Eşcinsel Terapi Forum - Psikolog www.huseyinkacin.com

Özel Bölümler => Ömer Tuğrul İNANÇER => Konuyu başlatan: psikolog - 28 Ağustos 2009, 11:37:29 öö

Başlık: Osmanlı Tarihinde Dinî Mûsıkî, yazı, röportaj...
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 11:37:29 öö
Psikolog Hüseyin KAÇIN
0 555 326 22 91
Aile ve Evlilik Terapisti

KADIN ve AŞK

Hz Havva zekası ve ruhuyla hayata dokunan ilk insandır. İyi ki eli o yasak ağaca uzanmıştır. İyi ki Hz Adem'in aklını çelmiştir. Böylece hayatın sırrını açığa çıkarmıştır. Aşk ve cinselliği cennetten hediye olarak dünyaya taşımakla görevlendirilmiştir. Allah hayata dair tüm oluşumların nüvelerini kadında gizlemiştir. Bu anlamda kadın hayatın kendisidir. Yüreğinde Hz Havva'ya şükran duygusu beslemeyen insan yücelik mertebesine erişemeyecektir. Kadını yüceltmeyen erkek asla yücelemeyecektir.


http://www.youtube.com/watch?v=K9MC30t7Uhc&list=UUIe19S-aZ6TQNiC1Tsfjviw&index=2

tıklayınız


26/12/2011 tarihli Radikal Gazetesinde sitemiz ve eşcinsel terapiler hakkında
yayınlanan makaleye ulaşmak için tıklayınız

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1073587&Yazar=PINAR_OGUNC&Date=26.12.2011&CategoryID=97#



Osmanlı Tarihinde Dinî Mûsıkî

Din; insanla birlikte başlayan bir olgu. İlk İnsan; Hz. Âdem, ilk Peygamber… Yaratıcı’nın yarattıkları içerisinde kendine en yakın ve yeryüzünde halîfesi olduğunu ilân ettiği İNSAN’a (üns-enîs yakınlık, yakınlık sahibi) Kendisinin emir ve yasaklarını tebliğ eden, ulaştıran elçisi…Ve…Örnek kişi.

En güzel yaratılış ile yaratılan insan, bütün yaratılmışların en güzeli olduğu gibi, ayrıca her tür güzellikleri algılayacak yüksek kabiliyetlere sahibdir. “Ses” olan her yerde de “Mûsıkî” vardır. Dolayısı ile Din ve Mûsıkî veya Dinî Mûsıkî ilk insanla beraber başlamıştır.

“Bu temennide bulunanlara haber verelim ki; ilâhilerimizin motifleri, halk şarkılarınkilere kıyas kabul etmiyecek derecede zengindir. Daha doğrusu, motif zenginliğine birinci derecede Kâr, Nakış, Murabbâ, Semâî, Şarkı gibi gayri dinî klasik eserlerimizde, bunlardan başka sırasile Mevlevî Âyinlerinde, Tekke İlâhilerinde, Bektâşî Nefeslerinde tesadüf olunur ve Halk şarkıları motif itibariyle en son sıraya kalır.”

- Rauf Yekta

Zaman içinde Hz. Âdem’in ve takib eden Peygamberlerin tebliğ ettiği İlâhî hükümler ve tevhid-birlik inancı, türlü sebeblere ve nefs (benlik-ego) gereği, insanlar tarafından kısmen veya tamamen değiştirildi ve bozuldu, ayrıca kişiler tarafından beşerî fikirler eklendi. Böylece; Semâvî dinler, felsefî dinler, putperestlik vs. gibi sınıflandırılarak anlatılan dinler ortaya çıktı. Bütün dinlerin ortak yanı, hepsinin bir mûsıkîye sahib olmalarıdır. Dinî Mûsıkîde; yalnızca tempo tutmaktan oluşan basit ve ilkel, hatta gelişmiş kulaklarda gürültü duygusu verebilecek ses düzenlerinden, en yüksek bilim, sanat ve estetik düzeydeki melodik ve armonik yapıya sahip şâheserlere kadar bütün örnekler yer alır.

Türklerin bilinen en eski dinî hayatında da bu böyledir. İlk çağlardaki Türk topluluklarında, dinî kurulların öğretilmesi, öğütler verilmesi ibadetlerin ve dinî törenlerin yapılması sırasında, konuşulan dilin âhenginden yararlanmak için şiir, bu şiirlerin tesirini arttırmak için de mûsikî kullanılırdı. Mûsikî eşliğinde dinî törenler yapan ve yaptıran, ayrıca toplunda şifacılık, büyücülük, ruhculuk gibi özel meşguliyetleri olan ve Kızgızlarda Baksı-Bahşî, Oğuzlarda Ozan, Altaylılarda Kam, Yâkutlarda Oyun, Tunguzlarda Şaman adı verilen din adamları, şiir ve mûsikî bilen kimselerdi. Türklerin İslâmdan önceki bir çok değişik dinlerinde; Mûsıkî hep önemini korumuştur.

İslâm inancında, mûsıkî hakkında kesin bir “Nas” (değiştirilemez kesin hüküm) bulunmamaktadır. Mûsıkînin İslâmda yeri, din bilgini Fakihlerin ve müctehid imamların (Kaynaklara dayanarak hüküm çıkarma düzeyine erişmiş çok ulu bilginler) ictihaâdî fikirleri ve hükümleri ile açıklanmıştır. Mûsıkî, cins ve icrâ bakımından, dinleyende eğer insâni değerleri alçaltıcı, nefsaânî duygular uyandırıyor ise, “levh” (vakti boşa harcamak ziyan ve ısraf etmek) ve hatta “haram” sayılmış; yok eğer manevî ve yüce duygular uyandırıyor ise, “mubah” (yapılmasında sakınca olmayan) ve hatta “helâl” sayılmıştır. Bu hüküm dahi, mûsıkîyi icrâ eden ve dinleyenin durum ve seviyesine göredir.

Der mezheb-i münkirân harâmest semâ
Der mezheb-i âşıkân helâlest sema

beyti bunu ifade etmektedir. (Semâ: işitmek, dinlemek, inkâr etmeyi mezhep edinmişler için haram; aşkı mezheb edinen âşıklara ise helâldir.)

Hazret-i Peygamberimiz de; gerek “Kur’ânı güzel sesle süsleyiniz” hadîs-i şerîfi ile, gerek sesinin güzelliği ile tanınan Bilâl-i Habeşî’yi müezzinlik ve ezan okuma ile görevlendirmesi ile, mûsıkî’nin İslâm’daki yerini en güzel ve açık bir biçimde belirtmiştir. Kur’ân okunmasında uyulması gerekli kurallar bilimi demek olan ‘Kirâat’ ve ‘Tevcîd’ ilimleri de mûsıkî ile iç içe kurallardır.

Dinîn bir başka anlamı ve yönü olan Tasavvuf ise, mûsıkîyi “Tezkiye-nefs ve Tasfiye-i Kulûb”da (kişilik terbiyesi ve kalb temizliği) en etkili araç olarak kabul etmiştir. Tasavvuf, bir felsefî, bir düşünce tarzı olmaktan çok; bir yaşayış biçimi, bir hayat tarzıdır ki; bu yaşayış biçimi ile Hak’ka ulaşma yolunda ilerlenilir. Tasavvuf Hayatının, dış yüzünde göze çarpan en belirgin özellik, sanata olan bağlılıkdır. Allah’ın ‘El-Mübdî (İbda’ edici, bedii eser yaratıcı) isminin tecellisi olan güzel sanatların her kolu ile Tasavvuf, ilgilenmiştir. Ancak, Tasavvuf yolunda sanat, bir amaç değildir. Çeşitli tasavvuf ekolleri demek olan Tarikatlarda “Âyîn-i Evliyaullâh” (Allah dostlarının oyunu) denilen tasavvufî âyin ve törenlerde yer alan, en geniş anlamıyla dans, en yüksek anlamı ile mûsıkî, burada bir amaç olmayıp, kişiyi Hak’ka çekmek, Hak için ve nefsin tuzaklarından kurtarıp Hak yolu için tuzağa düşürüp avlamak için kullanılan bir araçtır. Mûsıkî ile, raks ile, hatta giyim, konuşma ve davranış biçimleriyle kişinin önce dikkatini çekmek, sonra göze ve kulağa hitab edip, böylece her insanda yaratılıştan var olan estetik duyguları harekete geçirerek kişideki ‘beşeri, zevki, ‘ilâhî’ zevk seviyesine yüceltmek…Tasavvufdaki sanatta amaç, işte budur. Çünkü, Tasavvufun kendi amacı ancak ve yalnıza “Hakkı” dır.

Dinin bir mükellefiyet (yükümlülükler) bir de muhabbet (sevgi) yönü vardır. Yükümlülüklerin nasıl ve ne şekilde yerine getirileceğini (Edâ-yı mükellefiyet) din bilginleri ögretirler. Bu yoldaki muhabbetin ve hatta aşkın nasıl ve ne şekilde ortaya konacağını (ızhâr-ı muhabbet) ise, Tasavvuf gösterir.

Gerek yükümlülüklerinin yerine getirilmesinde, gerekse sevginin ifade edilip ortaya konmasında mûsıkînin ne kadar kudretli bir araç olduğu, tartışılmaz bir gerçektir.

Genel ana başlıklarına değinilen Dinî mûsıkî; doğuşu, kaynağı, dayanağı, formları ve icrâ edilişi yönünden iki tür olarak sınıflandırılarak anlatılmıştır: (Bu sınıflandırma, kesin sınırlar taşımamakta ve yalnızca anlatım kolaylığı-izah bâbında- sağlamak içindir.)

A- Cami mûsıkîsi
B- Tasavvuf veya Tekke mûsıkîsi.

Bu iki ana başlıkta incelenen Dinî Mûsıkînin, Osmanlı tarihi içindeki seyrine geçmeden önce, Osmanlıdaki bir önemli özelliğe temas etmek gerekmektedir.

Bilindiği gibi, sanatın korunması ve yüceltilmesi, sanatçının korunması ve yüceltilmesi ile olur. Tarih perspektifinden bakıldığında, tarih boyunca bunun böyle olduğu da zaten gözlenmektedir. Bu koruma ve yüceltme Dünya tarihinde en çok Türklerde görülmektedir. Maddî imkanı geniş kişi ve ailelerin yanısıra, devlet idarecilerinden ve bizzat devlet başkanlarından teşvik görme ve himaye edilme, Türk sanatkârlarının ayrı bir imkân ve imtiyazı olmuştur. Koruma, teşvik etme ve ödüllendirme dışında ve üstünde, edebiyat ve mûsıkî alanlarında kendi devirlerinin en yüksek edebiyat ve mûsıkî sanatkârları ile hem-ayar eserler verebilmiş bu kadar çok devlet başkanına sahib başka bir millet yoktur.

Sadece mûsıkî ilmî ve sanatı açısından baktığımızda; Doğu Türkistan Hakanı Sultan Hüseyin Baykara (1438-1506) ve Hint-Türk Hükümdarı Bâbür Şah (1483-1530), Kırım Hanı II. Gazi Giray Han (1554-1607) ile torunu Hacı Selim Giray Han (1634-1704) ve Kırım ikinci veliîahdı Çoban Devlet Giray (?-1630) doğuda ve kuzeydeki örnekler olarak görülebilir.

Osmanlı Tarihinde ise durum bambaşkadır. Devletin, beylikten imparatorluğa sıçradığı devrenin hükümdarı, altıncı Osmanlı Sultanı II. Murad Han ile ilk örneğine rastlanan mûsıkîyi teşvik etme ve bizzat eser verme olarak ortaya çıkan sanatseverlik, otuzaltıncı ve son padişah VI. Mehmet Vahidettin’e kadar, adetâ kesintisiz devam etmiştir. Türk mûsıkîsinin bilimsel temellerini oluşturan, daha doğrusu ortaya koyan ilk bilimsel eserler, Sultan II. Murad Han (1404-1451) ve oğlu Fatih Sultan Mehmed Han’ın 91432-1481) teşvikleri ile hazırlanmıştır. Hızır bin Abdullah’ın “Edvar” isimli eseri; büyük bestekâr ve mûsıkî bilgini Abdülkadir Merâgî’nin (1360-1435) Bursa’ya davet edilmesi ve “Mekâsîd-ül Elhân” isimli eserini Sultan II. Murad Han’a takdimi, Merâgî’nin oğlu Abdülaziz Çelebi’nin, Fatih Mehmed Han’a ithaf ettiği “Nakavât-ül Edvâr” isimli eseri ile torunu Mahmud Çelebi’nin Sultan II. Bâyezid Han için (1450-1512) yazdığı “Mekâsid-ül Edvâr” isimli nazariyat kitabı, bu teşviklerin ürünü olan ilk eserlerin örnekleridir.

Bu örneklere daha sonraki devirlerde de rastlanmaktadır. Dâhî bestekâr ve ney virtiözü Kutb-un nâyî Şeyh Osman Dede Efendi’nin (1652-1730) ortaya koyduğu “Ebced Nota Yazısı” Sistemi ve “Rabt-ı Tâbîrât-ı Mûsıkî” isimli eseri, Şeyh-ül İslâm Mehmet Es’ad Efendi’nin (1687-1753) kendi bestelerinin yanısıra bestekâr biyografilerinin yer aldığı “Atrab-ül Âsâr” isimli eseri Sultan III. Ahmed Han (1673-1736) ve Sultan I. Mahmud Han (1696-1754) gibi kendileri de bestekâr olan padişahların zamanında yapılmış eserlerdir. Osman Dede Efendi’nin torunu Şeyh Nasır Abdülbaki Dede Efendi’nin (1765-1821) kendisinin daha da geliştirdiği ebced notası ve bu nota sistemini açıklayan “Tahrîriye” isimli ve önemli bir nazariyat kitabı olan “Tedkîk ü Tahkîk” isimli eserleri ise büyük bestekâr Sultan III. Selim Han’ın (1761-1808) teşvik ve emri ile yazılarak, Türk mûsıkîsine kazandırılmıştır.
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 11:39:03 öö
Bu örneklere daha sonraki devirlerde de rastlanmaktadır. Dâhî bestekâr ve ney virtiözü Kutb-un nâyî Şeyh Osman Dede Efendi’nin (1652-1730) ortaya koyduğu “Ebced Nota Yazısı” Sistemi ve “Rabt-ı Tâbîrât-ı Mûsıkî” isimli eseri, Şeyh-ül İslâm Mehmet Es’ad Efendi’nin (1687-1753) kendi bestelerinin yanısıra bestekâr biyografilerinin yer aldığı “Atrab-ül Âsâr” isimli eseri Sultan III. Ahmed Han (1673-1736) ve Sultan I. Mahmud Han (1696-1754) gibi kendileri de bestekâr olan padişahların zamanında yapılmış eserlerdir. Osman Dede Efendi’nin torunu Şeyh Nasır Abdülbaki Dede Efendi’nin (1765-1821) kendisinin daha da geliştirdiği ebced notası ve bu nota sistemini açıklayan “Tahrîriye” isimli ve önemli bir nazariyat kitabı olan “Tedkîk ü Tahkîk” isimli eserleri ise büyük bestekâr Sultan III. Selim Han’ın (1761-1808) teşvik ve emri ile yazılarak, Türk mûsıkîsine kazandırılmıştır.

Bu teşviklerin ötesinde; bizzat mûsıkî ile meşgul olmuş ve gerek bestekâr, gerek icracı olarak şöhret kazanmış bir çok Osmanlı Sultanı ve hânedan mensubuna da rastlanmaktadır. Nota yazısının olmayışı ile, eserlerin günümüze ulaşmasının çok zor olmasından dolayı, bugün eseri bilinebilen en eski padişah Sultan II. Bâyezid Han’dır. Dokuz adet peşrev ve saz semâisi vardır. Oğlu Şehzâde Korkud da (1467-1513) bestekâr olup, sekiz saz eseri bilinmektedir. Bugün elimizde besteleri var olan padişahları şöylece sıralayabiliriz: Sultan II. Bâyezid Han (1450-1512), Sultan II. Selim Han (1566-1574), Sultan I. Mahmud Han (1696-1754), Sultan III. Selim Han (1761-1808), Sultan II. Mahmud Han (1785-1839), Sultan Abdülaziz Han (1830-1876) ve Sultan VI. Mehmed Vahîdeddin Han (1861-1926). Bestekâr oldukları bilindiği halde eserleri günümüze ulaşamamış ve beste sahibi olmayan fakat mûsıkîşinas olan padişahlar da vardır: Sultan II. Ahmed Han (1643-1695), Sultan II. Mustafa Han (1664-1703), Sultan I. Abdülhamid Han (1725-1789), Sultan Abdülmecid Han (1823-1861), Sultan V. Murad Han (1840-1904), Sultan II. Abdülhamid Han (1842-1918) ve Sultan V. Mehmed Reşad Han (1844-1918).

Bu kadar çok mûsıkîşinas devlet başkanından ayrı olarak, vezîr-i âzâm, şeyhülislâm, kazasker, vezir, vali, danıştay üyesi, genel müdür gibi yüksek idare makamlarında bulunan mûsıkîşinaslarımız ise sayılamayacak kadar çokdur. Böylesine bir zenginliğe sahib olmamıza rağmen, bu sanatkârlarımızı yeterince tanıyabildiğimizi ve adlarını yaşatabildiğimizi söylemek zordur. 1919 ile 1922 yılları arasında çok kısa bir süre Polonya Meclis Başkanlığı yapmış olan piyanist ve besteci Paderewski (1860-1941) adına heykeller dikilir, ismi bulvarlara verilirken, aynı kıymet-bilirliği gösteremeyişimiz, kültürümüz adına bir eksikliktir.

Osmanlı Devletinin 700. Kuruluş münasebeti ile yapılan faaliyetlerde bu eksikliğin, kısmen de olsa giderilmeye çalışıldığını görmek, yine kültürümüz adına sevindirici ve memnuniyet verici bir gelişmedir.

Osmanlı Devletinde Dinî mûsıkînin oluşumu ve gelişiminin incelenmesi konusu bir makale sınırları içinde kalamıyacak kadar geniş ve zengin bir konudur. Osmanlı tarihi içindedevletin ve toplumun bu husustaki faaliyetlerine ancak ana hatları ile temas edilebilir.

Devletin mûsıkîye katkısı, iki kurum ile belirginlik kazanmıştır; Enderûn-ı Humâyûn ve Mehter-hâne.

Osmanlı Devletinin kuruluşu sırasında devlet işleri kolay ve basit bir şekilde yapılıyordu. Orhan Gazi’nin ve Özellikle Sultan I. Murad Han’ın zamanında devlet teşkilatı ve askerlik belli usullere bağlandı ve yavaş yavaş saray teşkilâtı da kurulmaya başlandı. Saray ve iç teşkilât anlamında Enderun, Yıldırım Bayezid Han zamanında oluşmaya başladı. Sultan II. Murad Han devrinde, Özellikle Edirne Sarayında, bu oluşum tamamlandı.

İstanbul’un fethinden sonra ise Devlet (Bîrûn) ve Saray (Enderûn) Kanunnâme ile yeni ve mükemmel düzeyine erişti. Enderûn Mektebi denen Saray Okulu, idarecilikten sanata, bilimden hizmet usullerine kadar çok geniş bir yelpazede eğitim verdi. Osmanlı tarihindeki sadrazamların altmışdört tanesinin Enderûn Mektebinden yetiştiği gözönüne alınırsa, bu mektebin önemi anlaşılmış olur.

Enderûndaki Mûsıkî öğrenimi de çok önemli idi. Saz ve ses olarak, birer usta ve öğretmenin yanına çırak olarak verilen gençler, en az ondört yıllık bir eğitimden sonra, haftada iki kere yapılan ‘Fasl-ı Humâyûn’a (Sarayda yapılan konser) katılabilmeye hak kazanırlardı. Enderûndan yetişen mûsıkîşinaslar sayılmayacak kadar çoktur. Hatta, Polonya asıllı Ali Ufkî Bey ve Romen Prensi Dimitri Kantemir dahi, Enderûnludur.

Osmanlı Sarayının iç teşkilâtının, Sultan II. Mahmud Han zamanında batı saraylarına benzetilmeye başlanması ile, Enderûnda seviye kaybı başladı ve mûsıkî eğitimi Muzika-i Hümâyûn’a geçti. Enderûn Mektebi de 1908 Meşrutiyetinde kapatıldı.

Mehter-hâne’de de aynı olmuştur. 1826 daki Yeniçeri Ocağının lağvına kadar, devletin resmî mûsıkî kuruluşu ve teşkilâtı olan Mehter-hâne, ocakla beraber kapatılmış ve batılı anlamda Muzıka-i Hümâyûn kurulmuştur. Türk mûsıkînin devlet kanalı ile beslenen damarları Böylece tıkandıktan sonra mûsıkî, sâdece bir tür sivil toplim teşkilâtı denilebilecek dergâhlarda beslenmeye başlamıştır.

Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 11:41:02 öö
Osmanlı kültür ve sanat tarihinde İstanbul’un ayrı bir önemi vardır. İstanbul Halifeliği makamı olmanın yanısıra, İslâm dünyasının en öndeki bilim, kültür ve sanat merkezidir. Bunun içindir ki Türk dinî mûsıkîsi de, İstanbul’da en üst seviyesine ulaşmıştır,

Türk dinî mûsıkîsi’nin, “Cami mûsıkîsi” başlığı altında incelenen dalının en belirgin özelliği, yalnızca insan sesi kullanılıyor olmasıdır. Cami mûsıkîsinde hiç bir saz kullanılmaz. Namaz vaktinin girdiğini bildiren ezan, ayrıca temcîd, münâcâat, cenaze, bayram ve Cuma salâları minarede icrâ edilen cami mûsıkîsidir. Namaz sırasında imam ve müezzinin perde ve makam uyumu, farzdan evvelki kamet, namazdan sonraki tesbihler, dua, mihrabiye de cami mûsıkîsinin namazla ilgili icralarıdır. Ayrıca; tekbîr, salâvat, mevlid, mîrâciye, tevşih, nâat, Muhammediye, mukâbele gibi cami mûsıkîsi formları ve tarzları da vardır. Bütün bunlar genellikle, tek kişi icrası (solo) ile olur. Ancak, “Cumhur Müezzinliği” denen usulde toplu icraya (koro) rastlanır. Mevlid ilâhileri ile teravih namazı arasındaki ilâhiler de toplu icradır. Bu mûsıkîde besteli eserden çok, serbest ve doğaçlama (irticali) icra önemli olduğu halde, Osmanlı tarihi içinde bu serbestlik bile bir takım sanat kurallarına bağlanmış ve çok önemli cami mûsıkîsi eserleri, besteleri meydana getirilmiştir. Bu bestekârların en önemlileri Hatib Zâkirî Hasan Efendi ile Buhûrî-zâde Mustafa Itrî Efendi’dir.

Hasan Efendi, 1545’lerde Foça’da doğdu. İstanbul’da, Edirnekapı dışındaki Sakızağacındaki Halvetî Tekkesi Şeyhi Nureddin-zâde Muslihiddin Efendi’ye (ö. 1571) önce derviş ve sonra da tekkenin zâkirbaşısı oldu. Aynı zamanda cami hatibi idi. Asıl ünü, dinî eserler bestekârı olmasındandır. Bayâtî makamında Cuma ve Bayram salası, Irak makamında Naat, Yazıcıoğlu’nun Mersiyesinin Nühüft makamında bestesi, Rast ve Uzzâl makamlarında tesbîh, Pençgâh, Segâh ve Rast makamlarında ilâhileri bugüne gelebilmiş eserleridir. Dilkeşhâveran sabah salâsı, Hüseyni cenaze salâsı, Segâh salât-ı Ümmiye ve Irak temcid’in Itrî’ye ait olduğuda ileri sürülmekle beraber, Dr. Subhi Ezgi, bu eserlerin de Hatib Zâkirî Hasan Efendi’nin olduğu fikrindedir.

Cami mûsıkîsinin öteki önemli bestekârı, Buhûrî-zâde Mustafa Itrî Efendi, (1640?-1712) şair, hattat ve mûsıkîşinasdı. İstanbul’ludur. Çok üstad bir icracı ve büyük bir bestekâr olarak Türk mûsıkî tarihinin en parlak şahsiyetlerinden biridir. Segâh Mevlevî âyini, Rast naat, Mâye salât, Nühüft durak ve tevşih, Nevâ kâr, Dügâh beste, Segâh yürük semâî gibi ulaşılmaz yücelikteki eserleri bir yana, sâdece Irak (veya Segâh) Bayram tekbîri, Itrî’nin bestekârlık kudretini göstermeye yeterlidir. Camilerde müezzinlik icrasını belli mûsıkî kurallarına bağladığı, vakit ezanalarını; Sabah: Dilkeşhâverân, Dügâh, Sabah; Öğle: Sabâ, Hicaz; İkindi: Uşşak, Hüseynî; Akşam: Segâh, Müsteâr; Yatsı: Rast, Uşşak makamları olarak tesbit ettiği; Özellikle teravih namazındaki Rast (veya Isfahan), Uşşak, Sabâ (veya Nevâ), Evic, Acemaşîrân sıralamasını tertip ettiği bilinen Itrî, Yahya Kemâl Beyatlı’nın dediği gibi “Bizim öz mûsıkîmiz Piri”dir.

Besteli cami mûsıkîsi eserlerinden ‘Sabâ Mahfel Sürmesi’nin (namazın bitiminde yapılan tesbih ve duâ usulü) Gülşenî şeyhi Abdülganî Efendi’ye ait olabileceği gibi, aynı devirde yaşamış, yine Gülşenî şeyhi büyük bestekâr ve Dede-i Atik (Eski Dede Efendi) diye bilinen Ali Şîrüganî’ye ait olabileceği ve isim benzerliğinden dolayı bir karışıklığın ortaya çıkmış olması da düşünülmelidir.

Türk dinî mûsıkîsinin en büyük formu ve en uzun eseri Kutb-un Nâyî Şeyh Osman Dede Efendi’nin Mîrâciyesidir. Hazret-i Peygamberimizin Mîrâcını konu alan bu eser, ‘bahr’ denilen beş bölüme ayrılmıştır. Bu bölümlerin güfteleri Hazret-i Mevlânâ ile Halvetî-Şâbânî Pîr-i sânî’si Hazret-i Nasûhî’ye ait değişik makamda tevşihler ile başlayıp, bestekâra ait güftelerle devam eder ve eserde pek çok makam geçkisi kullanılmıştır. Dr. Subhi Ezgi’nin nota ile tesbit ettiği Mîrâciyenin aslının Nevâ ve Hüseynî bahirlerinden onsekiz mısraın bestesi ne yazık ki kaybolmuş, unutulmuştur. Mîrâciye çok zor bir eser olduğundan, çok fazla okunmamıştır. Osmanlı devrinde Mîrâciye okunması için vakıflar tesis edilmiş ve özellikle İstanbul’da Üsküdar’da Hüdâyî ve Nasûhî dergâhları, Eyüb Sultan da Ümmî Sinan Dergâhı, Galata Mevlevîhânesi, Bursa’da Üftâde ve İsmail Hakkı dergâhları ile Mahkeme Camii, Edirne’de Hasan Sezai dergâhı ve Selîmiye Camii’nde Mîrâciye Cemiyetleri tertib edilerek Mîrâciye okunmuştur. İstanbul’da Mîrâciye okumakta ün kazanmış kişiler arasında Üsküdarlı Dellâl Şeyh Osman Efendi (ö. 1878), Şeyh Sırrî Efendi (ö. 1878), Nuruosmaniye müezzini Şeyh Hulûsi Efendi (ö. 1897), Hüdâyî Âsitânesi Şeyhi Rûşen Efendi (1811-1891) Yenikapı Mevlevîhânesi kudümzenbaşısı Hüsâmeddin Dede Efendi (1839-1900) en başta gelenlerdir.

“Câmî”, toplayan ve bu kökten türeyerek toplanılan yer demek olmasına rağmen, hep namaz kılınılan yer olarak algılanıyor olmasından; Câmî mûsıkîsi, esas olarak namaz ibadeti ile ilgili mûsıkîdir. Fakat yine de toplanılan yer olma fonksiyonu ile dinî mûsıkînin icrâ edildiği mahal olarak da algılanmaktadır. Câmîde toplanılıp dinlenen Mîrâciyeden ayrı, ‘Regâibiye’, ‘Nevrûzite’, ‘Iydiye’, ‘Berâatiye’, ‘Mevlîdiye’ gibi mübarek gün ve gecelerde okunup dinlenen besteli eserlerin varlığından söz edilmekte ise de, elde örneği yoktur.

Besteli câmî mûsıkîsi formlarından biri de “Besteli Mevlîd”dir. Türk edebiyatının en ünlü dinî eseri olan Mevlîd’i, Bursa Ulu Câmî’de imamlık görevi yapması dolayısıyle mûsıkîye âşinâ olduğu muhakkak olan Süleyman Çelebi’nin, bizzat bestelediği kabul edilebilir. Sonraki devirlerde de daha başka mevlîd besteleri yapıldığı bilinmektedir. Sinaneddin Yusuf Çelebi ve Bursalı Sekban isimli iki Mevlîd bestekârından bahsedilirse de, haklarında kesin bilgi yoktur. Besteli mevlîd, ne yazık ki tamamen unutulmuştur. Ancak, bugün Çargâh-Sabâ, Hicaaz-Şehnâz, Rast, Uşşak-Bayâtî, Hüzzam-Segâh, Muhayyer-Tâhir gibi klasikleşmiş bir ana makam sıralaması ile okunmakta olan Mevlîd’de , eski besteli mevlîdin tesiri ve izleri olduğu tartışılmaz. “Salât”lı ve “Hay Hay” terennümlü iki ayrı mevlîd bestesi son zamanlara kadar bilinmekte idi. Koca-mustafapaşa’daki Sünbülî Âsitânesinde bu ‘Hay Hay’lı mevlîd okunurdu. Hüdâyî Âsitânesi’nde besteli mevlîd okumak adeti vardı. Besteli mevlîd, Mîrâciye gibi ancak çok meraklı mûsıkîşinaslarca öğrenilmiş, halka çok yayılmamıştır. İstanbul’da Besteli mevlîdi bilen kişiler, daha çok tekke mûsıkîşinasları arasından çıkmıştır. Bedevî Şeyhi Ali Baba, Balat Sünbülî dergâhı şeyhi Kemâl Efendi, Hüdâyî Şeyhi Rûşen Efendi, Hüdâyî Zâkirbaşısı Şeyh Mehmed Efendi (Paşa Mehmed), Mustafzâde Ahmed Efendi, bunlardan birkaçıdır. Son devirde Hattat Hâfız Kemâl Batanay da Mevlîd bestelemiştir. Hâfız Sadeddin Kaynak’ın da Mevlîd bestelediğinden bahsedilirse-de, ortaya çıkmamıştır.

Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 11:44:38 öö
Mevlîd okunmasından bilinen tavır olan bestesiz ve serbest okuyuşta, İstanbul’un en önde gelen kişisi ‘Saif Paşa İmamı’ diye bilinen Şeyh Hasan Rıza Efendi’dir. Mehmed Âkif Bey’in Safahat’ında (7.kitab) yer verdiği Rıza Efendi, Mutaf-zâde Ahmed Efendi’nin (1810?-1883) talebesi idi. Çok güzel Mevlîd okumasının yanısıra, ilâhi ve mersiye okumakta ve Kur’ân kırâatinde de üstad idi. Tasavvufta ‘Cezbesi galib’ denilen kendine özgü bir hal sahibi derviş, şair ve hattat idi. 1889’da Üsküdar Ahmediye’de mensub bulunduğu Rifâî Tarîkatına ait Sandıkçı dergâhına sırlandı. Rıza Efendi’den başka, Beylerbeyi hatibi Rif’at Efendi, Selîmiye hatibi Şeyh Ömer Efendi, Zâkirbaşı Hacı İbrahim Efendi, Şemsi Efendi, Hopçu-zâde Hacı Şakir Efendi aynı devrin ünlü mevlîdcileri idiler. 1700’lü yıllarda İstanbul’un ünlü mevlîdcileri arasında Emir Buhârî Hatibi, hattat ve şair Hâfız Şühûdî Mehmet Efendi, Beşiktaş Sinanpaşa Nakşîbendî Tekkesi şeyhi Mustafa Rıza Efendi, Zeyrek Câmîi müezzini Hüseyin Dede (ö. 1718), âmâ Şeyh Halil Efendi, Bayrâmî Şeyh Halil Efendi, Bayrâmî şeyhi Çâlâk-zâde Mustafa Efendi, bursalı Hünkâr İmamı Hacı Mustafa Efendi (ö. 1720) ve oğlu Nizameddin Efendi (ö. 1737) , sayılabilir.

Osmanlı devrinin sonlarının en ünlü mevlîd okuyucusu ise Hâfız Sâmi Efendi’dir. 1874’de Filibe’de doğdu. 93 harbi diye anılan felaketli dönemde dört yaşında iken İstanbul’a geldiğinde, Sultan Selim imamı Hâfız Hasan Efendi’den hıfzını tamamladı. Bolâhenk Nuri Bey ve Bestenigâr Ziya Bey’den mûsıkî öğrendi. Halıcıoğlu Topçu Okulu ve Galata câmîinde imamlık yaptı. Fatih ve Bâyezid câmîlerinde mukâbele okurdu. 26 Nisan 1943’de vefat etti, Edirnekapı’da aile kabristanına konuldu. Yeğenleri olan Şişli câmîi İmamı Hâfız Cevdede ve Necati (Soydanses) Efendiler de üstad okuyuculardı.

Sultan II. Abdülhamid ile Sultan Reşad devrinde ‘Mevlîd-hân-ı Şehriyârî’ (Sultan’ın mevlîdcisi) ünvânını taşıyan Boyabatlı Mustafa Şevki Efendi de, Sâmi Efendi gibi, Sultan Selim imamının öğrencilerindendir. Bu çok ünlü ve resmî ünvanlı Mevlîdhan, 25 Aralık 1926’da vefat etti.

Osmanlı’nın son devrinin bir başka ünlü Mevlîd okuyucusu, Süleymaniye Başmüezzini Hâfız Kemâl Efendi’dir. Naat-hân ve mersiyeci Cerrahpaşalı Hâfız Kemâl Efendi’den ayırmak için ‘Büyük Kemâl Efendi’ diye anılan bu zat, Bestenigâr Ziya Bey ve Kasımpaşalı Şeyh Cemal Efendi’den mûsıkî öğrendi. Çok sanatlı ve vakarlı bir eda ve tavır ile okurdu. 9 Ağustos 1939’da, 57 yaşında iken vefat etti. Kabri Edirnekapı’dadır. Bazı plaklar da doldurmuştu.

http://www.mutriban.com/


Hâfız Kemâl

Daha çok doldurduğu plaklarla ünlü olan gazelhân Hâfız Burhan Efendi mevlîd okumakta da çok başarılı idi. 1897’de İstanbul’da doğan Burhan Efendi, mûsıkîyi Muzika-i Hümâyûn’da öğrendi. Çok güzel bir sesi vardı ve esas ünü dindışı şarkı ve gazel okumasında idi. 18 Nisan 1943’de vefat etti. Kabri Beşiktaş Yahya Efendi Dergâhı’ndadır.



Hâfız Burhan – Hâfız Sâmi

Mevlîd törenlerinde, bahirler arasında muhakkak Kur’ân da okunur. Mevlîdhânlar genellikle aynı zamanda birer değerli Kur’ân okuyucularıdır. Câmî mûsıkîsinin esas temeli olan Kur’ân kırâatinde değerli mevlîdhânlardan başka, İstanbul’da Osmanlı’nın son devirlerinde önde gelen Kur’ân okuyucuları arasında Üsküdar Kaptanpaşa câmîi imamı Ahmed Nazif Efendi, Selîmiye imamı bestekâr Hoca Fehmi Efendi, Hünkâr imamı Ahmed Niyazi Efendi, Yenicâmî hatibi Hayreddin Efendi, Altunizâde imamı Bulgurlulu Hüsnü Efendi, Yeraltı câmîi imamı Üsküdarlı Ali Efendi gibi isimler sayılabilir.

Bir kültür ve sanat şehri olan İstanbul’da, İstanbul’a özgü bir Kur’ân okuma tarzı vardır ki adına ‘Yusuf Efendizâde Mesleği’ denmiştir. Bu tarzın bir şubesi sayılabilecek özel tavrına da ‘Üsküdar ağzı’denmiştir. Osmanlı medeniyetinde, Kur’ân okumak gibi farz bir ibadet dahi, sanatın ince zevk ve estetik imbiğinden geçirilerek, aynı inancı paylaşmayanlar tarafından dahi kabul edilir bir sanat yüceliğine ulaştırılmıştır.

Türk dinî mûsıkînin, ‘Câmî’ ve ‘Tekke’ mûsıkîsi diye sınıflandırılarak incelenmesinde, devamlı gözönünde bulundurulması gereken husus, bu sınıflandırmanın kesin olmadığı gerçeğidir. İlâhiler, her iki dalda kullanılan mûsıkî formudur. Mersiye formu da böyledir.

Türk dinî mûsıkîsinde Mersiye; özellikle İmam Hüseyin ve Kerbelâ şehitleri için yazılmış ve okunmuştur. ‘Ehl-i Beyt-i Mustafa’ (Peygamber ailesi, ev halkı) sevgisini dile getiren bu eserler daha çok, Allah’a sevgi yolu ile ulaşma yolu olan Tasavvuf çevrelerinde, tekkelerde yayılmış ise de, câmîlerde de yer almıştır. Beylerbeyi imamı Hâfız Hamdi Efendi, Üsküdar Yeni Valide câmîi baş-müezzini Hasan Tevfik Efendi, Cerrahpaşa hatibi Hâfız Kemâl Efendi, Molla Güranili Münib Efendi, Zâkirbaşı Bektaşî Yaşar Baba, Üsküdarlı Siyâhî Ahmed Efendi, Şehremeni imamı Niyazi Efendi gibi kişiler hem tekkelerde hem câmîlerde okudukları mersiyeler ile İstanbul’da ün kazanmışlardı. Muharrem ayında Kerbelâ faciasının yıldönümü münasebeti ile mersiyeler okunurdu. Osmanlı devletinin teb’asından olan Şiî inançlı ve İran kökenli kişiler için, Üsküdar Seyyid Ahmed Deresi ve Mercan’daki Acem mescidinde de Kerbelâ Yıldönümü törenleri yapılırdı.

Dinî mûsıkînin en önemli formu olan ilâhiler, icra özelliğine göre ya câmî, ya tekke mûsıkîsinden sayılmıştır. Mevlîd tevşihleri ile Ramazan ilâhileri daha çok câmîde, zikir ilâhileri iste tekkelerde kullanılmıştır.

Câmîlerde Cuma ve Bayram namazı öncesinde okunan naatler de müşterek form sayılır. Aynı bir naat, hem câmîde, hem Mevlevî âyini öncesinde, hem de tekkelerde ism-i Celâl (Allah) zikri sırasında okunabilir.

Türk Dinî mûsıkîsinin ‘Tasavvuf’ veya ‘Tekke mûsıkîsi’ başlığı altında incelenen dalında, ‘Câmî mûsıkîsi’ ile pek çok ortak yön bulunmasına rağmen, çok önemli bir farklı ve özelliği vardır ki, o da saz aleti-enstrüman kullanılıyor olmasıdır.

Tamamen ses mûsıkîsi olan Câmî mûsıkîsi yanında, Tekke mûsıkîsi, özellikle Mevlevî ve Bektâşî Tarîkatlarında, saz kullanılması ile değişiklik arzeder. Tekke mûsıkîsinin, Câmî mûsıkîsinden ayrı bir üslûb ve tavra sahib olması da bir başka özelliktir. Tekke mûsıkîsi, fonksiyonel bir mûsıkîdir. Tekkelerde yapılan tarikat Âyinlerinde esas gaye mûsıkî değil, zikirdir. Mûsıkî, zikri süslemek ve yürütmek için kullanılır. Her biri birer tasavvuf ekolü olan tarîkatlarda; mûsıkî ile, “dinî raks” denilebilecek koreografik hareketler ile, hatta kıyafetler ve renkler ile, kişilerdeki doğuştan var olan estetik duyguları geliştirip yüceltmek ve bu yol ile kişileri Tanrıya ve Tanrısal gerçeklere (Hakikat-ı İlâhi) çekme; ‘Hak yolunda avlama’ gayesi güdülmektedir. Tekkede mûsıkî, bu yüce gaye için kullanılan araçlardan biridir.








Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 11:47:24 öö
Tarîkat âyinleri, Kuudî (oturarak), Kıyâmî (ayakta) ve Devrânî (dairesel yürüyüş) olarak üç ana şekilde yapılır. Mevlevî semâı ile Bektâşî samahı bu üç ana grubun dışında incelenir. Halvetîlik ve bütün kolları ile Kadirîliğin Eşrefî kolu Devrânî; Kadirî, Rifâî, Bedevî, Sâdî tarîkatları Kıyâmî, Nakşibendîliğin bazı kolları Kuudî zikir âyini tarzlarını benimsemişlerdir. Bunların mûsıkîsi de bu zikir ve âyin tarzlarına uygun bir üslûb ve tavırdadır. Ayrıca her tarîkatın benimsemiş olduğu tasavvuf görüş ve düşüncesi, âyinine ve dolayısıyle mûsıkîsine de yansımıştır. Meselâ bir Rifâî âyinindeki coşkunluk, bir Nakşîbendî âyininde yoktur, veya bir Celvetî âyinindeki az hareketlilik ve ağırlık bir Halvetî âyininde yoktur. Hatta aynı bir tarîkatın âyini sırasında kıyam veya devran zikri yapılırken de zikrin temposu değişik olur. Bütün tarîkatların Âyinlerinde icra edilen mûsıkî de, âyine uygun olarak ya coşkun, ya az hareketli, ya çok ritmik olmaktadır. Bu âyinlerde küdum, bendir, mazhar, halîle, nevbe gibi vurmalı sazlar mutlaka kullanılır. (Yalnızca Muharrem ayında Hazret-i Hüseyin ve Kerbelâ şehitlerine bir saygı gösterisi olarak hiç saz kullanılmaz.) Ney de tekkelerde çok kullanılan bir sazdır. Genellikle kalbî (harfler belli edilmeden sâdece ses çıkararak) ismi Celâl (Allah) zikri sırasında ney üflenir. Bektâşî mûsıkîsinde daha çok halk çalgıları olan bağlama ailesi ve Nefir kullanılmıştır. Mevlevî âyini mûsıkîsinde ise ney, kudüm, rebab, bendir, halîle, kanun, kemençe, ud, tanbur (ve hatta Galata Mevlevîhânesinde piyano) gibi tüm mûsıkî âletleri kullanılır.

