İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - alıntı

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 8
31
Murat BEYAZYÜZ / TAŞINDI: psikanalitik gelişim teorisi
« : 09 Ağustos 2009, 11:31:58 öö »
Bu konu Psikoloji isimli bölüme taşınmıştır.

http://www.huseyinkacin.com/forum/index.php?topic=255.0

32
Psikoloji / psikanalitik gelişim teorisi
« : 09 Ağustos 2009, 11:26:55 öö »
Dr. Murat BEYAZYÜZ
Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi 1. Psikiyatri Kliniği

Psikanalitik teorinin temel ilkelerinin üçüncüsü olan dürtüleri açıkladıktan sonra bir sonraki ilkeyi oluşturan varsayımın açıklamasına girişebiliriz. Bu aşamadan sonra cevabını arayacağımız soru dürtülerin kaynağı ve gelişiminin nasıl olduğudur. Bu sorunun cevabı ile de dördüncü ilke ortaya çıkacaktır. İnsan kişiliği zihinsel süreçler tarafından belirlendiği için zihinsel gelişime kişilik gelişimi de denebilir. Freud ve takipçilerinin kişiliğin nasıl geliştiği ile ilgili sorulara cevap arama gayreti psikolojiye önemli bir katkı yapmıştır. Freud kişiliğin hayatın ilk beş yılı içinde büyük oranda geliştiğini, daha sonra oluşan bu kişilik taslağında sadece küçük değişiklikler olabileceğini iddia eder. Tabii ki kati sınır olmamakla beraber beşinci yılını tamamlayan çocuk birçok değişim aşamasını, zihinsel yapılanmasındaki birçok savaşı geride bırakmış olur ve bundan sonraki dönemde kişilik dengeli bir duruma gelir, fakat bu geçici bir denge halidir, zira hepimizin etrafımızda gözlemleyebileceğimiz kadar açık bir değişim ve dinamizm dönemi de ergenlikle birlikte başlar ve bu dinamizm ivmesini kaybederek erişkinliğe kadar sürer ve erişkinlikte tekrar bir denge durumuna kavuşur. Psikanalitik gelişim teorisi insanın zihinsel gelişimi için altı dönem öngörür ve bu dönemler birbirini takip eden bir sıra ile insanın hayatında yaşanır, fakat bu dönemlerin birbirinden kesin sınırlarla ayrıldığını ya da bu dönemlerin başlangıç ve bitişinin kati bir yaş sınırına bağlı olduğunu söyleyemeyiz.

Oral Dönem
Psikanalitik gelişim teorisine göre kişilik gelişiminde “oral dönem” adı verilen ilk aşama, hayatın ilk bir, bir buçuk yılını kapsar. Adından da anlaşılacağı gibi, bu dönemde ağız dürtü boşalmasının esas aracısıdır, yani ağız, dil ve dudaklar başlıca haz organlarıdır. Hemen burada konuya küçük bir ara verip az önce kullanmış olduğumuz “haz” kavramının psikanalitik teorinin terminolojisi içindeki teknik anlamını ortaya koyma ihtiyacını duyuyoruz. Daha önce dürtülerin ortaya çıkardığı enerjinin bir gerilim oluşturduğunu, bu gerilimin boşaltılması gerektiğini, aksi takdirde zihinsel aygıt için tehlike olarak algılanacağını belirtmiştik. Bunu bir elektrik devresi benzetmesi ile de açıklamaya çalışmıştık. Zihinde herhangi bir yere bağlanmaksızın gerilim yaratan enerjinin boşalması ile o enerjiyi ortaya çıkaran dürtü tatmin olur ve bunun sonucunda da “haz” dediğimiz şey ortaya çıkar. Elektrik devresi benzetmesi ile açıklayacak olursak, devreye giren enerjinin yarattığı gerginlik, bu enerjinin bir şekilde, örneğin bir ampul vasıtası ile ışığa çevrilmesiyle devreyi terk eder ve elektrik devresi gerilimden ve dolayısıyla yanmadan kurtulur. Özetleyecek olursak, “haz” enerjinin boşaltılmasıyla gerilimin ortadan kaldırılmasıdır.
Oral dönemde ağız, dudaklar ve daha sonra devreye girecek olan dişlerin besinle teması sürecinde kişilik gelişiminin de ilk dinamizmi başlar. Oral dönemde ağız, dil ve dudaklar esas cinsel ve saldırgan organlardır ve her iki dürtü de bu organlar vasıtasıyla doyuma ulaşır. Oral dönemde iki dürtüye mal edebileceğimiz iki davranış türünün, yani ağza alma ve ısırmanın kişiliğin ilk prototipik özellikleri ile yakından ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bu iki davranışın erişkinliğe doğru projeksiyonlarını yapacak olursak, ağza alma davranışı ile elde edilen hazzın biçim değiştirerek bilgi edinme veya alışveriş ile elde edilmeye çalışılması söz konusu olabilirken ısırma davranışı ile tatmin edilen dürtünün ileride başkalarına karşı yıkıcı, kırıcı tepkilerle, iğneleyici bir mizah duygusu ile veya tartışma düşkünlüğü ile elde edilmeye çalışıldığını görebiliriz.
Oral dönemde, zihinsel işleyiş neredeyse tamamen bilinçdışının egemenliğindedir. Bilinçdışındaki dürtülerin hemen doyuma kavuşturulması, gerilimin ortadan kaldırılması gereklidir. Çocuk oral dönemde anne ile tam bir ortak yaşam ilişkisi içinde olduğu ve anne bütün dürtülerin doyurulma vasıtası olduğu için zihinsel enerjinin neredeyse tamamı annenin zihinsel imgesine yatırılır. Yani bu dönemde zihinsel enerji tomarı “anne” ile ilgili psikolojik nesneye bağlı kateksisten ibarettir. Bu dönemde ortada olan bağımlılık yaşamın ileriki evrelerinde de bir eğilim olarak varlığını sürdürür, kişinin kaygı yaşadığı veya kendini güvende hissetmediği dönemlerde tekrar ayan beyan hale gelebilir. Kişiliğin toplumsal yönü açısından bu dönemde sürekli alıcı konumda olan çocuk, bir taraftan almayı, istediğini elde etmeyi öğrenirken diğer taraftan da sürekli alan olmanın ikinci sonucu olarak vermeyi ve verebilmeyi de tanır.
Oral dönemde bakım veren annenin (veya onun yerine geçen kişinin) hayatın ilk yıllarında çocuğun ihtiyaç duyduğu bakımı vermesindeki eksiklikler veya bu bakımın verilmesindeki doğru olmayan tutumlar, çocuğun bütün gelişimini sekteye uğratabileceği gibi hayatın sonraki dönemlerini de etkileyebilir. Bu dönemdeki kusurlu organizasyonun ileriye doğru etkisi, “aşırı ağızcılık” olarak da adlandırılan aşırı bağımlılık, sürekli alıcılık, edilgenlik şeklinde olabilir. Ama bu dönemde verilmeyi ve dolayısıyla vermeyi de fazlasıyla öğrenebilen bir çocuk, annenin emziren rolünü benimseyip sürekli veren bir kişilik yapısı da geliştirebilir. Bunlardan hangisinin gerçekleşeceğini önceden kestirmek imkânsız olmakla birlikte, genetik, biyolojik ve çevresel şartların belirleyici bir rolünün olabileceği savı da güçlenen kanıtlarla desteklenebilir.
Oral dönemin sonuna doğru, bağımlı olarak başladığı hayatının, bağımlı olduğu kişilerce tutarlı bir biçimde korunması ve gözetilmesi sonucunda çocukta “özgüven” duygusunun gelişmesi beklenir. Bu dönemde gelişecek olan özgüven, erişkinlik döneminde kişinin kendisine ait zihinsel imajın da ana iskeletini teşkil eder.

Anal Dönem
Oral dönemin sonlanmaya başlarken, çocuğun, bağımlılıktan kurtulma yolunda ilk hamleleri başlar. Öncelikle kendi benliğini kendisi dışında kalanlardan ayrı ve farklı olarak algılama ile başlayan bu dönemde, bağımlılıktan kurtulma süreci, yavaş yavaş, yürüme, konuşma, bağımsızca düşünme ve davranma gibi bedensel gelişimin sunduğu imkânlarla da desteklenir. “Anal dönem” diye adlandırdığımız bu zihinsel gelişim evresinde sindirim kanalının diğer ucu, yani anüs, bu bölgedeki kasların istemli kontrol mekanizmalarının egemenliğine girmesi ile dürtülerin doyurulma organı haline gelmeye başlar. Anüs bölgesinde, fiile dökülen süreçler (dışkının tutulması ya da dışarı atılması) bilinçdışındaki dürtülerle yakından ilgilidir. Anüs bölgesindeki gerilimin dışkılama ile giderilmesi veya dışkının boşaltılmayıp tutulması haz veren etkinliklerdir.
“Anal dönem”de çocuk için ilk ciddi eğitim dönemi de başlar. Her yaştaki eğitimde olduğu gibi, bu dönemde de eğitimin verilme şekli önem arz eder ve bu dönemde çocuğa tuvalet eğitimi verenlerin tutumu kişilik gelişiminde önemli rol oynar. Çocuk, hayatının ikinci yılında dışkısını veya idrarını boşaltmaktan alacağı hazzı ertelemesi gerektiğini öğrenir. Çocuğun bu öğrenme sürecinde, çevrenin çocuğa yaklaşımına göre bazı kavramların zihinsel tasavvurları da şekillenmeye başlar. Çocuğun dışkısını veya idrarını tutabilmesi kadar doğru yerde bırakabilmesi mühimdir ve bu iki başarı da birbirine yakın derecelerde takdir edilirse dengeli bir doğru-yanlış terazisi de çocuğun zihninde oluşmaya başlar. Oral dönemde tamamen bilinçdışı diyebileceğimiz süreçlerle, kendi iç dünyasının kurallarıyla-belki de kuralsızlığıyla- yaşayan çocuk bu dönemde toplumun kabulleri ile tanışır; iyi, kötü, doğru, yanlış, ayıp, günah gibi kavramlar tam manalarıyla olmasa da çocuğun zihninde yer etmeye başlar ve bu protoplazmik değer yargıları ileride “vicdan”ı oluşturmak üzere yavaş yavaş katılaşmaya, şekillenmeye doğru yol alır.
Az evvel de belirttiğimiz gibi, bu dönemde çevrenin çocuğun tuvalet eğitimi konusunda takındığı tutum, çocuğun ileride sahip olacağı kişilik özelliklerine önemli etkilerde bulunur. Bu dönemin de ileriye yönelik projeksiyonları iki ayrı yön izleyebilir, çünkü bu dönemde çocuğa verilen tuvalet eğitimi yalnızca dışkının tutulmasını öğrenmekten ibaret değildir. Dışkısını tutmayı öğrenen çocuk, doğru zamanda ve doğru yerde dışkılamayı da öğrenir. Bu nedenle tuvalet eğitimi verenlerin katı ve cezalandırıcı tutumlar takınmaları, çocuk tarafından sadece dışkının tutulması gerektiği yönünde bir mesaj olarak algılanır ve çocuk cezadan korunmak için bedeninin izin verdiği ölçüde dışkısını tutar ve hatta çocuğun sindirim sitemi işlevleri de bundan etkilenir. Bu tutumların zihinsel süreçlerdeki etkileri de diğer davranış biçimlerini şekillendirir. Katı ve cezalandırıcı tutum nedeniyle çocuk “tutucu” kişilik özellikleri edinmeye başlar, bu sistem ile dürtü tatmini yoluna gitmeye programlanan çocuk ileriki hayatında baskıcı, inatçı, aşırı titiz, cimri, aşırı düzenli olabilir. Ama işler her zaman bu şekilde seyretmeyebilir. Çevrenin katı tutumuna ayak uydurmak yerine direnen çocuklar, dışkıyı en olmayacak yerlerde bırakma alışkanlığı da geliştirebilirler. Bu davranış biçiminin doğrudan doğruya anal dönemin bir özelliği mi yoksa çocuğun yeni karşılaştığı baskıcı tutum nedeniyle dışkı gibi bir probleminin olmadığı oral döneme bir geri dönüşü mü olduğu konusu tartışılabilir, ama biz bu davranış şeklinin oral döneme kaçış olsa bile anal dönemin bir özelliği olduğunu kabul edebiliriz, çünkü bu davranış anal dönemde gerçekleşiyorsa, oral dönemin dışkılama ile ilgili tutumlarının anal döneme taşınması da anal dönem içinde gösterilen bir tepkidir ve anal dönemde geliştirilebilecek davranış çeşitlerinden biridir. Tuvalet eğitimine karşı, dışkısını bırakma şeklinde tepki veren bir çocuğun gelecekteki tepkileri büyük oranda de bu dairede şekillenecektir. Sık ve çabuk tepki gösterme, yıkıcı, zarar verici davranışlar, öfke patlamaları, dağınıklık, düzensizlik bu özellikler arasında sayılabilir. Ayrıca bu davranış şekli ikili dürtü varsayımının cinsellik kutbundan ziyade saldırganlık kutbu ile de ilişkilendirilebilir. Katı ve cezalandırıcı tutumun kişiliğe iki ana etkisi anlaşıldıktan sonra, dışkının tutulması kadar bırakılmasını da özendiren bir tutumun, hatta bu ikisinden ikincisine daha çok ağırlık veren bir çevrenin çocuğun kişiliğine nasıl bir etkide bulunacağının anlaşılması zor değildir. İçinde birikenleri boşaltmak bir bakıma çocuğun ilk üretim fiilidir ve bunun teşvik edilmesi çocukta üretime yönelik bir kişilik özelliğinin de gelişmesinde rol oynayabilir. Övgüye mazhar bir dışkı üretme isteği ile katı tutumlara karşı tepkisel olarak ortaya çıkan dışkıyı bulaştırma isteğinin erişkinlikteki izdüşümleri birbirine benzer örtülere bürünebilir, mesela dışkıyı bulaştırma isteği tuvallere boyaları saçarak resimler vücuda getirme kılığına girebilir ve aynı kılık dışkı üretme isteği için de ideal olabilir. Bu ikisi arasındaki fark ancak psikanaliz çalışması ile ortaya çıkarılabilir, bu nedenle her ressam için tipik bir anal dönem özelliği öngörmek doğru bir yaklaşım olamaz.

Fallik Dönem
Üç yaşına doğru, dürtülerin doyumu için cinsel organlar aracı hale gelmeye başlar. Cinsel organlar da, daha önce oral dönem ve anal dönemde esas rolü oynayan organlar için söylediğimiz gibi, hem saldırganlık hem de cinsellik dürtülerinin doyumuna aracılık ederler, yani cinsel organlar dahi salt cinsellik dürtüsü ile sınırlı değildir. Gelişimin bu aşamasına “fallik dönem” adı verilir. Bu dönem, adını Yunancada penis anlamına gelen “phallus” kelimesinden alır ve bu döneme penisle ilgili bir isim verilmesinin sebebi, bu dönemde penisin hem kız hem de erkek çocuklar için başlıca ilgi nesnesi olmasıdır. “Fallik dönem”de çocuk farklı iki cinsiyet olduğunu fark ederek cinsel organlara dikkatini yoğunlaştırır ve farklı cinsiyetlerin farklı cinsel organlar tarafından belirlendiğini anlamaya başlar. Fallik dönemde cereyan ettiğini söylediğimiz iki süreç, yani cinsel organların dürtü doyumuna aracılık etmeye başlaması ile çocuğun farklı cinsiyetler olduğunu fark etmesi ve hatta kendi cinsiyetini tanıması arasında zamansal bir ilişki veya bir sebep-sonuç ilişkisi kurmak için psikanalitik teori ne yazık ki yeterince aydınlatıcı ve açık değildir. Böyle bir ilişki kuramasak da, biyolojik cinselliğin “kimlik” oluşumundaki esas rolünü bu dönemde oynadığını söyleyebiliriz. Fallik dönemde, artık kendisinin tamamen çevreden ve diğer insanlardan farklı bir varlık olduğunu idrak eden çocuk, artan merak duygusu ve öğrenme yetileri sayesinde bu varoluşuna da şekil vermeye başlar. Oral dönemde tamamen amorf olan kişilik, fallik dönemin katkılarıyla faz değiştirir ve var oluşun, ayrı bir varlık oluşun bilinci gelişirken “kişiliğin ve kimliğin nasıl olacağı” yönünde bir sorgulamanın getirileri ile mayalanır. Bu sorgulamanın etkisiyle çocuğun, kendi bedenine, cinsel farklılıklara, anne-baba rollerine, çevredeki insanların arasındaki ilişkilere, hâsılı çevredeki her şeye karşı bir merak ve öğrenme arzusu doğar. Fallik dönemdeki öğrenme ile anal dönemdeki öğrenmenin birbirinden tamamen farklı olduğunu da vurgulamak gerekir, zira anal dönemdeki tuvalet eğitimindeki öğrenme sürecinde çocuk tamamen pasif bir konumdadır ve bilgiyi de tıpkı anne sütü gibi, herhangi bir muameleye tabi tutmaksızın, olduğu gibi almak ve kabul etmek zorundadır; fallik dönemdeki öğrenmede ise çocuk öğrenme sürecinde çoğunlukla aktiftir; sorular sorar, eşyaları karıştırır, etrafını inceler, gözlemler yapar, sorularına bulduğu cevapların doğruluğunu sınar ve elde ettiği sonuçları hızla biriktirmeye başlar. Bu yaşlarda öğrenilen cinsel ayrılıklar ve cinsiyete mahsus roller ile cinsel kimlik duygusu gelişir ve insan yavrusunun toplumsal hayata adaptasyonu için önemli bir mesafe kat edilir. Tuvalet eğitimi ile birlikte oluşumu başlayan iyi-kötü, doğru-yanlış, sevap-günah terazileri cinsellikle ilgili yasaklar ve değerlerin öğrenilmesiyle güçlenir. Ama burada da çevrenin takınacağı tutum gelecekteki kişilik için belirleyici olabilir. Şöyle ki, bu dönemde cinsel organları hedef alan tehditler, suçlamalar veya ceza söylemleri, ileride meydana gelecek çekingen, girişkenlikten uzak, ürkek bir kişiliğin temelini atar. Aynı şekilde ekseriyetle erkek çocuklar için geçerli olmak üzere, cinsel organlara, penise, atfedilen yüksek değer, erkekliğin bir cinsiyet çeşidi değilmiş de bir üstünlükmüş gibi empoze edilmesi de gelecekteki arsızlığın, gözü karalığın, sosyal uyum bozukluklarının, empati yoksunluğunun da sebebi olabilir. Kız çocuklarda da namus kavramının adım başı dile getirilmesi, sürekli korunması gereken ve hatta sürekli tehdit altında bir cinsel organ tasavvurunun gelişmesine neden olarak, örneğin, edilgen, ürkek, etrafını sürekli benliğine yönelik bir tehdit olarak algılayan bir kişiliğin oluşmasına yol açabilir. Burada verdiğimiz örneklerin sadece basit taslaklar olduğunu, kişilik gelişiminin çevreden ne şekilde ve ne derecede etkileneceğinin birçok faktör tarafından belirlendiğini, bizim burada diğer değişkenleri sabitleyerek, konunun anlaşılması için iki boyutlu akıl yürütmeler yoluyla bu örnekleri verdiğimizi belirtmemiz gerekir.

