İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - alıntı

Sayfa: 1 2 3 [4] 5 6 ... 8
46
Murat BEYAZYÜZ / TAŞINDI: Yorum Paradigması ve Mistik Hukuk
« : 20 Temmuz 2009, 01:53:53 ös »

47
Din & Felsefe / Yorum Paradigması ve Mistik Hukuk
« : 20 Temmuz 2009, 01:52:14 ös »
Dr. Murat BEYAZYÜZ
Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi 1. Psikiyatri Kliniği


“Yazılı sözcüğün ve yazılı kültüre hâkim olup onu aktarabilme becerisinin iktidarın kaynağı olduğunu anlamıştı.”
“Anlamıyor musun, engizisyoncular bizim onların bildiklerini bilmemizi istemiyor!”
“Papazların, Venedikli sahafların raflarından ‘2 soldi’ye satın alınabilecek olan bir bilgi üzerinde tekel hakkı iddia etmeleri, ona yersiz hatta saçma geliyordu.” (Carlo Ginzburg, “Peynir ve Kurtlar”)


Sistemli bir ifade biçimini kullanarak işlev görmesi bakımından hukuk bütün tabiat bilimlerinden   daha uzun bir tarihe sahiptir. Aristo’nun tabiat filozofları olarak adlandırdığı ilk bilginlerin kâinatı yorumlayışlarında yerleşik hale gelmiş hukukun ve adaletin etkilerini görmek mümkündür. Mesela Antik Yunan filozoflarının ikincisi olan Anaksimandros her şeyin başlangıçta “apeiron”dan ayrılarak oluştuğunu, her şeyin özünde de “apeiron”un olduğunu söyler ve ürettiği tabiat kanununu şöyle ifade eder: “Varolan şeylerin ilkesi apeiron’dur. Şeyler ondan meydana gelir ve zorunlu olarak onda ortadan kalkarlar; çünkü onlar zamanın sırasına uygun olarak birbirlerine karşı işlemiş oldukları haksızlıkların kefaretini öderler.” Felsefe tarihçisi Jaeger’e göre bu görüşün altında, Anaksimandros’un yaşadığı devirde devlet ve toplumun adalet fikri üzerine oturtuluşunun etkisini görmek mümkündür. Hukuk mefhumu ile arasındaki tabii ilişki sebebiyle ondan tam olarak ayrılamayan, hatta sık sık karıştırılan adalet mefhumu ise tarihinin incelenmeye müsait olması bakımından hukuktan daha az cömerttir. Bazen adaletin hukuka uygunlukla ifade edildiğine şahit oluruz, bazen bu ifade oldukça zayıf görünür gözümüze ve üretilmiş hukukun her zaman adil olmayabileceğinden bahsedebiliriz. Aydınlanmacı filozofların hemen tamamı adaletin prensibi olarak hukuki kaidelerin herkese, her durumda eşit bir biçimde uygulanmasını kabul ederken; aydınlanmanın uzantısı olan modernite her insanın hukuk karşısındaki durumunun yahut da her insanın içinde bulunduğu durumun birbirine tamamen eş olamayacağından hareketle, hüküm verecek olanın hükme mevzu olan durumun özel şartlarını kendi bilgisi ve muhakemesi ile değerlendirmesi ve bu değerlendirmeye göre karar vererek, hukukun adaleti sağlamakta teorik olarak eksik kaldığı noktaları pratikte kendi yorumu ile gidermesi şeklinde bir formül bulma yoluna gitti. Acaba gerçekten tam da böyle mi oldu? Hukukun adaleti tesis etmek maksadıyla hüküm verene açık bir kapı bırakabilmek için kesin ifadeler kullanmaması şeklinde kasti bir adım hukuk tarihinde atıldı mı? Bu sorunun yanıtlanabilmesi, hukuk tarihi ve hukuk felsefesi disiplinlerinin bir arada çalışmasını gerektirir ve cevabının bulunması da çok kolay değildir.
Hukukun tarihi macerasındaki gizli niyetleri deşifre etme işini başkalarına bırakıp, insanın zihin işleyişi ile daha yakından ilgili olan bir konuya geçelim. Hukukun bir işleyiş usulü olarak “yorum”u kullanması hukukun modernliğiyle ilişkili midir? Hukukta “yorum paradigması” ne kadar iş görür? Hukukta “yorum” yalnızca bir yöntemden mi ibarettir, yoksa daha farklı bir idealin aygıtlarından yalnızca biri midir? Bütün bu sorulara ayağı yere basan cevaplar arama iddiasının gülünç olacağını peşinen kabul etmekle birlikte bu soruların cevabını bulmak için önce zihnimizi belirlenmişliklerden ve manipülatif teorilerden kurtarmamız ve ortalığı biraz dağıtmamız gerektiğini ve cevap ararken düşeceğimiz gülünç durumun belki de bu dağınıklıktan kaynaklandığını belirtmemiz gerekiyor.
Bir işleyiş usulü olarak “yorum”, ne hukukun ürettiği bir yöntemdir, ne de hukukun modernite ile birlikte kullanmaya başladığı bir aygıttır. “Yorum” dediğimiz faaliyet, insan zihninde her an, her durum karşısında işleyen bir mekanizmadır. En geniş manasıyla “yorum”, karşılaştığımız durumu daha önceki zihin kayıtlarımızı kullanarak anlamlandırmaktır. Bir anlamlandırma süreci herkesin zihnindeki kayıtların benzerliği sonucunda her zihinde aynı yorumu uyandırdığında da nesnel bir anlamın var olduğu yanılsamasına düşeriz. O halde yorumlama süreci biz farkında olmadan zihnimizde kendi algoritmasıyla işleyen otonom bir süreçtir diyebiliriz. Bu durumda, neredeyse bir buçuk asırdır düşünce tarihi içinde gelişip serpilen hermenötik akımının geç kalmış bir keşif olduğunu, yeni bir icat olmadığını da özellikle vurgulamamız gerekiyor. “Bütün başlangıç problemleri metafiziktir” diyen Nietszche’yi haklı çıkaracak bir şekilde hermenötik kavramının kökenini de teolojik bir alanda buluruz. Hermenötik, ismini tanrıların habercisi olan Hermes’ten alır. Tanrılar insanlara iletmek istedikleri mesajları Hermes’e verirler, fakat Tanrıların lisanı insanların lisanına benzemez, dahası belki de Tanrılar Hermes’e yalnızca bir “anlam” verirler ve Hermes bu anlamı insanlara iletebilmek için bir ifade kullanmak zorundadır. Bir “öz” olan anlam, bir “form” olan ifade ile taşınır. O halde Hermes’in getirdiği haberler, yani tanrıların mesajlarının anlamı ancak yorumlanarak bulunabilir. Burada biraz önce söylediğimizden daha farklı bir yorum biçimiyle karşı karşıyayız: Bilinçli bir faaliyet olarak yorum yahut da yorum bilimi. “Anlamı açık olmayan herhangi bir durumu, eylemi, oluşu veya ifadeyi bir akıl yürütme yöntemi kullanarak anlamlandırma” diyebileceğimiz bu tür bir yorum faaliyeti elbette ki birçok tartışmayı da beraberinde getirir. Bu tartışmaların ne olduğu üzerinde değil de bu tartışmaların bize açtığı kapılar üzerinde yeri geldikçe durmak kaydıyla asıl tartışma alanımıza doğru ilerleyelim.