Tekke mûsıkîsinin ana formu, “ilâhi”dir. Zikir devam etmekte iken, zâkirler tarafından okunan ilâhilere, “Zikir ilâhisi” veya “Usul ilâhisi” denir. Zikir yapılmaksızın topluca okunan ilâhilere de “Cumhur ilâhi” denir. Cumhur ilâhiler genellikle âyin sırasında ayağa kalkıldığında okunur. Cumhurlar daha çok Evsat, Hafif, Muhammes, Nim evsat, Devr-i hindî gibi usullerde; Zikir ilâhileri ise düyek ve sofyan usullerinde bestelenmiş eserlerdir. Arapça güfteli Türk tasavvuf mûsıkîsi eserlerine “Şuul” denir. Şuullar daha çok kıyâmî tarîkatların Âyinlerinde kullanılmıştır. Tekke mûsıkîsinin önemli bir formu da “Durak”tır. Çok sanatlı ve ağır eserler olan duraklar, -her ne kadar Durak Evferi denen usulle ölçülür ise de- serbest tavırlı eserlerdir. Âyin içinde genellikle ayağa kalkılmadan evvel bir zâkir tarafından okunur ve herkes tarafından dinlenir. Cumhur ilâhilere yanlış olarak “cumhur Durak” da denilmiştir. Bu yanlış isimlendirme, zikre ara verilip herkesin ilâhi okumasından, yani esmâ çekmenin durmasından kaynaklanmıştır. Naat, tevşih, mersiye, Mîrâciye gibi formlar Câmî mûsıkîsi ile müşterek formlardır. Zaten Dinî mûsıkî Câmî ve Tekke mûsıkîsi diye ikiye ayrılırken bu ayırımın kesin sınırları olmadığı ve pek çok eser ve formun müştereken kullanıldığı unutulmamalıdır.

Ayrıca, Tekke mûsıkîsinde de kesin bir sınırlama bulunmamaktadır. Bir ilâhi veya bir başka formdaki eser, şu tarikat âyininde kullanılır, bunda kullanılmaz diye bir kural yoktur. Meselâ Mevlevî mûsıkîsinin çok belirgin bir eseri olan Naat-ı Mevlânâ, bir kıyam zikri sırasında bir Kadîrî veya Rifâî âyininde okunabildiği gibi, Sâdî ilâhisi diye bilinen bir eser de bir Halvetî devrânında okunabilir. (Ancak Mevlevî âyininde bu olamaz, yalnızca besteli âyin okunur.) Yine aynı olarak, bir âyinde zikrin başlangıcındaki ağır tempoya uydurulup okunan bir ilâhi, ritmik ve melodik özellikleri bozulmaksızın, zikir hızlandığında da okunabilir. Bu, zâkirlerin mûsıkî bilgisi ve zikir idaresi yeteneğine bağlı bir husustur. Diğer Tarîkat âyinlerinden daha farklı bir âyin tarzı benimsemiş olan Bektâşîlik’te, mûsıkî de farklılık gösterir. Esas itibariyle halk ezgilerinin daha hakim olduğu Bektâşî mûsıkîsi, özellikle İstanbul’da daha klasik bir havaya bürünmüşür. Bektâşî nefesleri İstanbul’da klasikleşmiş ve halk mûsıkîsi etkisi en aza inmiştir.

Bütün tarikat âyinlerinden tamamen değişik bir görünümü olan Mevlevîlik’te ise, mûsıkî başlı başına bir inceleme konusudur.

Tarîkatların âyinleri Şeyh, Sertarîk, Pîşkadem, Zâkirbaşı, Meydancı, Reis gibi görev ünvânları olan kişiler tarafından idare edilir. Âyin, bu kişilerin uygun gördüğü sürece devam eder. Tarîkatın ve âyininin özelliğine göre idare edilen bu âyin sırasında zikrin gidişatına ve temposuna uygun be zâkirbaşı tarafından seçilen ilâhiler, duraklar, naatlar, kasideler okunarak ve sâdece vurmalı sazlar kullanılarak mûsıkî icra edilir.


















Mevlevîlikte ise âyin, bestelenmiş olan esere bağlı olarak icra edilir. Besteli naat ile başlayan âyîn, serbest bir ney taksiminden sonra Devr-i Veledî (Sultan Veled Devri) süresince-gerektiğinde başa dönülerek tekrarlanarak-çalınan besteli peşrev ile devam eder. Semâ âyini, bestelenmiş Mevlevî âyîn-i şerif’inin ‘selâm’ denilen dört bölümüne göre icrâ edilir. Son peşrev ve taksimden sonra okunan Kur’ân ve “Gülbank” ile sona erer. Mevlevî âyininin en önemli özelliği işte bu âyine hiç müdahale edilememesi ve belki de birkaç yüzyıl önce bestelenmiş esere uyularak âyinin yapılmasıdır. Mevlevî âyini formu, yalnızca tekke mûsıkîsinin değil, bütün Türk mûsıkîsinin-Mîrâciye dışında- en büyük formudur. Mevlevîlikte bütün saz âletlerinin kullanılması ve en büyük formdaki besteli eser eşliğinde âyîn yapılması, Mevlevîlikte mûsıkînin, diğer tarîkatlardan daha çok kullanıldığı ve mûsıkîye daha çok önem verildiği fikrini uyandırmıştır. Ancak bu, tamamen doğru değildir. Bütün tarikat âyinlerinde mûsıkî, en az Mevlevîlikteki kadar kullanılmıştır. Mevlevî âyininde sema eden dervişlerin her çark atışta (kendi etrafında bir tam dönüş) içlerinden sessizce ‘Allah’ ismini zikretmelerinin duyulmaması ve yalnızca mutrıb heyeti tarafından icrâ edilmekte olan besteli âyinin işitiliyor olması, bir başka deyişle mûsıkînin daha ön planda görünüyor olması, bu yanlış fikri doğurmuştur. Öteki tarikat Âyinlerinde bütün dervişlerin ‘Allah’, ‘Hay’, ‘Hû’, ‘Kayyûm’, ‘Dâim’ gibi esmâları yüksek sesle tekrar ederek zikir yapmaları ve yalnızca zâkirlerin ilâhi okuması ve vurmalı sazlardan başka saz kullanılmaması, mûsıkînin geri plana itilmesi gibi algılanmıştır. Halbuki, şeyh idaresindeki zikir âyininin gidişatına ve temposuna uygun ilâhileri o anda bulmak ve okuyup okutmak gibi her an sürprizlerle dolu bir mûsıkîyi icrâ etmek, bestelenmiş bir eser olan Mevlevî âyinini ezberleyip okumaktan çok daha zor ve özel hüner ve yetenek isteyen bir iştir. Birçok mûsıkî icracısı âyîn-hân (âyîn okuyucu) olabilir ama, özel çalışma yapmadan zâkir olunamaz. Bu bakımdan Zâkirbaşılık hem mûsıkîyi, hem de zikir tarzlarını çok iyi bilmek ve ayrıca şeyh ile her an anlaşma içinde olabilmek gibi özellikleri taşıyan özel yetenekli çok değerli mûsıkîşinaslar tarafından üstlenilmiştir. Okunacak ilâhilerde güfte seçimi de, Tekke mûsıkîsinde çok önemlidir. İçinde bulunulan hicrî ay ile (Rebîülevvelde Hazret-i Peygamber’in doğumu, Ramazan’da oruç, Muharrem’de Kerbelâ fâciası, Cemâziyelevvel’de tövbe, Zilhicce’de Hac ve Kurban) zikredilmekte olan esma ile (Kelime-i tevhid, İsm-i Celâl, İsm-i Hay) yapılmakta olan zikir tarzı ile (kıyâm, devrân, dalga tevhîdi, demdeme) ilgili güftelerin seçilmesi gereklidir.

Makam seçimi de ayrı bir önem taşır. Âyinin devamınca tempo gittikçe hızlandığı gibi, sesler de gittikçe tizleşeceğinden bu özelliğe uygun makamları ve eserleri sıralamak, bir kaside okuyup taksim edilerek başka makama geçildiğinde perdeyi bozmamak gerekir. Bütün bunlar Tarîkat âyinlerinde icrâ edilen mûsıkînin ne kadar özellikli ve özel uzmanlık isteyen bir mûsıkîsi olduğunu göstermektedir.

Tekkeler, açık oldukları sürece bilim, Kültür, sanat ve Özellikle edebiyat ve mûsıkî alanlarında Türk toplumuna büyük katkılarda bulunmuştur. Tekkelere, birer Türk mûsıkîsi konservatuarı demek, hiç abartısız bir gerçektir. Tekke mûsıkîsinin ve tekke mensuplarının Türk mûsıkîsinde çok önemli bir yeri olduğu tartışılmaz. Dindışı (lâdinî) eser besteleyen ve icrâ edenlerin dahi, pek çoğu ya bir tekke mensubudur veya bir tarikat terbiyesi altında yetişmiştir. Tekke mûsıkîsi veya bir tekkeye mensub mûsıkîşinas ile ilgisi olmayan hiçbir mûsıkîşinası yoktur denilebilir. Türk mûsıkîsinde besteci ve icracı olarak ün kazanmış bütün üstadlar sanatlarının ve mûsıkî dehâlarının en parlak örneklerini Tekke mûsıkîsi alanında ortaya koymuşlardır. Mevlevî tarîkatına bağlı olmayan birçok mûsıkîşinas, sanat kudretini, Türk mûsıkîsinin bestelenmesi en zor eseri olarak kabul edilen Mevlevî âyini besteleyerek ortaya koymak yoluna gitmişlerdir. Dindışı eserlerle tanınmış birçok bestecinin en güzel eserleri ilâhileri, durakları ve âyinleridir. III. Sultan Selim Hân’dan Hacı Ârif Bey’e ve Hüseyin Sadettin Arel’e kadar…

Tekke mûsıkîsi mensupları arasında besteci ve icracılardan başka Abdülkadir Merâgî’den Rauf Yekta Bey’e kadar Türk mûsıkîsi nazariyatı ile meşgul olan, Nâsır Abdülbâki ve Şeyh Nâyî Osman Dede Efendi’ler gibi Türk mûsıkîsi ses sistemini ifade edebilecek nota sistemi üzerinde çalışan mûsıkîşinaslar da vardır.


Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 11:49:09 öö
Sadettin Nüzhat Ergun (1901-1946) “Türk Mûsıkîsi Antolojisi” adlı çok değerli eserinin II. cildinde (1943) âyinler listesini 66 olarak göstermiştir. Yazar bu eserinde İsmail Dede’nin Şevkutarâb âyinini sâdece bir rivâyete istinaden Ali Nutkî Dede’ye mâletmekte ve İsmet Ağa’nın Rahatfezâ ile Necip Dede’nin Sûzidil, her ikisini de kaybolmuş âyinlerin listesine dahil etmemiştir. Bunlardan başka bugün Halil Can koleksiyonunda bulunan bestekârı meçhul güftesiz bir Buselik âyîn ile Hacı Fâik Bey’in Yegâh (1. Selam) âyinini ve Mûsıkî Mecmuasının 217. sayısındaki röportajında H. Can’ın açıkladığı Kürdîlihicazkâr âyini bu listede görülememektedir. Böylece, bunlara Kâzım Uz’un Yegâh âyini ile son yapılan; Refik Fersan’ın “Selmek” Kemâl Batanay’ın “Nikriz” âyinlerini de ilâve ederek âyîn besteleri 75’e ulaşmaktadır.

Bu 75’lik âyîn listemizden bugün elimizde bulunan 59 âyinin dışında, Mûsıkî alimimiz H. Sadettin Arel tarafından bestelenmiş 50 âyin daha vardır.

Tekke Mûsıkîsinin ürünleri olan çeşitli formlardaki eserler, hiç kuşkusuz Türk Mûsıkîsinin en sanatlı eserleri olduğu gibi, Tekke mûsıkîsi icrası da Türk mûsıkîsinin en sanatlı icrâ tarzıdır.
İstanbul, fetihten itibaren Türk Kültür ve sanatının da merkezi durumunda olduğundan, Tekke mûsıkîsinin de merkezi olmuştur. Tekke mûsıkîsi İstanbul’da en yüksek düzeye ulaşmış ve bu mûsıkînin bütün büyük bestecileri ve icracıları İstanbul’da yetişmiştir.

İstanbul’un ilk tanınmış Tekke mûsıkîsişinasları Üsküblü Niyazi, Trabzonlu Tabi Mehmed, Konya’lı Şeyh Vefa, Ladik’li Mehmed Çelebi, Aydın’lı Şemseddin Nahifi gibi İstanbul’a sonradan gelmiş mûsıkîşinaslardır. Hepsi Fatih Sultan Mehmed devrinin mûsıkîşinasları olan bu değerlerden sonra İstanbul doğumlu bilinen ilk mûsıkîşinas Sinaneddin Yusuf Efendi’dir. Beyazıd Câmîi Hatibi olan Yusuf Efendi’nin bazı ilâhiler bestelediği biliniyorsa da, bugüne ulaşamamıştır. İstanbul’lu olan ilk Zâkirbaşı ise, ‘Sünfercizâde’ diye tanınan Recai Efendi’dir. Yaklaşık 1620’li yıllarda vefat eden Recai Efendi’nin de bugüne ulaşan eseri bilinmemektedir.

1826’da Yeniçeri Ocağı ile birlikte Mehterhânenin kapatılması ve Batı müziği öğrenimi veren Mızıka-i Hümâyûn’un kurularak saray fasıl heyetinin de mızıkaya bağlanması sonucu, Türk mûsıkîsinde devlet desteği demek olan Enderûn-ı Hümâyûn’u zayıflattı ve tekkeler, Türk mûsıkîsinin tek örgütlü öğretim ocağı haline geldiler. Yüzyıl devam eden bu durumdan sonra 1925’de tekkeler de kapatılınca, Dar-ül elhân ve sonra İstanbul Belediye Konservatuarı dışında, Türk mûsıkîsi, İsmail Hakkı Bey, H.S. Arel, Fahri Kopuz, Abdülkadir Töre, Kazım Uz, Mildan Niyazi Ayomak, Emin Ongan, L. Karabey gibi değerli hocaların kendi kişisel gayretleri ile kurdukları dernekler ve özel dersler ile öğretilmeye çalışıldı. Türk mûsıkîsi Devlet Konservatuarının kurulması ile resmi eğitimsizlik sona erdi ise de, tekkelerin kapanması mûsıkînin halk içinde yaşıyan hayatiyetini ortadan kaldırdığından Türk Mûsıkîsi geniş kitlelere gerektiği kadar yayılamamıştır. Tekkelerin kapatılması Türk mûsıkîsinin gelişmesi ve yayılmasına çok olumsuz etkiler yapmıştır.

Yahudi Menuhin, Albert Swets, Simon Karas gibi batılı müzik adamlarının ve Etnomüzikoloji Enstitülerinin olağanüstü dikkat ve ilgilerini çeken Türk Tasavvuf mûsıkîsi, gerçekten olağanüstü bir sanat dalıdır.
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 11:51:19 öö
Çiçek Sulamaktan Yetim Başı Okşamaya Varıncaya Kadar
Her Şey İbadettir.
 
Dinin tasavvuf boyutundan söz edebilir misiniz?
Din üç sac ayağı üzerine oturur: İman, İslam, ihsan. Tasavvuf ihsan boyutundandır. Yani ihsan, sen Allah’ı görmüyorsan da O’nun seni gördüğünü bilmendir. Hatta sadece bilgi değil öyle davranmandır ihsan. Tasavvuf işte bu ihsanın müesseseleşmiş şeklidir. Ama bugünkü fotoğrafına bakıldığı zaman tasavvuf, sanki çok daha başka bir şeymiş gibi algılanıyor. Dinden farklı hatta din dışı bir öğe olarak görülüyor ve kimi çevreler tarafından din dairesi dışına itiliyor.
Din adeta bir süt gibidir. Sütten tereyağı, peynir, çökelek, yoğurt, ayran vs. yapılır. Akıllı kimse ihtiyaçlar doğrultusunda hareket eder. Evde tereyağı varsa, sütten bir daha tereyağı çıkartmaz. Peynir yoksa peynir yapar; yoğurt yoksa yoğurt. Şunu da asla göz ardı etmez: Sütte bu mamullerin hepsi mündemiçtir ve bu mamullerin hepsi süttendir.
Tasavvuf sütten yağı çıkarandır, fıkıh sütten peyniri çıkarandır şeklinde kesin bir ayrım yapmamız bile bu noktada uygun değildir. Doğrusu ben bu tarz tasniflere ve bu tasniflere ait kat’i sınırların varlığına da inanmıyorum. Çünkü tarikatsız şeriat, şeriatsız tarikat, hakikatsiz marifet, marifetsiz şeriat vd. olmaz. Bunları, birer durak olarak bile tasavvur edemeyiz. Çünkü bir duraktan başka bir durağa geçtiğimiz zaman evvelki durakla alakamız kesilir. Tasavvufa geçince şeriatla alakamız kesiliyor mu? Hakikat makamını elde ettiğimiz zaman, tarikatla, şeriatla alakamız kesiliyor mu? Kutb olsak, abd-i has makamına gelsek şeriattan yine vazgeçemeyiz. Bakınız Aleyhi’s-sâlâtü ve’s-selâm Efendimize, tek zirve, namaz kılarken ayakları şişiyordu. Ömrü boyunca şeriattan ayrılmamıştı. Bu tasnifleri biz, aynı yapı içerisinde seviye kat etmek, yükselmek, kendi içinde büyümek olarak değerlendirebiliriz. Hepsi birbirinin içinde ele alınmalıdır. Hülasa; varlık dairesinde her şey birdir.
Şu halde din dairesi içinde tasavvuf geleneğine ne zaman ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır?
Bu konuda, “Efendim bunlar tarihte sonradan ortaya çıkmıştır.” “Tarikatler Hicrî V. yüzyılda kurulmuştur.” gibi genel yargılar içeren söylemleri ben kabul etmiyorum. İlk mürşid Hz. Allah, ilk mürid Hz. Âdem’dir. Tasavvufta müridin manevî yola ilk adımı mürşide biatle ve mürşidin müride esmâ telkini ile olur. İlk esma telkin edilen kimse ise tarihte Hz. Âdem’dir.
Bunun benzeri bir diğer yanlış da; “Müslümanlık Hz. Muhammed’le başladı.” söylemidir.
Bu yargı, Kur’an’ın zâhir ibaresiyle bile çelişiyor. Hz. İbrahim, “Ene evvelü’l-müslimîn” buyurmuyor mu? İslam da keza Hz. Âdem’le başlamıştır. Bütün peygamberler Müslüman’dır. O peygamberlere tabi olan bütün ehl-i iman da Müslüman’dır. Muhammedî şerîat ise Muhammed b. Abdullah (s.a.v.) ile başlamıştır. Muhammedî şerîat başka Müslümanlık ise daha başka bir şeydir. Hazreti Peygamber 40 yaşından evvel Müslüman değil miydi? Ne zina etmiş, ne içki içmişti. Kendisine “emin” denilmişti. Hz. Ebubekir keza. Müslümanlık Hz. Adem’le başladığı gibi dervişlikte Hz. Âdem’le başlamıştır.
Peki çerçeveyi biraz daha daraltarak tasavvufu Muhammedîlikle sınırlı tutarsak…
Asr-ı saadette ilk tekke sofa, ilk dervişler Ashab-ı suffa, ilk mürşid de Hazreti Peygamber’dir. Ashab-ı Suffa’nın yanı sıra bir de biatli olan kimseler var. Biatli olan kimseleri Efendimizin şu mübarek sözleri daha vazıh kılıyor. Huneyn de Hz. Abbas’a Efendimiz (s.a.v.) ordu bozulup çekilmeler başladığında “Ya ammî ehl-i bîata, nereye gidiyorsunuz diye seslen.” şeklinde emir buyuruyor. Hazret-i Peygamber (s.a.v.), niçin ehl-i biat dedi de Müslümanlar ya da Muhammedîler demedi? Kanaatimce burada bir incelik söz konusu. Sayıları 127.000 olan ashabın hepsi Efendimize husûsî manada biatli değillerdi. Bu minval üzere yolumuza Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas’ın şu sözleriyle devam edelim. O, Rasûlullah bizden bazılarımıza, ayrı ayrı sayılarda ayrı ayrı esmalar telkin etti. Ben parmak hesabı yapmada şaşırıyordum bir ipe 33 tane düğüm attım onunla saymaya başladım, buyurmaktadır. Tasavvufun menşei probleminde gündeme gelen, kimileri tarafından da çokça eleştirilen ve bidat olarak nitelendirilen sayı âdetine de yine Asr-ı Saadette rastlıyoruz. Niçin namaz sonrasında 33 defa “Subhanellah” 33 defa “Elhamdülillah” 33 defa “Allahuekber”, ezanda 4 defa “Allahuekber”, 1 defa “Lailaheillah”, diyoruz? Bu sayılar niçin 3-5 ya da 34-35 değil? Doktora gittiğimiz de doktor bize filanca ilaçtan filanca dozlusundan filanca gün, şu vakitte, şu kadar alacaksınız demiyor mu? Peki manevî hastalıkların şifası olan Cenab-ı Hakk’ın esmâsının niçin dozu olmasın? Bütün bu söylediklerimiz, mürşidlerin ilki ve efendisi Hazret-i Muhammed (s.a.v.) tarafından vaz edilmiş esaslardır. Ek olarak, mezkur örneklerden ashabının içinde Efendimiz’in umumî emir ve tavsiyelerinin yanısıra belirli kimselere hususi bir takım tavsiyelerinin de söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. Onun için tasavvuf ve tarikat hususîdir. Umumî değildir.
“Tabib”, “Şifa”, “Sayı”, “Doz” gibi kelimeler tasavvuf yolunda mürşidin fonksiyonunu kısmen açıklıyor sanırım. Bunu biraz daha açabilir misiniz?
Günümüzde artık insanın tahsildeki öncelikli hedefi, ilim-irfan sahibi olmaktan öte, 60-80 yıl gibi fânî bir ömrün maddi bakımdan daha müreffeh şartlarda idame ettirilmesidir. Her ne amaçla olursa olsun bütün bu tedris faaliyeti bir öğretmen vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir. Fanî ömrün refahı için yapılan bu faaliyetler bütünü hiç kimse tarafından inkar edilmediği gibi herkes tarafından önemine de aşırı derecede vurgu yapılmaktadır.
Ebedî bir hayatın varlığına inanıyoruz. Peki ebedî hayatın refahını temin etmek için o hayatın refah yollarını öğretecek olana muhtaç değil miyiz?
O zaman bir mürşide olan ihtiyacı niçin reddetmekteyiz?
Bu suallerimize verilecek olan muhtemel tepkiler, sahtelerinin varlığında düğümlenecektir. Akl-ı selîm sahibi, bir orduda casus çıktığı zaman ordunun lağvedilmeyeceğini bilir. Altının taklidi olur tenekenin taklidi olmaz.
MÜRŞİD, RÜŞD SAHİBİ KILANDIR.
Mürşid, rüşd sahibi kılar; bilgi sahibi kılmaz. Bu anlamda mürşid, muallim değildir. Yani o, öğretmez; oldurur. Çünkü her bilgi sahibi olan kimse rüşd sahibi değildir. Ebu Cehil çok alim bir adamdı ama yine de “Ebu Cehil”di. Zahirî ilimlerinin çok yüksek olduğu söylenir. Fakat bununla beraber o, rüşd sahibi bir kimse değildi. Köle Bilal ise rüşd sahibi idi. Hem kendisini kurtarmış hem de kendisi örnek alınarak başkalarını kurtarmış kişiye rüşd sahibi denir. Mürşid kendisi örnek alınarak olgunlaşmaya erişilecek kimsedir. Her alimde bu yoktur. Alimlerin büyük bir kısmı, farkında olmadan, bilgiyi sadece kendi bildikleri ile sınırlı zannederler. Halbuki ilim, hiçbir kimsenin bilgisi ile sınırlı değildir. Bu yüzden Allah’ın en beğenmediği huylardan birisi olan ucub cahillerde zuhur etmez, alimlerde zuhur eder.
DİN, İNSAN İÇİNDİR
Bir ihtiyaçtan ötürü insanlar mürşidlerle irtibata geçiyorlar. Bu bağlamda sizce, insan için ebedî mutluluğu elde etmeğe vesile olacak ihtiyaçların en önemlileri nelerdir?
İnsanın ebedî mutluluğu elde etmesine vesile olacak ihtiyaçların en önemlisi: İlâ-yı kelimetullah ve emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münkere riayet etmektir. Bu laik (seküler) düşünceyle bağdaşması mümkün olmayan bir düşüncedir. Çünkü “balıkların baştan koktuğu” “koyunların kendi bacağından asıldığı” bir dünya değildir, din dünyası. Din insan içindir; balık ve koyun için değildir. Balıklar baştan kokabilir ama insan kokmaz. Her koyun kendi bacağından asılabilir, ama insanlar bacaklarından asılmaz. İnsanlar birbirine ya dinde kardeştirler ya da hilkatte eştirler. Hiç kimse ne eşinin ve ne de kardeşinin kötü yola gitmesine, “Bana ne!” “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” kabilinden atasözü namı altındaki hezeyanları da dikkate almak suretiyle vurdumduymaz bir tavır içerisinde olamaz. Ufak bir çocuk parmağını prize sokmağa teşebbüs ettiği zaman “aman” diyoruz. Demek ki, çocukla aramızda bir rabıta var. Arabayla yolda seyrederken, önümüzden bir kedi geçiyor olsa irkiliyoruz, o kediyle de aramızda bir rabıta var. Arabamızın önünden geçen bir insansa ve çarpma tehlikesi atlatmışsa tepkimizin dozu daha farklı oluyor. Bu hele hele daha yakınımız örneğin kendi evladımızsa ne hale geliyoruz. Yakınlarımızdan birisinin başına gelmesini istemediğimiz bir tehlike bizi tedirgin ediyorsa biz ikrar da etsek inkar da etsek aramızda bir rabıta (ilişki/bağ) var. Rabıta insanlardaki yakınlığa göre değişir. Bu ilişki gereği “herkes ne yaparsa yapsın” diyemeyiz. “Doğruları ve güzelleri yapsın, yanlışlardan ve çirkinliklerden kaçsın.” demek durumundayız. Kısacası bütün arabaların önünden geçen insanlar sana yakın olsunlar veya sen onlara yakın ol. Dinin özü budur: İnsana sevgi ve saygı.
Peki bu bir tasavvuf görüşü müdür?
Hayır, bu bir din görüşüdür. Tasavvuf bunun nasıl yapılacağında farklı metodlar kullanabilir. Sufî, bazen lisan-ı hal ile bazen de örnek teşkil etmek suretiyle muhatabına meramını anlatır.
Dinin özü olarak nitelediğiniz insana sevgi ve saygıyı biraz daha îzah edebilir misiniz?
Bütün insanlık tıpkı bir vücud gibidir. Parmağa batan bir diken beyni de ağrıtır. Gözdeki çapak ayakların doğru gitmesine mani olur. Bedendeki azaların noksanlığı veya arızası kişide rahatsızlığa sebebiyet verir. Bunun gibi, insanlık vücudunun içindeki arızalar da o vücudun bir unsuru olan fertte bir noksanlık yapar. Maalesef bugün insanlık bir vücud olmaktan çok uzaklarda. Herkes “ben başım” diyor ve kendisine mevki biçmede daima âlî azaları söylemekten çekinmiyor. Hiç süfli azalardan söz eden yok. Halbuki süflî âzâ da vücuddandır. Mesane olmazsa idrar nerede toplanır? İnsanların beğenmediğimiz hallerini böyle görmemiz lazım. O da vahdete dahil, o da vücuda dahildir. Ayrı değildir. Ağaç vardır biblo olur satılmak için, ağaç vardır odun olur yakılmak için; ama her ikisi de ağaçtır. İnsan da böyledir; bir görmek lazım. Bir kişi kendi bedenindeki bir arızayı doktorla, tıp ilmi vasıtasıyla gidermek istiyorsa insanlık âlemi de birbirinin noksanını gidermek zorundadır. Şayet gidermezse o hastalık bir gün onu da istila edecektir.
Fert zamanla kendisine sirayet/istila edecek olan bu toplumsal hastalığı nasıl giderebilir?
Efendimiz (s.a.v) bunu kademe kademe beyan buyurmuşlardır. Evvela komşusu aç iken tok yatan bizden değildir, diye birinci halakayı söylemişlerdir. Kişi komşusunun tok olmasını temin ettikten sonra bu ilgi komşusunun komşusuna geçer. Sonra beldesine sonra ülkesine sonra kainata geçer. Tedrici olan bu yardımlaşma ve rahmet kişinin, bütün mevcûdâta ve eşyaya şefkat nazarıyla bakmasına vesile olur.
Bunun gerçekleşmesinde, yani insanın “eşyaya şefkat nazarıyla bakma” sürecinde eşya ile irtibatı ve onunla ilişkisi ne şekilde olmalıdır?
Geçenlerde kar yağdığında, kuşlara yiyecek bir şeyler verdim. Onları, yemlerini yerken seyretmek ve cıvıldaşmalarını dinlemek, bana ayrı bir zevk verdi. Şüphesiz bu maddî keyif; kuşların cıvıldaşmaları ve yem yemelerini seyrederken aldığım maddî keyif, mutlaka Cenab-ı Hakk’ın hoşuna giden manevî bir keyfin (zevkin) tezahürüdür. Bu bağlamda madde-manâ birbirinden tamamen ayrı değildir. Madde-manâ, zâhir-bâtın ayrımı izâfîdir. İzah babından tasniflerdir bunlar. Keza eşya; şeyler, nesneler, bir tanesi yerinden oynasa kainatın düzeni bozulur. Her şey yerli yerinde güzeldir. Eşyaya nazar-ı hikmetle bakmak lazım. Temiz su kaynaklarının varlığının yanısıra pis suyun döküleceği arkların da var olması gerekir. Takdir-i ilâhî, eşyayı pis/temiz gibi bir ayrıma tabi tutmuştur. Ama asla bizlere, pise hakaret edin dememiştir. Şârî Tealâ domuz yemeyi yasaklamıştır ve fakat domuza eziyet edin dememiştir. O da bir mevcuddur, ama ondan istifade etmek bize yasaklanmıştır.
Bu noktada gündelik yaşama dinî unsurlar ne şekilde etki etmiştir? Dinin gündelik yaşam alanına herhangi bir müdahalesi söz konusu mudur?
Bir kimse sabah kalkar, evvela bedenini doyurur; sonra işine gider bedenini doyurmayı temin için para kazanır ve akşam evine gelir, yatar. O kişinin gündelik yaşamı, bütün bu saydıklarımızdan ibaret ise; yani o kişi, hep doymaya müteallik bir program dahilinde hareket ediyorsa şayet, bu hayat, “hayatı yaşamak” değildir. Bunun içine sevgiler, nefretler, eylemler, beklentiler, pişmanlıklar vesaireler koyduğu zaman insanoğlu, hayat bir şeye yani “hayata” benzer. Bunu kendi kendimize becerecek fıtratta yaratılmadığımızdan dolayı Yaratıcı, bize yol göstermek ve bizim mutluluğumuzu en kısa yoldan temin etmek için, peygamberleri vasıtasıyla, bize haberler gönderdi. “Mutluluğun pusulası” olan bu haberlere kulak tıkayan mutlu bir kimse ben görmedim. “Belki vardır bile” diyemeyeceğim, kesinlikle yoktur. Çünkü bu husus, eşyanın tabiatına aykırıdır.
DİN, GÜNDELİK HAYATIN MERKEZİNDE İDİ
Bu sualinizi, Kur’an-ı Kerîm’in üslup özelliğinden hareketle açmaya çalışayım. Örneğin Kur’an-ı Kerîm’de namaz, oruç, zekat gibi teklîfe dair hususlar ayrı ayrı yerlerde geçmektedir.
Niçin acaba bu emirler ayrı ayrı yerlerde zikredilmiştir? Bütün bu emirler aynı yerde söylenseydi ve bitseydi olmaz mıydı?
Kitabullah’ın bu üslubu bizim gündelik hayatımıza şu şekilde intikal etmiştir: Daha önceleri memleketimizde her sokakta, hemen her köşe başında bir hazire, bir cami, bir tekke, bir çeşme vardı. Yani din gündelik hayatın merkezinde idi. Kur’an-ı Kerîm’in teklife matuf olan hususları farklı farklı sûrelere yayarak söylediği gibi geleneksel toplumda fert, hayatın her yerine ölümü yayarak yaşıyordu. Ölümün ve ölünün korkulacak bir şey olmadığı, sabahları işe giderken akşamları eve dönerken fatiha okunacak birer durak olduğu şuuruyla hareket ediliyordu. Umumi mezarlıklar icad olunup mahalle aralarına gömü yasaklanınca, ölüm cemiyetten uzaklaştı. Halbuki her gün önümüzde her mahalleden bir tane çıkıyor. Ölüm, unutulmağa çalışılıyor. “Unutulmağa çalışılıyor.” demek asla unutmak demek değildir, o kendini hatırlatır. Ölüm yokmuş gibi yaşamak, yaşama prensibine aykırıdır. Ölüm gündelik hayatın dışına itilince ibadette, evde yalnızca seccadenin üstüne, ev dışında ise yalnızca cami duvarlarının arasına hapsedilmiş oldu. Eğer ibadeti, ramazan ayının müddetine, evde seccadenin üstüne, dışarıda cami duvarlarının arasına hapsetmek gafletinden kurtulursak günlük hayatımızın içinde çiçek sulamaktan yetim başı okşamaya kadar her şey ibadet hüviyetine bürünür. Dolayısıyla da dini gündelik hayatın dışına çıkarmamış oluruz.
Bütün bunlara ek olarak tasavvuf kültürüne dair unsurların gündelik hayattaki izleri nelerdir?
Bugün tasavvuf, kurumları ile değil belki, ama, kültürü ile yaşıyor. Bir kere bu kültürden lisanımıza intikal etmiş fevkalade çok sayıda tabir var. “İşi altmış altıya bağlamaktan”, “aman illallah” beye varıncaya kadar günlük dilde kullandığımız tabirlerde, yani hayatın ta içinde tasavvuf vardır. Bir anlaşma vasıtası olan dil, şüphesiz günlük hayatın en önemli unsurudur ve tasavvuf, burada belirgin olarak kendini hissettirmektedir.
Bugünün sosyal fotoğrafından hareketle içtimai hastalıklarımıza, problemlerimize çareler bulmak zorundayız. Bu noktada tasavvuf geleneğinden istifade edebiliriz. Ayrıca tasavvufî hayatın kültürel etkileri, sadece şeyh-mürid ilişkisi ile sınırlı tutulursa, bu yanlış ve noksan olur. Zira bu ilişkiler yumağı, artık tasavvufu fiilen yaşamak isteyenlerin halidir. Fakat tasavvufun günlük hayata intikali tasavvufu bi’l-fiil yaşamak isteyen insanlarla sınırlı değildir. Sözün özü, tasavvufun kurumsal olarak yaşıyor olmaması, tasavvuf kültürünün getirdiği bir çok güzelliğin cemiyette yer almamasına asla mani değildir.
 
Âsumandır kubbesi hep ahterân kanâdili
En ziyâ-bahşâ kandili güneşle mâhtır
Seddolunmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hak
Cümle mevcûdât zâkir cihân dergâhtır
Vesselam.
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 11:52:18 öö
33. Vuslat Yıldönümünde Mevlevi Mukabelesinden önce yapılan Mesnevi Sohbeti -3
 
Hoşgeldiniz. Sizinle beraber olmanın verdiği hoşluk ile tekrar edeyim hoşgeldik, çünkü bir veli’nin meclisinde ev sahibi o veli’dir. Hepimiz Hz. Mevlâna’nın misafiri olarak doğrusu hoş-geldik. Bir veli, yani bir insan-ı kâmil…Acaba insan-ı kâmil nasıl anlatılmalıdır? Acaba insan-ı kâmili anlatamamanın itirafı aynen anlatmak mıdır? Nazım ve nesir olarak kırktan fazla eser yazmış, astronomiden fıkıh’a, mûsikî’den hadis’e, gramerden tasavvuf’a kadar her mevzudan bahsetmiş ve kitap yazmış, ve bizzat kendisi de insan-ı kâmil olduğu hiç şüphe götürmeyen Molla Cami hazretleri bakın ne buyuruyor bir insan-ı kâmil tarif edememe içerisinde:
 
“An feridun-i Cihan-ı Manevi
Bes buved burhan-ı kadreş Mesnevî
Men çi gûyem vasf-ı ân âlicenab
Nist peygamber veli dared kitab”
 
“O maneviyat cihanının benzersiz yücesinin kadr-u kıymetini anlatmaya Mesnevi kitabı yeterlidir. “Ben o kadri yüce zat hakkında ne söyleyebilirim? Peygamber değildir ama kitap sahibidir.” Yani bir insan-ı kâmil’i anlamak, onun eserini anlamaya çalışmakla mümkün olur buyuruyor Molla Cami. Yani nakş’a bakıp nakkaş’ı görmek, resme bakıp ressamı görmek gibi. Molla Cami gibi bir zat’ın bile “Ben ne söyleyebilirim?” diyerek aczini beyan ettiği insan-ı kamil tarifi ile, herkes acizdir. Ancak şu kadarı söylenebilir; Allah’ın kitabında habibine dahi: “Gözlerini onlardan ayırma!”[18:28] diye emir buyurduğu kişiler insan-ı kamil olanlardır. Ve bu emir Hz. Peygamberimizin hayatı ile sınırlı bir emir değildir, onun Zât-ı Risâlet Penâhilerine verilmiş olan emir hepimiz için geçerlidir. Bizim’de bu âyet gereğince insan-ı kâmillerden, velilerden, hem baş gözümüzü, hem gönül gözümüzü ayırmamamız gerekir. Efendim dünyaya gelmedik. Dünyaya gönderildik. Gelirken sormadılar, giderken de sormayacaklar. Nasıl parmak izimizden saç telimize, DNA’mıza kadar farklı maddi yapıda isek, manevi yapılarımızda böyle farklı. Maddi yapımızdaki arızaları hekimlerimiz gideriyorlar, tedavi ediyorlar. Manevi yapımızdaki arızaları giderenler de yüce veliler. Şu an’da huzurunda bulunduğumuz Hz. Mevlâna gibi. Söz uzar Mevlâna hakkında söylenmesi gerekenler bitmez. Biz son söz olarak, Hz. Mevlâna’nın insan-ı kâmil’i  nasıl tarif ettiğini bir beyitle arzetmeğe çalışalım:
 
Afıtabı afıtabent evliya
Aftab ez nuri şan giret ziya
 
Güneş aydınlığını velilerin aydınlığından alır, veliler güneşlerin güneşidir.
 
Biz o güneşin aydınlığının, içimizi, derunumuzu aydınlatması dileği ile tekrar aynı sözle şimdilik vedalaşalım; Hoş kalın!
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 11:54:05 öö
Hukuk Fakültesi mezunusunuz, musiki konusunda, Mevlâna ve Mevlevilik, Tasavvuf konularında derin bir bilgi birikimine sahipsiniz. Tahsilinizi tamamladıktan sonra mı ilgilenmeye başladınız, daha önceleri de ilgi alanınıza dahil miydi bu tür konular?
Ben henüz ortaokul talebesi iken müzik merakım vardı ve ders almaya başladım. Daha sonraları da bu hep devam etti. Önce Klasik Batı Müziği dersleri aldım, üç sene kadar sonra Klasik Batı Müziği, bana beni söylemediği için Türk Müziği öğrenmeye çalıştım, hâlâ da öğrenmeye çalışıyorum. Sonra bu müziğin bir alt, itici gücünün olması lâzım geldiği düşüncesine vardım. Tasavvuf Müziği bu aşamada benim için önem kazandı, arkasından bu Tasavvufun müziği, bir de kendisi olması lâzım diye düşündüm ve onu araştırmaya başladım.
Hukuk tahsili ve onun gerektirdiği avukatlık veya sonucu olan avukatlık çoluk-çocuk beslemek için. Dolayısıyla müzik ve diğerleri ise, çoluk-çocuk beslemek için değil, gönül beslemek için. Dolayısıyla aslında zaten sanat meslek olarak icra edilemez. Sanattan meslek olmaz. Yani, para kazanmaya ve beden doyurmaya yönelik işlerle, gönül doyurmaya yönelik işler birbiriyle örtüşemez. Zaten büyük sanatkârlarında böyle yaptığını görüyoruz. Bugünden misal verelim, Sayın Dr. Alaaddin Yavaşça çok önemli bir jinekoloji uzmanıdır, bir hastanenin başhekimliğine kadar yükselmiştir ama bugün Türk Musikisi'nde nazariyat bilgisi, hoca, bestekâr, icracı olarak çok ileri yaşına rağmen hâlâ bir numaradır, bunun yanında çok da önemli bir tabiptir. Hattâ kendisi söyler bazen, sağda solda "hocam" diyen birileriyle karşılaştığında, o kadar çok öğrenci yetiştirmiştir ki, "kusura bakma evlâdım, sen müzikten mi talebemsin? Tıptan mı talebemsin?" diye de soracak kadar çok da insan yetiştirmiştir. Büyük bir hocalık vasfı vardır. Benim hocalarımdan biri rahmetli Emin Ongan aynı zamanda Tekel'de İdare Müdürüydü.
Yani bu işler para kazanmak için yapılmaz. Profesyonellik ne yazık ki para kazanmak olarak ölçülür bizde, halbuki sanat profesyonel bir iş değildir. Benim görüşüm bu. Bu görüşümü destekleyen pek çok tarihi olgu var.
Tasavvuf konusuyla ilgilenmeye başladıktan sonra mı Mevlâna ve Mesnevi ile yakınlaştınız?
Gayet tabii. Tasavvuf dendiği zaman, tasavvufun birtakım unsurları vardır. Olmazsa olmaz unsurları vardır. Bu unsurları temsil eden abîde şahsiyetler vardır, bunlar tasavvufun genel şahsiyetleridir. Herkes tarafından kabul edilir. Meselâ, bu unsurlar Terk, Züht, Takva, Yardım, İnayet, Aşk... gibi. Terk, denilince bütün tasavvuf aleminde İbrahim Ethem Hazretleri akla gelir. Züht-ü Takva denilince (Dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp, buyurduklarını yerine getirme, kendini aşırı derecede dine verme) Cüneyd-i Bağdadi zirvedir. İrfad denilince (Yardım etme, bağışta bulunma, hediye verme) Bestâmi akla gelir. Aşk deyince Mevlâna zirvedir. Peki ötekiler aşk değil mi? Ne münasebet... Türkiye'de ne yazık ki bir moda gereği sadece Hz. Mevlâna üzerinde konuşuluyor, o da yeterince tetkik edilmeden. Özellikle siyasilerimizin ağzında birbirinin kopyası olarak Türkiye'de sadece üç isimden bahsediliyor.
Moda olduğu için Hz. Mevlâna, Türkçe yazdığı söylendiği için Yunus Emre, siyasete alet edildiği için Hacı Bektaş-ı Veli. Halbuki Türkiye her vilayetinde değil, her kasabasında değil, adeta her köyünde bir veli ve arif barındıran bir zemindir Anadolu.
Mesela Uşak'ın Kabaklı Köyü, bu köyde Alaaddin-î Uşşaki diye bir zat vardır, çok önemlidir. Kimse adını bile bilmez. Bırakın vilayetleri kazaları, meselâ Malatya'nın Darende Kazası'nda bir Hamid-i Veli vardır, Hacı Bayram Veli'nin de hocası olan, meselâ İznik'te bir Eşrefzade Abdullah-ı Rûmi vardır, kim biliyor?
Şehirlere gelmedim, Kastamonu'daki Hacı Şaban-ı Veli'den, Manisa'daki Yiğitbaşı Veli'den, Kars'daki Ebul Hasan Harakâni'den bahsetmiyorum daha... Edirne'deki Sezai Günseli'den, Hakkari'deki Tahha-i Hakkari'den, Muğla'daki Şahidi'den... Bakın, Türkiye'deki dip noktalar... Henüz bunlardan bahsetmiyorum... Anlatabildim mi?
Dolayısıyla çok zengin, çok yüksek, gönül terbiyesine çok fazla emek vermiş ve bunun için de ömür tüketmiş insanlarımızın olduğu yerde, gayet yüzeysel bir lakırdıyla koskoca Anadolu'da bin senelik bir tarihte, olup olacağı üç tane adam var sanki. Bunların hepsi büyük adamdı o ayrı mesele ama bunlardan ibaret değildir. Elbette ki, aşkın sembolü ve zirvesi olarak kabul edilen Hz. Mevlâna ile ilgilenmeyen hiçbir tasavvuf adamı yoktur. Doğru mu? Eğri mi? Orası başka... Yani, doğru mu ilgileniyorlar yanlış mı? Bir kere aşkın ne olduğu konusunda hemfikir miyiz?
Evet, benim de sorularım içinde vardı bu konu.
İnsanlar, kendilerinin meyillerini, arzularını, nefsani heveslerini aşk diye isimlendiriyorlar. Aşk, tarifi olmayan bir kelimedir. Bizatihi, bütün tarifleri içinde barındırır. Meyil değildir aşk, arzu değildir, heves değildir ve en önemlisi istek değildir, vermektir. Bir duygunun aşk mı? Sıradan bir sevgi mi? Bir meyil ve heves mi olduğunun ölçüsü gayet kolaydır.
Yeter ki insan, kendini objektif bir gözle görebilsin. Ben karşımdakinden bir şey istiyor muyum? Ne olduğu çok önemli değil, Meselâ, onun da beni sevmesini istiyorum, bu aşk değildir. "Ben ona ne verebilirim?" Hayat dahil... Baş dahil... Can dahil... Çünkü, "Canını, canana vermektir kemali aşıkın / Vermeyen can, itiraf etmek gerek noksanını."
Aşkın ne olduğunu öğrenmek için biraz Fuzûli okusunlar, biraz. Çok değil.
Aşk, iki beden arasındaki değil, iki gönül arasındaki ilişkidir. Gönlün cinsiyeti olmaz. Dolayısıyla, bu gönlün sahibi olanın erkekliği-dişiliği kimseyi alâkadar etmez. Cins olarak, erkekten erkeğe, kadından kadına, erkekten kadına, kadından erkeğe olur aşk.
Aşk gönüldedir, öyle bir derttir ki; devası kendinde gizlidir. Dışarıdan dert gibi gözükür, "bu akıllı işi mi?" denir. Evet, akıllı işi değildir. Çünkü aşk iradi değildir. İradeyle alâkası yoktur. Çünkü gönül ferman dinlemez. O fermanı, biz zannediyoruz ki padişah fermanı, hayır? Kişinin kendi aklının verdiği fermanı da dinlemez. "Şunu sevme! Bunu Seveceksin! Bu İlmen böyledir!" Hayır, aşkta böyle şey olmaz.
Sevgi ile aşk arasındaki farklılar nelerdir sizce?
Şiddet... Sevgide mutlaka bir karşılıklılık vardır. Gerçi aşkın da ileri derecesinde karşılıklılık oluşur o ayrı mesele de... Sevgi, arzu ile başlar, kediye de sevgi, ağaca da sevgi, kişiye de sevgi, güzel havaya da sevgi, memlekete de sevgi... Ama bunlar aşk değildir. Aşk, batı dillerinde karşılığı olmayan bir kelimedir çünkü aşk kavramı batı fikriyatında yoktur. Gönül kelimesinin ihtiva ettiği mânâyı da içeren bir kelime batı dillerinin hiç birinde yoktur. Ana dil olan Lâtince dahil hiç birinde yoktur.
Bu kültür nedeniyle olsa gerek, toplumumuz gönüle çok önem veriyor, gönül eğitimi ön plana çıkıyor.
Evet, bu kültürden dolayı. Bu Şark kültürüdür. Şark kültürü de ne yazık ki okullarımızda bize empoze edilmek istendiği gibi matbaa ve kalemden geçmez, ağız ve kulaktan geçer. Sözlü kültür çok önemlidir.
Şimdi bu sözlü kültürden uzaklaşa uzaklaşa çocuklarımız masal dinlemek yerine televizyon seyrettikleri için; ortaokul-lise öğrencisi seviyesindeki gençlerimizde muhayyile yok, hayal yok, imge yok, imaj yok... Muhayyile deyince eski oluyor da, imaj deyince yeni oluyor nedense!? Göçebe bir kavmin lisanında, yerleşik bir kavmin lisanında olan kavramlar olur mu?
Mesnevi'nin Farsça yazılmasının nedeni Mevlâna'nın ana dili olmasından mıdır yoksa dilin zenginliği açısından mı düşünmek gerekir?
Dilin zenginliği açısından değil, ana dilinden dolayıdır. Çünkü Orta Asya'lı Türkler Farsça konuşurlar, bunu kimse bilmiyor ki. Bugün Belh şehri Afganistan'ın sınırları içinde kaldığı için Mevlâna'ya Afganlıdır demeye kalkanlar var.
Farsça olduğu için Acem'dir demeye kalkanlar var. Türk olduğunu kimse kabul edemiyor. Çünkü Türklük daima başkalarının gözünü korkutan bir varlıktır. Çünkü Türkler fatih insanlardır, idareci insanlardır, asker insanlardır. Bundan dolayı da herkes korkar ve medeniyeti yakıştırmaz. Sinan'a bile Ermeni demeye çalışırlar. Fatih gibi bir büyük adama yabancı kökenli demeye, en azından dini başka demeye kalkışırlar... Meselâ Fatih Divanı'nı, Avni Divanı'nı okusalar, ne olduğunu anlarlar. Allah ve Resulüne ne kadar bağlı olduğunu, onlar hakkında şiir yazacak kadar muhabbeti olduğunu anlarlar.
Onun için Hz. Mevlâna'nın da kim olduğu incelenmeden, o ortamda hangi lisan konuşulduğu bilinmeden hüküm çıkarılıyor. Farsça, tek bir lisan, bugünkü İranlıların konuştuğu Pehlevi Farsçası ile Orta Asya Farsçası biribirinden çok farklı değil, ikisi de Farsça kökenli ama Çağatay Lehçesiyle, Anadolu Lehçesinin farkı kadar Pehlevi Farsça'sıyla, Horasan Farsça'sı fark eder.
Horasan Farsçası, Hz. Mevlâna'nın ana dilidir. Onun için ana diliyle yazmıştır. Ayrıca, herkes Türkçe yazıyor da, her yerde Türkçe konuşuluyor da o zaman Karamanoğlu Mehmet Bey'in "bundan sonra her yerde Türkçe konuşulsun!" diye fermanının gereği nedir? Demek ki herkes Türkçe konuşmuyordu. Türkçe sonra oturdu.
Mesnevi hakkında yapılan araştırmalar ve çalışmalar yeterli midir? Sizin, öncelikle tercih ettiğiniz çalışmalar hangileridir?
Tabii. Yedi yüz yıldır halen devam ediyor. Benim öyle tasvip etme gibi bir küstahlığım olamaz da, bugünkü Latince Mesnevi Şerhleri içerisinde bir numarası Tahir Ongun'unkidir. Kendine mahsus özellikler taşıyanı Ahmet Avni Konuk'tur. Kısa ve kolay anlaşılır olanı Ankara Valisi Abidin Paşa'ya aittir. Tamamen aşk açısından bakarak yapılan Mesnevi Seçmeleri İsmail Hakkı Bursavi'ye aittir, yeni Türkçe'si var mı? Bilmiyorum... Bir başka derunilik açısından Bosna'lı Sarı Abdullah Efendi'nin Mesnevi Şerhi'ni söyleyebilirim. Bütün Mesnevi Şerhlerince en mükemmel olarak gösterilen Galata Mevlevihanesi Şeyhi İsmail Rasuhi Ankaravi'ninkidir.
Bütün tasavvuf ve elbette ki tasavvufun bir başka görüntüsü olan aşk'la ilgilenen herkes Mesnevi ile ilgilenmiştir. Mesnevi, Mevleviliğe ait değildir, tasavvufa ait değildir. İlkokul çocuğundan, ordinaryüs profesöre kadar herkese bir şeyler söyler.
Tercüme farklılıkları, anlayış ve yorum farklılığı getiriyor mu Mesnevi'ye?
Tercümeden, hüküm çıkarılmaya çalışılmazsa doğrusu anlaşılır. Tercümeden hüküm çıkarılmaz, hüküm çıkarılmadan okunması lâzım. Kişi, bir tercüme okuduğu zaman o mütercimin, o kitabın aslından ne anladığını okur, kitabın aslını okumaz. Ayrıca şiirin tercümesi yapılamaz, şiir olmaktan çıkar.
Kendi içinde saklı bir anlam bütünlüğü olması bakımından söylüyorsunuz sanıyorum?
Bunun böyle olduğunu da Hz. Mevlâna bir kitabına verdiği isimde anlatıyor.
Fihi Mafih'i kastediyorsunuz?
Evet. Bunun içindekinin içindedir diyor. Ne demek bu? İçine girebilen anlar.. Dolayısıyla Mesnevi Şerif'in tercümesinden değil, sıradan bir gazete makalesinin tercümesinden bile hüküm çıkarılmaz. Sekiz-on tane tercüme okunursa eh biraz bir fikir sahibi olunur. Aslını okumak lâzım.
Mesnevi'yi okumadan önce bilinmesi, araştırılması gereken konular nelerdir sizce? En iyi şekilde yararlanabilmek için nasıl bir yol izlenmesini tavsiye edersiniz?
Evvelâ, dini bilgilerini tamamlaması lâzım. İlmihâl bilecek. Yani ibadetlerin nasıl yapılması icabettiğini öğrenecek. Bakın öğrenmek başka, yapmak başkadır. Dini bilgilere sahip olmayanlar tasavvuf öğrenemezler. İşte bugünkü gibi birtakım saçmalayanlar ortaya çıkar. Çünkü dinin iki kanadı vardır, iki ayağı vardır. Biri yükümlülükler, biri muhabbet. Muhabbet olmadan tek kanatlıdır uçamaz, yükümlülüklerini yerine getirmeden de tek kanatlıdır uçamaz. Halbuki din insanı ileriye ve yukarıya götüren bir kurumdur. Yükselten ve ilerleten bir kurumdur. Evvelâ bu bilinecek. Mesnevi Şerif, diyelim ki bugünkü akademik kariyer meselesinde ordinaryüs profesörlük seviyesidir. Daha anaokulu seviyesini bile idrak etmemiş olanlar, Mesnevi'den bir şey anlamazlar. Anladıklarını iddia ederler. Beydaba'dan haberi olmayanlar, İntak sanatını bilmeyenler Mesnevi Şerif'i birtakım La Fonten Fabl'ları zannedebilirler. Peki, bu kadar çok şerh, açıklama, tercüme yapılan bir kitabın bu kadar basit olması mümkün müdür?
Bu cahilliktir. Bu cahillikten kurtulmanın yolu, öncelikle evvel bilgilerin okunmasıdır. Peygamberlerin hayatı, Peygamberler tarihi okunacak, kâinatın yaratılışındaki hikmetler okunacak, dinin gerekleri okunacak, batıl ve hak din kavramları bilecek. Sonra Müslümanlık öğrenilecek, Müslümanlığı öğrendikten sonra tasavvufu öğrenecek, tasavvufu öğrendikten sonra Mevlâna'yı öğrenecek, sonra Mesnevi öğrenebilir. Çünkü Dünya'da iki tane kitap için okul açılmıştır. Biri Kuran-ı Kerim, biri Mesnevi Şerif Dar-ül Mesnevi diye okul vardır, bütün Mevlevihaneler Mesnevi okullarıdır. Bütün Mesnevihanlar Mesnevi profesörleridir. Ayrıca bir Nakşi Şeyhi tarafından Eyüp Sultan sırtlarında, hâlâ bilinen Darül Mesnevi adındaki okulda sadece Mesnevi tahsili yapılır. Dünyada başka bir eşi yok, bir kitap için bir okul açılmasının. Kuran-ı Kerim için de pek çok okul açılmıştır, bütün medreseler Kuran-ı Kerim öğretir, o ayrı mesele. Başka hiçbir kitap için okul yoktur. O okulda ve klasik Mesnevi eğitiminde, evvelâ gramer kaideleri de dahil olmak üzere, bütün şiveleri de dahil olmak üzere çok iyi Farsça bilinecek. Lügat manâsı verilmeden, deyim manâsı verilmez.
O Farsça bilindikten sonra onun sanatı öğrenilmek için mutlaka Sadi-i Şirazi ve Hafız-ı Şirazi okunacak, sanat açısından. Sonra Hz. Mevlâna'nın severek okuduğu kitaplar olan Hakim Senai'nin ve Feridettin Attar'ın İlâhiname, Esrarname, Mantıkut-Tayr, Pendname gibi eserleri okunacak.
Okumak derken, gazete okur gibi değil; gönle ve kafaya kaldırılacak. Mesnevi okumak ondan sonra başlar. Bugünün insanında bu kadar çok incelemeler yapanını görmediğim için, tabii varsa hepsinin elini ayağını öperim ben. Görmediğim için kimseye "Mesnevi okuyun" filan demem ben. Evvelâ İlmihal okuyun derim.
Şems'le ilgili birkaç sorum olacaktı...
Hz. Şems'le ilgili sualler herkesin ağzında sakızdır. Hz. Mevlâna'yı yeterince okuyanlar ve tetkik edenler bilirler ki, Hz. Mevlâna kendisinin Hz. Şems'le olan ilişkisinde çok önemli bir söz söylemiştir. Bu söz yeterince anlaşılmamaktadır, gündeme dahi gelmemektedir. Hz. Mevlâna şöyle buyuruyorlar: "Büyük Mevlâna, yani babam beş sene daha yaşasaydı, benim Şems'e ihtiyacım kalmazdı." Hz. Mevlâna, Hz. Şems'den ibaret değildir. Başta babası vardır ondan sonra Seyyid Burhaneddin Hazretleri vardır ve Hz. Şems'in hemen yanı sıra Selahaddin Zerkubi vardır. Hemen yanı sıra Çelebi Hüsamettin vardır, muhterem oğlu Sultan Veled vardır. Bunlar olmadan, bu isimleri nazarı itibara almadan sadece Şems demek, Hz. Mevlâna'yı tanımamak demektir.
Sizinle görüşeceğimi bilen ve kendisi de Hz. Mevlâna ile oldukça ilgili olan bir arkadaşım benden şu soruyu sormamı rica etti, "Şems'den evvel Mevlâna sadece aşıktı, Şems'den sonra ise maşuk oldu." deniliyor, ben yeterince aydınlanmış bir açıklama bulamadım bu konuda. Tuğrul Bey bir açıklama getirebilir mi acaba?
Bunlar herkesin ağzında sakız olacak kelimeler değildir. Bunun başka şekillerde de ifade edildiğini de duyduk. "Hz. Şems'den evvel Molla idi, ondan sonra aşık oldu" tarzında söyleyişler de var. Efendim, Bahaeddin Veled'i yani Sultan-ül Ulema'yı, Peder-i Ali'lerini tanımadan Mevlâna'yı tanımak mümkün değildir. Hz. Şems'le, Hz. Mevlâna arasındaki münasebetin en güzel tarifi bence şudur. Hz. Şems'e kadar Mevlâna, eski tabirle yağı süzülmüş, fitili burulmuş, bir kibrit bekleyen kandil gibiydi. O kibriti Şems çaktı. Bunu yeni zamana intikal ettirirsek, kocaman bir evin bütün elektrik tesisatı döşenmişti, bütün ampulleri takılmıştı, bütün prizlerine fişler geçirilmişti, şalteri indirmek Şems'e kaldı. Bundan ibarettir.
Yani, "talebe hazır olduğunda öğretmen gelir" şeklinde mi? Aralarındaki alışverişin mahiyeti nedir sizce?
Aralarındaki ilişki öğretmen, öğrenci ilişkisi değildir, mürit- mürşit ilişkisi değildir. Tasavvufta "sohbet şeyhliği" diye bir kurum vardır. İkisi de birbirinin sohbet şeyhidir. Bir tarikatın olmazsa olmaz unsuru silsilesidir. Cenab-ı Allah'tan Cebrail a.s vasıtasıyla, Hz. Peygamber'e ve oradan da o zata kadar gelen silsile. Bu hep isimden isime geçerek gelir ve bir yazılı evrak halinde kişiye verilir. O yazılı evrak da vefat eden olduğunda, vefat edenin eline verilir, beraber gömülür. Araya isim yazıp, kendi kendine "ben de onlardanım" diyen sahtekârlar çıkmasın diye. Hz. Mevlâna silsilesinde Hz. Şems yoktur.
Hz. Mevlâna emaneti, bu bir manevi emanettir. Bu emanetler bir iletkenlik vasıtasıyla Hz. Peygamber'den itibaren bütün insanlara yayılmaktadır, iletkenlerle. Bu iletkenlerin içerisinde altınlar ve platinler de vardır, bakırlar da vardır. Bu iletkenlerden bazıları trafodur, bazıları sadece kablodur. İşte bu trafolara Pir denir. Hz. Mevlâna onlardandır. Hz. Mevlâna'ya gelen kablo da Hz. Şems yoktur. Belki trafoyu inşa etmekte emeği vardır, belki değil mutlaka vardır ama gelen kabloda Şems yoktur.
Seyyid Burhaneddin vardır, babası öldükten sonra boş kalmamıştır Mevlâna. Seyyid Burhaneddin Hazretleri Konya'ya gelmiştir, Mevlâna'yı yetiştirdikten sonra da "Bir semada iki güneş olmaz" diyerek, Kayseri'ye dönmüştür. Çünkü o da bir semadaki güneş gibidir. Kim biliyor bunları...? İsmini bile bilmeyenler Hz. Şems'den bahsediyorlar. Onun için bu cehalettir, bu cehaletten kurtulmanın yolu en azından bibliyografik bilgiyi bilmekten, tamamlamaktan geçer.
İşte bu bibliyografik bilgi olmazsa, böyle saçma sapan konuşulur. Herkesin ağzına sakız olur. O da bir hikmettir amenna!..
Reenkarnasyon...
Öyle bir şey yoktur!..
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 11:55:50 öö
Mevlâna'da reenkarnasyon...
Öyle bir şey yoktur ki, Mevlâna'da olsun... Reenkarnasyon bir zandan ibarettir. Allah'ın, Hz. Adem'e bildirdiği ve ondan sonra bütün peygamberler vasıtasıyla tüm insanlara bildirdiği "insanın tekâmülünü" anlamayan bazı insanlar, ruhun başka bedenlerde tekrar canlanması tarzında anlamışlardır. Böyle değildir. Çünkü, ruhsuz bir ceset kul değildir, cesetsiz bir ruh kul değildir. Ruh denen cevherin nefisle olan alâkası vardır. Nefsin tekâmülü insana verilmiş olan dünya ömrü içinde yapılmaktadır.
Bu, tek seferde mi...
Gidiş, geliş diye bir şey yoktur. Çünkü o zaman belli sayıda ruh var, belli sayıdan fazla ceset var gibi bir manâ çıkar. Böyle bir şey yoktur. Allah belli sayıda ruh yarattı ama bol sayıda ceset yarattı, bu cesetlere sokup çıkarıyor gibi Allah'a bir eksiklik isnat etmektir. Dolayısıyla ruhun, gidip-gelmesi yoktur. Ancak insan doğmakla varolmamıştır, ana karnına düşmekle de varolmamıştır. Allah'ın "Kün" emriyle varolmuştur ve bir tanedir. Dünya hayatı geçirdiği safhaların en mütekâmilidir. Bu tekâmül vefat ile biter. Ondan sonra ebedi hayat başlar. Aslında ebedi hayat, "ol" emriyle başlamıştır ama safhaları vardır.
Biz ana karnındaki hayatımızı hatırlıyor muyuz? Hayır... Hatırlamıyoruz diye yok mu? Var. Dolayısıyla bir de Bezm-i Elest var. Hatırlamıyoruz ama var.
Kal-ü Belâ'yı kastediyorsunuz sanıyorum.
Kal-ü Belâ dediğimiz şey o. Dolayısıyla reenkarnasyon hem Hinduizm'de hem Brahmanizm'de olan Hint asıllı, bir asli unsur değil, bir terbiye sistemidir.
Aslında bu mevcut varlıklara saygılı ve sevgili, hürmetkâr ve hizmetkâr davranmak için ortaya konmuştur. Yani, öyle inekti, eşekti, böcekti diye kakalama "yahu o inek dediğin belki senin büyük ninendir" diyerek, onun zaafından istifade ederek sevgiyi yayabilmek için. Sonra çığırından çıkmış bir yanlış ve batıl inanç haline gelmiştir. Halbuki bu normal olarak Allah'ın verdiği terbiye sisteminde var ama insan bu yüksekliğe erişemediğinden böyle olmuştur.
Özellikle İslâm'ın bunu kabul ettiğini iddia edenlerin Kuran'ı Kerim'i anlamamasından kaynaklanır. Çünkü Kuran'ı Kerim "Ben sizi öldürürüm- diriltirim, öldürürüm-diriltirim" diye söylüyor ayette de.
Bu nefs-i mutmain ile alâkalıdır. Çünkü evvelki nefisten ölünmeden bir üst basamaktaki nefse çıkılmaz. O, onu demektedir, o terbiye ile alâkalıdır. Ölmek, dirilmekle alâkalı değildir. Ölmek demek toprağa girmek değildir. Niye Hz. Muhammed'in hadisleri devreye sokulmadan bu işler anlatılıyor. "Müminler ölmez, bir yerden bir yere göç ederler" buyuruyor. Öldüyse, niye gidiyoruz o kabirlere ziyarete. Anamızdan, babamızdan tutun da taa büyüklere Hz. Peygamber'e kadar, niye gidiyoruz ki...? Tanımadığımız kabirlere de gidiyoruz veli kabirlerine, padişah kabirlerine, cumhurbaşkanı kabirlerine... Bir semboldür, falan, filandır ama gidince de birşeyler oluyor, bir duygu alışverişi oluyor, niye oluyor? Kendimiz mi icat ediyoruz? Yoksa, o ölü dediklerimiz de kendilerine mahsus bir diriliş mi var? Zaten Allah söylüyor "onlara ölü demeyiniz, onlar belki diridirler; benim indimde rızıklandırılırlar ama sizin bu işe aklınız ermez" diyor. Yani, amiyane tabirle sizin bu işe kafanız basmaz demektir. Allah diyor ki: "Sizin bu işe kafanız basmaz, siz bunu düşünemezsiniz." Biz diyoruz ki: "Biz bunu düşünürüz." Kimin dediği olacak? Bu kadar kolay yani...
İslâm'da olmadığı için Mevlâna'da da reenkarnasyon yoktur. "Ben Peygamber'in ayağının tozuyum" diyen bir adamın, Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği bir dinin ve o yüksek esasların dışına çıkması mümkün değildir.
Öyle parlak bir güneştir ki, öyle çok taraflı bir zattır ki, öyle görmek isteyenler ona öyle bir kulp takabilir ama bütün büyüklere takılan kulplar zaman içinde kırılır, düşerler. O yine büyüklüğüyle varolmaya devam eder.
Bugün Dünya'da ve Ülkemizde İslâmiyet'in uygulanış biçimini Kuran'ı Kerim'den kopuk olarak görüyor musunuz?
Tamamen kopuk görüyorum. Din diye bir şey kalmamış. Din, bir yaşama tarzıdır. Bir kere din kurumunun evvelâ iki ayrımını bilmek çok önemlidir. Hak din, batıl dinler. Hak ve batıl yapılmadan hepsi aynı teraziye konmaz. Dinlerin sosyolojik olarak tasnifi mümkündür, teolojik olarak tasnifi mümkün değildir. Bir tek din vardır, İslâm. Çünkü bir tane Allah'ın, on tane dini olmaz. Şimdi, bir dinde ne söylendiyse, ne yapıldıysa kaynağımesnedi ve temeli vardır. Biz tatbikata bakıp, kaide icat ediyoruz. Yani uygulamadan kural çıkarıyoruz. Hayır efendim, kurallar kaynakta yazar, uygulamada değil. Çünkü, uygulamalar; mümkün mertebe yapılan şeylerdir.
Biz, o kadar cahil bırakıldık ki; dinimiz yaşama dini olmaktan çıkıp, tapınma dini olmaya indirgendi.
Tapınanların tapınma ritüellerini yerine getirenler, "ben dinimi yerine getirdim" zannediyor. Bu gidişatın sonu nedir?
Yaşama dini olmaktan, tapınma dini haline indirgenen din, böyle devam ederse yakında sadece dua dini haline indirgenir. Din ortadan kalkmaz. Çünkü her insan yeryüzünde Allah'ın halifesidir. Her insanda Allah'tan üfürülmüş ruh vardır. Her su damlasının denize kavuşma isteği gibi, her insan Rab'bine ibadet isteğiyle doğar. Bunu ister putla yapar, ister Rab'bül Alemi'nde yapar, ama yapar. Din bitmez ama yaşama dini olmaktan çıkıp, tapınma dini haline gelir. Bunun da devamında dua dini haline gelir.
Biz dinimizi elbette ki, yaşamıyoruz. Yaşasaydık, meselâ temiz olurduk. Hz. Muhammed'in hadisi gayet sarihtir: "Temizlik imandan kaynaklanır". Bakalım temiz miyiz? Değil miyiz? Temiz değilsek, Hz. Peygamber de yalan söylemeyeceğine göre; biz iman sahibi değiliz demektir. Bu kadar kolay... "Müslümanlar pistir" diyeceğimize, "bu adamlar pistir" dediğimiz zaman doğrudur. Müslüman pis olmaz, pis ise iman sahibi değildir. Bu kadar kolay.
Vaktinizin çok kıymetli olduğunu biliyorum. Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum.
Ben de teşekkür ediyorum.
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 11:59:45 öö
EY OĞUL! BAĞINI KOPAR VE KURTUL

Mesnevî-i Şerîf’in “Bişnev” (dinle, işit, duy!) emri ile başlayıp “Vesselâm!” kelimesiyle biten ilk on sekiz beyti daha evvel de söylediğimiz gibi bizzat Hazret-i Mevlânâ tarafından yazılmış, bundan sonrası ise Hazret-i Mevlânâ tarafından söylenip Hüsâmeddin Çelebi tarafından kaleme alınmış. Ve ilk on sekiz beyit gerek Hazret-i Mevlânâ’nın kaleminden bizzat çıkmış olduğu gerekse bütün Mesnevî’nin özünü kendisinde topladığı için birçok büyükler tarafından ayrıca şerh edilmiş, hakkında eserler yazılmış. Hatta Hazret-i Şârih diye anılan Galata Mevlevîhânesi Şeyhi İsmail Rusûhî Ankaravî Dede Hazretleri dahi Fâtihü’l Ebyât yani beyitlerin açıcısı, açıklayıcısı, girişi meâlinde bir ayrı eser yazmıştır. İlk on sekiz beyitten sonra Hazret-i Mevlânâ söylemiş, Hüsâmeddin Çelebi yazmış.
 
Hazret-i Mevlânâ’nın zaten tahkiye usulüyle -yazım tarzı ve öğreti metodu böyle- yazdığı Dîvan-ı Kebir’de de aynı özellik var. Yalnız Dîvan-ı Kebir bir kişi tarafından değil “Küttâb-ı Esrâr” (Sırların Kâtipleri) denilen kişiler tarafından yazılmış. Mektupları, Mecâlis-i Seb‘a’sı, Fîhi Mâ Fîh’i hep aynı mahiyette. Yani kendisi bizzat oturup eser telif etmemiş. İçindeki büyük hazineyi hep dile getirmiş, etrafındakiler yazmışlar. Biz, bundan sonra Mesnevî-i Şerîf’in on dokuzuncu beytinden itibaren sıra ile gitmeye çalışacağız. Fakat daha evvel bazı özelliklere dikkat çekmek istiyorum.
 
Mesnevî-i Şerîf Hazret-i Mevlânâ’nın diğer eserlerinden daha başka türlü bir eser olarak kabul edilmiş ve böyle olduğu hiç münakaşa edilmemiştir. Mesnevî-i Şerîf’teki mevzular aynen Dîvan-ı Kebir’de de vardır. Dîvan-ı Kebir’de bir gazele sıkıştırılmış mevzu Mesnevî-i Şerîf’te, meselâ bir hikâye hâlinde söylenmiştir. Fakat azîz dostlar, bazı nutukların -malum, evliyâ sözleri olan şiirlere nutuk denir-  bazı ilâhilerin, bazı bestelerin, bazı kitapların kendine mahsus birtakım özel canları vardır. Hazret-i Mevlânâ’nın diğer eserleri de değeri Mesnevî’den hiç aşağı olmamasına rağmen Mesnevî’de gizli ve aşikâr bir irşad özelliği vardır. Yani Mesnevî didaktiktir, Dîvan-ı Kebir liriktir sözü yanlıştır. Dîvan-ı Kebir’de de lirizm vardır, Mesnevî-i Şerîf’te de. Dîvan-ı Kebir’de didaktik bir taraf vardır Mesnevî-i Şerîf’te de. Ama Mesnevî-i Şerîf’in ayrı bir ‘mürşid kitap’ olma özelliği vardır ve bunun içindir ki, Dîvan-ı Kebir’le, Fîhi Mâ Fîh’le Mecalisi Seba’yla, Mektubat’la meşgul olunmuş fakat gerek Mevlevî tekkelerinde, gerek diğer mahfillerde Mesnevî ayrı bir incelemeye ve ayrı bir öğretiye tâbî tutulmuştur. İşte bu özelliklerinden -anlayabildiğimiz veya anlayamadığımız- dolayı Mesnevî, kendine mahsus, özel bir irşad metodu takip eden bir kitaptır. Mevzuları Dîvan-ı Kebir’in mevzularından hiç ayrı olmamasına yani kısaca âyet, hadîs tercüme ve şerhi açıklamasından ibaret olmasına rağmen Mesnevî kitabı bir mürşid kitaptır. Lisanı, o günün konuşulan Horasan Farsçasıdır. Bugünün anlayışı ile “Hazret-i Mevlânâ Türk’tü, Anadolu’da yaşıyor idi, lâkabı dahi Anadolulu mânâsına Rûmî idi, niye yabancı dille yazdı?” deniyor. Yabancı dille filân yazmadı Hazret-i Mevlânâ. Anadili olan Horasan Farsçasıyla yazdı, Belhli Farsçasıyla. Çünkü Horasan’da o asırlarda yani bundan yedi asır önce Türkçe değil, Horasan’a mahsus Farsça konuşuluyor idi. Dolayısıyla anadilinde yazdı. Tabii Türkçe, Rumca ve Arapça da biliyordu. Ve enteresandır, gerek Mesnevî-i Şerîf’te gerek diğer eserlerinde geçen Arapça beyitler, mısralar Halep Arapçası. Çünkü malum, Arapçanın da pek çok şive, lisan özellikleri var. Bir Berberî Arapçasıyla Hicaz Arapçası, bir Kûfe Arapçası, bir Mısır Arapçası birbirine benzemez. Mesnevî-i Şerîf’te olsun diğer eserlerinde olsun Hazret-i Mevlânâ’nın Arapçası Halep Arapçasıdır, çünkü özel tahsile Halep’e gitmiştir Hazret-i Mevlânâ. Tabi başka lisanlar da kullanıyor, meselâ günün komşu lisanı olarak kabul edilebilecek Rumca kullanıyor. Rumca lisanının getirdiği değişiklikleri yakinen bilenler Hazret-i Mevlânâ’nın kullandığı Rumca kelime, deyim ve ifadelerin yedi asır önce Anadolu’da kullanılan halk Rumcası olduğunu da tespit etmişlerdir. Dolayısıyla Hazret-i Mevlânâ yabancı dil kullanmamıştır. Bu çok mühim bir özellik çünkü bu hususta pek çok mevzu ile yeterince alâkalı olmayan kişiler dahi fikir beyan ediyorlar. Zamanın şartlarını iyi bilmek, kullanılan lisanın, o zamanlar yabancı lisan mı herkesin anlayacağı bir lisan mı olduğunu iyi tayin etmek lâzım. Ve Hazret-i Mevlânâ on sekizinci beyitte “Ham olanlar, pişkin ve olgun olanların hâlinden anlarlar mı? Mademki anlamazlar, öyleyse sözü kısa kesmek lâzım vesselâm.” dedikten sonra pişkin ve olgun zâtların sözlerinden ve hâllerinden anlayabilmek, istifade edebilmek için ne gibi hâller takınılması lâzım geldiği hakkında bize nasihatlerde bulunuyor. Ve buyuruyor ki:
 
Bend bügsîr bâş âzâd ey püser
Çend bâşî bend-i sim u bend-i zer
(Ey oğul! Bağını kopar ve kurtul. Ne zamana kadar altın ve gümüş kaydında kalacaksın?)
 
Efendim insanlarda mal toplamak, servet bir araya getirmek ve istikbali için o serveti o malı veren Allah’a değil de o servete ve mala güvenmek gibi bir acayiplik vardır. Hâlbuki güzelliğine bir sivilce yeter, malına bir kıvılcım yeter. Dolayısıyla mala servete değil de o malı ve serveti verene güvenmek varken böyle gafletler her zaman işlenmektedir. Hazret-i Mevlânâ mal toplamayı, mala esir olmayı, olgunların ve pişkinlerin sözlerini ve hâllerini anlamaya mânî bir hâl olarak anlatıyor. Sûre-i Âl-i İmrân’da “Kadınlara, evlatlara, altına, gümüşe, değerli atlara, ekin ve tarlalara mâlik olmak arzusu insanlar için süslü, güzel arzulardır. Hâlbuki bunlar sadece dünya hayatına ait geçici faydalardır, dönüp varılacak bütün güzellikler, kalıcı güzellikler ise Allah’ın nezdindedir.” diyor. Âyetin devamında Cenâb-ı Hakk bir nasihatte daha bulunuyor kullarına, bizlere; merhametinden, inâyetinden, lutfundan dolayı. “Size bunlardan; kadınlar, evlatlar, kantar kantar altınlar, gümüşler, kıymetli hayvanlar, tarlalar vs.den daha hayırlısını haber vereyim. Takva ehli için çok daha kıymetli şeyler vardır. Altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler...) En mühimi Allah’ın rızası… Allah kullarını hakkıyla görücüdür, diye âyet bitiyor. İşte dünya metaına, geçici olan şeylere geçici değerler vermek, geçici olmayan baki olan şeylere de baki değerler vermek için bir başka âyette de hakîki sevgiliye kavuşabilmek için sevgili zannedilen şeyleri vermek lâzımdır.  “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcayıncaya kadar iyiliğe ermiş olamazsınız.” Zaten daha Kur’ân-ı Kerîm’in başında “Malın fazlasından –kullanmadıklarından değil- bizzat nafakalarından başkalarını rızıklandırırlar. Mü’minler onlardır.” Kendi yiyeceğinden, içeceğinden dahi başkalarını rızıklandırmak. İşte böylelikle Allah’ın beğenmediği, dünya için lâzım olan ama rızaya faydası olmayan, Hakk yolunda kullanılmazsa sadece bir şehvetle mal hırsına tâbi olunursa insana hiçbir şey kazandırmayacak olan mal hırsı âriflerin, âlimlerin sözlerini ve hâllerini anlamaya mânî teşkil eden bir esaret hâlidir. Onun için diyor ki Hazret-i Mevlânâ: “Bend-i sim ü bend-i zer” Altın ve gümüş bağları, bentleri. Bunlardan kurtulmak lâzımdır. Allah yolunda yürüyecek olanların ayaklarının serbest olması lâzımdır. Hürriyet sahibi olmaları lâzımdır. Bir büyük zâta sormuşlar “Efendim sizin silsileniz nereye bağlı?” diye. Tabii bir silsileye bağlanmak, yani bir yol göstericinin ardına takılarak o yol göstericiye tâbi olarak yolda yürümek şarttır, elzemdir. Bu mânâda değil ama bir başka mânâda yani konuştuğumuz mânâda o büyük zâtın verdiği cevap çok enteresan. Sizin silsileniz nereye bağlı, sualine verdiği cevap: “Bir yere bağlı olanlar, varacakları yere varamazlar.”
 
Tasavvuf yolunda, seyr u sülûkta ilerlemek ve o ilerlemenin sonlarında daha hızlı yol katedebilmek için her türlü bağdan kurtulmuş olmak lâzımdır. Bunu çok büyük bir zât söylüyor. Şah-ı Nakşibend Hazretleri söylüyor. Allah yolunda yürüyecek olanların ayaklarının hiçbir yere bağlı olmaması lâzımdır. Nerde kaldı ki, dünya malı…
 
Hazret-i Ali (k.v.c) Hazretleri’nin “Ey altın ve gümüş, git başkalarını avut. Çocuk gibi ben sana avunacaklardan değilim.” sözü meşhurdur. Altın ve gümüşle simgelenen, sembolize edilen dünya malına bağlı olmak kişinin yaşı kaç olursa olsun çocukluktur, olgunluktan uzak hâllerdir. Olacak ama sadece ve sadece cüzdanda, vicdanda değil! Kasada olacak, masada olacak, gönülde olmayacak. Kâinat senin olsa, sen Allah’ın olacaksın. Bütün mesele bu. Yoksa bu sözleri yanlış anlayıp ‘bir lokma, bir hırka’ sözünün yüceliğini anlamadan tembelliğini bahane edenlerin fikirleri, fikir bile değildir. “Helâl mal, sahibi için ne güzeldir.” meâlinde bir hadîs var. Mal, toplanmak için değil hizmet etmek içindir. Hizmete aracı olması içindir ve o zaman da zaten bir esaret söz konusu olmaz.
 
“Dehrin metaı” diye bir söz var. Dehr; dönen, devreden, geçici olan âlem. Bu âlemin malları çocukları aldatan oyuncak gibidir. Ona müptela olanlar, bu oyuncaklarla avunmak isteyenler büyüklerin idrakine vasıl olamazlar çünkü onlar çocuk seviyesindedir. Ancak çocuktaki saflıktan uzak bir çocuk seviyesinde.
 
Allah malı da mülkü de, hakkı da batılı da, nuru da zulmeti de, akı da karayı da hakkıyla bilenlerden ve ona göre hareket edenlerden eylesin bizi.
 
Hoş olun, hoş kalın efendim!
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:04:29 ös
Akşam şerifler hayrolsun Aziz ve vefalı dostlar.
Vefalı, çünkü biliyorum ki aranızda en az birkaçyüz kişi, ya üçüncü beşinci, ya onuncu yirminci gelişi buraya, Şeb-i Arus’a, Hz. Mevlâna’ya. Yani bu bir Vefa göstergesi. Malumaliniz vefa Istanbul’da bir semtin, o semtteki bozacının adı değildir. Allah, kitabında, mü’minleri tarif ederken “Onlar ahitlerine vefa gösterenlerdir.” buyuruyor. Hz. Peygamber sözünde durmamanın, ahde vefa göstermemenin, münafıklık alameti olduğunu buyuruyor. Ve Hz. Mevlana, eserlerinde çok sıkça “Vefa’ya yemin olsun ki!” tabirini kullanarak, vefa’nın üzerine yemin edilecek kadar yüksek bir haslet olduğunu vurguluyor. Biz bu silsile içinde bize ögretilen vefanın değerine uyalımda, isterseniz bize Hz. Mevlâna’nın Mesnevi-i Serifini kazandıran Çelebi Hüsameddin’den bahsederek, bir vefa örneği vermiş olalım inşaallah.
Hz. Mevlâna’da varolan ilahî aşk’ı ortaya çıkarıveren Hz. Şemseddin-i Tebrizi’yi bir parça’da olsa tanıyoruz. Gerçi bazılarımız lalettayin insanlardan bahseder gibi Şems deyip geçiveriyorlar; hatta Konyamızda ki bazı tabelalarda sadece “Şems Türbesi” yazarak yeterince bir saygı ifadesi gösterilmiyor olsa’da biraz tanıyoruz. Mesnevi-i Şeriften de biraz haberimiz var. Ama Çelebi Hüsameddin’i yeterince tanıdığımızı söylememiz mümkün degil. Bildiğiniz gibi Mesnevi-i Şerifin Hz. Mevlâna tarafından konulmuş ismi “Hüsaminâme”dir. Bizzat kendisi öyle buyuruyorlar. Altıncı cildin başında Hz. Mevlâna buyururlar ki: “Senin gibi bir yücenin çekiciliği ile, dünyada Hüsaminâme dolaşmaya başladı.” Bildiğiniz gibi astronomi ilminde, bir çekicilikten, cazibeden bahsedilir. Güneşin cazibesi ile dünyamız ve gezegenler onun etrafında, dünyanın cazibesi ile ay onun etrafında, ay’ın cazibesi ile de med-cezir hadisesi olmaktadır. Hüsameddin Çelebi’nin cazibesi ile de, Hz. Mevlâna Hüsaminâme ismi verdiği Mesnevi-i Şerifi ortada gezdirmeye başlamıştır. Hüsameddin Çelebi’ye ithafen şöyle buyuruyor Hz. Pir:
Kasdemez el fazı o razı tü est
Kasdemez inşâı avaz ı tü est
 
 Pîşimen avaz et avaz-ı hodast
Aşıkez maşuk haşaki keycü dast
(Onun, yani Mesnevi’nin sözlerinden kastım ancak senin rızandır. Senin hatırın için ve hoşnutluğunu kazanmak için Mesnevi’yi yazdım, daha doğrusu söyledim. Bu sözleri Mesnevi’de inşa edişim senin sesini duyurmak içindir. Çünkü senin sesin Hüda’nın sesinden gayrı değildir, Çünkü sen Hüda’ya, Hüda sana aşıktır, aşıklar ve maşuklar birbirinden ayrılmazlar, dolayısı ile sadaları’da birbirinin aynıdır.)
Senin hatırın için söyledim demesi, malumaliniz Hz. Mevlâna’nın irşad halkasına dahil olanlar, Mesnevî-i Şerif yazılmadan önce tefsir, hadîs, fıkıh,siyer, kelâm, tasavvuf gibi ilimleri okurlar, özellikle Feridettin Attar Hazretlerinin İlâhinâme, Esrarnâme ve Mantık-ut Tayr isimli eserlerini, Hakîm Senâi'nin Hadikatül Hakîka ve Seyrul İvat isimli eserlerini okurlardı. Bunlar zaten klasik Mesnevi okumasınında ön bilgileri olarakta hala devam etmektedir. Hz. Mevlâna, Şeyh Attar’ı, Feridettin-i Attar’ı “Tasavvuf’un ruhu”, Hâkim Senâi'yi “ruhun gözü” diye tarif etmiştir. İşte Hüsameddin Çelebi, o eserler gibi bir eser yazması için, Hz. Mevlâna’dan ricacı olduğu zaman, “Ben de senin gibi düşünüyordum. Senin bu arzun senin temiz kalbinden bana aksetti de, ben de yazıverdim” diyerek sarığının arasından bir yazılı kağıt çıkardı. Onsekiz beyit yazılı idi orada. Efendim dikkat buyurulması gereken bir husus olarak arzedeyim; Hz. Mevlâna ilk onsekiz beyiti başındaki sarıktan çıkardı. Mesnevi’nin başucu kitabı değil, baştacı kitabı olması lazımdır. Anlayana….Ve Mesnevi-i Şerif’in ilk onsekiz beyiti Bişnev kelimesi ile başlar Vesselam kelimesi ile biter. Besmele’nin Be ile başlayıp, mim ile bitmesi gibidir. Söz elbette bitmeyecek, müsaadenizle Mesnevi’nin ön sözünde Hz. Pir Efendimizin Çelebi Hüsameddin hakkında söylediği sözlerle sözlerimizi taçlandırıp, Hüsameddin Çelebi’nin, Hz. Mevlana’nın ve yolundan gelenlerinin himmetlerini öyle niyâz edelim.
“Li istidai seyyidî ve senedi ve mutemedi ve mekâne ruhumin cesedi” diye başlayan bu sözler şunu demek istiyor;
“Mesnevî'yi bir istek bir arzu üzerine yazdım ki o talebin sahibi cesedimdeki ruhum gibi olan efendim, güvencim, bugünün de geleceğin de manevî gıdası, Âriflerin kendisine uyduğu, hidayet’e ve yakın’e ermişlerin rehberi, kalp ve akıl sahiplerinin güvenci, acizlerin imdadına koşucu, yaradılmışlar içinde Allah’ın emaneti, ve en saf temiz olanı…
Allah’ın Peygamberine tavsiye ettiği kıymeti gizli, yüksek kişilerden olan O “Hüsâmül Hakkı veddîn” yani hakkın ve dinin keskin kılıcı, arş hazinelerinin anahtarı, yer definelerinin sahibi ve koruyucusu, faziletler, erdemler sahibi Hasan oğlu, Muhammed oğlu Hasan'dır ki "Ahi Türk Oğlu" diye tanınır. O, bu vaktin Bayezîd-i Bestamî'si, asrın Cüneyd-i Bağdadî'sidir.”
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:07:22 ös
“Kâinatta Hem Temiz Hem Temizleyici Olan İki Şey Vardır:
 Biri Su, Biri Ehl-i Beyt-i Mustafa”

 
Nur-ı Muhammedi ne demektir, bu ifadeden ne anlıyorsunuz?
Efendim kâinatın yaratılışında şöyle bir ‘haber’ anlatılır. Cenab-ı Hak Kendi nurundan bir nur ayırdı. Yalnız burada tabirlere dikkat etmek lazım. Zatından, ruhundan değil; nurundan bir nur ayırdı ve o nura “Muhammed ol” dedi. Bu emir üzerine o nur insan şeklinde tecessüm etti, cisimlendi ve hemen dile gelip “La ilahe illallah” dedi. Allah-u Teala cevap verdi; “Muhammedun Resulallah”. Bu insan şeklinde tecessüm etmesinden dolayı…Veya murad-ı ilahi öyle, kendi kendine iradeyle olacak işler değildir bunlar. Bütün insanlar yeryüzüne Allah’ın halifesi olarak gönderildiler, Nur-ı Muhammedi şeklinde oldukları için…Yani insan şeklinde Nur-ı Muhammedi’den ziyade Nur-ı Muhammedi şeklinde insan olduk. Bu ilk oluşum olduğu için zaten Efendimiz hakkındaki sözlerin bir kısmı mesela; nur-ı evvel diye söylenir. Sonra bu Nur-ı Muhammedi’den levhler, kâlemler, arşlar, kürsiler vs…yaratıldı. Hepsi Nur-ı Muhammedi’nin yansımasıdır. Nur-ı Muhammedi de elbette nurullahtır. Ayrı görmemek, şaşı olmamak lazımdır. Tevhid sadece kelime-i tevhid’in, La ilahe illallah kelime-i tayyibesinin tekrarından ibaret değildir. Tevhidin ileri mertebelerinde böyle bir birleşim vardır. Buna rağmen İbn Arabi Hazretlerinin tabiriyle “Allah Allah’lığını kimseye vermez, Habib’i dahil” Bu nüanslarla bu işler lisana gelmeden laboratuara hayli hayli girmez. Ancak sezgi, muhabbet daha doğrusu aşk yoluyla anlaşılan şeylerdir.
‘Allah ve melekler, Resulüne salat ve selam ederler’ ayetindeki ‘salat’tan kastedilen mana nedir?
Bir müslümana yakışan ve bütün ibadat ve taattan, akaitten kasıt; Allah’ın Ahlakı’yla ahlaklanmaktır. Ancak demin arz ettiğim gibi Allah, Allah’lığını kimseye vermez. Rab Rab’dır, kul kuldur. Halık halıktır, mahluk mahluktur fakat halifetullah olmak çok önemli bir meseledir. Halife, müstahlefi gibi olmak durumundadır. Allah ve melekleri bir de mutlak ifade kullanarak ayetin başında “innallahe” mutlak ifadesi kullanacak melekleriyle birlikte Hz. Peygamberimize salât etmektedir. Salât kelimesi bir çok manaya gelir. Burada…. Nedir? Tazimdir. Halik mahlukuna tazim eder mi? Etmemesi için bir kayıt mı var, birisi karışabilir mi? Habibine tazim ediyor. Meleklerine de öyle emrediyor. Biz de mutlaka tazim ile
mükellefiz. Allah nasıl Resulullah’a salât ediyorsa, biz de O’nun gibi salât etmeliyiz. Biz ne diyoruz bu ayetin karşılığında; “Yarabbi! Allahümme! Ey Allahımız! Biz O’na layık tazim ile ve salât ile salâtlayamayız. Lütfen bizim namımıza sen salât et.” Allahümme salli ala seyyidina Muhammed, demek o demek. Nasıl Resulullah Efendimiz: “Ben seni hakkıyla bilemedim Ya Rabbi” diyorsa, biz de Resulullah Efendimize uyarak Rabbimizden niyaz ediyoruz ki Resul-i Kibriya’ya biz hakkıyla tazim ve salât edemeyiz, ya Rabbi bizim için sen ediver. Böyle anlamak gerekir.
 
Kuran ile Efendimiz’in ikiz kardeş oldukları söylenir, bunu nasıl anlamak gerekiyor?
Şimdi “ikiz kardeş” sıfatı biz anlayalım diye söylenmiş bir sözdür. Gayrı değildir. İkiz oldu mu bir ve iki var demektir. Kur’an ve Muhammed aleyhisselam birbirinden ayrı değildir. Resulullah Efendimizin kırk yaşından evvelki hayatı tedkik edildiğinde, bir tek ayet-i kerimeye muhalif hal görülmez. Keza hayatının son demlerinde gelen ayetlere de muhalefet o ayet gelmeden evvelki döneminde yaşama tarzında asla rastlanamaz. Mesela çok önemli bir dünyevi hadise olan emaneti ehline vermek meselesi. Bu ayet Mekke’nin fetih günü, Efendimizin son zamanlarında gelmiştir. Ama Efendimiz altmış sene emaneti hep ehline vermiştir. Tetkik etsinler. Hicret sırasında kendisine verilen emanetleri Hz. Ali’ye bıraktı, ondan sonra Hz. Ebubekir’le beraber Sevr mağarasına gitti diye anlatılıyor. Bu çok kolay gibi anlaşılıyor, meselenin iç yüzüne intibak edilmeksizin…O sırada Mekke’de Efendimiz ve Hz. Ebubekir’den başka, Hz. Ali ve Hz. Osman dışında Müslüman yok. Hepsi Müşrik. Efendimizin canına kastedecek kadar düşmanlar ama emaneti O’nun kadar muhafaza edecek zat bulunmadığı için para, senet, mücevher gibi emanetlerini onların tabiriyle Muhammedü’l-Emin’e, bizim tabirimizle Resulullah Efendimize bırakıyorlar. O da hayat-memat meselesi zahiri itibariyle bunca senelik memleketini terk edip gidecek evvela emanetlerin teslimi için Cenab-ı Ali’yi görevlendirip ondan sonra yola çıkıyor. Yani Resulullah Efendimiz İslam ahlakını Kur’an ayetleri inmeye başladıktan sonra öğrenmiş ve yaşamış değildir. Allah-ı Zülcelal Habib-i Edibini her türlü hata ve isyandan korumuştur ve hiçbir ayete muhalif fiil-i Peygamberi görmek kırk yaşından evvel ve sonra da mümkün değildir. İşte budur ahlak-ı Muhammedi…
 
Peygamberimizin isimleri kaç tanedir, bunları nasıl almıştır, anlamlarına ilişkin neler söylenebilir?
Efendimizin isimleri pek çoktur. Bunların sayılmışı vardır, sayılmamışı vardır. Efendimizin âlem-i melekuttaki ismi başkadır, âlem-i dünyadaki ismi başkadır, âlem-i ervahtaki ismi başkadır. Ayrıca sıfatları vardır. Bu sıfatlar Medine’de Mescit-i Nebevi’nin kıble duvarına Osmanlı zamanında yazılmış, herkes öğrensin diye oraya hakkedilmiştir. Ancak nasıl Cenab-ı Hakk’ın esma-i şerifesi doksandokuzla sınırlı değilse; -çünkü maalesef bu yanlış biliniyor. Allah’ın doksandokuz ismi vardır deniliyor. Böyle değildir. Hadis-i Şerif’te “Allah’ın isimleri içerisinde şu doksandokuz tanesini iksa ediniz” buyuruyor Resulullah Efendimiz. doksandokuzdur demiyor ama bunu maalesef halkımız böyle anlıyor. Yanlış bir anlayıştır.- Nasıl Cenab-ı Allah’ın Esma’sına sınır yoksa, Resul-u Kibriya’nın da esmasına sınır yoktur. İbn Arabi Hazretleri “tesbit ettim ve her esma-yı ilahinin gölgesinde Resul-u Kibriya’nın Esma’sını gördüm” buyuruyor. Onbin civarındadır. İbn Arabi hazretlerinin sayabildiği kadarıyla ki Cenabı Hak’kın da Resullullah’ın da Esma-i Şeriflerine hudut koymak hiç kimsenin haddi değildir, on binle bile sınırlı değildir.
 
Bir eş, bir baba, bir dede, bir kumandan, bir dost ve arkadaş olarak Efendimiz’i nasıl anlatırsınız?
Resulullah Efendimiz’in pek çok sıfatı vardır. O sıfatların şahikasını, zirvesini, doruğunu yaşamıştır. Çok şefkatli bir baba, çok sevgili bir eş, çok muktedir bir kumandan, çok ince görüşlü bir diplomat gibi bütün sıfatlarında en ince ve en yüksek halleri yaşamıştır. Bazı misaller arz edelim. Resulullah Efendimiz dünya metaına ehemmiyet vermemiş sair peygamberan-ı kiram gibi dünyevi mirası kalmayacak kadar fukara yaşamıştır. Hz. Süleyman çok zengin gibi görünür ama şahsi malı değildir, devletin malıdır. Kral olmak itibariyle şahsi malı değildir, Hz. Süleyman’ınkiler de… Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz oynamak için yavru deve satın almasını istiyorlar. Bizim çocuklarımızın bizden kuzu istedikleri gibi… Efendimiz buyuruyor ki; “Yavrularım onu alacak para yok. İster misiniz ben deve olayım size?” deyip dört ayak üstüne gelip, torunlarını sırtına alıp oynatacak kadar müşfik bir dededir. Hz. Ayşe validemiz anlatıyorlar: “Resulullah benden su isterlerdi, bir kap içerisinde götürürdüm. “Evvela sen iç ya Ayşe” derlerdi. Ben bir yudum içerdim. Sonra içtiğim yere ağzını denk getirip oradan içerdi.” Eşine, zevcesine böylesine iltifat edici bir eş. Sevde validemiz, Safiye validemizle evlendiği zaman Efendimiz: “Ben artık ihtiyarladım. Sana hem eşlik, hem ev hizmeti göremeyecek haldeyim. Beni boşarsın diye çok korkuyorum.” dediğinde Efendimiz gamını dağıtmak için şaka yapacak kadar da latif bir eştir. “Niye istemiyorsun benden boşanmak? Fena mı serbest kalırsın. Bak bir sürü iş veriyorum ben sana vs. gibi.” “Hayır ya Resulullah, Kıyamet gününde sizin zevceniz olarak haşrolmak isterim. Onun için boşanmamızdan korkarım” buyuruyor Sevde validemiz. Efendimiz teselli buyuruyorlar. Sevip okşayıp olmaz öyle şey ölünceye kadar beraberiz buyuruyorlar. Böyle bir eş, böyle bir dede. Oğlu İbrahim (as) vefat ettiği zaman kendisine telkin veren müşfik baba. Fakat Ashab-ı Kiram Efendilerimiz hazaratı içinde dahi Efendimizin bu inceliğini idrak edemeyecek zevat vardı. Efendimiz ağladığı zaman “hani sen bize ağlamayı yasaklamıştın” diyecek kadar sözü yanlış anlayanlar…“Ben size ağlamayı yasak etmedim. Ben size yaka yırtmayı, bağırıp çağırmayı, niye evladımı benden aldın diye Allah’a kafa tutmayı yasakladım” buyuruyorlar. Kumandan Resulullah olarak da Efendimizin Uhud gazvesindeki stratejisi ders kitaplarında okutulacak kadar önemlidir. Diplomat olarak Hudeybiye Anlaşmasındaki hali, harekatı, tavrı, Hz. Ömer tarafından dahi itirazla karşılanan ama çok uzak görüşlü, muhatap tanınmak inceliğine dayanan, çok ince bir diplomattır. Bütün ahvali Efendimizin bütün sıfatlarında böyle en yüksektir.
 
Ehl-i Beyt tabiri neyi ifade eder? Ehl-i Beyt’i sevmek ve saymak, o kutlu aileye ve nesle bağlı olmaya çalışmak ne anlama gelir?
Biz hep Amerikalılara kızıyoruz, kelimeleri kısaltıp konuşuyorlar diye. Ama biz de yapıyoruz aynı şeyi. Ehl-i Beyt deyip geçiveriyoruz. Halbuki onun tamamı Ehl-i Beyti Mustafa’dır. Ehl-i Beyt kelimesi yetersizdir; çünkü hepimizin beytimiz var, ehlimiz var. Ehl-i Beyt, “ev ahalisi” demektir. Ehl-i Beyt-i Mustafa; “Mustafa’nın ev ahalisi” demektir. Biz ayran, limonata, çay vs. içeriz ama onlarla abdest alamayız. Çünkü, ayran, limonata, çay temizdir ama temizleyici değildir. Asit temiz değildir ama temizleyicidir. Kâinatta hem temiz hem de temizleyici olan şey vardır. Biri su, biri Ehl-i Beyt-i Mustafa. Hem temiz, hem temizleyicidirler. Ayrıca saygı bir davranış biçimidir. Sevgi ise bir gönül meselesidir. Resulullah’ı ve ailesini saymak mümkündür. Terbiyeli insanlar bunu yaparlar. Sevmek ise, yüksek gönül sahibi olan insanlara mahsustur. Ve ifrat-ı muhabbette edeb sakıt olur. Bunu da herkes anlamaz. Edepsizlik gibi görülebilir, saygısızlık gibi görülebilir ama ifrat-ı muhabbette edep sakıt olur. Resulullah Efendimizi sevmek demek O’nun sevdiklerini sevmek, O’nun sevmediklerini sevmemek demektir. Biraz evvel Efendimizin zevceleri validelerimizi, yavrularını ve torunlarını nasıl sevdiğini arz etmeye çalıştık misalleriyle. Dolayısıyla Efendimizin zevceleri zaten Kur’an hükmüyle müminlerin anneleridir. Anasını sevmeyen evlat zaten haramzadedir. Annelerimiz hakkında ayettir, seveceğiz. Ve bir zerre imana sahip olanlar bu sevgiyi taşırlar. Keza aile efradı da Efendimizin O’nun sevdiği için, sevilmeye layık olduklarından mana bizatihi hepsi mustakil olarak fevkalade sevgi ve saygıya layık insanlardır. Bizim ne yazık ki yeterince tedkik etme meraklısı bir ahalimiz yok. Bunların hepsi kitaplarda yazılı, biraz okuyuversinler. Ne kadar yüksek insanlar olduklarını, ne kadar saygıdeğer insanlar, ne kadar sevgiye layık insanlar olduklarını zaten öğreneceklerdir. Efendimizin ve ailesinin düşmanları sadece cahiller ve gafillerdir. İnanç meselesi ayrı bir meseledir. Bismark, Goethe hıristiyandır. Ama Bismark; “Senin zamanında yaşayamadığıma esef ediyorum, ey Müslümanların peygamberi. Hatıran önünde tazimle eğilirim” diyor. İman değil ama bir saygıdır bu. Belli olmaz bu saygısından dolayı Allah’ın Habib’ine olan muhabbeti iman ile müşerref kılmış olabilir. Onu bilemeyiz.
 
Habibullah ne demektir, ‘Allah’ın Sevgilisi’ nitelemesinden ne anlaşılmalıdır? Makam-ı Mahbubiyet, sadece Efendimiz’e mi özgüdür?
Muhabbet asla tek taraflı olmaz. Mutlaka karşılıklı olur. Mahbub hub olarak görülen, güzel olarak görülen yani sevilen demektir. Cenab-ı Allah’ın sevdiği Muhammed (as)’dir. Bu sadece Efendimize mahsus bir makamdır. Makam-ı Mahbubiyet, Mahbubu Kibriya, Habibi Kibriya’dır. Ayrıca insanlardan da, ümmetten de Resulullah Efendimize ve dolayısıyla Allah-ı Zülcelal’e büyük muhabbet besleyen zevat-ı kiram vardır. Onlar da Efendimizin mahbub-ı kibriya makamının varisleri olarak kendi miktarlarınca makam-ı mahbubiyet sahibidirler. Resulullah Efendimizin varisleri; âlimler, arifler ve aşıklardır. Alimler nübüvvetine, arifler hikmetine, aşıklarsa muhabbetine varistirler. İnsanı yücelten yegane kıymet Muhammed mihengine vurulmaktır. Ne kadar Muhammedi isen ilimde, irfanda, muhabbette ne kadar Muhammedi ise o kadar büyüksün. İşte Hz. Abdulkadirleri, Hz. Mevlanaları, Hz. Hüdaileri, Hz. Suud Efendileri büyük yapan Yunus Emreleri, büyük yapan muhabbet-i Muhammediyyeleridir, başka bir şey değil.
 
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:08:32 ös
Efendim Hz. Bilal malum Habeşliydi, Arapça telaffuzunun sorunlu olduğu rivayet edilir, ‘eşhedü’ diyemediği, ‘eshedü’ şeklinde telaffuz ettiği söylenir. Fakat Efendimiz, ezanı onun sesinden dinlemeyi tercih edermiş. Buna bazı sahabiler itiraz edince de, ‘Bilal’in sin’i, Allah katında şın’dır’ buyurmuştur. Hatta bunun üzerine Hz. Ebubekir’in, ‘keşke Muhammed’in hatası olsaydım’ dediği rivayet edilir. Bu sözü nasıl yorumlarsınız?
Resulullah Efendimiz her hususta çok yüksek ve çok incedir. Eğer musiki ile bizzat meşgul olsa idi bunun bütün ümmete sünnet olması gerekirdi. Halbuki musıki bir kabiliyet meselesidir. Herkeste olmaz ama musikiden lezzet almayan insan da olmaz. Efendimiz de o lezzeti en yüksek derecede alıyordu. Nereden biliyorum? Hz. Bilal gibi bir Habeşle, Hz. Abdullah İbn Mektun gibi bir ‘kör’ü -zahir itibariyla estağfurullah!- müezzin olarak tayin etmesinden de anlaşılabiliyor. Çünkü o kadar yakıcı, o kadar güzel ve o kadar ahenkli okuyorlar ki her ikisi de onları seçiyor. Resulullah Efendimiz Kur’an-ı Kerim’i kendi mübarek, fasih lisanıyla okuduğu gibi bugün biliyorsunuz dünyadaki kıraat ilmine intikal etmiş yedi tane okuyuş vardır ve bunların hepsi doğrudur, hiç biri hata değildir. Resullullah Efendimiz’den hata zuhur etmez. Hz. Ebubekir’in burada söylediği çok ince bir sözdür. “Muhammed (as)’e yakın olayım. O’nunla bir ilgim olsun da hatası olayım” manasına yüce bir muhabbet ifadesidir. Hz. Ebubekir çok önemli bir zat-ı şeriftir. Bir sözü bizim için yeterlidir değerinianlamaya. “Yarabbi benim bedenimi öylesine büyüt ki cehenneme benden başka kimse sığamasın, müminler yanmasın.” Bir adam Resulullah’tan sonra idareyi eline aldı diye emirül müminin olmaz. Bu sözü söyledi diye emirül müminin olur. Hz. Ömer de “Fırat kenarında bir dul kadının oğlağı kaybolsa benden sorulur” dediği için emirül miminindir. Bu incelikleri anlamak lazımdır.
 
‘İlim bir şehirdir, kapısı Ali’dir (ra)’ hadisini nasıl anlamak gerekiyor?
Hz. Ali’yi kelimelere sığdırmak mümkün değildir, bütün ashab ve ileri gelenleri gibi. Bu sadece Hz. Ali hakkında değildir. “Ben sıddıkiyet şehriyim Ebubekir kapısıdır, ben adalet şehriyim Ömer kapısıdır, ben haya şehriyim Osman kapısıdır, ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır”. Bu sözün tamamı böyledir. Bu sadece Hz. Ali’ye mahsus değildir. “Ben Fatma’danım, Fatma bendendir.” Bunlar yakınlık ifade eden terimlerdir, Arapça deyimlerdir. Çok fazla yakınlık ifade etmek için kullanılmıştır. Hz. Ali hem Efendimizle kan bağı, hem damatlık bağı, hem de çok yakını olmak itibariyle çok yakınlar. Bu yakınlığı biz anlayalım diye bu sözler sadır olmuştur. Çünkü nasıl Kur’an-ı Kerim’de “Resulullah’a itaat bana itaattir, O’na isyan bana isyandır” diye ayet-i kerime indiyse Resul-i Kibriya Efendimiz’in de bu nevi zevat hakkında söyledikleri sözlerle onlara itaat Efendimize itaat, onlara isyan Efendimize isyan demektir. Onun için Hz. Ali’ye isyan edenleri haklı görenlerin kulakları çınlasın, Hz. Ali’ye isyan edenler, Efendimiz’e, dolayısıyla Kuran-ı Kerim’e, dolayısıyla Allah’a isyan etmişlerdir.
 
Mirac’ın sırrı açısından bakıldığında, Efendimiz’in Cemal-i Hakk’a ayna olması hikmetini nasıl izah edersiniz?
Süleyman Çelebi’miz hakikaten çok yüksek hakikatleri bir beyte sığdırarak ifade etmiş çok önemli bir zat-ı şeriftir. ‘Sen ki miraç eyleyip ettin niyaz/Ümmetin miracını kıldın namaz.’
İşte bu Resulullah Efendimizin namaz hakkındaki hadisleri de nazar-ı itibare alındığında beraberce düşünülürse Mirac, Allah ile ayniyet kesbetmek demektir. Aynı olmak demek değil ama ayniyet kesbetmek demektir. Hz. Mevlana bunun misalini bir hikaye ile şöyle anlatıyor Mesnev-i Şerif’te: Bir padişah bir saray yaptırmış. Bütün odalarını ayrı ayrı nakkaşlara tezyin ettiriyor. Birinci gelene de büyük bir hediye verecek. Bütün nakkaşlar talip olmuşlar. Kimi salonlara, kimi koridora, kimi şuraya, kimi buraya…Çok meşhur bir nakkaş da büyük salonun ana duvarına nakış yapmaya talip olmuş. İki delikanlı gelmiş demişler ki; “Efendimiz biz o büyük nakkaşın yapmış olduğu nakşın tam karşı duvarını istiyoruz. Ama bir şartımız var. araya bir perde gerilecek iş bitene kadar.” “Peki” denmiş. Aradan geçen zaman içerisinde bütün nakkaşlar duvarları nakışlamışlar. Son gün, artık hem yarışma, hem karar verme günü gelmiş. Hakikaten o meşhur nakkaşın yaptığı duvar nakışı diğer nakkaşların dahi takdirini kazanacak kadar fevkalade. “Fakat bir şart daha var perdeyi en son açacaksınız” demişlerdi. Daha önce birinciliği o meşhur nakkaş kazanmış, adeta belli; fakat perde açılacak. Perdeyi çekmişler karşıda aynı nakşın daha parlağı, daha güzeli. O meşhur nakkaş da hayret etmiş “Benim düşündüğümü siz nasıl düşünürsünüz. Benden kopya çektiniz.” Hayır, kopya çekmek mümkün değil; çünkü zaten padişahın muhafızları geziyor. Sadece duvara cila yapmış o iki delikanlı. Öyle bir cila yapmışlar, öyle bir parlatmışlar ki karşıdaki nakşı daha güzel bir şekilde aksettiriyor. Onun için Hasan Sezai Efendimizin tabiriyle,
“Muhammed’dir Cemali Hakk’a mir’at
Muhammed’den göründü kendi bizzat”
Ağır bir sözdür. Herkesin anlayabileceği bir söz değildir bu.
Anlamayanlardan ricamız; inkar etmesinler, “olur mu böyle şey?” demesinler. “Biz henüz anlayacak çağa gelmemişiz” desinler. Eksikliklerini kabul etsinler. Ricamız budur. Cemal-i Hakk’ın mir’ati nasıl Muhammed (as) ise, Muhammediliğin aynaları da evliyaullah efendilerimiz hazaratıdır. İşte onun için Ali’den nakışlar lemaan eder, parlar. Hz. Ali efendimizden günümüze kadar bütün turuk-ı Aliye yolcusu zevat-ı kiramda o kabloya bağlılık, o akıma bağlılık o paralellikle devam eder, kıyamete kadar da devam edecektir.
 
Kaside-i Bürde yazarını düşünürsek, bir şairin insanlık tarihi boyunca aldığı en büyük armağan Efendimiz’in hırkasıdır diyebilir miyiz, ne dersiniz?
O şiirin, O şairin gönlünü alacak bir şey. Bu gönül alma nedir? Çünkü bunlar gönül meseleleridir. Bu bir metelik de olabilir, bir tatlı tebessüm de olabilir. Efendimiz’in yaptığını nazar-ı itibare alırsak eğer sırtından çıkarıp verdiği hırka da olabilir. İşte yine bir Varis-i Muhammedi olan Mevlana Celaleddin-i Rumi Efendimiz, kendisine Hz. Şems’ten haber getirenlere sırtındakini, üstündekini çıkarıp veriyor. Diyorlar ki “ye Hüdavendigar bunlar yalan söylüyorlar. Hz. Şems’i gördükleri falan yok.”
“Biliyorum” diyor, “verdiğim hediye yalanlarınadır. Doğru söyleselerdi canımı verirdim.” Bunlar muhabbet bahisleridir efendim, herkes anlamaz. Bu muhabbet bahsidir. Yunus Emre’mizin tabiriyle “aşık olan kişiler deligen olur/kişi neye gülerse başa gelegen olur/Derviş Yunus sen dahi incitme dervişleri/Dervişlerin duası kabul olagan olur.”
Mesela şair İkbal’in çok güzel bir sözü vardır. Hz. Fatma’dan bahseden çok büyük bir makalesinde; “ben Hz. Fatma’yı övmedim sözlerimde. O’ndan bahsetmek suretiyle Hz. Fatma şeref verdi sözlerime” diyor. Bu başka şairler için de geçerlidir. Bu mealden söyleyen bir çok zevat vardır. Şair İkbal çok yakın zamanda olduğu için söyledim.
 
Efendimiz’e yazılmış naatlar arasında en çok sevdiğiniz hangisidir? Naat geleneğine ilişkin neler söylersiniz?
Şimdi Müslüman dünyasında lisanlar değişiktir. Bugünkü yirminci asır başlarındaki dünya Müslümanlarının toplamının yüzde yirmibir civarı Arapça konuşur. Yani zannedildiği gibi Arapça konuşanlar Müslümanların ekseriyetini teşkil etmezler. Urduca daha kalabalıktır. Yüzde yirmisekiz civarındadır. Türkçe ve şubeleri yüzde yirmialtı civarındadır. Malezya ve Endonezya gibi mahalli diller de vardır. Boşnakça ve Arnavutça gibi diller de var Müslümanların kullandığı. Türkçe bütün tarih içerisinde Müslüman dünyasının yüzde yirmibeşler civarında olduğu halde dünya edebiyatında Efendimiz’e yazılan naatların yüzde sekseni Türk edebiyatına aittir. Biz Türkler Efendimiz’i çok severiz. Öyle severiz ki Süleyman Çelebi’nin deyimiyle; “Hem heva üzerine döşendi bir döşek/Adı sündüs döşeyen anı melek.” Biz Efendimizin yer yatağında veya karyolada doğmasına bile razı değiliz. Ancak havaya döşenen bir döşek üzerinde dünyaya gelmesini kabul ederiz. Bunların olup olmaması önemli değildir. Bu hadiseler önemli. Bunlar edip insanların edebiyatıdır. Aşık insanların edebiyatıdır. Elbette ki dervişlik denen Resulullah Efendimiz’e bağlılık geleneğinin edebiyatıdır. (Malum Süleyman Çelebi Hazretleri, Emir Sultan Hazretlerinin dervişidir. Nurbahşiyye tarikatına mensuptur. Bursa Cami-i Kebir’inin ilk imam ve hatibidir. Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan Bursa Ulu Cami’nin.) Evet, yani biz Efendimiz’i çok severiz. Bunu en çok dile getiren de biziz ama bütün mücevherler kıymetlidir de bazılarına yüzük taşı gibi derler. Benim görebildiğim, okuyabildiğim çok küçük, birkaç kitaptan ibaret. Madem ki şahsen sordunuz benim için yüzük taşı olanlardan biri. Diğerine kıyamayacağım yani Şeyh Galip Efendimizin “Sultan-ı Resul Şahınım…. Efendim” bir tanedir benim için. Bu objektif değil, subjektif bir görüş. Ama sen Ahmed-i Mahmud u Muhammedsin Efendim…
Bu sözler şair tabiatı ve tabiat-ı şiiriyye ile söylenecek sözler değildir, aşk-ı Muhammedi lazımdır. Onun da basamağı yine Şeyh Galip Efendimizin sözüyle: “Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir…” diye başlayan Hz. Mevlana’ya yazılmış olan şiirdir. “Başımda bir külah-ı iftiharım varsa sendendir” diye. Tabi bunlar hep silsile silsile olur. Bir taşın durgun suya atıldığında çıkardığı halkalar gibi görüntüsü birbirinden ayrı ama aslı aynıdır. Biz baktığımız zaman halka halka görüyoruz, hepsi havuzdaki su. Yani Muhabbet-i Mevlana demek Muhabbet-i Muhammediye demektir. Muhabbet-i Muhammediye demek Muhabbetullah demektir. Zuhuru değişiktir ama işte şaşı olmayanlar, iki gözle bir görmeyi bilenler bunları birbirinden ayıramazlar. Çünkü ‘münhasır vasıta-ı rüyet iken göremez kendini dide bile.’ Göz görme vasıtası olduğu halde kendini göremez. Bunları doğru görmek lazım, şaşılığın âlemi yok. Gönül tedavisi olursa şaşılıklar geçer.
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:09:52 ös
Bişnev in ney çün şikâyet mîküned
Ez cüdâyîhâ hikâyet mîküned
 
Dinle, bu neyi nasıl şikâyet eder,
ayrılıklardan nasıl hikâyet eder.
 
Dinleyin Rebabın sesinden
Ve ağlayıp inleyişinden
 
Neyi? Aşk nüktelerinin yüzlerce çeşidini. Mesnevi-i Şerif “bişnev” ile başlıyor. Hazreti Pir’in mahdumu mükerremleri Sultan Veled hazretlerinin Rebabnamesi “Bişnevid” “Dinleyin” diye başlıyor. Dinlemek….Konuşmadan, susarak, can kulağını değil, gönül kulağını açarak dinlemek…Ve bütün klasik kitaplar Besmele ile başladığı halde, Mesnevi-i Şerif Bişnev ile başlıyor. Derler ki kainat Kuran’dadır. Kuran Fatiha’dadır, Fatiha besmelededir, besmele “b” ’dedir, be altındaki noktadadır. Kuran’ı Kerimin bütün sûreleri de besmele ile başlar. Sûre-i Tevbe hariç. Ama o da “berâetün” kelimesi ile başlıyor. Onda da “b” var. Acaba o “b” ne? Cenabı Ali (kvc) buyuruyorlar: “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.” Bütün ilim işte o “b”nin teknesinin altındaki noktada gizlidir.
Dinlemek ne kadar önemli. Tasavvufta az yemek, az uyumak, az konuşmak gereklidir. Tasavvuf terbiyesinde hüner söylemek değil, dinlemektir. Dinlemeyenler, öğrenemezler. Zaten dinlemek, her kişiye farz-ı ayn’dır. Mesela Kuran’ı Azim’de Taha sûresinde Allah, Hz. Musa’ya “Sana vahy olunacakları dinle!” buyuruyor. Nuh sûresinin yedinci ayetinde, Nuh tufanında, Hz. Nuh’un tavsiyelerini dinlememek için, kulaklarını elleriyle tıkayanların, yani dinlemeyenlerin, helak olduğunu söylüyor. Ve sûre-i Araf’ın 204’ünde kat’î bir emir: “fe izâ qurie'l qurânu” (Kur’an okunduğunda), “festemiu lehu” (onu dinleyiniz), “ve ensitû” (ve susunuz, sükût ediniz), “leallekum turhamûn” (Ancak böylelikle rahmete erenlerden olursunuz). Tabi, dinlemek için işitici bir kulağa, ve etkilenici bir kalbe malik olmak lazımdır. "Canu dil râ takati ân cûş nîst -Bakî gûyem der cihan, yek hûş nîst.” Can ve gönülde, yani kalpte hakikat coşkunluklarını kaldıracak takat ve kulakta da bunu işitecek istidat(yetenek) yoksa, ben  ne söyleyeyim?. "Herkucâ gûşî bûd ez vey çeşum çeşt- Herkucâ seng ki bûd ez vey yeşim dest.": Nerede bir kulak varsa, o kulak sahibine yol gösterici bir göz olur. Bu hal, taşın yeşim gibi değer kazanmasına benzer. Mesnevi-i Şerifin ilk onsekiz beyiti bizzat Hz. Pir Efendimiz tarafindan kaleme alınmış, ve mübarek sarığı arasından çıkarılarak, dest-i mürşidhaneleri ile Hüsameddin Çelebi’ye hediyye buyurulmustur. O onsekiz beyitte’de “sözün müşterisi kulaktır.” buyurulur. Bu kulağa sahip olabilmek için, Tasavvuf terbiyesinin iki ana unsuruna riayet edilegelmiş yedi asırdır Mevleviyye ekolünde: hizmet ve sohbet. Hatta hizmet sohbete nail olabilmenin yolu olmuş. Unutmamak lazımdır ki, dinleyenler dinlenir.  Dinlemeyenler, dinlenemez. Bu dinlemeyi öğrenebilmek içinde mutlaka edeb süzgecinden geçmek lazımdır. “Ehli irfan arasında aradım kıldım taleb, her hüner makbul imiş, illa edeb, illa edeb.”
İnçunîn fermâyed Mevlânâ-yi mâ
Kâşif-i esrâr-hâ-yi Kibriya
İn ne necmest u ne remlest u ne hâb
Vahy-i Hakk vallahu a'lem bi's-savâb
Bu söylenenler ne yıldız falıdır, ne kum falıdır, ne uyku’da söylenmiş sözlerdir, ne hayal mahsûlüdür. Bütün bunların hepsi olsa olsa Allah’ın gönle doğurduğu ilhâmı Rabbani iledir. Herşey’in doğrusunu Allah bilir.
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:11:05 ös
“Resûlullah’sız Mevlânâ düşünülemez”
 
Malûmu ilâm nev’inden olacak ama, sizi tanıyabilir miyiz?
1946 Bursa doğumluyum. İstanbul hukuk mezunu, müzik ve tasavvuf meraklısıyım. 1971’den beri 1974 hariç, her Aralık ayında Konya’dayım. 1980’den beri resmî olarak görev aldım. 1991’de de Kültür Bakanlığı bünyesinde çalıştım. Bazen çaldım, bazen söyledim, bazen konuştum. Bu sene 28. olacak inşallah. Ayrıca 1980 yılından itibaren dünyanın pek çok yerinde Mevlevî âyininde bulundum. Bu sene Mevlânâ Yılı olması hasebiyle daha çok yerlere gidip geldim. Hz. Mevlânâ ve tasavvuf hakkında kendimce incelemeler yaptım. Allah izin verirse kitap haline getireceğim. Bunların bir kısmı ansiklopedi maddeleri olarak yayınlandı, bazıları kitap haline getirildi. Şu anda 4 kitap var. Ve bunların ana konuları tasavvuf ve hemen yanı başında müzik. Çünkü beni tasavvufa iten sebep müzik oldu. Evvelâ Batı müziği dersleri aldım. Bu derslerin sonunda hocama, “Bu müzik bana beni anlatmıyor, beni de başkalarına anlatamıyor” dedim ve Türk müziğine yöneldim. Türk müziğine yöneldikten sonra, “Bu müziğin altında başka bir şey var, bu sadece müzik değil” deyince, o şey öncelikle tasavvuf müziği olarak çıktı karşıma. “Bu müziğiyse eğer, bunun bir de kendi olmalı!” diye düşündüm ve tasavvufla tanıştıktan sonra da büyüklerimden sual sorarak bir şeyler öğrenmeye çalıştım.
Hz. Mevlânâ’nın düşüncesinin temellerinden bahseder misiniz?
Din olgusu, İslâm olgusu anlaşılmadan, Hz. Peygamber bilinmeden, tasavvuf ekolleri bilinmeden Hz. Mevlânâ’nın bunların hepsinden soyutlanarak tek başına anlatılması mümkün değildir. Tasavvufsuz ve Resulullahsız bir Mevlânâ ortaya koyulmaya çalışılıyor. Kendine ait olmayan birtakım lâflar üretiliyor. Hz. Mevlânâ’yı bunlardan soyutlayarak ortaya koymak son zamanlardaki bir modadır.
Mesnevî-i Şerif’in ve diğer Divan-ı Kebir’in Mektubat, Mecalis-i Seb’a, Rubaiyat gibi Hz. Pîr’in eserlerini okuyup, üstelik de-dikkat buyurun-tercümelerini okuyup, “Hz. Mevlânâ’yı anladım!” diye ortaya çıkanlar, Hz. Mevlânâ’yı anlayamamışlardır. Anlamadıkları için de anlatamamışlardır. Bu iş çok basit zannedildiği için de anlatanların kısm-ı küllîsi de yanlış anlatmışlardır. Çok aykırı şeyler söylüyor olabilirim, ama yanlış ve yalan değil. Hz. Mevlânâ bir modadır. Bizim tasavvufumuz, Anadolu erenlerimiz Hz. Mevlânâ, Hz. Hacı Bektaş-ı Veli, Hz. Yunus Emre’den ibaret değildir. Kars’tan Muğla’ya, Hakkâri’den Edirne’ye kadar bugünkü siyasî coğrafyamızda ve eğer Türklük ise, Bosna’dan Orta Asya’ya kadar bizim pek çok büyük tasavvuf sîmalarımız vardır. Maalesef, anma törenleri Hz. Mevlânâ’ya ve Hacı Bektaş-ı Veli’ye yoğunlaştırıldığı (ama ona çok siyaset bulaştırıldığı) için ikisi tanınıyor. Bir de Yunus Emre.
Türkçe ve Farsça meselesine gelince, bunu da yanlış biliyorlar. Hz. Mevlânâ Belh doğumludur. Belh bugün siyasî sınır olarak Afganistan sınırlarında kalmış olsa dahi, orası bir Türk beldesidir. Bugün Merv, Mezar-ı Şerif gibi Türk beldeleri de Afganistan sınırları içindedir, ama Afganlıkla alâkaları yoktur. Siyaseten öyle paylaştırılmıştır. Belh şehrinde konuşulan Türklerin ana lisanı, oranın Farsçasıdır. Bugün İran’da konuşulan Pehlevî şivesiyle olan Farsça değildir. Yani Hz. Mevlânâ yabancı dilde değil, ana dilinde o eserleri yazmıştır. Ve eğer Anadolu’da, onun ailesinin geldiği zamanlarda, herkes Türkçe konuşuyor olsaydı, Karamanoğlu Mehmet Beyin, “Bundan sonra Türkçe konuşulsun” fermanı ne işe yarardı? Demek ki artık Türkçe konuşulmuyor ki, Karamanoğlu Mehmet Bey “Türkçe konuşulsun!” deme ihtiyacı duydu. Hz. Mevlânâ da ana dili olan Orta Asya Farsçasıyla yazmıştır. Maalesef, eski Türkçede (Osmanlıca) birçok eserimiz olmasına rağmen, bunlar Latinceye çevrilmediği, çevrilse de lisanı eskilerde ve yükseklerde kaldığından bugün anlayamıyoruz.
Hz. Mevlânâ’nın fikirleri tercümeler üzerinden yürüyor. Bunun doğrusunu anlamak için, mutlaka özel çalışma yapmak lâzımdır.
Ayrıca burada bir fıkranın yeri geldi. Baba erenlere, “Neden namaz kılmıyorsun?” diye sormuşlar. “Hakkında âyet var,” demiş. “Hangi âyet ki bu?” demişler. “Namaza yaklaşamayın” âyeti demiş. “İyi de o âyetin devamı var” demişler. “Ben hafız değilim, o kadarını bilmem” demiş. Dolayısıyla herhangi bir konuda bir küllden cımbızla bir şey çekip almak ve onun üzerine fikir bina etmek fevkalâde yanlıştır. Hz. Mevlânâ hakkında da bugün bu fazlasıyla yapılıyor. Hz. Şems’le olan ilişkisi hiç anlaşılmamış vaziyettedir. Bir kısım aklı başka yerde olan insanlar, bu münasebeti kendi akıllarınca süflîleştirmektedirler.
 
Çok fazla tarikat varken, insanların Mevlevîliğe ilgileri neden daha fazla?
Diğer tarikatlar tanınıyor mu? Bosna’dan Orta Asya’ya kadar birçok büyüğümüz var. Bu büyüklerimizin, bir kısmının büyüklükleri, tasavvufta içtihat sahibi, yani ‘pîr’ olmalarından kaynaklanır. Bunların bir kısmı ‘pîr-i sanî’dir. Meselâ Bakü’de herkes petrol kuyularını biliyor, ama Seyyid Yahya Şirvanî’yi biliyor mu? