden kaçmasından kaynaklanan duygusal bir durumdan ibarettir. Belkide gelişen yıllar içinde anlaşmalı bir şekilde sosyal bir çark yaratılmıştır. Anne baba öğretmene ödeyeceği parayı aynı zamanda yaşamını sürdüreceği kazanırken öğretmende anne babadan vekâlet alarak öğrencilerini yetiştirmeye başlar. Ebeveynlerin mahrumiyeti içinde doğan bir hamur parçası topluma sunulurken bu kudretli ellerden elbette geçmeli ve birey toplumsal bir yaratık olarak kamu da varlığını idame ettirmeyi bu şekilde öğrenmelidir. Hiç kuşku yok ki bazı öğretmenlerin işleri gerçekten zordur. Zorluğunun sebebi basiti görememelerinde yatmaktadır. Öğrenci okula yaklaştığında iki yük veya sorumluluk hisseder. Birincisi yaşıtları veya yaşından biraz büyük insanların içine yani ikinci sembolik toplumsal oyunun içine giriş ve bu 2. sembolik toplumu yöneten öğretmenlerin otoritelerinin izleri. Okula her adım atıldığında bu duygu perçinleşir ve bir müddet sonra ilk günlerdeki izini kaybeder. Ben izini kaybetmeden önceki hali ile yani toplum-öğretmen imajı ile ilgilenmeye devam edeceğim. Birinci sembolik toplum aile ve otorite anne-baba iken ikincisi okul öncelikle ilkokul diyebiliriz. Ki okul derecesi arttıkça oynanan oyunun hayata olan ciddi etkileri de artmaktadır. Buna sonradan ayrıca değinmek isterim. İlkokul çocuklarından başlarsak eğer; hayatımızın ilk toplumsal kurallarını veya bir diğer ifade ile yarış kurallarını öğrendiğimiz ilk kurumdur. Bu kurumun amacı büyük insanlarca ciddileştirilmiş ve bir eğlence halinden bir eziyet kıvamına getirilmiştir. Eziyet kıvamıdır çünkü bilginin depolanması bir yana depolama tarzındaki bağnazcılık sorguya kapanmış sanki anayasal bir hak, hukukmuşçasına toplum tarafından norm olarak işlenmiştir. (Doğrusu artık çoğu ülkelerde ilköğretim kurumlarına daha bir önemle yaklaşılmaktadır ve bu işin sırları çözülmeye başlanmıştır. Bilgi depolamanın bir fayda değil zarar olduğu ve tekrarlı öğretildiği halde neden bilgilerin ileri yaşlarda lisede, ortaokulda pek de işe yaramadığı araştırılıyordur.) İlkokuldayken bu yargıları sorgulayabilecek bir öğretmenim olmasını dilerdim. Doğrusu ortaokul yıllarında bir öğretmenim bunu demeye kalkıştıysa da ona yönelen tepkilerin izlerini hala taşıdığına inanmaktayım. Öğrenci sevinci koynunda okulun yolunu tuttuğunda en son istediği şey sanırım elinde küçük büyük bir sopalı bir kişi veya asık suratlı bir öğrenmendir. Elbette ciddiyet iş icra edilirken olabilir fakat bu yine de yetenek eksikliği diye ifade edilirse pek makbul olacaktır. İnsan sevdiği işin icrası esnasında bir mutluluk duymalıdır. Eğer mutluluğu ufak bir sineğin ısırması ile veya bir kedinin mivaylaması ile bozuluyorsa bu ben merkezli bir meslek icrasıdır, tamamen kendi duygularını tatmin etmek için gerçekleştirilmektedir veya zaruri bir iş olduğu için yapılmaktadır. Yani bir öğrencinin aşırı derecede olmayan kusurlu davranışını düzenlemek yerine onun bu davranışı öğretmende derin bir sinirlilik hali yaratıyorsa odaklanılması gereken kişi ( aslında ailedir o da çoğu toplum da mümkün olmadığından) öğretmendir. Sorgulayacağımız ikinci kişi maalesef öğretmendir ve bu yüzden yükleri bir miktar daha artmaktadır. Öğretmenin sevimli neşesi öğrenciye yansımaktadır ve öğrencide bu kıvamda ruhsal bir ritim ile öğretmenini, yani toplumsal kurallarını veya otoriteyi benimseye bilmektedir. En büyük otoritenin bir ilah olduğunu varsayarsak bir inancı benimsetmektedir veya bir inancın kanalı bir birey(anne-> öğretmen) tarafından açılmaktadır. İlk eşeleme ve ilk kanal açışıdır, ilkokul. Bu arada bu birey ( öğretmen) bu yönünden ötürü toplumu yansıtan bir insandır ve gerçektende yücedir, kutsidir. Tıpkı bir milleti temsil eden o milletin vekil gibi, o milletin lideri gibi. Gelecek neslin tohumları artık yeşermiştir ve onları geliştirecek ve onlara duygular yükleyecek yani onları çiçek açtıracak olan bir eğitim sisteminin içindedirler. Bu kadar ciddi gibi gözüken bir işi, yeri geldiğinde bir Noel baba yeri geldiğinde bir Kırmızı Başlıklı Kız hikâyesindeki nine, yeri geldiğinde Nasrettin hoca hikâyelerindeki kahramanları canlandırarak, yani yaşatarak özümsetmek gereklidir diye düşünmekteyim.
Öğrencinin, benim fark ettiğim diğer bir dileği de; Öğrencinin öğretmeniyle yan yana yürümek isteğidir. Bu geleceğe atılacak adımları birlikteli olarak atmayı ve statü ayrımını onları anladığını ve bu anladığı şeyleri (sıkıntıları, keyiflenecek durumlarını, üzülecek durumlarını vs) onlarla konuşarak, bir nevi onların dile dökemedikleri konuları dile dökerek bir birlikteli adımla yolculuk yapmaktır. Böylece her hangi bir şekilde ne cezaya nede bir yaptırıma zorlanmaya gerek kalacaktır. Öğrenci öğretmenini en sevdiği arkadaşı gibi görürken aynı zamanda onun bir öğretmen olduğunu da fark eder ve bu duruma uygun davranış ne ise o şekilde hareket edecektir. ( ilkokul beşden sonra çocuk daha bir olgun hareket etmeye başlamaktadır. Bu olgunluğu içinde öğrenci öğretmen iletişimi anlaşma odaklı olmalıdır. Öğretmen sürekli otoriter kişiliği ile sınıfı bir arada tutmaya çalışmamalı onlara ne vermesi gerektiğini bilmelidir.)Nedeni her ne olursa olsun her insan önüne çıkan engelin sebebini bilmek ister, özellikle bu engel önemli bir otorite tarafından konulduğunda merak daha da artmaktadır.
Öğrenci için öğretmen ilk bakışta kutsaldır ve her söylediğinde bir hikmet vardır edası ile karşılanır. Kimi için şeytandır ve kaçılması gereken bir kişidir. Kimi için en büyük, en bilge ama en yakın arkadaştır. Yüklenen bunca tezat gibi gözüken duygulara rağmen öğrenci Anne-babanın göremediği davranışları öğretmenine gösterir. Toplumun içinde var olabilme çırpınışlarını ve bir otorite ile gelecekte nasıl bir ilişki kuracağını öğrencinin öğretmenine davranışından yordayabiliriz. Çocukluklarında ki emeklemenin mutluluğunu aile yaşarken toplum içindeki bu soyut emeklerin mutluluğu da öğretmenin gözleri önünde olur. O cildi her daim birinci sınıf olarak imal edilmiş milyarlarca sayfalık hemen hemen boş bir kitap olarak öğretmenin eline teslim edilir ve “doldurun hayatın teorik bilgisini, geleceği aydınlatacak bir nesil için öğretin ona da öğrenmesi gerekenleri” diye öğretmenine bırakılır.
Meraklı öğrenciler, onlar bazen gerçekten de çileden çıkartırlar öğretmenlerini. Meraklı bir çocuğun saçma gibi gözüken sorularımı var size, acaba söylemek istediği “öğretmenin benimle neden ilgilenmiyorsun, beni neden görmüyorsun veya benimle biraz daha ilgilen bu kadar yetmez“ olamaz mı? Bu gibi davranışlarda aslında hissettiklerimiz doğrudur, onlar ilgi istiyorlardır fakat duygular aşikâr olduğunda kışın bir otobüsün içinde yolculuk yaparken kırk kişinin içinde bulunduğu otobüsün uzun bir süre havalandırmadığını düşünürsek, içeride ki havanın artık ne kadar nemlendiğini tahmin edebiliriz. Duygularımız canlandığında bu kadar sıkılıyor isek öğretmen olarak kendimizi bir kez daha sorgulamalı ve neden bu mesleği seçtiğimizi düşünmeliyiz. Sınıfın içinde kaptan sizsiniz ve dilediğiniz de erdemli bir davranış sergileyip toplumun duygusal çarklarını sizler durdurabilir ve camın açılmasını yani çocukların, öğrencilerin ne istediğinin sorulabilmesini sağlayabilirsiniz. Öğretmenlerin bu yetkileri de vardır. Klasik öğretme teknikleri yüzyıllardır bir başarı sağlamış olabilir fakat artık bu öğretme tekniklerinin sırrı kalmamıştır. Bir öğrenci ona bilginin nasıl verileceğini artık ne öğreneceğini teknoloji sayesinde rahatça bilmektedir. Bu nedenledir ki klasik kuramlardan sıyrılmalı ve yaratıcı eylemler icra edilmelidir. Tarih dersi dört duvar içinde ne kadar zevkli olabilir, matematik tarihi olmadan ne kadar mantıklı olabilir, kimya sadece kimyasal olunca ne kadar çekici olabilir vs. Kocaman binaların içine doluşan öğrencilerin seslerinde aslında onların ne istedikleri aşikâr değil midir? Onların nasıl bir öğretmenle olmak istedikleri de bellidir. Enerjisini öğrenciye verebilecek, yaşamayı sevdirebilecek daha doğrusu yaşamayı o yaşlarda öğrenciler seviyorlardır benim yaşamayı sevdirecekten kastettiğim onlara yüklenecekleri sorumlulukları da eğlenceli veya keyifli bir üslup ile onlara aktarabilecek bir öğretmendir ve toplumu yeri geldiğinde sorgulayabilecek bireyler yetiştiren bir öğretmendir milletinin bekası için uğraşan öğretmenler. Aslında öğretmen ne ise öğrenci de ona tepki veren bir mekanizmadan ibarettir. Şimdiye kadar pek nadir öğretmenin her hangi bir öğrencisine “ senin için benim önemim nedir, hiç bunu düşündün mü? Bunu bana anlatmak ister misin? Kaç tane edebiyat öğretmeni kompozisyon dersinde bana en sevdiğiniz öğretmeninizi ve nedenlerini anlatın demiştir? Doğrusu pek nadir insanlar gerçekle yüzleşmek isterler ve bu öğretmenler azınlıkta kalacaktır sanırım. Beklenen tam anlamıyla bu değildir zaten. Bu sorumluluk içinde tepki doğurabilmek ve kendini seven bir insan olarak öğrencilerde kendini bularak, kırka yarılmış parçasını bir arada tutmasını öğrenmektir. Bunun için önce sınıftaki çocukların veya öğrencilerin bir öğretmenin aynası olduğunu kabul etmek gerekir. Enerjisini kendini aynada yüceltemeye harcarken histerikçe duyduğu hazdan kendinden geçmiş bir halde ders anlatan bir öğretmen karşısındaki öğrencilerin zekâsını küçümser, oyunun kurallarını bencilce koyar ve otorite figürünün kabul edilememesine sebep olur. Bir öğrenci gözünden bakıldığında, zenginliği, çeşitliliği açısından oldukça esnek olan öğretmenlik mevki bir o kadar da kimi okullarda katıdır ve öğretmen sadece öğretmendir. (Aslında her yerde öğretmen sadece öğretmen olmalıdır, fakat gerçek olan göz önüne alınırsa bu pek mümkün değildir). Benim kastettiğim öğretmen otonom şekilde tıpkı sürekli kan pompalayan bir kalp atışı gibi sadece mesleki bilgilerini paylaşmadan öteye gidemeyenlerdir. Bu katı bir tutum olup öğrencinin geride bıraktığı otoritelerle yüzleşmesini ve onların doğrularını yanlışlarını sınamasına engel olduğu gibi gelecekteki liderlere bakışı da veya lider olabilirliği de tehdit altındadır. Yani bir diğer ifade ile öğretmen öğrenci gözünde geleceği inşa ettiği gibi önce geçmişi aydınlatan bir insandır. Onda kırılmış duygularını yeniden yapılandırır ve kullanılabilir hale getirirler. Kaba, sert, ilgisiz davranan bir öğretmen öğrencisi için konuşan ve yürüyen bir ağaç fantezisi kadar bile etkili bir şey değildir. Eğer o öğretmen orada olamasa o öğrenciler hayata dair daha çok şey öğrenecektir. Çoğu zamanlarda öğrenci onu dinlemeyecek ve genellikle ders esnasında dikkatini başka işlerle meşgul edecektir. Dikkat toplama mıknatısı (sözlü veya direk şiddet çeşidi)genelde burada devreye girer ve bir şok etkisi yaparak öğrenci kendine gelir. Peki, bu davranışın tasvirin başlangıcını düşündüğümüzde sorunu öğrencide mi öğretmende midir? Veya tekrar bir suç ve ceza romanı yaratmanın anlamı var mıdır? Para kazanmak, bir ailenin geçimini sağlamak, bir çalışan iş sahibi birey olarak her insan toplumda var oluş sıkıntısı çekmektedir, öğretmenler için ise bunca sıkıntının içinde bir de kalabalıklarla ilgilenmek gerçekten zordur. Fakat her işin içinde elbet bir haylaz insan çıkacaktır. Okul da çocuklar, iş yerinde şikâyetçi arkadaşlar, sokakta madde bağımlıları ve onları kovalayan zabıtalar, polis vs görevliler. Öğrenciler geleceği şekillendirecek pek değerli bireyler topluluğudur. Fizik kurallarına göre hiçbir enerji evrende kaybolmaz. Her insan ayrı bir evren olduğunu zannı ile bir güzel benzetme ile devam edersek öğretmenin enerjisi bir elmas işleyicisinin parmakları arasındaki o paha biçilmez elmastan daha değerlidir. Çünkü onun parmaklarında elmasa değer yükleyecek olan bireyler var edilmekte ve yetiştirilmektedir.
Toparlamak gerekirse, bir öğrenci gözünden öğretmeni görmek istiyorsak en basitinden bir gün ilkokulumuza yolumuz düşerse hatıralar içinde canlanan o öğretmen sesinin öğrenciler içinde nasıl farklılaştığını hatırlayınca, örgencilerin istediği gözle kendimize bakabiliyoruz demektir. İlla ki bir ilkokul olması gerekmiyor, bir lise bir üniversitedeki öğretmenlerde pek farklı değildir. Fakat ilk başta da dediğim gibi yaş geçtikçe oyun ciddileşiyor zannına kapılıyoruz aslında sadece hayatımıza olan ve olacak etkilerini kaldırabilme kapasitemiz miktarınca tepkiler üretiyoruz. Her şeyin özünde sevgi olduğu gibi öğrencinin öğretmenine ilk bakış açısı ailesinden öğrendiği kadar bir sevgi penceresinden olacaktır. Öğrenci sevebileceği bir öğretmenle haşır neşir olmak isteyecektir. Sevdiğimiz insanlara isteyerek veya istemeyerek zarar verdiğimiz gibi öğretmenler de ne kadar sevilse de öğrencileri tarafından zarar göreceklerdir. Dürüst bir iletişim kuran öğretmen öğrencinin var oluş tarzına yani öğrencisini olduğu gibi kabul ettiği mesajını verir ve zahmetli uğraşları sona erer. Böyle bir öğretmen her öğrencinin gözünde sevilebilecek bir öğretmendir. Öğrenci kızıyor ama sonra özür diliyor, beni sinirlendiriyor ama sonra nedenini açıklıyor gibi düşünür. Öğrenci ile kurulacak iletişim kesinlikle dürüstlük çerçevesinde olmalıdır. Bu yaptığımız davranışlardan vicdan azabı duymamızı ileride engelleyecek ve hatalarımızı telafi imkânı sunacaktır. Öğrencinin istediği kusursuzluk değildir, aslında basittir, kendisini anlayan, onun ifade edemediklerini ona söyleyebilen, kusurlarını toprakta yeniden yeşerten, toplumdan önce onu dinleyen, tek başına bir insan olarak toplumda var olabilen ( her türlü zorluklara rağmen ), yeri geldiğinde güldürebilen, kısacası kendini tanıyan bir öğretmen, doğrusu pek de bulunan bir öğretmen tasviri değildir bu. En basiti öğrenci karşısında daha doğrusu yanında biraz da olsun ilgi gösterebilen insan bekler. Aslında her insan otoritesinden bunu beklemez mi. Sadece öğrenci öğretmen ilişkisinde olan bir şey değildir. Lakin bu ilişki önemi bakımından hayatımızda 2. dereceden bir yer kapsar. Bize ayna olan ve aynada yansıyan kusurlarımızı, hatalarımızı, kötü huylarımızı düzelttirecek ve iyiliklerimizi, hoş olan davranışlarımızla böbürlenmemizi güzelce engelleyen ve bu davranışları herkese karşı yansıtmamız gerektiğini öğreten öğretmenler olmalıdır. Allah hiçbir çocuğu kötü olsun diye yaratmaz!onu kötü yapan kötü eğitimdir!...kötü anne baba, kötü çevre, kötü yönetim balçık gibidir; zavallı yavruları da çekip yutar…(Victor hugo)

88
Din & Felsefe / Çocukça Felsefenin Ardında
« : 09 Mart 2009, 04:07:44 ös »
ÇOCUKÇA FELSEFENİN ARDINDA

Ahmet İNAM

Çocukça felsefe çocuk felsefesi değildir. Çocuklara yöneltilmiş, onları konu alan felsefece bir yaklaşımın adı değildir. Çocukça felsefe, ele aldığı sorunları, betimlemeye, yorumlamaya çabaladığı konuları, kavramları, görüşleri, anlayışları, naiv bir tutumla, sanki ilk kez görüyormuş, sanki bunlar felsefenin geçmişinde, bilimlerde, insanın binlerce yıllık yaşam deneyimlerinde yer almıyormuş gibi görme çabasıdır. Husserl Fenomenolojisine bu açıdan yakınlığı vardır; Kökten bir "paranteze alma", epokhe söz konusu değildir, ama çocukça bakışta; çocuğun zaten epokhe yapacak deneyim birikimi yoktur.

Çocukça felsefe, önceden belirlenebilen yöntemler, kılı kırk yaran temellendirme çabalarına dayalı ilkelerden yola çıkmaz. Ne bir bilim (Husserl'in söylediği gibi, Kesin Bir Bilim Olarak Felsefe) ne de (Belki, örneğin, Nietzsche'de olduğu gibi, Böyle Buyurdu Zerdüşt) sanattır. Dünyaya çocukça bakabilmenin, bakabilenlerin bir ürünüdür. Öğrenilerek çocuk olunmaz, taklit ederek de. Çocukluk kendiliğindendir. Zorla çocuk olunmaz

Çocuk felsefe yapabilir mi? Madem ki deneyimleri yetersiz, kavram çözümlemeleri için gerekli donanım, birikiminden yoksun, nasıl olacak da insan yaşamını, düşüncesini, bilgisini yorumlayacak? Çocuk nasıl felsefeyle olacak? Daha başta olan biridir o; deneyimsiz, ergenliğe bile erişmemişken, kavramlarla yaşayabilecek olgunluktan uzakken, Sokrates'in deyimiyle nasıl düşünceler doğurtacak ya da doğuracak?

Burada çocuğun, çocuk felsefesi yapanlarca ya da eğitimcilerce göklere çıkarılan düş gücünün genişliği, hayret, merak, sorgulama duyarlılığı, masumiyet, yaşamın keyfini çıkarabilme, oyun oynayabilme başarısı gibi erdemleriyle ilgilenmeyeceğim. Sanırım çocuğu çocukça görmeyi de bilmiyoruz. Unuttuğumuz birşey oluyor çocukluğumuz. Çocukken çocukluğumuzu yorumlayamadığımız için büyüyünce gerçekleştirdiğimiz yorumlar birer anı-yorum oluyor. Çocuklukta ne var ona filozof olabilme olanağını veren?

Çocukça düşünebilmek için çocukluğu aşmak gerekmez mi? Bir olgunluk gerektirmez mi felsefece tartışmak? Çocukla felsefe nasıl bir araya gelir? Çocuk doğru dürüst düşünemez ki felsefe yapsın. Daha yolun başında, daha deneyimsizdir.

Oysa, göz önüne alınması gerekli temel nokta şu: Burada çocuk filozof olmuyor, filozof çocuk oluyor. Çocukluğa dönme anlamında değil. Filozof bir çocukluk yaratıyor. Bir çocukluk yaşıyor. Hani tasalanarak, öğrenilerek çocuk olunmuyordu? Bu yaratma, kendiliğinden gelen bir oluşumdur, filozof kendini çocukluğunda bulmuştur: Anılarında değil. Şu anda yaşadığı çocukluğunda, Çocuklaşma bir düşünme aşaması, bir düşünme evresidir: "Bu konuya çocuk gibi baksak" "Çocuğun gözüyle nasıl görülürdü?" "Bu sorunun anlaşılamamasının ardında, çocukça bakılamayışı yatıyor" "Çocuklar! Bu soruna çocuk gibi bakmaya çalışsak nasıl olur?" Sözleriyle giriş yapılabilir. (Bu aşamayı bir kaçış, gerçeklerle yüzleşmemek için bir geri çekiliş, bir "regressyon" olarak görmemeli!) Bilinçli, farkındalıklarla yürütülen bir araştırmanın bir evresidir, çocukçalık.

Gidiverdiğimiz bir hayat bu çocukçalık.
Düşüncenin aman vermez akışında, çıkınca
Gizemli derinliğinden, öyle kalakaldık,
Maskaralık, belki kaçış, bu dünyadan bakınca.

Bir çıkış, kaçış değil çocukçalık. Bir çıkış, dehlizlerde yürüyüşlere, kavramlarda sıkışmış, tarihte,çerçevelerde. Mızma. Oynarken. Felsefecilik. Mızma kurala uygundur. Bir patika açmadır: Buradan da gidilir. Geride kalanlara şöyle denir: Deneyip geleceğim mızmıyorum. Tazelenmeye gidiyorum. Yoruldum. Yeniden görüp geleceğim. Can bulmaya gidiyorum. Gitgide ağırlaşan havayı değiştirmeye; kalakalmak, Sokrat gibi Şölen yolunda. Kalakalmak, çocukçalığın başladığı yer. Yıpranmışlığın hüznü ile, yürüyorum, arayışımın yollarından birinde, daha önce gördüklerimi yeni bir ışıkla görüyor, görmediklerimi görüyorum.

Perde. İşte benim ona çıkardığım dil
Gitti öncekiler hiçbiri benim değil.
Kırlarda elimde uçurtmadır kavramlar,
Geleceğim yine, eskilere selamlar.
Hür müyüm, deli mi? Hayat aralanıyor,
Elimde kalem ciddilik karalanıyor.
Kalem ağır. Hakikat sağır. Bunca kahır,
Kuş olmuş bakın Felsefe yaralanıyor.
Yarayı sarıyor çocuk kalmıyor hatır,
Tenhada garip düşünce mayalanıyor

Düşünceye kanat germedir bu evre. Pörsümüş kanatlarını gerip açmadır. Kol kanat germedir. Eprimiş, karanlık kadife perdeleriyle pencereleri sıkı sıkı kapatılmış, tozlu ağır koltuklarıyla bu alışılmış, alışıla alışıla eskimiş arama evinden, her tarafı camlarla kaplı, sırçadan, uçucu bir müziğin eşliğinde, bahçesinde çocuk gülüşlü oyunların oynandığı, içinde sayısız bahçe olan, alana sıçramadır. Orada yorgun çocuklar, olgun ve çocukturlar. Orada içi olanın içini açabildiğini, gözü olanın, gözünü, gerçeği olanın gerçeğini açabildiğini, düşünmüş de çocuk olmuşların oynaştığını, ironi ile derinleşen düşüncenin kaynaştığını duyabilirsiniz.

Sorular şunlar: Bu aşamaya nasıl gelinir? Bu aşamada ne başarılır?

Bu aşamadan nasıl çıkılır? Bu aşamaya yaşlanarak, çile çekerek gelinir. Bundan dolayı çocuk felsefe, salakça felsefe değildir. Büyümüş de küçülmüş felsefedir. Bu felsefe her hangi bir sorunun aranmasına ilişkin geliştirdiğimiz tavırla ilgilidir. Şimdiye dek bu felsefenin ne uğraştığı konular, ne bu konuların tartışılma yöntemlerine ilişkin birşey söylemedim. Söylediğim, yalnızca sorulan soruları aramaya, yanıt bulma denemelerine ilişkin sezgisel imalardı.

Bu aşamada ufuk açılması, seçenekleri görebilme, arama, araştırma sevinci gerçekleştirilir.

Karanlıktan, yoğun çabalardan, uçucu aydınlığa geçiştir.

Arayan, sürgit çocukça felsefede kalmaz. Bulunanların irdelenmesi gerekir. Ağırlık çöker.

Sonra yine uçucu aydınlık gelebilir. Sonra yine çalışma karanlığı.

Neden irdelemek, çözümlemek, ayrıntılarda yoğunlaşma karanlık olsun? Onlar da aydınlıkta ama uçucu olmayan aydınlıkta yapılmasın?

Elbette neden olmasın? Yoğun bir çilenin ardından gelen olgun çocukluk, felsefece düşünmenin zahmetleriyle neden ağırlaşıp, karanlığa bürünsün?

Şimdi, soru çocukça felsefeyi hak etmek için nasıl çalışmak, nasıl bir donanım edinmek gerektiği üzerinde yoğunlaşıyor. Onu, söylediklerimi anlayanlar zaten yanıtlamışlardır.

89
ÇOCUKLAR KIYAMET ŞARKISI SÖYLERSE


Ansızın bastıran yağmur, bitmez bir arzuyla bağlandığımız dünyayı ruhumuzun üzerine deviriyor. Adımlarımız sıklaşıyor, bu ansızın bastıran yağmur yüzünden; içimizden kimileri can havliyle koşmaya başlıyor. Bir felakete uğramış gibi, sığındığımız duraklardan, saçak altlarından, otobüs camlarından rengi atmış şehri seyrediyoruz. İşte, eski zamanlardan kalma bir hayalete dönüşmüş cam cepheli binalar; müzik marketlerden sokaklara yayılan sesler susmuş, kaldırımlar boşalmaya başlamış, ağaçlar yapayalnız. Her gün üstümüze giyindiğimiz o bitmez uğultu da terk etmiş bizi; belki de bu yüzden yağmurun açtığı bu büyük boşlukta çırılçıplak hissediyoruz kendimizi. Yanı başımızdaki arkadaşımız bile birden bir yabancıya dönüşüyor; biliyoruz ki, hiçbir kelime şu küçücük damlalar kadar cesur, şu küçücük damlalar kadar sahici bir bağ kuramayacak aramızda. Burada ekinsiz ve topraksızız. Yeşertecek bir tarlamız kalmadığı için, gök yerin rahmini okşarken, biz bir felaketin beton uygarlığımızı çatlatmasından korkuyoruz. Bir kez dilimiz çözülse ve gövdemizi yıkayan yağmura, "EY Rahmet! İyi ki geldin" diyebilsek, sıkışıp kaldığı Arafattan kurtarmış olacağız ruhumuzu. Bir kez dilimiz çözülmüyor...



Ansızın büyüyor çocuklar. Daha bir kediyi görmeden bir savaşın görüntülerini izliyorlar ekranlardan. Kuş seslerinden önce bir bilgisayar oyununun gürültülerini tutuyoruz kulaklarına; parfüm kokusu, sabundan önce geliyor. Bu küçük bedenlerin içinde peyda ettiğimiz hormonlu hafızanın bir gün nasıl bir felakete yol açacağını düşünmeden, gururla "artık her şeyi biliyor çocuklar" diyoruz. Alelade müziklerin, ölüm sahnelerinin, çıplak görüntülerin, hırçınlığın ve telaşın boca edildiği küçük kelepir evlerde, bu her şeyi bilen insan yavrularının aklı karanlık bir ormana dönüyor oysa. Bir gün onları kendi bedenleriyle hayatın içerisine bıraktığımızda, izledikleri filmlerin korkularına benzer bir korku, oynadıkları elektronik oyunların heyecanına benzer bir heyecan bulamadıkları için, bu fazlasıyla tekdüze dünyadan öç almayı deneyecekler. Ya fazlasıyla içlerine kapanacaklar; yapacaklar bunu, ya fazlasıyla saldırganlaşacaklar. Adını çocukluk koyduğumuz o büyük uygarlık, büyüklerin sorumsuz zevkleri tarafından işgal edildikçe, soyumuz daha bir Vandallaşacak...



Ansızın çalan sayısız zil, sabahın üzerine telaşlı bir gömlek giydiriyor. Dinlenmiş bir bedeni değil, bir geç kalma korkusunu uyandırıyoruz nicedir. Zamanı dünyevîleştirdiğimiz için, ne kadar erken kalkarsak kalkalım. bir türlü yetişemiyoruz meleklerin dağıttığı rızka. O rızıktan nasiplenecek iç rahatlığına da, şükür duygusuna da yer kalmadı bedenimizdi. Telaşla kalkıyor, eşiklerimizi telaşla geçiyor, çocukları telaşla okuluna bırakıyor, telaşla oturuyoruz işimizin başına. Kendisine sayısız eşyayla bağlandığımız hayatın, biraz ağır kalırsak bizden öç alacağını biliyoruz. Ekmekle alın teri arasındaki o kanaatkâr yolun yolcuları değiliz. Bunca didinmemize rağmen karnını bir türlü doyuramadığımız bir konforun amelesi olduğumuzun farkındayız. Hiçbirimizde, ekmekle alın teri arasındaki o kanaatkâr yola dönecek cesaret yok. Dahası, böyle bir ihtimal bile uykumuzu kaçırıyor, huzurumuzu bozuyor. Varsın bizden uzak olsun iç ferahlığı ve şükür; varsın telaştan bir sabah çullanıp dursun üstümüze; varsın okşamasın gamsız bir vakit tüylerimizi. Yeter ki, onca meşakkatle uhdesine girdiğimiz eşya, ismimizi çeteleden çıkarmasın. Çünkü ismimize gösterilen hürmetin kapılarını açan o...



Oysa ansızın geçiyor yıllar. İçimizde bir felaket duygusu bırakan o yağmurlar, uzak bir ülkenin habercisine dönüşüyorlar zamanla. Zamanla, bir izdiham içinde büyüyen çocuklara, merhametle göz gezdirmeye başlıyoruz. Sayısız mevsim boyunca sıcaklığına tutunduğumuz eşya, bizi kendi ismimizle, kendi bedenimizin sıcaklığıyla baş başa bırakıyor nihayet. Anlıyoruz ki, helak olmak için ille de gökten büyük bir cezanın inmesine gerek yokmuş. Anlıyoruz ki, bizim helakimiz, kendimizden başkası değilmiş...





--
Muhammed Yusuf YAŞAR
Niğde-Çiftlik
Marmara-1998

90
Genel Tartışma / öğrenmeyi öğrenme
« : 09 Mart 2009, 04:04:46 ös »
ÖĞRENMEYİ ÖĞRENME

(Prof Ahmet İNAM)

GÖREVLİ – Sayın Hocamıza çok teşekkür ediyoruz.

Etkinliğimiz başka bir sunumla devam ediyor.
Konuğumuz Ortadoğu Teknik Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Sayın Ahmet İnam. Sayın hocamız “Felsefece Eğitişim” başlıklı bu konuşmasında, bize, aslında felsefenin de çekirdeğini oluşturan, öğrenmeyi öğrenme konusunda bilgi verip, irdeleyeceklerdir.

Kendisi de öğrenmeyi öğrenme etkinliği olarak felsefe; öğrenmeyi öğrenme üzerinde dururken, bir anlamda kendi etkinliği üzerinde duruyor. Bu konuşmada felsefenin 2500 yıldan beri çekirdeğinde bulunan öğrenmeyi öğrenme etkinliği yeniden gözden geçirilmiş olacaktır.

Buyurun Sayın Hocam. (Alkışlar)

PROF. DR. AHMET İNAM (ODTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Başkanı) – Sayın konuklar, günaydın efendim. Soru çok temel bir soru olarak görülüyor ve bu soruyla başlamak ve sonra felsefeyle öğrenme arasındaki ilişki üzerinde konuşmak doğru olur diye düşünüyorum. Soru şudur: Ne diye öğreneyim ki ? Sürekli olarak bana öğren diyen bir kültür içine doğmuşum ve öğrenmenin erdemlerinden söz ediyorlar. Üstelik öğrenmenin değil, öğrenmeyi öğrenmenin erdeminden söz ediyorlar, bu sırayı çok artırabilirim de, öğrenmeyi öğrenmeyi öğrenme diye böyle devam edebilir. Eğer, bu bir çeşit pragmatik bir kurnazlık ise, çağımıza çok uygun olduğunu düşündüğüm; o zaman, öğrenmeyi öğrenme ile herhangi bir öğrenme tarzı arasında hiçbir fark söz konusu olmayacak demektir; çünkü, öğrenmeyi öğrenme, bir maymuncuk gibi her kapıyı açan bir öğrenme biçimi olılacaktır. “Bana öğrenmeyi öğret de, ben bu öğrenme zahmetinden kurtulayım” anlamında bir öğrenme istiyorsak, bir kalıp veya belli teknik ile öğrenmeyi anlıyorsak, bu anlamda öğrenme, öğrenmeyi öğrenme olmuyor herhalde. Çünkü, neden öğreneyim ki, sorusu bana çok temel bir soru gibi gözüküyor. Öğrenen insanın kesinlikle talebi ile oluşan bir şey, öğrenmeyi öğrenme. Dolayısıyla, belki çok genç yaşlardaki insanların, öğrencilerin veya bir şeyler öğrenmesi için okula gönderilen insanların, öğrenmeyi öğrenmesi veya okul öncesi eğitimde öğrenmeyi öğrenmeyi sağlayabilmek, herhalde, onlarda öğrenmeyi talep etmeyi oluşturabilmekle olanaklıdır. Öğrenme talebinin, öğrenme merakının, öğrenme coşkusunun, öğrenme arzusunun ve tutkusunun, öğrenme ateşinin onların içinde yanmış olması gerekir ki, öğrenmeyi öğrenme eylemini, etkinliğini gerçekleştirebilsinler. Yoksa, öğrenmeyi de öğreneceksin, şimdi bak bunları bunları öğrendin; sıra öğrenmeyi öğrenmeye geldi gibi bir tavırla öğrenmeyi öğretmeye kalkma, öğrenmeyi öğrenme ruhuna pek de uygun olmayacaktır. Öğrenme karşısında, yaşam deneyimleri karşısında tavrı olmayan, yaşam deneyimlerini gözden geçirmeyen, yaşam deneyimlerini sürekli olarak tazelemeyen, tazeleme eğiliminde olmayan insanlara, öğrenmeyi öğretmenin hiçbir anlamı olacağını düşünmüyorum; öğrenebileceğini de sanmıyorum. Öğrenmeyi öğrenmenin hayat karşısında bir tavır ile gerçekleşebileceğini, daha doğrusu şimdiye dek, alışılagelen yaşama tavrının dışında bir tavırla, bir duruşla kazanılabileceğini düşünüyorum.

Bunun çok önemli bir nokta olduğunu tekrar vurgulamak istiyorum; çünkü, öğrenmek, zaten bir anlamda, çok geniş anlamıyla düşündüğümüzde, olağan yaşam içinde sürekli yaşadığımız bir süreç; ne yapsak bir şeyler öğreniyoruz. Hiçbir çaba, emek sarf etmeksizin, yaşarken duyu organlarımıza ulaşan, malumatların bir anlamda yoğrulmasında, örneğin, kulağımıza bir haberin ulaşması, gözümüzün bir gazete kupürüne ilişmesiyle öğrendiğimiz şeyler zaten söz konusudur. Ama, bu tip öğrenmeler, olağan yaşayışın içerisinde kaçınılmaz olarak edindiğimiz şeylerdir. Oysa, benim öğrenmeyi öğrenme ilkesinden anladığım şey; yaşadığımız yaşantıların bir çeşit düzenlenmesi ve yeniden anlamdırılmasıyla ilgili bir durumdur. Zaten öğrendiğimiz bilgilerin, zaten olağan yaşam içerisinde yaşanması anlamında değil de, öğrendiklerimize yeni bir bakışla bakmak, şimdiye kadar öğrendiklerimizi yeni bir süzgeçten geçirip, bundan sonra öğreneceklerimize karşı bir tavır içerisine girebilmek demektir; öğrenmeyi öğrenmek, bir yaşama tarzıdır, bir yaşam biçimidir, bir hayat tarzıdır. Dışımızdaki ve içimizdeki gerçekliğe karşı bir duruştur diye düşünüyorum. Onun için bu duruşu, bu tavrı, bu tutumu gerçekleştiremeden, çok mekanik bir biçimde, işte öğrenmeyi öğretmenin yahut öğrenmeyi öğrenmeye kalkmanın çok anlamlı olmayacağını düşünüyorum. Nedir bu duruş, bu tutum değişikliği?..

Buna yakından baktığımızda, Batı düşüncesindeki felsefe serüveniyle çok yakından ilişkili olduğunu görürüz. Sokrat’ı biliyorsunuz, Sokrat’ın bir misyonu vardı, bazılarımızın tuhafına gidebilecek bir şeydi bu, o misyon da “biliyorum” savını taşıyan insanların, bilgilerini ve bildiklerini onlarla tartışmak ve aslında, biliyorum diye ortaya attıkları bilgilerin çok da sağlam olmadıklarını onlara göstermekti. Tabiî, bu, insanlık tarihinde de bence çok önemli bir dönüm noktası idi; çünkü, bilmek, öğrenme ile başlayan, öğrenmenin belki bir aşaması olan, belki de bir sonucu olan; ama, bitimi olmayan bir çabadır; bu bir süreç olarak düşünüldüğünde, temellerinin gösterilmesi gereken, hesabının verilmesi gereken bir insan etkinliğidir. Bilmek, sadece bazı sınavlardan geçmek ve yapabilmek, sonuç elde edebilmek anlamında bir bilmek değil, Sokrat’ın anlatmak istediği. Bilmek, bildiğimizi ileri sürdüğümüz şeylerin temellerini, dayanaklarını gösterebilmek demek; yani, bilmek, kökleriyle, temel kavramlarıyla bilmek anlamına geliyor. Böyle bir bilgi edinilmesi, bu anlamda insanın bilgiye kavuşması, bilgisiyle yaşaması, bilgisiyle olması anlamına geliyor. Demek ki, felsefenin başlangıcında, Sokrat’tan öğrendiğimiz şey, bilmenin, temellerini, köklerini bilmekle başladığı, sadece birtakım malumat kırıntılarıyla yapılabilecek bir iş, yüzeysel, sığ malumatla yürütülecek bir etkinlik olmadığı ve o kökleriyle bildiğimiz şeyle, insanın ruhsal bütünlüğünün birleşmesi gerektiği, yani bilmekle, olmak arasındaki uçurumun ortadan kalktığı, bilen insanın olan insan olduğu, yani bilen insanın, bilgisini tamamen hücrelerine, dokularına, yaşam biçimine, huyuna, suyuna işlediği, onu içselleştirdiği, onu içine sindirdiği gerçeğidir. Bilgisiyle, şimdi, birçok çağdaş insanın yaptığı gibi, yaşamı arasında boşluklar, uçurumlar olan bir insan olmadığını, bilen insanın bildiğiyle olan bir insan olduğu, bilgisiyle yaşadığı, bilgisiyle arasındaki boşlukları kapatan bir insan özelliği taşıdığını görmekteyiz. Bu da, en azından iki şeyi gerektiriyor; birincisi, özgür insan olmayı gerektiriyor; çünkü, eğer, öğrenmek aşamasında olan, öğrenme durumunda olan bir insan, öğrenmeye zorlanmışsa, gerçekten bu zorlanma içerisinde birtakım malumatı kavrayabilir ve sorduğunuz zaman da karşılığını verebilir. Ama, kendi içinden, kendi iç özgürlüğünden kaynaklanan bir çıkışla, edinilmiş bir öğrenme olmadığı için, o öğrenme, o kişinin belleğinde veya bir anlamıyla ruhunda bir yama gibi duracaktır ve büyük bir olasılıkla da, birçok öğretmen arkadaşın da bildiği gibi, çok kısa bir zamanda, o bilgi yahut o malumat kırıntıları belleğimizden uzaklaştırılacak ve bellek rahatlatılacaktır, sınıf geçilmiş, sınavlar verilmiş ve o bilgi yükünden kurtulmuş olacaktır.

O yüzden, belki öğrenmeyi öğrenmenin çok temel koşullarından biri, biraz önce konuşmamın başında söylediğim gibi, öğrenmeye olan talebin yaratılması; yani, neden öğreneyim ki, sorusunu soran bir insana, gence, bunu tartışabilmek, neden öğrenmesi gerektiğini söyleyebilmek, öğrenmek istemiyorsa, belki öğrenmek istememesine saygı göstermek veya böyle bir düşüncesinin öğrenmeye olan kapalılığının ardında ne yattığını anlamak çok önemli bir şey. Eğer, bu iç özgürlüğüne sahip bir kişi ise, o zaman öğrenmeye olan talebinin gerçekten bu özgürlüğüyle olan ilintisinin olup olmadığına bakmak gerekir. Bir talep oluşturmak birinci amaç, öğrenmeyi öğrenmede, bu talebi oluşturacak insanın özgürlüğünün yaşamasına dikkat etmek; daha aile içi eğitimde, özgür olabilen, kendisi olabilen, kendi varlığına, kendi ruhuna, kendi duygularına, kendi düşüncelerine sahip çıkabilen bir insanın yetişmesini sağlamak lazım; çünkü, bu özgürlükle birlikte özerklik anlamına geliyor; kendine sahip çıkmak isteyen, kendi yaşamına sahip çıkmak isteyen, kendi ayakları üzerinde durmak isteyen, kendisi olmak isteyen insanların başarabileceğinin bir şey olduğunu düşünüyorum öğrenmeyi öğrenmenin; çünkü, orada, kendi varlığına, kendi özgürlük ve özerklik alanı doğrultusunda öğrenmek isteyen, edindiği yaşantı birikimlerini, kendi bakışı, kendi anlayışı, kendi yorum çabaları içerisinde yoğurmak isteyen bir insan görüyoruz. Öyle bir insan ki, bu insan, kendi yaşamını kurabilecek, kendi gözleriyle görebilecek, özerk, özgür bir insan. Elbette, bireysel olarak bunu düşündüğümüzde, bu bireysel özerkliğin ve özgürlüğün kurulabilmesi, ancak bir arada, özerk ve özgür insanlarla etkileşim halinde sağlanabilecek bir şeydir. Öğrenmede bireyin özerkliğinden ve özgürlüğünden söz ettik; ama, yalnızlığından ve tamamen içinde bulunduğu toplum yaşayışından, soyutlanmasından söz etmedik. Bir arada, diğer insanlarla birlikte, onlarla etkileşim, iletişim, haberleşme durumunda, diğer insanlarla birlikte, diğer insanlarla kendileri olan özgür ve özerk insanlarla birlikte yaşayarak, onlarla etkileşerek, onlarla haberleşerek, öğrenmeyi bir arada kotaracakları bir dünyanın oluşumunda, öğrenmeyi öğrenmenin anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Demek ki, en azından birkaç olmazsa olmaz koşulu var gibi gözüküyor, öğrenmeyi öğrenmenin. Bir tanesi, çok sağlam bireylerin oluşumuna gereksinim var. Tersinden de düşünebiliriz: Bu öğrenmeyi öğrenen insanların da, özgür ve özerkliğe kavuşabileceğini söyleyebilirsiniz. Özgür ve özerk, yani kendisi olan, kendi potansiyelini keşfedebilen, kendi gücünün farkına varabilen ve kendisini gerçekleştirmek isteyen insanların olduğu bir toplumda, ama böyle insanların birbiriyle haberleşme ve birbiriyle etkileşme gereksinimi duydukları bir toplumda öğrenmeyi öğrenmenin anlamlı olduğunu düşünüyorum. Öğrenmeyi öğrenmeyi sağladığımız zaman, anlamalıyız ki, bu sürekli gerçekleştirilen, bir çabadır;”ben artık öğrenmeyi öğrendim, işim bitti diyebileceğimiz bir anlık, bir dönemlik, bir sürelik bir iş değildir; çünkü, öğrenmeyi öğrenmenin insan yaşamında açık uçlu bir etkinlik, beşikten mezara kadar süre gelen çaba olduğunu da görmüş olacak, öğrenmeye çalışan kişi. Belki de öğrenme bu anlamda kendi öğrendiği bilgilerin yükü altında ezilmeyen, öğrendiklerinin egemenliği altında savrulmayan, öğrendiklerini yorumlayabilen, denetleyebilen, onlarla başa çıkabilen, onları yorumlayıp, yeni bilgiler talep eden, öğrenmiş olduklarının eksik ve gediklerini görebilen, o eksik ve gediklerini nasıl kapatabileceğini bilebilen, neyi öğrenebileceğini seçebilen insanın bir başarısı.

Öğrenmek güzel bir şey, neden öğreneyim ki, sorusuyla birlikte gelen, neyi öğreneyim ki, sorusu da var. Malumatın ve bilgilerin bu denli hızlı biçimde üretildiği bir dünyada, seçebilen insanların, ancak kendisi olabilen, kendi gönlüyle, kendi beyniyle, kendi ayaklarıyla yaşabilen insan olduğunu da unutmamak gerekiyor. Onun için öğrenelim; ama, neyi, neden, nasıl sorularının yanıtlarından biri, belki de bu programın temel ilkesidir. Öğrenmeyi öğrenerek, öğrendiklerimizi kendi hayatımıza yedirerek, öğrenmeye başladıklarımızın, öğreniyor olduklarımızın arasında seçmeler, yorumlar, elemeler, eleştiriler yaparak öğrenmeli. Öğrenmeyi öğrenmek, öğrenilen karşısında edilgen olmak değildir, öğrendiklerimizin karşısında etkin olmaktır. Kendi hayatına sahip çıkan insanların, kendi hayatı ve kendisi hakkında talebi olan insanların çabası olduğuna göre öğrenmeyi öğrenmek, elbette öğrenen insanın, öğrendiğine karşı sorumluluk, öğrendiğine karşı tepki, öğrendiğine karşı yanıt vermeye çalışan insan olması gerekecek..

Onun için, öğrenmeyi öğrenmek, aslında, insanın insan olma çabasında büyük bir mücadelesidir. Öğrendikleriyle bir anlamda kavgasıdır. Öğrendiklerinin önünde elbette saygı duymasıdır, ama öğrendiklerinin önünde köle olması, onları gözü kapalı kabul etmesi demek değildir.

O halde, öğrenmeyi öğrenme, ama nasıl, neden, neyi sorularıyla birlikte anlamlı olacaktır ve bütün bu soruların yanıtı nasıl yaşayacağım, nasıl insan gibi insan olacağım sorularıyla çok yakından ilgilidir. Bana öyle geliyor ki, bu eğitimin gerçekleştirilebilmesinde siz eğitimci arkadaşlarımızın elbette deneyimleri çok değerlidir ve öğretebilecekleri çok şey vardır; ama, öğrenmeyi öğrenmenin veya öğrenmeyi öğretmenin galiba en değerli ve en önemli yollarından biri de, öğrenmeyi öğrenen insanlar olarak öğretmenler ve eğiticiler olarak, öğrencilerle etkileşim haline girmektir. Yani, öğrenmeyi öğrenme üzerinde bizler burada nutuk atarken, bunun nasıl gerçekleştirildiğini de kendimizde örnek olarak anlatmamız lazım. Yıllar önce geliştirmeye çalıştığım bir kavramı hatırlatayım:Eğitişim. Ben öğretmen olarak öğrenciyi eğitirken o da beni öğrenci olarak eğitecek; böylece aramızda bir eğitişim süreci başlayacak. Öğrenmeyi başarmış bir öğretmen olarak öğrencimden öğrenmeye hazır olduğumu tavır olarak ona belli edeceğim. Öğrenmeyi öğrenen bir öğretmenin öğrencisini ve öğrencisinden öğrenmeye hazır olduğunu öğrenci benimle ilişkinde yaşayacak Ben, öğrenmeyi öğrenen bir insan olarak, nasıl bir insanım, öğrenmeyi öğrenip, öğrenmiş olduğumu iddia eden biri olarak, öğrenmeyi öğrendim de, nasıl bir insan oldum, ben de ne gibi erdemle gelişti, yaşam biçimimde, hayata bakışımda, toplumdaki ilişkilerimde ne gibi olumlu yanlar oluştu, işte bunu öğrencim görebilirse, o zaman, öğrenmeyi öğrenmeyi yaşayan insanlardan, yaşayan örneklerden çok canlı biçimde, öğrenebilecekler, bu etkileşim içerisinde. Yoksa, öğrenmeyi öğrenme başlığı altında hiçbir anlayış ve tutum değişikliğine gitmeden sağdan soldan öğrendiğimiz bilgileri öğrencinin taleplerini gözetmeden gözü kapalı öğretmeye kalkarsak,değişen sadece slogan olur.Yeni sloganlar arkasında eski bildiklerimizi okumaya devam ederiz. Bu konuda özeleştiriyi elden bırakmadan,çok dikkatli olmamız gerekiyor. Teşekkür ederim. (Alkışlar)

Sayfa: 1 ... 4 5 [6] 7 8