(devamı var)

33
Psikoloji / NESNE İLİŞKİLERİ TEORİSİ
« : 09 Ağustos 2009, 11:24:28 öö »
Dr. Murat BEYAZYÜZ
Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi 1. Psikiyatri Kliniği

Nesne ilişkileri teorisinin temelleri, çalışmalarını çocukların analizi üzerinde yoğunlaştırmış olan, Viyanalı psikanalist Melanie Klein’in ortaya attığı bir takım varsayımlara dayanır. Klein, hayatın ilk yılının zihinsel gelişim için en belirleyici, en önemli dönem olduğunu söyler. Hatta Freud’un ortaya attığı en önemli kavramlardan biri olan Ödipus Kompleksi’nin dahi yaşamın ilk bir yılı içinde memeden kesilme süreci içinde yaşandığını, Freud’un Ödipus tanımı ile neredeyse yalnızca isim düzeyinde bir örtüşme çerçevesi içinde iddia eder.
Nesne ilişkileri teorisi, bebeğin ve Ödipal dönem (Freud’un tanımladığı) öncesindeki çocuğun dış dünyayı nasıl algıladığına, dış dünya ile ilgili deneyimlerini nasıl zihinsel bir organizasyon içine yerleştirdiğine, yaşamın ilk günlerinden itibaren diğerleri ile olan ilişkilerini oluşturma biçimine, bu ilişkilerin zihinsel yapıya ve daha sonraki ilişkilerin şekillenmesine olan etkilerine ağırlık veren bir zihin teorisi şeklinde özetlenebilir. Nesne ilişkileri teorisi ile klasik psikanaliz, nedensellik ve bilinçdışı süreçler ilkelerinin sınırlarına kadar tam bir örtüşme gösterirken bu noktadan sonra bir ayrılma başlar. Teorinin bundan sonraki ayağını zihinsel nesneler oluşturur ve bu zihinsel nesnelere çok büyük bir önem atfedilir. Şöyle ki, klasik psikanalizin tamamen doğuştan geldiğini, bütün zihinsel süreçleri biçimlendirdiğini söylediği ve nedenselliğin en temeline oturttuğu dürtüler, Klein’a göre bedenden kaynaklanan ve doğuştan gelen fenomenler değildir, aksine özel bir takım nesne ilişkileri içine karışmış ve tam olarak ayıklanamayan karmaşık zihinsel süreçlerdir ve bu dürtüler özgül nesnelere yönelik olarak, bir bakıma nesne arayışı amacına yönelik olarak ortaya çıkarlar. Zihinsel nesnelere bu derece önem atfeden bu teorinin dinamik temelini, daha önce bir savunma mekanizması olarak anlattığımız özdeşleşme (identification), “içleştirme” (introjection)  ve “içe alma”yı (incorporation) da kapsayan “içerikleştirme” (internalization) adı verilen bir süreç oluşturur. Bu süreç bir savunma mekanizması kombinasyonu olmanın aksine normal zihinsel algoritmanın temel basamağıdır. Nesne ilişkileri teorisine göre, çocuklar, etraflarındaki, zihinsel birer nesne olan kişileri veya eşyaları içerikleştirdikleri gibi bu kişi veya eşyalarla olan ilişkilerini de içerikleştirirler. Yani her bir kişiyle kurulan ilişki iki zihinsel nesne oluşturur; birincisi kişinin zihinsel imgesi, ikincisi o kişi ile olan ilişkinin zihinsel imgesi. Böyle bir nesne ilişkisinde bu nesne ile daha iyi bir ilişki kurma isteği de belirleyici bir rol oynar. Kısaca ifade edecek olursak, nesne ilişkileri teorisi hemen tamamen bu içerikleştirme mekanizması, zihinsel nesneler ve bu nesnelerle olan ilişkiler üzerinde kuruludur. Klasik psikanaliz zihinsel süreçlerdeki sorunları dürtülerin yarattığı gerilimler, bu gerilimlere karşı oluşturulan savunma mekanizmaları ve çatışmalar ile açıklarken nesne ilişkileri teorisi aynı sorunlara “yanlış” veya “eksik” ilişki kavramlarının yardımıyla açıklama getirir. Klein, anormal zihinsel süreçlerin, nesnelerin hatalı bir biçimde içerikleştirilmesinden veya nesnelerin salt iyi veya salt kötü olarak algılanmasının yaşamın ileriki dönemlerinde de devam etmesinden kaynaklandığını öne sürer.
Klein’a ve tamamen onun izinden giden takipçilerine göre “süperego”nun oluşumu ve Ödipus kompleksi yaşamın ilk yılında başlar ve bebeğin ilk büyük sorunu ölüm dürtüsüdür. İçe atma ve yansıtma ile bebek bu sorunun üstesinden gelmeye çalışır. İngiliz Nesne İlişkileri Ekolü’nü oluşturan bu gruba göre, çocuğun gelişimindeki kritik evreler, “yansıtmalı özdeşim” (projective identification) ve “bölme” (splitting) mekanizmalarının yoğun biçimde işlediği “paranoid-şizoid dönem” ve daha sonra bütün nesnelerin içerikleştirilmesi ile gelişen “depresif dönem”dir.
Birinci dönemde bebek annesiyle varsanısal bir kaynaşma halindedir ve her türlü örselenmeye karşı son derece duyarlıdır. Bu duyarlılığın bir sonucu olarak da bebek sürekli bir kötülük beklentisi içindedir. Kendisine bir kötülük yapılacağı düşüncesi anne ile olan ilişkide de yaşanır. Çünkü anne memesi kimi zaman süt verirken kimi zaman vermez. Bebek bu karmaşayla baş edebilmek için anneyi “iyi” ve “kötü” şeklinde ikiye böler (splitting) ve böylece kötü anneyi dışarıda tutar. Bebek yalnızca kötü anneyi dışarıda tutmakla kalmaz, aynı zamanda kendi iç dünyasından kaynaklanan saldırgan dürtüleri de dışarıya atar ve en yakınındaki anneye yükler ve bu kötü duygular gerçekten annesininmiş gibi davranır. Bu ilkel savunma mekanizmasına da “yansıtmalı özdeşim” (projective identification) denir. Kötülüğün kaynağı olarak kabul edilen anneye bir yandan haset duyulurken diğer taraftan da aynı anne iyiliğin kaynağı olarak görülür ve kendisine şükran duyulur.
Bebek gelişim basamaklarında ilerledikçe, ikiye böldüğü annenin tek ve aynı kişi olduğunu anlamaya başlar ve ona yüklediklerinden dolayı suçluluk duygusuna kapılır ve “depresif dönem”e girer. Bu dönemde bebek, kötü anneyi de içerikleştirir ve iç dünyasında ona karşı da hoşgörü geliştirmeye çalışır. Bunu yaparken de “haset”in yıkmış olduğu şükran duygularını da onarmaya çalışır. Bebek bunlar olurken üzüntülü ve kaygılıdır. Kimi zaman bebek, depresif dönemde yaşadığı hüzün ve vicdan azabından kurtulmak için yaşadığı duyguları yadsıyarak tam tersi bir tutum içine de girebilir.
Nesne ilişkileri teorisinin bizim bu çalışmada en fazla yararlanacağımız taraflarını da böylece özetlemiş olduk. Kullanmaya niyetlendiğimiz teorik malzemeyi okuyucumuza kısaca tanıttıktan sonra şimdi birlikte yola çıkabiliriz.

34
Psikoloji / Psikanaliz Nedir
« : 09 Ağustos 2009, 11:23:10 öö »
Dr Murat BEYAZYÜZ
Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi 1. Psikiyatri Kliniği

TEORİK TAKIM SANDIĞI

Psikanaliz Nedir?
“Psikanaliz”, kavram olarak, 19. yüzyılın son yıllarında Sigmund Freud tarafından ortaya atılmış ve ortaya çıktığı ilk günden itibaren hemen hemen bütün dünyada ilgiyi üzerinde toplamıştır. İnsan, 1850’li yıllara kadar, skolâstik bir korkunun etkisiyle, soyut bir kıymet biçmenin ötesinde somut değerlendirmelerde dahi yeryüzündeki diğer tüm varlıklardan üstün görüldüğü için bilimsel araştırmanın nesnesi değildi. Cüretkâr biçimde insanın en soyut tarafını, yani ruhunu bilimsel araştırmanın nesnesi haline getiren psikanalizin büyük bir ilgiyi üzerine çekmesi, ana seciyesi merak olan 20. yüzyılda, birçok insan uğraşının psikanalizle ilişkilendirilmesinin önünü açmıştır.
Dar bir görme aralığından bakıldığında büsbütün psikoloji içinde bir kavram gibi görünen psikanalizin nasıl olup da antropolojiden, edebiyata, tarihten sosyolojiye kadar birçok bilim alanını etkilediğini anlamak için her şeyden önce psikanalizin zihinsel işleyişi incelediğini kavramak gerekir. “Psikanaliz, zihinsel işleyişi inceleme uğraşıdır” derken onun -sıkça yanlış anlaşıldığı gibi- sadece hastalık ve tedavi bilimi olmaktan çok uzak olduğunu, normal dışı zihinsel işleyiş kadar normal zihinsel işleyiş ile de ilgili olduğunu anlatmak istiyoruz. Meşhur Latince deyişi psikanaliz için söylersek, insana ait hiçbir şey psikanalize yabancı değildir.
Burada amacımız, kavramın yabancısı olan okuyuculara, “psikanaliz” ile ilgili temel bir bilgi vermek, basit de olsa bir fikir kalıbı oluşturmaktır. Bu amaçla izleyeceğimiz yolu özetleyecek olursak; öncelikle psikanalitik teoriyle ilgili temel varsayımlar üzerinde durarak, bugün “klasik psikanaliz” diye de adlandırılan, esasen Freud’un çalışmalarına dayanan bilgileri okuyucumuza aktardıktan sonra, “klasik psikanaliz” gövdesinden gelişmiş iki önemli kol olan “ego psikolojisi” ve “nesne ilişkileri teorisi” hakkında okuyucumuza kısaca bilgi vermeye çalışacağız. Bu sayede bizim çalışmamızın da hangi esaslara istinaden şekillendiğini anlatmış olacağız.