Hukuk her zaman kanunlar anlamına gelmese de hukukun da bir takım ifadelerde vücut bulduğunu söyleyebiliriz. Hukuk yahut da kanun bir ifadedir. O halde önce basit, ilkel bir yorumlama sürecine her zaman girdiğini rahatlıkla iddia etmek mümkündür. Fakat hukukta bir yöntem olarak yorumun kullanılmasını ilişkilendirebileceğimiz bir gelişme süreci söz konusu olabilir mi? Farklı bir düşünce havzasına atlayabilmek için bu sorunun cevabını çok dikkatli bir biçimde vermemiz gerekiyor. Şöyle ki, hukukun yorumlanabilirliği asla hukukun vardığı bir nokta olarak görülemez, zira insanoğlunun kullandığı en eski kanun olan “Lex Talionis”, yani “kısas kanunu”, “bir suçlunun, başkasına yaptığı kötülükle cezalandırılması” şeklinde bir ifadede vücut bulur. İlk bakışta gayet açık görünen bu ifadenin de yorumlanabileceğini, Türkçenin ilk mizahi sözlük yazarı Ali Bey Lehçet’ül Hakayık isimli sözlüğünde ince bir alayla bize gösterir. Ali Bey “kısas”ın anlamını şöyle açıklar: “Diyelim ki ben rızası olmaksızın bir kadını öptüm, o halde benim cezam da rızam olmaksızın o kadının beni öpmesidir.” Herhalde “Lex Talionis” hakkında burada hacimli bir yorum felsefesi tartışması yapsaydık durumu Ali Bey’den daha iyi anlatamazdık. Bununla beraber Ali Bey’in yorumu bizim başka bir unsuru daha fark etmemize yardımcı olabilir. Aslında “Lex Talionis”in kullandığı ifade oldukça açıktır, fakat her durum için yeterli olmaktan uzaktır. Ali Bey’in yaptığı da Talion’u yorumlamak değil, bir durumu Talion’a göre yorumlamaktır ve bu yorumun ürünü de Talion’un yetersizliğini, her durumda tatbik edilebilir olmadığını bize gösterir. Fakat yine de Talion yorumlanabilir olmaktan azade değildir. Söz gelimi, bir adam bir başkasına taş atarak onun ölmesine sebebiyet verdi, bu adamın cezası kendisine bir taş atılması mı olacaktır, yoksa ceza neticeye göre mi belirlenecektir? Dahası, taş atanın niyeti Talion’da bir anlam taşır mı? Basit bir ifadenin anlamı üzerinde bile bu kadar spekülasyon yapabiliyorsak bir ifadenin anlamlandırılması üzerinde de düşünmemiz gerekir.
Pragmatizmin de kurucusu olan Amerikalı filozof Charles Sanders Peirce bir ifadenin iki ayrı anlamı olduğunu söyler. Bu anlamlardan ilki, lisandan köken alan anlamdır, yani ifadenin kullandığı lisanın belirlediği, o lisan içinde anlamlı olan kelimelerin o lisanın söz dizim kurallarına uygun bir biçimde yan yana gelmesi sonucunda ortaya çıkan anlamdır. İkinci anlam ise psikolojik anlamdır ve ifadenin bir zihinde uyandırdığı duygular tarafından belirlenir. Bu sınıflandırmaya göre birinci anlam somut, ikinci anlam ise soyuttur. Mesela, “Ahmet geldi” ifadesinin birinci anlamı gayet açıktır, fakat ikinci anlamı Ahmet ile aramızdaki ilişkiye göre değişebilir. Ahmet’in gelmesi iyi bir anlama da gelebilir, kötü bir anlama da, hatta Ahmet’i tanımıyorsak anlamsız bile olabilir. Peirce, esas felsefesi olan pragmatizmden de bekleneceği üzere, “ifadelerin işe yarayan anlamlarıyla”, daha doğrusu “anlamı işe yarayan ifadelerle” ilgilenmek gerektiğini söyler. Peirce’nin teorisi ilk bakışta akla yatkın görünse de psikoloji bilimi bizi bu tasnife itiraz etmeye zorlar, zira zihnimizde birbirinden bağımsız çalışan, Peirce’nin tarif ettiği gibi iki ayrı anlamlandırma makinesi yoktur. Bütün anlamlandırma biçimleri birbiriyle değişken bir biçimde ilişki içindedir. Kullandığımız lisanın kelimeleri, bu lisan içindeki bir ifadede yer alan vurgular, hâsılı bir ifadeyi anlamamızı sağlayan bütün unsurlar güçlü veya zayıf bir biçimde duygularımızla da mutlaka bağlantılıdır. İşte bu sebeple salt lisandan kaynaklanan anlam yahut da salt psikolojik anlamdan bahsetmek mümkün değildir; bununla birlikte Peirce’nin yine pragmatik bir kolaylık sağlamak için bu tasnifi yaptığını kabul edecek olursak bu teoriden istifade etme şansımız artar. Bir ifadenin lisandan kaynaklanan anlamı, Peirce’ye göre aynı dili kullanan her insan için aynıdır, fakat psikolojik anlam oldukça değişkendir. Peirce’nin tasnifine sadık kalarak yolumuza devam edecek olsak bile bir ifadenin her zaman herkes için aynı anlama gelmeyebileceği gerçeğiyle her adımda karşılaşabiliriz. Bir ifade açık oldukça, ondan aynı anlamı çıkaranların sayısı artar, zira açık bir ifade insan zihninde daha ilkel bir süreçle anlamlandırılır ve insanların ilkel zihin süreçleri birbiriyle büyük benzerlikler gösterir. Hatta en açık ifadeler lisandan bile bağımsız olarak her insan tarafından aynı şekilde anlamlandırılabilir. Mesela yaralanan bir insanın ağzından çıkan “ah” sesi de bir ifadedir ve bu ifade herkesin zihninde aynı şekilde yorum bulur. İfade açıklığını kaybetmeye başladıkça orantı da tersine döner, yani ifade muğlâk hale geldikçe ondan aynı anlamı çıkaranların sayısı azalır, ortaya çıkan anlamların sayısı da artar. İşte burada, anlamların sayısının artmasına sebep olan süreç Peirce’nin psikolojik anlam dediği şeydir. İfadenin açıklığını kaybetmesi, Peirce’nin anlam kategorilerinin de birbirine girmesine sebep olur ve onun sistemi içinde psikolojik anlam, lisandan kaynaklanan anlamın esas belirleyicisi haline gelir. Psikoloji biliminin itirazını da göz önünde bulundurarak durumu tekrar formüle etmeye çalışacak olursak; bir ifade ne kadar açıksa o ifadenin anlamı konusunda o kadar çok fikir birliği olur ve fakat ifade muğlâklaştıkça o ifadenin zihinde anlamlandırılmasında rol oynayan eski kayıtların sayısı çoğalır ve bu sayı çoğaldıkça ifadenin anlamı ile ilgili kombinasyonların sayısı da artar. Muğlâk bir ifadeyi anlamlandırma sürecimize, o ifadeyle karşılaşma anımızdaki duygusal durumumuz, hayat görüşümüz, zevklerimiz, meraklarımız, siyasi perspektifimiz, mazimiz, gelecek planlarımız, hınçlarımız, hırslarımız, ideallerimiz, yani zihnimizde deveran eden her türlü düşünce dâhil olur. Bütün bunların büyük oranda şahsımıza münhasır olduğunu düşünecek olursak ürettiğimiz anlamın nesnel olmaktan çok uzak olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Buradan da şu sonuca varabiliriz: Anlam dediğimiz her şey aslında bir yorumdur ve ifade tam olarak açık olmadıkça bütün anlamlar da yorum olarak kalmaya mecburdur.

 

Bir ifadenin tam olarak açık ve anlaşılır olup olamayacağı üzerinde, özellikle hermenötikle birlikte birçok felsefi tartışma yapılmıştır. Bu tartışmaların bize faydalı olan ürünlerini kullanacak olursak istisnasız herkeste aynı anlamı, yani aynı yorumu uyandıracak bir ifadenin olması mümkün değildir. Hermenötiğin mühim isimlerinden biri olan Gadamer’e göre her zaman mümkün olan başka bir yorum veya yorumlar vardır ve bunların birbiriyle üstünlük yahut da doğruluk yarışına sokulmaması, bilakis bu mümkün yorumların bir potada eritilmesi gerekir. Gadamer’den yola çıkarak şu sonuca da varabiliriz: Bir yorumun doğru veya yanlış olduğunu ifade etmek mümkün olmakla birlikte anlamsızdır.
Her ne kadar felsefi olarak, tamamen açık bir ifade mümkün olmasa da ifadede açıklık için çaba sarf etmenin anlamsız olduğunu söyleyemeyiz. Özellikle hukukta, hukukun işleyen bir sistem olabilmesi için daima ifadenin açıklığı için çabalamak gerekir, zira aksi takdirde herkesin kendi zihninde kendine has bir adalet duygusu varken bir sistem olarak hukukun inşa edilmesi anlamsızlaşır. Bunu biraz daha açıklayacak olursak; herkesin zihninde nesnel olmayan bir “hak” ve “adalet” anlayışı vardır. Herkes haklılığına inanarak mahkemelere başvurur, fakat hukuk sistemi bu bireysel “hak” ve “adalet” anlayışlarına tabi değildir. O halde herkesin, kendi zihin kayıtlarına göre yorumlayabileceği kadar muğlâk bir kanun metninin problem çözme konusunda akamete mahkûm olacağı kolaylıkla öngörülebilir. Bu durumda bir hukuk metninin nasıl olması gerektiğini de tartışmak gerekir. Hukuk metninin hangi prosedürler izlenerek oluşturulacağı konusu burada tamamen konumuzun dışındadır, fakat hukuk metninin düzenleme, problem çözme veya amir bir hükümde bulunma işlevini tam olarak yerine getirebilmesi ve herhangi bir tıkanmanın yaşanmaması için hukukun kullandığı ifadenin anlam, lisan ve yorum bağlamında nasıl oluşturulması gerektiği tam da bizim buraya kadar yaptığımız akıl yürütmelerin hedef konularından birini oluşturur.
Hukukta mutlak bir kusursuzluk tam olarak mümkün olmamakla birlikte hukukun işleyen, iş gören, aksamayan bir sistem olabilmesi için kusursuzluğun hedef olması, bu kusursuzluğa yaklaşabilmek için de esas yöntemin hukuki ifadede tam bir açıklığa kavuşma şeklinde belirlenmesi gerekir. Tam bir açıklık varılması imkânsız bir hedef olsa da ona sürekli daha da yaklaşılabileceğini düşünebiliriz. Burada kullandığımız “sürekli daha da yaklaşma” ifadesinin bir harekete, durağanlıktan uzak bir oluş kipine delalet ettiği açıktır. O halde “sürekli oluş halinde bir metin” fikrinin kusursuzluk yolunda işimizi kolaylaştıracağını düşünebiliriz. Metinde açıklık yoluyla kusursuzluğa varmayı hedefleyen bir hukuk sistemini zihnimizde tasarlayacak olursak böyle bir sistemin her şeyden önce ihtiyaç duyduğu araç “devingen hukuk yazımı”dır. Yani hukuk metni, yazımı tamamlanmış ve nihai şeklini almış değildir, açıklığın sağlanması için her an yeni bir ilaveye, bir virgüle, bir şerhe, bir olumsuzlamaya veya anlamı keskinleştirecek bir müdahaleye hazırdır. “Devingen hukuk yazımı”nın olduğu hukuk sistemi de hiçbir zaman tam olarak oluştuğu iddiasında bulunmayan, her an kendi üzerine eğilip kendi aksaklıkları veya muhtemel eksikleri üzerinde çalışarak, hızlı ve çevik biçimde yenilenebilen ve daimi biçimlenme süreci içinde olan, ama her halükarda bu biçimlenmeyi metin üzerinden yapan bir sistemdir. “Devingen hukuk yazımı” yöntemi ile, ifade anlama daha da yaklaştırılır ve anlamla ifade arasındaki açıklık sürekli kapatılmaya çalışılır.
Böyle bir formülü ortaya atarken “devingen hukuk yazımı” ile “devingen hukuk üretimi” arasındaki ince farkı da belirleme ihtiyacı doğar. “Devingen hukuk yazımı” adını verdiğimiz yöntemi kullanan hukuk sisteminde “anlam” sabittir ve devingenlik, anlamı tam olarak ortaya koyma çabası etrafında cereyan eder. Yani, kanun metnine eklenecek bir virgül, metni daha anlaşılır kılacaksa, bu virgülün eklenmesi için bir kanun değişikliği prosedürü  yaşanmaz. Bununla beraber “devingen hukuk yazımı” dediğimiz yöntem, yeni bir anlamın ortaya koyulmasında bir kolaylık sağlama ve kanun üretimini hızlandırma çabasına karşılık gelen “devingen hukuk üretimi”nden ayrılır. “Devingen hukuk üretimi” bir “anlam”ın üretilmesindeki çevikliği ve hatta hukukun yetersiz kaldığı noktalarda “yorum”u kullanarak yeni anlamların üretilmesini ifade ederken “devingen hukuk yazımı” “anlam” üretme konusunda değil, “anlam”a biçilen gömleğin, tam olarak “anlam”ın üzerine oturtulması yolunda bir kolaylık getirmeyi amaçlar. “Devingen hukuk yazımı”nı kullanan bir sistemde, kanun değişikliği tek bir anlama gelmez. Şöyle ki, yeni bir “anlam”ın üretilmesi ile ifadenin mevcut “anlam”ın vücuduna göre biçimlendirilmesi, rötuşlanması arasında fark vardır ve biri yoktan var etme, diğeri ise var olanı mükemmelleştirme olan iki süreç aynı prosedüre tabi tutulamaz. Bir örnekle açıklayacak olursak; “Askerlik süresi bir yıldır” diyen bir kanun maddesi olduğunu farz edelim. Bu maddeyi “Askerlik süresi iki yıldır” şeklinde değiştirmek “anlam”ı değiştirmektir, fakat bu maddeyi daha da açık hale getirme gayreti içinde, dört yılda bir, 366 gün süren bir yılın yaşandığını göz önüne alarak söz konusu kanun maddesi karşısında herkesi eşit kılmak için ifadeyi “Askerlik süresi 365 gündür” şeklinde düzenlemek ise metni açık hale getirmek, yani “anlam”ı belirginleştirmektir. Şimdi bu iki değişikliğin de aynı prosedüre bağlanmasına lüzum olmadığı açıktır. Bizim burada “devingen hukuk yazımı” dediğimiz yöntem yazılmış bir metnin oluşumunu tamamlamadığını kabul eder ve metni açıklaştırmak için izlenen farklı bir prosedür ile çalışır. Yeni bir metnin yoktan var edilmesi sırasında “devingen hukuk yazımı” yalnızca zamanını bekler, ortaya bir metin çıktıktan sonra devreye girer ve üretimde söz konusu olan katı prosedürler, metnin sürekli oluşumunu kısıtlamaz. Özetleyecek olursak, ana çerçevesini çizmeye çalıştığımız hukuk sisteminde, bir kanun hükmünün değiştirilmesi veya yeni bir kanun hükmünün üretilmesi ile bir kanun metninin açıklaştırılması aynı anlama gelmez ve aynı katı prosedürlere tabi kılınmaz. “Devingen hukuk yazımı” yönteminin teknik ayrıntıları bu yazının amacının dışında olmakla beraber, bu yöntemin hukukun üretiminin hemen ardından devreye girmesi ve başlangıçtaki “anlam” ifade içinde kaybolmadan veya seçilemez hale gelmeden çalışmaya başlaması gerektiğini ilk şiar olarak belirleyebiliriz. Kanun metni üretildiği anda, metni üreten kişiler karşısında anlam ve ifade bağlamında septik ve eleştirel bir duruşa geçen yöntemimiz metni üreten kişilerin pratikte nasıl bir durumu öngördüklerini sorgular ve bu sayede ilk mühim katkısını metin kanun haline gelmeden önce yapar. Bunun yanında “devingen hukuk yazımı”nın “anlam”ın ne olduğunu bilen yegane kurum veya bir yüksek mahkeme olmadığını, bilakis anlamın tam olarak ne olduğunu sorgulayan ve ifadeyi bu anlamı tam olarak açıklayacak hale getirmeye çalışan bir yöntem olduğunu da vurgulamamız gerekir. Bir müessese olarak “devingen hukuk yazımı” “bilen” değil, “sorgulayan” ve “şüphe eden”dir.

48
Murat BEYAZYÜZ / hakkında...
« : 20 Temmuz 2009, 01:38:30 ös »


Psikiyatrist Murat BEYAZYÜZ

49
Levent KAÇIN

Geri kalmış toplumların en büyük sorunlarından biridir eğitimsizlik. Tarihte önemli işler yapmış kişilerin çoğunda okuma alışkanlığının olduğunu görürüz. Ülkelerin kurulmasında ve gelişmesinde en büyük etken eğitim değilmidir?
Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Atatürk ve daha niceleri Tarihimize damgasını vurmuş bu kişilerin kitap okumadaki üstünlüklerini hepimiz biliyoruz . 2. Dünya savaşından sonra bitik bir hale gelen Almanya ve Japonya’ nın en büyük özelliğidir okumak
İlkokuldan başlayarak eğitim sistemimizdeki her kademede okumanın faydaları anlatılır ve okuma alışkanlığının kazanılması için çeşitli aktiviteler yapılır ama genede yeterli seviyeye sahip değiliz okumak konusunda
Boş vakitlerimizi tv zaplayarak yada tv deki kavgalarla reyting yapmaya çalışan proğramları izleyerek dolduruyoruz . Kahvehanelerde boş masa bulunmuyor zamanı en keyifli bir şekilde öldürebilmek için otobus beklerken, otobüste yolculuk ederken  şöyle bir durup düşündüğümüzde o kadar çok vaktimiz varki. Bu vakitleri kendimize birşeyler katmak için kullanmayıp beyhude harcıyoruz. Kitap okuyarak karar verme yetimizi, kendimize olan güvenimizi , sahip olduğumuz bilgiyi, tecrübeyi ,olaylara karşı bakış açımızı geliştirmek varken tembelliğin alâsını yapıyoruz okumuyoruz.
Aslında ekonomik krizin toplumumuzu ağır bir şekilde etkilediği şu zamanlarda kafamızı dağıtmaya yarayacak bunalımlarımızı kendi lehimize çeviremeye yarayacak en etkili ve yararlı yöntem okumak olacaktır.
Yerel Yönetimler başta olmak üzere en küçük birimden en büyük birimine kadar bu konuda önlemler alınarak okuma alışkanlığının kazandırılması yönünde çalışmalar başlatılıp takibi yapılmalı.Dünya çapında yapılan okuma ile ilgili araştırmalarda çıkan sonuçlarda halimiz içler acısı bir örnek; Almanya’da insanların günlük okuma oranları 24 dakika , bizde bu oran 12 saniyedir
Tarihimizde çok büyük başarılara imza atmış bir neslin evlatları olarak ülkemizi daha ilerilere götürmek için kendimiz için etrafımızdakiler için kitaplarla çok sıkı bağlar kurmalıyız. Okumalıyız çok okumalıyız.

                  Levent K

50
Genel Tartışma / Magic Box
« : 08 Haziran 2009, 02:30:48 öö »
Levent KAÇIN

Boş zamanlarımızın çoğunu karşısında geçirdiğimiz sihirli kutu ...
   İlk zamanlarını hatırlıyorum siyah beyaz ve tek kanal, akü ile çalışırdı. Evimize gelen televizyon ile misafir sayımız artmıştı o günlerde. Anlaşılası zor bir durumdu o zamanlar için. Rahmetli anneannem hep “bakmayın o şeytanlara“deyip kızardı bize. Heyecanla seyrederken biz gülerdik.
Bakmayın o şeytanlara...
Eski televizyon dizilerini veya filmlerini seyretmişsinizdir. Mutlaka bir mahalle ortamı birlik ve beraberlik aşısı gibi , azıcıkta komedi en şiddet içerikli filmlerin bile naif bir yanı vardı. Şimdi ise olumsuzların reyting yaptığı bu dönemde daha çok öne çıkarılan daha çok reklamı yapılanlarda kavga gürültü çıkaran programlar oluyor. Seviye ne kadar düşerse o kadar iyi.   
   Şimdinin halini görmüş olacak ki anneannem bizi uzak tutmaya çalışmış televizyondan. Seviye ile reyting ters orantılı hale geldi Ne kadar az o kadar iyi veya seçici olabilmek televizyon karşısında. Her verileni değil de kazanımlarımızın olacağı programlar seçebilmek.
   En güzel örnektir Yemekteyiz programı. Bu yazı için bir defa da olsa baştan sona seyretmek istedim. Olmadı . Bizim kültürümüz bumudur. Kaçımız misafirlikte böyle davranıyoruz. Oysa misafirliğe gidildiğinde nasıl davranılacağını çok önceden öğretilmişti bize , keza gelen misafire nasıl davranılacağı . Kesinlikle böyle değil. Amaç ödül, gösteriş, ön planda olmak, aşağılamak, yerin dibine koymak vs. Ama seyrediyoruz. Artık moda olan kavga reytingleri yüzünden ,yemek programları bile anlamsız bir arena ortamına  nasıl dönüştüğünü seyrediyoruz. Nasıl bir toplum olduk nereye gidiyoruz bilmem kavgalar, tartışmalar vazgeçilmezimiz oldu. Yılbaşlarında kullandığımız dileklerden öteye geçemiyor barış ve sevgi   
   Rezaletin en sonuncusunu bir shov programında seyrettik. Seviyenin bu kadar yerlere düşürüldüğü , seyredenlere karşı saygısızlığın tavan yaptığı bir program olmamıştı. İlgili şahısın yapmış olduğu açıklama ise daha acı “orası benim programın ve ben bir şovmenim şovumu yapıyorum”demiş.Nasıl bir anlayıştır bu ,nereye sığdırmak lazım bilemiyorum. Sonuç olarak yayından kaldırılmış.   
Nerelere geldiğimizin en güzel örneğidir.    
    Topluma ne verirsen onu alır. Biz bu kadar etkili ve yaygın bir iletişim aracını olabileceğinin en kötüsünü yaparak olumsuz etkilere yol açan zararlı bir hale getirdik. Özellikle son dönemlerde yayınlanan dizilerin toplumumuzun kültürünü olumsuz yönde değiştirdiğine inananlardanım. Biz bunlara mı layığız ? Nur içinde yat anneanne

51
SAMANIN ALTI

Ülkemizde gündem o kadar hızla değişiyorki takip edemez olduk dünyadaki ekonomik krizin olumsuz yansıması bununla birlikte gelen işçi çıkarılmaları , üretimde azalma ve de yer yer durdurma, ülkemizin yakın zamandaki geçmişini ve geleceğini yakından ilgilendiren ergenokon olayı ; Hepimiz nerelere ve kimlere kadar uzanacağını kafamızda oluşan soru işaretleri ile bekliyouz
Biz bunlarla kafamızı meşgul ederken diğer yandan da 1984 yılından beri ülkemizi bölmeye çalışanlar Kürt sorununun varlığının dile getirilmesi ve Kürtçe yayınların başlamasıyla devam eden kürt açılımları; bu uğurda ufacıkta olsa bir zafer kazanmış olmanın sevinciyle salyalarını akıtıyorlar.
Yıllardır dağlarda güdülenmiş ve saçma fikirleri doğrultusunda askerimizle çatışan ve arkasında gözyaşlarından başka hiç birşey bırakmayan yeri geldiğinde güya özgürlüğü için savaştığını söyledikleri kürt vatandaşları kurşuna dizen (çoçuk, yaşlı, kadın ayrımı gözetmeksizin) yaptığı eylemlerle kendisine ve yandaşlarına büyük rantlar sağlayan terör örgütü; silahla yapamadıklarını takım elbiselerini giyip siyasi alanda yapamaya çalışıyorlar.
Bir belediye başkanı kürsüye çıkıpta çok rahatlıkla "Bu Halkın Dilini ve Kültürünü Kabul Edenler Bir Gün Toprakların Adını da Kabullenecekler" bunu söyleyebiliyor ve hala orda oturuyorsa hangi özgürlüğün peşindir acaba ?
Milletvekili yerel seçimlerde sözde kürdistanın sınırlarının çizileceğini söyleyerek oy toplamaya çalışması sınırlandırılmış bi özgürlükle açıklanabilirmi?
Çocuk katilinin tecrit edildiği safsatalarının dolaştığı günlerde hala bi yerlere emirler vererek istediğini yaptırabilmesi özgürlüğün sınırlanın zorlanması değilimidir.
Bölgede güçlü bir Türk devleti varlığının rahatsızlığını duyanlar yıllarca nifak tohumlarını serperek ülkemizi çeşitli şekillerde ayrımcılığa götürdüler laik-dinci, alevi - sünni. Kürt – Türk vs.. Şimdide kardeş kardeşi vurdurarak meyvelerini topluyorlar. Ne acıdır ki  Kürt halkının sözüm ona liderliğine kalkışan kandırılmışlar en büyük kötülüğü yine kürt halkına yapıyorlar.
Bize zorla seyrettirilen seyrettirilmeye çalışılan bu acı senaryo acaba daha ne kadar sürecek bu kadar zamandır almamız gereken dersleri hala alamadık mı ?  Ne zaman UYANACAĞIZ…..

52
Tarih & Türkiye / Kültür : En Büyük Zenginlik
« : 08 Haziran 2009, 02:26:41 öö »
Levent KAÇIN

Kültür bir ulusun sahip olduğu en büyük değerdir. Günümüzde çok çeşitli anlamlarda kullanılmasına rağmen toplum bilimcilere göre anlamı “İnsanların edindiği gelenek, görenek, eğitim, öğretim, hukuk, siyasal kurumlar gibi yollarla birbirlerine ve daha sonraki kuşaklara ilettikleri nesnelerle, bilgi, sanat, hüner ve alışkanlıklar, inanç ve değerlerin toplamıdır” . Başka bir deyişle bir toplumu diğerlerinden farklı kılan değerler bütünüdür, ve millidir. evrensel değildir. Evrensel olması birbirinden etkilenmemesi anlamına gelmez  Hiçbir kültür unsuru yokturki diğer kültürlerden etkilenmemiş olsun.
Bu etkileşim seçici olmadığı zaman yozlaşma ve akabinde yokolma süreci başlar. Kültürümüzün asıl karakterlerini muhafaza edebildiğimiz sürece yozlaşmadan sözedemeyiz . Toplum olarak bunu ne kadar başarabildiğimiz ortada gözle görülür bir yozlaşma giderek büyüyor. Osmanlı’ nın son dönemlerinde başlayan batılılaşma hevesimiz hala sönmüş değil ve bu konudada seçici olmadığımız kesin. Atilla İlhan ‘ın dediği gibi “ Sanki Sinan, Leonardo’dan önemsiz, Mevlana, Dante’den küçüktü. Itri ise Bach’ın eline su dökmezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk ” Bizlere övünülecek bir tarih bırakan yönetici , sanatçı ve bilim adamlarımıza hakkettikleri değeri veriyormuyuz  acaba ?
Her Ramazanda en çok kullandığımız cümle Nerde o eski ramazanlar değilmi keza bayramlarda büyüklerimizin anlattığı eski bayramları hayranlıkla dinlemiyormuyuz. Çoçukluğumuzda annalerimiz sıksık komşulara gönderirdi bizi “Bir manininiz yoksa akşam size oturmaya geleceğiz” ne kadar samimi ve sicak bir cümleymiş kullanmayı unutmaya başladığımzda kıymetini daha iyi anlamıyormuyuz..Geçmişte yaşanırken büyük keyif aldığımız gelenek ve göreneklerimizin yavaş yavaş olumsuz bir şekilde değiştiklerini yada ortadan kalktıklarını görmek içimi sızlatıyor .
Mutlaka değişeceğiz çünkü çağdaş dünyayla rekabet edebilmemizin belkide vazgeçilmez şartıdır değişim başdöndürü bir hızla ilerleyen bilim ve teknolojinin gerisinde kalmak ona ayak uyduramamak bizi daha da çok geriye götürecektir. Bu noktada yapılacak en iyi şey seçici olabilmektir. Çok iyi ayıklayabilmektir.
Bir düşünün tv ye ne kadar alıştık değilmi iki gün tahammül edemeyiz olmazsa o proğram bu yarışma birde maç var hafta sonu değmeyin keyfimize . Bize verdiği keyfin dışında birde bizden aldıklarına bakın O açıkken muhabbet edebiliryormuyuz. Aile arasındaki diyaloglar bile azalırken komşular arası diyaloglar ne hale gelir. Komşu gezmeleri dizilere yada maçlara göre ayarlanıyor artık Çağdaş milletlerin seviyesine çıkmaya çalışalım derken kendi benliğimizden ödün vermeyelim kültürel yozlaşma bizi günden güne yanlızlığa itiyor.

53
Tarih & Türkiye / Kriz : Dokundu mu teğet mi geçti?
« : 08 Haziran 2009, 02:26:02 öö »
Levent KAÇIN

Geçmedi maalesef teğet geçmedi Başbakanımızın dediği gibi olmadı. Tüm dünyayı sarsan küresel kriz bizi de es geçmedi. Etkilendik, hem de çok etkilendik…Hangi sektöre bakarsan belirgin bir durağanlık veya gerileme göze çarpıyor. Bunun sonucu olarak da üretimin azalması, işten çıkarmalar, çok da yabancı olmadığımız “kemer sıkma“dönemine yine girdik.
İşten çıkarmaların artmasıyla literatürümüze yeni bir cümle girmiş oldu: ev erkeği. 3-4 gün önce bir televizyon kanalında izlemiştim. Muhabir bir mahallede kapı kapı dolaşıyor. Kapıyı açanların çoğu erkek. Yapacak bir iş olmayınca evde oturuyorlarmış. Bu durumun  toplumumuzun dengesini bozduğu kesin. Maddi sorunların yanında psikolojik sorunlar da baş göstermekte.

Kimi işyerleri de krizi bahane edip maaş politikalarında kendi lehlerine değişikliğe giderek krize karşı sözümona önlem alıyorlarmış. Çalışanın maaşında ya da sosyal güvencelerinde kesintiler yaparak tedbirler alınıyormuş. Haklı olarak yapanlar olduğu gibi kriz fırsatçılığı yapanlar da çıkıyormuş. Ne acı çalışanın emeğine el uzatmak.
Acaba daha az etkilenebilir miydik bu krizden! Yabancı sermayeye bu kadar çok güvenmek daha doğrusu paranın kontrolünün hatırı sayılır bir kısmının yabancıların elinde olması; böyle zamanlarda ortamı kendi lehlerine çevirmek için çalışmaların yapılması onlar açısından doğal değil mi? Sonuçta para kazanmak için geldiler. Ülkemizdeki krizlerin çoğunda zengin daha zengin , fakir biraz daha fakir olmuştur.
Siyasi otoritenin zayıflaması, kurumlar arasındaki  kargaşanın artması yatırımcılar için güvensiz bir ortam meydana getiriyor. Bu zamanlarda da para genelde yastık altında kalıyor. Maliye Bakanı’nın da hedefinde olan ve ülkemiz ekonomisini zıplatacak yastık altındaki mevduatlar piyasalardaki güven sorunu ortadan kalkıncaya kadar orada kalacak gibi     
İyi tarafından da bakmak gerekir. 2001 krizinde yerle bir olmuştuk. Dünyadaki ekonomik dengelerin dağıldığı bir zamanda bizim etkilenmememiz kaçınılmaz mutlaka... Ama yıkılmadık, daha sallanıyoruz. Stratejistlere göre de 2009’u atlatırsak 2010’da feraha çıkabilirmişiz. Yarınlara umutla bakabilmek dileğiyle....

54
Tarih & Türkiye / İhtisas
« : 08 Haziran 2009, 02:25:30 öö »
Levent KAÇIN

Bilimsel yönetimin kurucusu Taylor için işletmelerde başlıca sorun verimlilikti. Taylor, çalışanların en az emek ile azami çıktıyı sağlaması için gereksiz hareketleri elimine etti. Taylor'ın ortaya koyduğu diğer çok önemli yenilik ise ihtisaslaşmaydı. İşçi, tek bir işi yapacak ve işinde tam bir uzman olacaktı. Her gün, aynı görevi yapan bir kimsenin standart hareketleri giderek daha büyük hız kazandı. Bu önlemler sayesinde, atölyelerde ve fabrikalarda verimlilik 10 ila 20 misli arasında arttı.            İhtisaslaşma geleneğinin birtürlü yerleşmemesi bezde de yaygın bir sorun olmaya devam etmektedir. Sorumluluk sahipleri üzerlerine düşen görevi yapmaktan ziyade enerjilerini başka işlere yöneltip kendi alanı dışındaki konulara kafa yormaktadır.  Bizde klasiktir Ramazan ayı geldiğinde  televizyonlarda herkes dini konularda ahkam keser. Daha da ileri gidip fetva verenler de olmuştur. Üstelik bunların çoğu din adamı bile değil. Din adamlarının bir kısmı da televizyonda meşhur olduktan sonra diğerleri gibi alanlarını değiştirip başka alanlara atılıyorlar. Sonuç ortada... Bir zamanlar kendi alanlarında zirvede olanlar alanları değiştirdiğinde isimlerinden bahsedilmez oluyor. Bir yerden sonra moda haline geldi hariçten gazel okumalar. Ah keşke herkes kendi işini yapsa...
               Asker askerliğini yapsa....
               Siyasetçi siyasetini yapsa...
               İşçi işini,memur görevini yapsa...
               Öğrenci öğrenciliğini, öğretmen eğitimini yapsa...
               Ev hanımı evine baksa...
               Ana-baba evladına,evine barkına baksa...
               Karı-koca kendi işleriyle hemhal olsalar...
                Vs. vs. vs işte                           Şu anda ülkemizde yaşanılan sorunların temelinde bu gözüküyor. Siyaseti herkes yapıyor. Ülke sorunları ile ilgili görüş bildirmek eleştiri yapmak bizde zaten olağan . Konu hakkında bilgi sahibi olmayanlar kendi görüşlerinin doğruluğunu ispatlayabilmek için her yolu deniyorlar. Yüksek perdeden konuşmalar, yalan yanlış haberler , riyakarlıklar, kıskançlıklar, kaynağı belli olmayan dedikodular, yalanlar, yeminler. Böyle olunca da herkes ani bir saldırı olacakmış gibi gardını alıp bekliyor. En ufak bir açık görüldüğünde vuruş yapılıyor. Ve bu vuruş yapılırken etik kurallar gözönünde bulundurulmuyor.          Sonuç bu zamana kadar kim kazandı? Sağcılar mı solcular mı, laikler mi üstün oldu antilaikler mi , “mahalle baskıları” var mıydı yok muydu . Kısır tartışmalarla birbirimizi bitirdik. İç kavgalara tahammülümüz kalmadı artık. Herkes kendi işini dürüstçe yapsın ; Siyasetçisi , gazetecisi, esnafı, memuru kendi işine enerjisini harcasa ekonomik kriz dinler mi bu ülke ?

55
Tarih & Türkiye / İŞsizlik
« : 08 Haziran 2009, 02:24:18 öö »
Levent KAÇIN

Senelerdir her siyasi parti liderinin “çözeceğim” dediği ama bir türlü çözüme ulaştıramadığı, kronikleşen milli sorunumuz işsizlik. Dünyayı sarsan ekonomik krizin etkileri şiddeti her gün biraz daha artarak devam ediyor. Devlet başkanlarının televizyonlarda ülkelerini satılığa çıkarmaları krizin etkilerinin ne derecede olduğunun önemli bir göstergesidir.
Beklenildiği gibi ülkemizi de teğet geçmeyen global kriz, sektör ayrımı gözetmeksizin vurmaya devam ediyor. Her gün işsizler ordusuna yeni neferler kazandırıyor.
En önemli geçim kaynağımız olan çiftçiliğin üretim maliyetlerinin artması, buna paralel olarak üretilen ürünlerin alış fiyatlarının artmaması , her gelen nesil ile birlikte toprakların paylaşılıp küçülmesi ve hükümet politikaları çiftçiliği uğraşılması zor ama kazanımı az olan bir mesleğe dönüştürmüştür. Hal böyle olunca yanı başımızdaki Çorlu, Lüleburgaz ve Çerkezköy’ deki fabrikalara akın başladı. Köylerimizdeki gençlerin çoğu ya bekar evlerine yada aileleri ile birlikte iş bulabildikleri yerlere yerleşmeye başladı. Çok güzel paralar kazanmadılar belki ama bir işleri vardı ve kahvede oturmaktan iyiydi. Malum kriz gelene kadar. Yurt genelinde olduğu gibi işçi çıkarılmaları orayı da vurdu ve hayalleri , umutları yavaş yavaş söndürmeye başladı. Seçenek çok az ya orda kalacaklar günlük işlerle uğraşacaklar , umut ile haber bekleyecekler , yada geri dönecekler.
Ekonomisi çok iyi olmayan ülkeler tabi bu durumdan daha çok etkilenecekler. Bizimde ekonomimizin çok iyi olduğu söylenemez . Dünyada yaşanan bu olumsuz gelişmeler bizi işsizlikte dünya sıralamasında üst sıralara tırmandırarak dünya 4. lüğüne çıkardı. Açıklanan resmi rakamlar ışığında son yıllarda işsizlik korkutucu boyutlara ulaşmış durumda . Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre ülkemizde işsizlik yüzde 12,3  ama çok yakın zamanda  15’ in üzerine çıkacak gibi görünüyor . DİSK ‘ e göre gerçek işsizlik yüzde 20,1. Yine başka resmi açıklamaya göre ülkemizdeki her dört gençten biri işsiz. Daha acı olanı ise 2 milyona yakın işsizimiz iş bulma umudunu yitirmiş durumda. Yaygınlaşan bu ümitsizlik gerçek anlamda felaketin habercisi gibi.
Sıkıntı ortada ve bu sıkıntıyı değişik rakam oyunları ile küçültmek yerine yüzleşmek ve yeni çareler üretmeli. Bugüne kadar uygulanan anlayış ve sistemlerin başarılı olmadığı ortada olsaydı her gelen  iktidarların en büyük sorunu işsizlik olmazdı. Tüm dünyada yıllardır uygulanan ekonomi politikalarını sorgulayamaya başladı  yeni fikirler değerlendirilerek uygulamaya konuluyor. Dünyadan uygulanan yeni ekonomi politikalarının ne cevap vereceğini beklemek yerine vakit geçirmeden ülkemiz ekonomisine uygulayabileceğimiz yeni bir anlayış ile krizden en az hasarla çıkmaya çalışmalıyız. Boşa geçirdiğimiz her vakit maddi anlamda büyük kayıplar vermemize sebep oluyor.

56
Tarih & Türkiye / Yazık İnsanlık Ölüyor
« : 08 Haziran 2009, 02:23:33 öö »
Levent KAÇIN



Gazze, Filistin ,İsrail, İşgal Savaş Bu günlerde duymaktan en rahatsız olduğumuz içimizde bi şeyleri titreten kelimelerdir sanırım , Amerika’nın da desteğini alan İsrail sonuçlarını görmezlikten gelerek büyük bir soykırıma girişmiştir.
Sözde amacının sadece HAMAS liderlerini öldürmek olduğunu belirterek belki de dünyanın en teknolojik silahlarını taş ve sopa ile çatışmaya çalışan insanların üzerinde kullanarak  başlattığı vahşet artarak devam ediyor. Yaşlı , kadın ,çoluk çoçuk demeden hastane cami üniversite ayrımı gözetmeksizin vuruyorlar.
Yıllarca Nazilerin kendilerine yaptıkları soykırımın filmlerini belgesellerini izleyip acımıştık. Geçmişte bunun acısını en çok çeken bir millet olarak şimdi rollerin değişimini, trajik çelişkiyi tüm dünya üzüntüyle izlemekte ;  BM ve komşu devletlerin tüm ikazlarına kulak tıkayarak bebek ve çocukları öldürmeye devam etmekte;bununla birlikte uygulamış olduğu ambargolarla da nefret duygularımızı kabartmaktadır. en gerekli zamanda diğer devletlerin yapmış olduğu gıda ve sağlık yardımlarını da engelleyerek yaşanılan acıyı daha da büyütüyorlar. İnsanlığın en temel ihtiyaçlarından olan su ve elektriğin olmadığı yerlerde yıkık dökük hastanelerde cep telefonu ışığının yardımıyla ameliyat yapmak zorunda kalıp yaralarını sarmaya çalışan  Filistinliler... Çaresiz şaşkın ve geleceğini düşünemeyip günü sağ salim geçirdiğine şükrediyorlar onlar için barış çok uzak.
K.Irak ‘a yapmış olduğumuz operasyonla sözüm ona insan haklarını ihlal ettiğimizi söyleyip seslerini yükseltip ayağa kalkan batılı ülkeler cılız seslerle göstermelik kınamalar yayınlamakta . Tüm dünyaya demokrasi ve barış söylemlerini ağzından düşürmeyen bu uğurda ülkeleri işgal edip demokrasi ! ihraç eden Amerika İsrail’in mesnetsiz sebeplerini haklı bularak işgale çanak tutmaktadır. Ortadoğu’daki arap devletleride bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyerek yanı başlarındaki manasız işgale seyirci kalmaktalar. Bir yanda Petrole ,Yer altı kaynağına ve hiçbir zenginliğe sahip olmayan Filistin diğer yanda dünyada çok güçlü bir lobiye sahip olan İsrail; Sonuç İsrail ne zaman isterse savaş o saman sona erecek.
      Bu acımasız ve insanlık dışı olayı maalesef daha seyredeceğiz
Gazze’ de yaşayanların şu günlerde  en çok ettikleri dua “Gençlerimize, çocuklarımıza, kadınlarımıza ve yaşlılarımıza merhamet eyle Allahım ” Bir zamanlar aynı duayı edenler bu kelimenin anlamını yaşayarak öğrenenler şimdi merhamet çığlıklarına kulak tıkıyorlar. Yazık İnsanlık ölüyor Filistinde.

57
Genel Tartışma / kredi kartları
« : 08 Haziran 2009, 02:22:48 öö »
Levent KAÇIN

Teknolojinin hayatımızı kolaylaştırmak için getirdiği yeniliklerden birisiydi kredi kartları; Bankaların uygulamış olduğu yüksek faizler ve bilinçsiz kullanım sonucunda  bir çok insanın hayatının kabusu oldu
Çevresinde yokturki bu dertten muzdarip bi yakını olmayan yada bizzat kendisi ,uzun zaman dır hayatımızın için de birçok derdin başlangıcı yuvayı en acısıdır ki hayatları söndüren dert
Mağdurların en çok şikayet ettiği olay kredi kartının bu kadar kolay alınabilmesi bankaların promosyon verme yarışına giripte kart alana çanta şemsiye vs. dağıtmaları yasaklanmadan önce her bankanın önünde hediyeleriyle birlikte kredi kart standları vardı. Kişin ekonomik durumuna bakılmaksızın peynir ekmek gibi dağıtıldı
Gün geçtikçe eş dost arasın da hava atma malzemesi haline geldi cüzdanlarımızda her bankanın kredi kartını taşır hale geldik ,senelik kart ücretlerinin artmasıyla birlikte cüzdanlarımızdaki kartlar da azalmaya başladı. Kart aidatlarının alınmaması ile ilgili mahkeme kararları olduğu halde hala ödüyoruz.
Eksterelerde kurulan tuzakta “ödenecek en az tutar”bu ikazı görünce asıl tutar unutuluyo çünkü arasında dağlar kadar fark var dolayısiyle en az tutar ödeniyor daha cazip olduğu için   bundan sonra faiz ödemeye başlıyoruz, borcun tamamen kapatılmaması halinde tehlike büyümeye başlıyo bidahaki ay faiziyle birlikte geliyo ; Bazı bankalar haber vermeden kişiye başka  bi hesap daha açıyo o hesaptan kredi çekip ödenecek en az tutarı ödüyo ama faizi duruyo;böylelikle iki yere faiz ödemiş oluyoruz.
Borçlu duruma düşünce bize kart vermek için binbir türlü şirinlikler yapan banka uygulamış olduğu faizlerle borç miktarını maximuma çıkarıp tahsil etmek için de acımasız bi hal alıyo ihtarname, ödeme emri ,maaşa haciz , eve haciz daha once adını bile bilmediğimiz uygulama ve işlemleri yaşayarak öğreniyoruz sonuç hüsran Herşey yasal yapılan işlemler işlemler uygulanan faizler vs.
Gelirimiz belli giderimiz belli sanmıyorum ki herhangi bi bankanın vatandaşın menfaatini kendi menfaatinin önüne çıkaracak bi uygulama yapsın unutmamız gerekense kredi kartları ile yapılan alışverişi kendimiz ödeyeceğiz . Ayağımızı yorganımıza gore uzatalım

58
Tarih & Türkiye / Önce Biz
« : 08 Haziran 2009, 02:20:11 öö »
Levent KAÇIN, 16/02/2009


Türkiye geneline baktığımızda anayol geçen yerleşim yerlerinde gözle görülür bir gelişme vardır.
Ama bunu ilçemiz için söylememiz çok doğru olmaz, geçiş yolundayız fakat merkeze olan yakınlığımız bizi olumsuz etkiliyor.
   Senelerdir süregelen bir sorundur Havsa-Edirne  minibüslerinin yolcularını yoldan geçen diğer firmalar tarafından toplanması , birçok tartışmalara sahne olmuştur bu sorun. Bunun yanında Süleoğlu ve Lalapaşa ilçelerinin minibüsleri için merkezde duraklarının olmasına rağmen Havsa minibüsleri yolcularını otogarda bırakmak zorunda kalıyor. Bundan sonrası yolcuların kendi imkanlarına bırakılıyor . Hergün gidip gelmek zorunda olanlara , hasta olanlara, öğrencilere ek bir maliyet getiriyor. Belediye başkan adaylarımızın bu konuyu ilçemiz lehine çözüme kavuştururlar umarım.
İlçede yaşayanlar olarak bizimde üzerimizi düşen görevler olduğunu düşünüyorum. Önce kendi yapmamız gerekenleri yaparsak sonrası bizi çok etkilemez . Ülke ekonomilerinin etkili koşullarındandır. İhtiyaçlarımızı kendi içimizde karşılamak .
Belki de ilçemizin ekonomisini etkileyen en olumsuz faktör merkeze olan yakınlığıdır. Yeni bir söylemdir. “Mahalle bakkalı süpermarkete  karşı”,Bizim durumumuzda senelerdir böyle ihtiyaçlarımızı önce Edirne’ den karşılamayı düşünüyoruz. Günlük ihtiyaçlar dışındakiler için önce Edirne olmazsa Havsa’yı düşünüyoruz. Ya gidene spariş verilir , yada gidilir Edirne’ den alınır. Biz kendimizi düşünmezsek bizi kimse düşünmez . Esnafımızın en büyük sıkıntılarından biridir. Çoğu ihtiyacımız Havsa ‘da bulunmasına rağmen ilk tercih hep Edirne olmuştur.
Burda bence ilçemizin bireylerden başlayarak yukarılara kadar herkesin sorumlu olduğu bir konudur. Esnafın ilçemizde ticarethane açması öncelikle böyle bir ihtiyacın varolduğunu gösterir. İhtiyaçların çoğunu başka yollardan temin edersek kendi esnafımızın varlığını devam ettirip ayakta kalabilmesi imkansızlaşır.
Toplumu meydana getiren en küçük topluluk ailedir. Önce ailede birliktelik olacak ki.topluma sirayet etsin. Kendimizi büyük bir aile gibi görüp öna göre hareket etmeliyiz. Bizde önce kendi kendimizi kalkındırmalıyız. Bu dolaylı olarak yine bize dönecektir. İş olarak hizmet kalitesi ve çeşitliliği vb. Unutulmamalıdır ki ilçemizin kalkınıp gelişmesi için hepimizin yapabileceği ufukta olsa sorumluklarımız vardır. İlçemizin geleceği bizim geleceğimizdir.

59
Tarih & Türkiye / Güven
« : 08 Haziran 2009, 02:18:37 öö »
Levent KAÇIN, 02/03/2009

Toplumun temelini oluşturan ailenin en önemli öğelerinden biri de aile üyeleri arasındaki güven duygusudur. Eşler arasında güven ilişkisinin sağlıklı bir şekilde kurulması evliliğin devamı için adeta zorunluluktur. Yaşantımızdan örnekleri çoğaltabiliriz. Çocuğun anne babaya güveni, öğrencinin öğretmene güveni, işçinin patrona güveni, vatandaşın hükümete güveni, sevgiliye güven, geleceğe güven, kendine güven, araca güven, yapıya güven…Yemek kadar ihtiyaç, iman kadar gerekli.
Artık kanıksadığımız ortam dinlemeleri, ses ve görüntü kayıtları yakın geçmişimize ışık tutar nitelikte. Bizim güvendiğimiz birimlerin güvenimizi hoyratça kullandıkları, acı bir şekilde ortaya çıkıyor. Ortaya çıkan son ses kaydında bunu açıkça görebiliyoruz. Aslında kurulu düzen işliyor. Piyasada dolaşan ses kayıtları, önceden kurgulanmış, ihtiyaç hasıl olduğunda kamuoyuna servis edilecek bir senaryo olarak,-hemen o meşhur düğmeye basılıyor, internete veya ulusal basına sızdırılıyor. Her biri bir amaç için hazırlanmışçasına sırası gelen görevini yerine getiriyor. Acaba görevini bekleyen daha kaç tanesi var.
Daha önce de bahsetmiştim. 28 Şubat temizlenmesi imkansız bir leke. Bir anda ortaya çıkmıştı Aczimendiler, Ali Kalkancı’lar, cübbeliler vs….Samimi müslümanları hayrete düşürecek görüntüler, ulusal basının pompalamasıyla manşetlerden inmiyordu…üfürükçüler, sahte şeyler...Biz hayretle bunları seyrederken Sincan’dan gelen palet sesleriyle siyasi ortamın rengi bir anda değişivermişti...Postmodern darbe. Sonra öğreniyoruz ki o zamanlarda bize yutturulmaya çalışılan bir masaldan ibaretmiş. Ali Kalkancı’nın şeyhlikle bir alakası yokmuş. Kimya işiyle uğraşıyormuş Gençlerimizi zehirlemek için çaba sarf ediyormuş. Televizyonlarda haftada bir ağlayan Fadime Şahin de çok masum değilmiş. Meğer birileri için ortam hazırlanıyormuş. Banka kurmak ne kadar modaydı o zamanlar…Sonra da hortumlamak moda oldu. Kimin parasını, bizim paramızı... Her kriz yeni zenginler ortaya çıkarırmış. 28 Şubat’ta yeni zenginler için kriz çıkarıldı. Bu kriz başta ulusal basın olmak üzere güven duyduğumuz bir çok birimin katkısıyla yapıldı.
Asıl vahim olan, toplumun kurumlara olan güveninin sarsılmasıdır. Bir ara en güvendiğiniz kurum hangisidir diye bir anket hatırlıyorum. Ne acıdır ki birinci çıkan kurum Milli Takım olmuştu. Böyle bulanık zamanlarda ulusal basına büyük görev düşer ama bizde bağımsız bir duruş gösteren kaç adet gazete kaldı? Bir elin parmakları bile çok fazla geliyor. Bağımsız ve özgür basın, çıkarları doğrultusunda yandaş medya olma yolunu seçti. Zedelediler, hala zedeliyorlar. En gerekli ihtiyacımız olan güveni hoyratça kullanıyorlar. Vefanın semt adından başka bir anlamı kalmadığı dönemde güven de güzel bir isim olarak kalacak.

60
Tarih & Türkiye / Açılımlar
« : 08 Haziran 2009, 02:16:22 öö »
Levent KAÇIN

Seçimlerin vazgeçilmezi olan vaatler bu seçimlerde de oy toplayabilmenin en ektili yolu olmayı sürdürüyor. İnandığımız , inanmadığımız , hoşumuza giden yada gitmeyen bir sürü seçim vaadi havada uçuşuyor. Belki de bu hareketliliğin en önemli sebebi bu seneki seçimlerin yerelden ziyade  genel secim havasına bürünmesidir. İktidar ve muhalefet partileri konuşmalarında yapacağı hizmetlerden çok birbirlerine yüklenerek yada ucu açık çek misali vaatler vererek oy toplamaya çalışıyor.
Bu seçimlerde açıkça görülüyor ki AKP Güneydoğuya ayrı bir önem veriyor. Bununla birlikte CHP ve DTP ‘de güneydoğudaki varlıklarını arttırarak devam ettirebilmek için çalışmalarına hız vermiş durumda. Bu amaç doğrultusunda AKP nin Kürtçe açılım bünyesinde TRT Şeş yayın hayatına başladı. Ardında Kürtçe Mevlid okutuldu . Yüksek öğretimde Kürtçe bölümlerin açılması , Kürtçe eğitim konuşulmaya başlandı. Bu gelişmeler ışığında CHP’ de konuya eğilerek Nevruz tatilini gündemine aldı. CHP nin Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi adayı Remzi Sayılan “Cami cemaatlerinin talebi doğrultusunda camilerde Kürtçe hutbe de okunabilmeli. Bu tür talepler, bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde değerlendirilmeli. Bunu yapmak için kanuna da gerek yok. İnsanların tabii ve doğal hakları verilmelidir.” şeklinde konuştu.
Yıllardır çözmeye çalıştığımız sorunun benzerini bir benzerini Almanya’ daki vatandaşlarımız yaşıyor. Devlet dışardan gelen göçmenler için Almanca kursları açıp bu kursları orada yaşayacaklar için zorunlu kılıyor. O kurslarda her türlü kültürel ve sosyal bir eğitimden geçirdikten sonra kendi içine alıyor. Bölgede varolan Kürt sorunun ortadan kaldırmak için çok fazla çözüm üretmedik önümüze konulanı yemeğe çalıştık bu yemek vücudumuzda nasıl bir etki yapacak zamanla göreceğiz.     Bilindiği üzere ülkemizde birçok kültür bir arada yaşıyor. Çeşitlilik çok güzel ama olumsuz tarafı da kaşınmaya çok müsait olmasıdır. İleride Lazlar da  çıkıp bizde kendi dilimizi kullanmak istiyoruz deyebilir. Bizim neyimiz eksik diyecek başka birileri vs.
Çok hassas bir konu olduğu için çok hassas hareket edilmeli. Bu konudaki Genelkurmayın değerlendirmesi ise şöyle: Üniter devlet ve ulus devlet yapısına zarar vermeyecek tedbirleri de göz önüne almak kaydıyla, devlet kültürel alanda bazı açılımlarda bulunabilir. Bu açılımların sorun çözmeye yönelik değil de oy toplamak için olduğu için sonuçları çok fazla sağlıklı düşünülmeden alınmış kararlar olarak görünüyor.Temennim Bu açılımların sadece kültürel alanla sınırlı kalması. 

Sayfa: 1 2 3 [4] 5 6 ... 8