TEMEL VARSAYIMLAR
Sıralayacağımız ana varsayımlardan ilk ikisi kendini psikanalitik uğraş içinde gören herkes için olmazsa olmaz ilkelerdir.

Psikolojik Determinizm
Psikolojik determinizm, psikolojik, zihinsel süreçlerde her zaman bir nedenselliğin (causality) hüküm sürdüğünü ifade eder. Psikolojik determinizme göre insanın bütün davranışları bir anlam taşır. Zihinsel işleyişin ürünü olan davranışlar hiçbir zaman öncekilerden bağlantısız ve rastgele cereyan eden süreçlerin dışavurumu değildir. İnsan zihninin görünen işleyişi, aslında görünmeyen birçok sebebe, görünmeyen birçok yasa ile bağlıdır. Mesela gündelik hayatımızda, “sakarlık” dediğimiz, dış etkenlerin etkisi olmaksızın gerçekleşen olayların psikanalize göre bilinç seviyesinde olmayan sebepleri vardır ve bu sebepler psikanalitik gereçlerle ortaya çıkarılabilir. Her gün aynı raftan, aynı saatte, aynı şartlarda aldığımız kahve bardağı bir gün elimizden düşüp kırıldığında “zaten eskimişti, yenisini alacaktım.” derken yaptığımız, belki de sadece sebebi ikincil bir sonuç kılığına sokup ortaya atmaktan başka bir şey değildir. “Zaten eskimişti, yenisini alacaktım, onun için kırdım” cümlesindeki sıralamayı küçük zihinsel illüzyonlarla “kırıldı, ama zaten eskimişti, yenisini alayım” haline dönüştürüyor olmamız muhtemeldir.

Bilinçdışı Süreçler
Nedensellik ilkesinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan, bu ilkenin tamamlayıcısı olan ikinci varsayım “bilinç dışı süreçlerin varlığı” varsayımıdır. “Bilinç dışı süreçler” varsayımının açıklamasında ilk bakışta kabul etmekte zorlanacağımız iddialarla karşılaşırız. Çünkü bu varsayım zihinsel süreçler içinde bilinçliliğin istisnai bir durum olduğunu söyler. Acıktığımızda açlığımızın farkında olmamız, açlık hissini ortaya çıkaran süreçten de an be an haberdar olduğumuz anlamına gelemez. Sadece acıktığımızı fark ederiz. Zihinsel süreçler de birçok yönüyle bu işleyişe benzetilebilir. Biz sadece süreçlerin sonucundan haberdar oluruz, sürecin işleyişi ise farkındalık sınırlarımızın dışındadır. Bilincin sınırlarını bu şekilde çizdikten sonra bilinç dışı süreçlerle kastedilenin davranışlarımızın bilinçsiz olduğu değil, davranışlarımızı şekillendiren süreçlerin bilincimiz dışında, ama davranışlarımızın bilincimizin alanında olduğu anlaşılabilir. Çocukken istediğimiz bisikleti almayan babamıza gösterdiğimiz zihinsel tepki ile erişkin hayatımızda amirimizden istediğimiz izni alamadığımızda gösterdiğimiz zihinsel tepki arasında hiçbir benzerlik olmadığı şeklindeki yanılsama bu olayların aslında bilinç dışında aynı süreçlerle ilişkilendirildiğini fark etmememizden doğar. Bilinç platformunda bu iki olay arasında hiçbir süreklilik bağı kuramayabiliriz, ama bize böyle bir zahiri süreksizlik olduğunu düşündüren bilinç algısındaki yetersizliğin evimizde, boruların duvarlar içinde seyretmesi nedeniyle muslukların birbiri ile ne kadar da bağlantılı olduğunu fark edemeyişimizdeki görsel algı yetersizliğinden çok farkı yoktur.

Dürtüler
İnsanın zihinsel işleyişinde sistemin analizini yapabilmek için sistemin harekete geçirici unsurlarının tespiti şarttır. İşte bütün bu süreçlerin temeline psikanalitik teori, müteharrik unsur, yani dinamizmin enerji kaynağı olarak “dürtü” denilen kavramı koyar.
Her ne kadar daha sonraları çeşitli psikanaliz ekolleri pratik uygulamada bu kavramın önderliğinden uzaklaşmışlarsa da Freud’un teorisi “dürtüler teorisi”dir. Dürtüleri meydana getiren merkezi uyarılma tıpkı bir elektrik devresinde kondansatörde biriken enerji gibi bekleyebilir, çalıştırılacak devreye göre değişen bir biçimde kullanılabilir ve bu enerjinin kullanımını belirleyen süreçler bireyler arasında çok geniş farklılıklar gösterebilir. Dürtü işleyişinde dürtülerin oluşturduğu gerilimin giderilmesi mecburiyeti vardır, yani sürekli elektrik girişi olan devrede kullanıcı zamanında bir seçim yaparak giren elektrik enerjisini bir şekilde kullanmalı ve sistemdeki gerilimi azaltmalıdır, aksi takdirde sürekli uyarılmanın yarattığı gerilim sistemde sorunlara yol açabilir. Bu metaforik yaklaşımın ardından zihinsel süreçte dürtülerin başlattığı yolağı şöyle özetleyebiliriz: dürtülerin yarattığı enerji, bu enerjinin oluşturduğu gerilim, enerjinin herhangi bir şekilde kullanılması ve sonuç olarak gerilimin ortadan kalkması. Bu yolağı özetledikten sonra psikanalitik teoriyle ilgili üçüncü varsayımımız da şekillenir: zihinsel işleyişi başlatan şey dürtüler ve dolayısıyla dürtülerden ortaya çıkan enerjidir ve zihin gerek nedensellik ilkesi gerekse bilinçdışı süreçler ilkesinin belirlediği şekilde belli bir amaca yönelik işler. Bu işleyişin ana amacı da dürtüleri doyuma kavuşturmak, yani dürtülerden meydana çıkan enerjinin yarattığı gerilimi ortadan kaldırmak ve bu gerilimin sonuçlarından zihinsel aygıtı korumaktır.
Yukarıda bir elektrik devresindeki kondansatörde bekleyen enerji benzetmesini kullanmıştık. Şimdi bu benzetmeyi biraz açalım. Sistemde oluşan veya sisteme giren enerjinin bekletildiği, depolandığı, bağlandığı kondansatörler bu enerjinin yaratacağı gerilimi azaltırlar. Bu elektrik devresindeki kondansatörlerin zihin sistemindeki karşılığı ise psikolojik nesnelerdir. Psikolojide kullanılan nesne kavramı, materyal anlamından ziyade dilbilgisel anlama daha yakındır. “Ali kalemi tuttu.” Cümlesindeki ‘kalem’in bu cümlenin nesnesi olması gibi zihinsel süreçlerde de kişinin ilişki içinde olduğu canlı yahut da cansız her şey birer nesnedir. Psikolojik nesnelere atfedilen değer konusunu kondansatör benzetmemizle açıklamaya çalışalım. Elektrik devresinde, gerek bağlantıların niteliği, gerek kondansatörün büyüklüğü ve hatta devredeki yeri, gerek devrelerin değişkenliğinin belirlediği ölçüde kondansatörlerde enerji depolanır, yani her kondansatör ortaya çıkan enerjiden aynı oranda nasiplenemez. Bu elektrik devresinde olduğu gibi psikolojik nesnelere de enerji parçacıkları bağlanır. Bu ruhsal enerji kuantumlarına Freud “kateksis” (cathexis) adını vermiştir. Kateksis zihnin dışında yer alan (buna kendi bedenimiz de dâhildir, çünkü bedenimiz de zihnimiz için bir nesnedir) şeylerin zihindeki temsiline yönelen ya da bağlanan enerjidir. Tıpkı elektrik devresindeki kondansatörlerde olduğu gibi kateksis, yani zihinsel enerji, nesneye atfedilen öneme göre değişir, psikolojik nesnelere bağlanan zihinsel enerji kuantumları homojen değildir.
Zihinsel süreçleri tanıtmak için oluşturduğumuz bu algoritmanın şimdiki basamağında “dürtülerin niteliği nedir?” sorusu ile karşı karşıyayız. Dürtülerin çeşitleri ile ilgili birinci varsayım insandaki dürtülerin “cinsel” (seksüel) ve “saldırgan” (agresif) olmak üzere iki ana gruba ayrılabileceğini öne sürer. Bu sınıflamanın sahibi olan Freud daha sonra bu iki dürtüyü, biyolojik bir takım gerçekliklerle örtüştürme gayreti içine girerek ‘yaşam’ ve ‘ölüm’ dürtüsü olarak tekrar adlandırdı. Her ne kadar psikanaliz camiası içinde Freud’un birinci sınıflaması ikincisine göre daha fazla yandaş bulduysa da iki sınıflama arasındaki temel farklılığın yorum düzeyinde olduğu söylenebilir.
İlk varsayımda adı geçen “cinsel” ve “saldırgan” diye adlandırılan dürtüler adlarının çağrıştırdığından oldukça farklı olarak düşünülmelidir, çünkü bilinçdışı süreçlerle ilgili varsayımlar olan dürtüleri adlandırmada bilincin terminolojisini kullanmaktan doğan bir takım yanlış anlaşılmalar psikanalizin tarihi boyunca büyük sorunlar yaratmıştır. “cinsel” ve “saldırgan” dürtüler günlük yaşamımızdaki “cinsellik” ve “saldırganlık” kelimelerinin bize anlattığı daha ziyade fiili, hareki etkinliklerle oldukça uzak bir ilişki içindedir. İnsanın lisan öncesi dönemine ait bilinçdışı metinler olarak adlandırabileceğimiz dürtüleri ne yazık ki tam olarak anlayabileceğimiz bir lisana tercüme edemiyoruz. Bununla birlikte bu iki dürtünün ne olmadığını anlatma çabasıyla, cinsel dürtünün yalnızca penis veya vajina cinselliği olmadığını, saldırgan dürtünün de yalnızca yumruk veya savaş saldırganlığı olmadığını söyleyerek taslak mahiyetinde bir tanımlama yapabiliriz.
Yukarıda dürtülerden kaynaklanan zihinsel enerjiden bahsetmiş ve bu enerjinin psikolojik nesnelere yatırıldığını söylemiştik. Psikanalitik teori içinde kaynak aldığı dürtü türüne göre ortaya çıkan enerji türlerine de iki farklı isim verilmiş ve cinsel dürtüden kaynaklanan enerjiye “libido”, saldırgan dürtüden kaynaklanan enerjiye ise “destrudo” denilmiştir.
Freud’un ortaya attığı ikinci ikili dürtü teorisi önceki teoriyi lağvedip onun yerine geçen bir teori değildir, bilakis Freud yukarıda yalnızca penis veya vajina cinselliği olmadığını ifade ettiğimiz cinsel dürtünün aslında yaşamın sürdürülmesine yönelik bir dürtüler topluluğu olduğunu düşünerek teorisini yenilemiştir. İkinci düalist dürtü teorisinin diğer ayağındaki farklılık da daha önce saldırganlık dürtülerinin birincil olarak insanda var olduğu şeklindeki varsayımın, aslında bu dürtünün birincil olarak insanın kendisine, öze yönelik olduğu, yani “ölüm” dürtüsü olduğu, bu dürtünün ikincil bir süreç ile dış dünyadaki nesnelere yöneltilerek saldırganlığa dönüştüğü şeklinde bir yorumla değiştirilmesinden ibarettir.
İsimleri her ne olursa olsun bu dürtülerin birbiri ile ilişkilerinin niteliği de psikanalitik teoriyi anlamak için önemlidir. Bilinçdışında yer alan dürtüler, onların isimlendirilişinin çağrıştırdığı şekilde kutuplaşmış bir biçimde kategorize edilmiş değildir. Zihnin bilinç bölgesindeki işleyişlerle bilinçdışı bölgesindeki işleyişler arasında önemli farklar vardır. Bilinç için yaşam ve ölüm birbirinin zıddıdır ve iki zıt kutup gibi tasavvur edilir, fakat bilinçdışı için durum böyle değildir; bilinçdışında hiçbir kategorizasyon ya da koordinasyon yoktur, her dürtü eş zamanlı olarak doyum arayışı içinde olabilir, dürtülerin doyum arama sırası veya önceliği söz konusu değildir, her dürtü diğerinden etkilenmeksizin ortaya çıkabilir ve her ikisinin yarattığı gerilim birbirinin içine geçmiş olabilir. Bilinçdışı için zıtlıklar bir kriter değildir, en zıt dürtüler yan yana filizlenebilir, bir mantık bağı olmaksızın ilişkilendirilebilir. Bilinçdışı düşünceler herhangi bir kurala, algoritmaya bağlı olmaksızın katarlaşabilmekte, bilinç için farklılık gibi görünen unsurlar benzer olarak kabul edilebilmekte, benzerlik gibi görünenler de keza zıtlık gibi muamele görebilmektedir. Dürtülerin bilinç zaviyesinden bakıldığında eksantrik görünen bu durumu, daha önce bahsettiğimiz kateksis için de geçerlidir. Zihinsel enerjinin hangi psikolojik nesneye bağlanacağı da bilincin kurallarına göre değil bilinçdışının kuralsızlığına göre belirlenir. Aslında burada kullandığımız “kuralsızlık” kavramı da zihinsel süreçlere bilincin hegemonyasında bakıyor olmamızın bir ürünüdür ve bu hegemonyadan kurtulabilen bir bakış bilinçdışının kendine has, bizim yorum ve muhakeme sınırımızı aşan bir kural sistemi olduğunu iddia edebilir.
Cinsel ve saldırgan dürtüler, herhangi bir zaman içinde ortaya çıkan zihinsel faaliyette, her ikisinin eşit oranda bulunması gerekliliği olmaksızın birbiriyle karışmış biçimde, zihinsel faaliyetin temelini oluşturur. Her iki dürtü de doyuma kavuşturulmak için bu ortak amaç uğrunda birlikte hareket edebilirler.

36
istifa dilekçesi


37
Adına sosyalizm denilen darağacında sallanacağın günü gördüm.
Bilirim itiraz edeceksin. Her akşam, yalçın kayalıklara baka baka aldanan, adını soylu dava bildiğin bu darağacında ruhu esir alınan sen, soylu davana başını feda edeceğini dile getireceksin. Fakat bil ki ben senin söylediklerine inanmayacağım. Bir şizofrenin darağacındaki son sözlerine aldanmayacağım. Sana dost diye seslenmek isterdim. Fakat ne mümkün sen uzaklaştıkça ben sana yaklaşamadım. Sana uzanan ellerim boşlukta asılı kaldı.

Bilmedin, sormadın, tanımadın. Tanısaydın ki bilecektin. Ben cenaze namazı kılmaktan sıkılırım.
Boynuna sarılmış yağlı urganı kesip çıkarmadan mutlu olamam ben.

01.12.1996
Viranşehir

38
Şiir / Ruhumda karanlıklar mağaralar... - Hüseyin Kaçın
« : 23 Temmuz 2009, 07:18:32 ös »
Ruhumda karanlıklar mağaralar
Bir tanrı güvercini konar
Ruhumda peygamber

Tanrım tanrım
Ruhumda tanrıma tapan
Melekler ağlar
Yıldızlar kayar
Ruhumda güneş batıdan doğar
Kainat bana yaklaştığı an
Kıyamet önce ruhumda kopar

Yıldızlar semalar ve ruhlar
Ağlar gözyaşı kadar sıcak melekler
Ruhumda  her akşam kopan fırtınalar
Senden haber bekler

26.09.1997
20:05
van

39
SENİN ADINA AĞLAYAN
AHU GÖZLÜ MELEKLERİ
ANLAT BANA

Bu dünyanın kirli çehresinden
Çektiğim günden beri
Şefkat ellerimi
Senin adını anmayacağımı
Söyledim ahu gözlü meleklere

Senin gittiğin diyarlarda
Zalim kuşların kanatlarının altında
Güneşin gölgesi bile meçhul
Kaldı kalalı

Bu dünyanın kirli çehresinden
Kirlenen ellerin
Artık tutmayacak
Şefkat ellerimi

Bilirim ki
Ahu gözlü melekler
Her seher
Bir hicran adına ağlar
Senin ellerin senin gözlerin

Bu dünyanın kirli çehresinden
Çektiğim günden beri
Şefkat ellerimi
Adını anmayacağım senin
Yalanla efsunlanmış dünyanın
Kirli çehresinden kanatlandığın
Güne değin

Elveda gözlerin
Elveda ellerin

28.09.1996
kanarya

40
Şiir / İsyana Mecnun - Hüseyin Kaçın
« : 23 Temmuz 2009, 07:09:31 ös »
İSYANA MECNUN

   -yed-i beyzanın güllerine-


Uzaklardan gelen bir atlının
Heyecanına teslim olan
Bir savaşçıdır kalbimi kuşanan
İsyana mecnun yed-i beyzanın gülleri

Her doğan güneşin ardından
Alevlenen bu savaşta yenik düşecek
Belki kalbim bir damla kan
Yed-i beyzanın gülleri filizlenecek

Her doğan güneşin ardından
Bir çağ kutlusu şehidin
Gözleri sarsacak kirli bir kentin
Sakinlerini gül filizlenmez beldelerini

Yed-i beyzanın gülleri baharda açar
Mevsim bahar filizlenme vakti

Uzaklardan gelen bir atlının
Heyecanına teslim olan
Bir savaşçıdır kalbimi kuşanan
İsyana mecnun yed-i beyzanın gülleri

23.10.1996 unkapanı

41
Şiir / Tanrı Kuşları - Hüseyin Kaçın
« : 23 Temmuz 2009, 07:08:44 ös »
TANRI KUŞLARI

Deryaya bakan gözlerim
Dağların şahikalarında
Kanadı kırık kuşlar arar
Sevdamın yalan bakışlarında
Ürkek ceylanlar gözlerinden vurulur

Anlarsan beni bilirsin tanrı kuşlarını
Her istasyonda kanat çırpan
Altın sarısı nefeslerle gelen
Tanrı kuşlarını dinlersin

Güneş batımı
Tanrı kuşları kanatlanır
Ürkek ceylanlar gözlerinden vurulur

10.12.1996
Samsun sahra

42
Murat BEYAZYÜZ / TAŞINDI: Milliyetçilik Üzerine Akıl Oyunları
« : 23 Temmuz 2009, 06:20:45 ös »

43
Tarih & Türkiye / Milliyetçilik Üzerine Akıl Oyunları
« : 23 Temmuz 2009, 06:18:29 ös »
Etolojist Konrad Lorenz bazı kuş türlerinin yumurtadan çıktıklarında neden annelerinin peşinde yürüdüklerini kendine dert edip kaz civcivleri üzerinde çalışmaya başlar. Önce, civcivler yumurtadan çıkmak üzereyken anne kazı saklar. Sonra civcivler yumurtadan çıkar çıkmaz Lorenz yürümeye başlar ve civcivlerin kendisini takip ettiğini görür. Lorenz daha sonra anne kazı ortaya çıkarır ama civcivler anne kaza ilgi göstermezler ve yine Lorenz’in peşinde yürümeyi tercih ederler. Lorenz gözlemleri ve deneyleri sonucunda bu civcivlerin yumurtadan çıktıklarında gördükleri hareket eden ilk nesneyi takip etmeye hazır olduklarını keşfeder ve bu duruma ‘basımlama’ (imprinting) adını verir. Bu ‘basımlama teorisi’ Lorenz’e Tıp ve Fizyoloji Nobel’ini getirmekle kalmaz, teori psikoloji alanında da büyük ilgi uyandırır. İnsan yavrularında da ‘basımlama’ çeşitleri olup olmadığı üzerine kafa yorulur. Ama ne yazık ki Rönesans’ın birçok bilim dalı üzerinde çalışan polimatları yerlerini tek bir bilimin odasına kapanıp diğerlerinden bihaber yaşayan mütehassıslara bıraktığı için 70’lerde bu ‘basımlama’ teorisi siyaset bilimi toprağında kendisine yeşerecek yer bulamaz. Siyaset bilimi ideolojilerle, sistemlerle ve kitlelerle o kadar meşguldür ki bütün bunların üreticisi olan ‘birey’ siyaset bilimiyle uğraşanın hep kör noktasına denk gelmektedir. Dahası ‘birey’i tanımayan siyaset bilimi bir ‘grup varlık’ olan insanın, içinde yaşadığı grupla olan etkileşimlerine, yani grup psikolojisine de oldukça uzaktır. Siyaset biliminin ‘kitle’ ifadesini kullanırken sergilediği rahatlık esasında sürekli değişen, başkalaşan, dinamik ve hareketli olan insan topluluklarını tek bir kelime ile anlatmak gibi kolay bir yol seçmenin rahatlığıdır. Bu yaklaşım, bir stadın tribünlerinden dev bir ağızdan çıkar gibi yükselen ve tınısıyla, oktanıyla bir insanınkinden çok farklı olan sese kulak verip, o tribünleri tek bir yaratığın doldurduğunu düşünmek gibidir. Psikolojik yaklaşım ise, o büyük vücuttan çıkan sese kulak verirken aynı zamanda o sesi oluşturan küçük ses parçalarını da duymayı ve hatta o ses parçalarının sahiplerinin nasıl olup da aynı yerde toplandığını ve aynı cümleyi, aynı anda söylediğini anlamayı amaçlar. Psikolojinin ‘grup’ terimini kullanarak ifade edecek olursak, siyaset bilimi grubun ne söylediği ile ilgilenirken psikoloji, grubun nasıl, neden ve hangi zihin aşamalarından sonra böyle söylediğine eğilir. O halde, insanın, özne veya nesne olarak, içinde bulunduğu her olayla ilgilenmek zorunda olan psikoloji bu noktada siyaset bilimine de bir takım teorik katkılarda bulunabilir.
Bugün rahatlıkla söyleyebiliriz ki sosyal bilimlerde ‘milliyetçilik’ kavramının açıklığa kavuşmuş, nihai bir tarifi yoktur. Hele bir ideoloji olarak milliyetçiliği tanımlamaya kalkıştığımızda kitaplar arasında kaybolmak işten bile değildir. Bu belirsizliğin ve karmaşanın yine birçok karmaşık ve belirsiz sebebi olduğu da iddia edilebilir belki, ama bu kaçamak izahlarla yoluna devam etmeye niyeti olmayanların kafasındaki istifhamı yok etmek için başka bir metodolojiye ihtiyaç vardır. Fenomenleri kabaca açıklamaya çalışan, sürekli soyut kavramlar etrafında dolanarak ve peşin kabullerden yola çıkarak hükme varan bir düşünme tarzının elbette ki birçok aksayan tarafı olacaktır. Böyle bir düşünme tarzının yerine en azından birkaç somut kavramı istinat noktası olarak belirleyerek yola çıkan bir akıl yürütmeyi koyacak olursak, vardığımız sonuca herkesten önce kendimiz daha çok itibar gösteririz. Mesela, akıl yürütürken kitle kavramı yerine o kitleyi oluşturan somut bireyi başlangıç noktası olarak kabul etmekle daha gerçekçi sonuçlara veya sebeplere ulaşmak mümkün olabilir. Bir futbol takımı mağlup olduğunda, mağlubiyetin sebeplerini tetkik ederken o takımı oluşturan oyuncuları yok sayarak “takım kötü oynadı” gibi bütüncül bir yaklaşım sonraki maçlardaki mağlubiyetlerin önünü almaya yarayacak bir analiz değildir. Belki de tek sebep iki orta saha oyuncusu arasındaki anlaşmazlıktır ve oyuncuları birer birey olarak kabul etmeyip onları takımın yeknesak dişlisi sayan bir bakış bu basit sebebi keşfedemez ve soyut olan ‘takım’ kavramına takılır kalır. Bireyden yola çıkarak akıl yürütmeyi benimseyen bir metodolojinin ‘milliyetçilik’ kelimesi üzerindeki bulutları tamamen dağıtacağını tabii ki iddia edemeyiz, zira tek başına bireysel psikoloji ‘grup varlık’ olan insanın kognisyonunu bir bütün olarak izah edemez. Bir grubun içinde nefes alıp veren birey zihni, grubun oluşturduğu atmosferin muhtevasını da sürekli ciğerlerine çekmektedir. Bununla beraber birey psikolojisini hazmetmeden grup psikolojisinin teoriğine dalmak bizim farklı kılmaya çalıştığımız akıl yürütme tarzımızın eski yanılgılara düşmesine sebep olabilir. Bu sebeple, ilk etapta bireysel psikolojinin sınırları içinde kalmayı ve bu sınırlar içindeki coğrafyayı tanıtmayı amaç edinmemiz gerekiyor. Gözlem alanımızı daralttıkça daha fazla ayrıntıya vakıf olabiliriz ve bu şekilde tartışılmaktan aşınmış konulardan sıyrılıp başka tartışma alanlarına açılmamız mümkün olur.

Murat BEYAZYÜZ
Dr., Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi 1. Psikiyatri Kliniği

44
Murat BEYAZYÜZ / Türk’ün Tüp Bebeği: “Düşünce”
« : 20 Temmuz 2009, 02:10:13 ös »
Kendisi de bir romancı olan Tanpınar, 1936 yılında, mukayeseli bir bakışla, o güne dek “roman” türü adı altında neşredilmiş onlarca eserin varlığına rağmen, vasıfları batıda şekillenmiş “modern roman” türünde bir eserin yokluğuna dikkat çeker ve “Bir Türk romanı niçin yoktur?” diye sorarak romancılığımız üzerinde topyekûn bir değerlendirme yapar. Tanpınar “yok” dediği Türk romanını şöyle tarif eder:

“…müşterek vasıfları, cemiyet ve hayatımızla, Türk insanı ve onun meseleleriyle olan alakasından gelen ve beraberinde taşıdığı hava ile birbirine en uzak numunelerinde bile bir bütünlük gösteren bir türk romanı yoktur.” 

Esasında, 1936 yılında, henüz 60 yılı geçmeyen bir mazisi olan Türk romancılığını ilk sorgulayan Tanpınar değildir. “Neden bir Türk romanı yoktur?” sorusunun cevabını bulmaya yönelik çabalar Tanpınar’dan önce de vardır ve sonra da olmaya devam edecektir. Tanpınar’ın bakışındaki farklılık ise, onun hemen her uğraş alanında hafif bir dikkatle fark edilebilecek olan Janusien düşünme tarzıdır ki, bu tarz ile Tanpınar üzerinde kafa yorduğu her meselenin farklı taraflarını ortaya koymaya çalışır. Tanpınar, Türk romancılığının güdük kalması ile ilgili olarak ortaya atılan, Türk romancılarının cemiyetimizle, hayatımızla alakadar olmadıkları veya garptan okuduklarının tesiri altında kaldıkları yönündeki sebebe yönelik iddiaların haklı tarafları olabileceğini söylemekle beraber bu iddiaları çok doğru bulmaz. Sebebi, hayatımızın çok yoğun olmamasında, geçiş aşamasında olmamızda arayan düşüncelere de itibar etmeyen Tanpınar’a göre ıstırap çeken, seven, yaşayan ve ölen herkesin romanı yazılabilir, ama roman gibi bir türün tek başına gelişebilmesi mümkün değildir, romana müsait bir yeşerme ortamı sağlayacak tam teşekküllü, içinde tenkidi, felsefeyi ve fikri de bulunduran bir edebiyat hayatımızın olması gerekir.  Bu da entelektüel hayatın gelişmiş olması ile mümkündür ki ne yazık ki o dönemde bu vasat dahi mevcut değildir.

“Bir romancı, bir şair, bir tiyatro muharriri… Bütün bunların yetişebilmesi için memlekette evvela kendimizle, sonra bütün ile alakadar bir edebiyatın bulunması lüzumu vardır. Hâlbuki bu, bizde yoktur. Türkçe, henüz ferde ait tecessüsle başlayan tecrübe dediğimiz şeyi tanımıyor.” 

   Türk düşüncesinin sergüzeştini anlatmaya çalışırken neden söze Tanpınar’ın romanla ilgili fikirlerini anlatarak başladığımız sorusu akla gelebilir. Bu şekilde başlıyoruz, çünkü hemen herkesin kabul edeceği gibi, bedii dertlerin serin vahasının ötesinde başlayan her edebi uğraş hem sebep-sonuç ilişkisi şeklinde doğrusal olarak, hem de birbirini tamamlayan, var kılan sarmal bir süreç şeklinde düşünceyle bağlantılıdır. Yolumuzdaki ilk rehberimiz Tanpınar da sorgulamasının sonunda bir Türk romanının olmayışını entelektüel bir hayatın olmamasına dayandırır. Onun sorgulamasını bitirdiği, sebebi ortaya koyduğu ve bize rehberliğinin noktalandığı bu çizgiden itibaren bizim sorgulamamız başlıyor ve asıl sorular bundan sonra geliyor. Bir Türk düşüncesi var mıdır? Şayet var ise mahiyeti nedir? Yok ise neden yoktur? Bu soruların cevabını, psikolojik bir bakışla ortaya koyabilmek için Türk düşüncesinin tarihsel macerasını, evrim süreçlerini ve nihayet yakın geçmişteki durumunu irdeleme gerekliliği ortaya çıkar. Buna geçmeden önce “Türk Düşüncesi” sözüyle neyi kastettiğimizi açıklığa kavuşturalım. “Türk düşüncesi”nden kastımızın bir “Türklük” veya “Türkçülük” düşüncesi olmadığını özellikle vurgulayalım. “Türk romanı” veya “Türk şiiri” dediğimizde nasıl ki Türklük veya Türkçülükle ilgili bir roman veya şiir kastetmiyorsak “Türk düşüncesi” lafzıyla da böyle bir şey kastetmediğimizi anlamak kolaydır, fakat yine de kelimelerin seyyaliyetinden ve yazandan okuyana gidene kadar anlamın başına gelenlerden çekindiğimiz için bu açıklamayı gerekli görüyoruz. Tanpınar’ın, olmayan Türk romanı için söylediklerini “Türk düşüncesi” ifadesine uyarlayacak olursak: “ortak özellikleri toplumumuz ve bizim hayatımızla, Türk insanı ve onun sorunlarıyla olan alakasından gelen ve beraberinde taşıdığı hava ile birbirine en uzak ve en zıt örneklerinde bile bir bütünlük gösteren bir Türk düşüncesi...”
   İçinde insan olan hiçbir şey psikolojinin alanı dışında değildir. Bu, tek bir insanın yaşadıkları için geçerli olduğu kadar büyük toplulukların tarih içindeki maceraları için de geçerlidir. Tarihsel psikolojide ise tek tek insanların psikolojisinden çok toplulukların psikolojisi önem kazanır. Tarihsel psikoloji uğraşını, ihmal edilebilir istisnaların bir kenara bırakılması ile biraz istatistiğe, bir tarihçi için ilgisiz görünebilecek birçok tarihi olayı aynı kapta toplayıp çeşitli reaksiyonlara sokarak bir sonuca ulaşılmasıyla kimyaya ve yatay bakışı ile de aynı katmandaki buluntulardan bir devrin ana özelliklerini tespit imkânı sağlayan arkeolojiye benzetebiliriz. Bu benzetmeden de anlaşılabileceği gibi tarihsel psikoloji penceresinden bakarak yapacağımız tespitlerle, kişiler ve olaylardan çok bunları belirleyen altyapıyı anlamaya çalışacağız. Böyle bir amaçla yola çıkarken en doğru metot şüphesiz ki bakışlarımızın ilk hedefini ulaşabildiğimiz en eski nokta olarak belirlemek olacaktır.
Türk’ün ilk hayat alanı olan Orta Asya’da doğmuş, gelişmiş bir Türk düşüncesi yoktur. Hemen hemen bütün Türkiyatçıların bu konuda hemfikir olması bize bu cümleyi bu kadar açık bir biçimde ifade etme cüretini veriyor. Hatta batılı Türkiyatçıların bir kısmı Çin medeniyeti sayesinde Türklerle ilgili birçok bilgiye ulaşabildiklerini ifade ederken o dönemde tarih yazıcılığı bile olmayan Türklerin Çin medeniyeti hakkında günümüze bir bilgi aktarmayışından da şikâyet ederler. Düşünce yaprakları toplamak için yola çıktığımızda Türk’ün ulaşabildiğimiz bugüne en uzak topraklarından sepetimiz boş döneriz. Neden mi? Çünkü her an tetikte bekleyen, her gün çadır söküp çadır kuran, sürekli tehdit altında yaşayan, tabiatla ve aynı hayat alanını paylaşmak zorunda olduğu diğer topluluklarla sürekli bir mücadele içinde olan, bir kağanın ardına düşüp savaştan savaşa koşan insanların “Nereden geldik, nereye gidiyoruz?” sorunsalını, somut anlamından öte bir biçimde felsefi olarak sorgulayacak, tinsel, tözsel çıkarsamalar yapacak durumu yoktur. Her an biyolojik bir “var kalma” kaygısı içinde yaşayan insanların ontolojik sorgulamalar yapması imkân dâhilinde değildir. Bütün bunların ötesinde, psikolojik bir yaklaşımla durumu yorumlayacak olursak, o zamanki yaşayış şekli “birey” olabilmenin önünde büyük bir engeldir ve düşüncenin, felsefenin başlaması için, yukarıda Tanpınar’dan aktardığımız cümledeki “ferde ait tecessüs”ün ortaya çıkması elzemdir; bu da ancak bireylerin varlığında mümkün olabilir. Bu durum, el ele tutuşmuş bir halk oyunu grubu içindeki kişilerden herhangi birinin özel yeteneklerini ortaya koyamayışına benzer. Ortaya konulması gereken oyun el ele tutuşmayı ve senkronize bir biçimde aynı şekilde hareket etmeyi gerektirir. Grubun içinden herhangi bir kişi kendine has figürler sergilemeye kalkışırsa bütün grup dağılır ve güzel bir folklor gösterisi komediye dönüşür. Bu folklor grubunun bütün üyeleri bireysel bir takdirden çok grubun takdir edilmesi için çaba sarf eder ve üyeler belki de kendi solo yeteneklerinin farkında bile olamazlar. Türk’ün o zamanki durumu da kitlesel bir varlıktan öte değildir ve bu kitlenin içinde eriyen, kitleyi ayakta tutmak için bireyliğini kitle için ve kitle içinde eriten topluluk üyelerinin, kitlenin genel temayüllerinin dışına çıkarak, diyalektik bir gözle kendisini, varlığını ve buradan yola çıkarak da içinde yaşadığı topluluğu, daha da ileri giderek dünyayı mercek altına alması, ölmemek için öldürmek zorunda olan bir askerin o mücadele esnasında hümanist düşünceler geliştirebilmesi kadar zordur. Kitle içinde bireyselliğin ortadan silinmesi şarttır.

....

Yazının tamamı için tıklayın

45
Murat BEYAZYÜZ / Kitap: Cemil Meriç'in Psikolojisi
« : 20 Temmuz 2009, 02:00:27 ös »

Kitap

“ CEMİL MERİÇ Kimdir?” Diye Sormak...

Cemil Meriç kimdir? Ansiklopedilere veya biyografi kitaplarına bakarsanız bu sorunun cevabı, “Mütercim ve yazar; 1916’da Hatay Reyhanlı’da doğdu” şeklinde başlar ve aynı üslupla devam eder. Böyle bir başlangıç sadece “Cemil Meriç nedir?” sorusunun cevabı olabilir, fakat “Cemil Meriç kimdir?” sorusu çok daha farklı bir cevap bekler. Kendisine soracak olursanız, alacağınız cevap şudur: “Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi.” Bu cevap da tatmin edici değildir. Meriç kimdir? Meriç’i tanıyan, okuyan bir insan bu soruyu neden sorar? Bu soruyu sorar, çünkü Meriç’i okuyup hayranlıktan arınmış bir gözle ona bakmak neredeyse imkânsızdır. Bu hayranlığın, onu daha yakından tanıma arzusunu doğurması da kaçınılmazdır. Meriç’i daha iyi anlamak, daha yakından tanımak nasıl mümkün olabilir? Daha tümdengelimci bir soru soralım: Bir düşünürü, bir filozofu, bir aydını anlamanın ve tanımanın –daha akılcı bir ifadeyle, önce tanımanın, sonra anlamanın- yolu nedir?
Ünlü Fransız felsefe tarihçisi Émile Bréhier, bir filozofu anlamak ve açıklamak için, onun kim olduğu, hangi çağda yaşadığı, yaşadığı çağın özellikleri ve başından geçenler üzerinde durmanın hatalı bir yaklaşım olduğunu iddia eder. Bréhier’ye göre bir filozofu anlamak değil, bir felsefi düşünceyi anlamak şeklinde bir amaç ön planda olmalıdır. Antik felsefe üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan bir başka felsefe tarihçisi, Jonathan Barnes Bréhier’den daha da katıdır. Ona göre, bir filozofun düşüncelerini açıklamak için, o filozofun biyolojisi, psikolojisi, eğitimi, mensubiyeti hakkında bilgi sahibi olmaya gerek olmadığı gibi, ait olduğu toplumun özellikleri de bu açıklama çabasında gereksizdir. Hatta Barnes, bu tip bilgilerin, filozofların felsefelerini aydınlatmaktan çok, daha da kapalı hale getireceğini söyler.
Bu iddialara itiraz etmemiz pekâlâ mümkündür. Her gün içinde bulunduğumuz psikiyatri pratiği bu iki büyük felsefeciye karşı koyma cüretini bize veriyor. Bir insanın, yalnızca o anda ortaya koyduğu düşünceler çerçevesinde değerlendirilmesi mümkün olsaydı, biz psikiyatristler birçok hastanın, yalnızca ilginç fikirleri olan birer insan olduğunu düşünmek zorunda kalırdık. Ama psikiyatri pratiğinde böyle bir yaklaşımın imkânı yoktur, çünkü bir insanın ortaya koyduğu düşünceler, önce o insanın geçmişi bağlamında, sonra onun içinde yetiştiği kültür, aldığı eğitim ve öğrendiği bilgiler bağlamında ele alınmalıdır ki bu düşüncelerin bozulmuş bir beyin işlevinin ürünü olup olmadığı anlaşılabilsin. Böyle bir akıl yürütme tarzı, hasta insanlar ve onların sakat düşünceleri için kullanıldığı gibi, sağlıklı fertlerin düşüncelerini yorumlarken de pekâlâ kullanılabilir.
Bir çölün ortasında insan iskeletleri ve şehir kalıntıları bulacak olsak yalnızca bir zamanlar burada bir takım insanların yaşadığını tespit edip bu insanların kurduğu şehrin sınırlarını anlamaya çalışmayız. Zaten merakımızı bu kadar sınırlı tutmak, bize o çölün geçmişini anlamakta çok büyük bir fayda da sağlamaz. Böyle bir manzara karşısında ister istemez bu insanların kim olduklarını, neden bu çölün ortasına kadar gelip şehir kurduklarını, bu çölün onlar buradayken de çöl olup olmadığını ve bu çölü çöl yapan sebeplerin bu insanların ölümüyle ilgili olup olmadığını, bu insanların ne kadar süre burada kaldıklarını, nelerle meşgul olduklarını, ne yiyip içtiklerini, nasıl bir medeniyet kurduklarını ve diğer medeniyetlerle nasıl bir ilişkileri olduğunu da merak ederiz. Asıl böyle bir merak o çölün tarihini, o insanların macerasını ve o şehrin hikâyesini elde etmemize yardımcı olabilir.
Filozoflar veya düşünürler de, geçmişe bakarken rastladığımız sıra dışı antitelerdir ve biz bu filozoflara ve düşünürlere bakarken yalnızca düşüncelerini ele alacak olursak kaçırdığımız birçok bilginin yanında, en başta onların düşüncelerinin ne olduğunu doğru bir biçimde tespit etmekten uzaklaşırız. O halde bir düşünürü veya filozofu yalnızca ortaya koyduğu düşünce bağlamında, kesitsel olarak anlamaya çalışmak, bir şeyi anlama yolunda seçilen kolay bir yoldur ve bu kolay yolun sonundaki bilgi bize gerçeğin yalnızca bir yüzünü göstermeye muktedir olabilir.
Bir düşünürü tam manasıyla anlayabilmek için yalnızca onun hayatının kronolojisi ile yetinemeyiz. Onun ataları, doğduğu topraklar, içinde yetiştiği aile ve toplum, yaşadığı ülkenin ve dünyanın macerası da elimizin altında bulunmalıdır. Bir düşünürü, bir filozofu, bir aydını içinde yaşadığı toplumdan farklılığı belirler ki bir düşünce adamına değer biçebilmek için önce bu farklılığının belirlenmesi gerekir. Yalnızca bu farklılığın ortaya konulabilmesi için bile o toplum hakkında vasati bir bilgiye ihtiyaç vardır.
Düşünce bir zihin faaliyetidir ve zihnimiz bir dolap gibi birbirinden tamamen ayrı bölmelere ayrılmış değildir. Biyolojik olarak zihin faaliyetlerimizi belirleyen süreçlerin hepsi değişken derecelerde birbiriyle bağlantılıdır. Edindiğimiz tecrübeler şimdiki düşüncemizin oluşumuna doğrudan veya dolaylı olarak katılır. Entelektüel faaliyet de zihnin bu biyolojik işleyişinden ayrı bir biçimde düşünülemez. Felsefi veya siyasi bir düşünce ortaya koyan bir zihin, bu düşünceyi ilham gibi mistik bir vasıtayla üretmez; ortaya koyulan yeni düşünce bellekteki eski bilgiler üzerinde bir takım işlemlerin yapılması sonucunda şekillenir. Gök cisimlerinin döndüğünü bilmeyen biri, birdenbire bu gök cisimlerinin yörüngesinin elips şeklinde olduğunu iddia edebilir mi? Bir düşünür de kendisini farklı kılan düşünce mahsulünü, daha önce elde ettiği düşünce tohumları üzerinde çalışarak ortaya koyar. Düşünürün bu tohumları nasıl elde ettiği, bu tohumlar üzerinde nasıl çalıştığı ortaya koyulan mahsulün anlaşılması yolunda ihmal edilebilecek ayrıntılar değildir.
Bu metodolojik temeli belirledikten sonra tekrar “Cemil Meriç kimdir?” sorusuna dönebiliriz. Onun kendisini nasıl tanımladığına tekrar göz atalım: “Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi.” Şimdi bu tanımın neden tatmin edici olmadığını açıklamaya çalışalım. Meriç “hayatını” bir şeye adadığını söylüyor. Meriç’in “hayatım” dediği şey nedir? Bu sadece biyolojik bir var oluş değildir şüphesiz; o halde nedir? Meriç neden “hayat”ını bir şeye adamıştır? Hayat ille de bir şeye mi adanmalıdır, yoksa Meriç’i hayatını bir şeye adamaya mecbur eden veya iten başka sebepler mi vardır? Meriç hayatını Türk irfanına adadığını söylüyor. Türk irfanı dediği şey nedir? O irfanın, Meriç yaşarken içinde bulunduğu durum nedir ve Meriç’in hayatını Türk irfanına adamasının altında bu durumun rolü var mıdır? Meriç neden münzevidir? Hayatını Türk irfanına adamasına rağmen neden yalnızdır? Meriç neden mütecessistir, onun böyle bir meraka kapılmasının arkasında ne vardır? Meriç neden fikir işçisidir? Neden fikir ustası değil de fikir işçisi olarak kendisini tanımlamaktadır?
Bütün bu soruların cevabını bulmadan “Cemil Meriç kimdir?” sorusunun cevabını da bulmak mümkün değildir. Bu kitap tabii ki bu cevapların tamamını ortaya koyma iddiasında değil, ama onu bizim tanıdığımız Cemil Meriç yapan psikolojik süreçleri ortaya çıkarmaya çalıştığı ve bu soruların bir çoğuna da ışık düşürebildiği söylenebilir. Cemil Meriç coğrafyası hangi psiko-jeolojik hareketlerin sonucunda şekillenmiştir? Elinizde tuttuğunuz kitap Cemil Meriç’in hayat hikâyesini anlatmak veya eserlerini yorumlamak için yazılmadı. Bunlar zaten fazlasıyla yapılmıştır. Burada kaleme gelen amaç Cemil Meriç’i meydana getiren ve kökleri doğumundan öncesine dayandırılabilecek psikolojik süreci incelemektir.
Aslında psikobiyografi, melez bir tür olarak ilk anda bilimsellik çağrışımı yapmasına rağmen edebiyatla da yakından bağlantılıdır. Cemil Meriç, Osmanlı’nın yıkılışına ve küller arasından yeni bir devletin doğuşuna tanıklık etmiş, tarihimizin en duygu yüklü zamanlarında yaşamış, hem düşünce dünyasını hem kendisini muhteşem bir dil becerisiyle anlatmayı başarabilmiş, bu coğrafyadan çok ender çıkan simalardan biridir. Hayatı ve kişiliği, yaşadığı zamanların da etkisiyle, çarpıcı özelliklerle doludur. Peki Cemil Meriç,  psikoloji ve edebiyatın kesiştiği bir alanda, yani “psikobiyografi”de nerede durur? Türkçedeki ilk psikobiyografilerden olan çalışmasında Dr. Murat Beyazyüz bu soruyu, bizim için aydınlatıyor. Üstelik bunu Freud’un Dostoyevski, Erikson’un Gandhi için yazdığı psikobiyografilerle aynı bilimsel kalitede yapıyor.
Dr. Murat Beyazyüz “Meriç kimdir?” sorusunu yepyeni bir bakışla cevaplamaya çalışırken karşılaşılması ihtimal dâhilinde olan sorunlarla baş etmeye nereden başladığını da dile getiriyor. Elinizdeki Cemil Meriç psikobiyografisi, bir düşünürü yalnızca ortaya koyduğu düşünceler bağlamında ele almanın dar kalıplarından sıyrılarak, Meriç’in dünyasını atalarından, doğduğu topraklara; içinde yetiştiği aile ve toplumdan yaşadığı ülkenin ve dünyanın macerasına genişletiyor. Meriç’i meydana getiren ve kökleri doğumundan öncesine dayandırılabilecek süreçleri nasıl ele aldığını gösterebilmek için oldukça çapraşık olan psikanalitik teorileri okuyucu için de “anlaşılabilir” hale getirmesi bile elinizdeki kitabı başlı başına “fevkalade” diye nitelememiz için yeterli. “Cemil Meriç kimdir?” sorusuna yeni ve orijinal bir cevap sunan kitap Meriç’in hayatında, daha önce hep etrafında dolanılan ama içine girilmeyen alanlara nazikçe sokulmayı başardığı için de ilgiyi ayrıca hak ediyor.
Dr. Murat Beyazyüz’ün kitabından sonra Cemil Meriç yeni okuyucular kazanacak, eski Cemil Meriç okuyucusu ise, üstada ve eserlerine bakışlarının büyük ölçüde değiştiğini görecekler.


Erol GÖKA

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 8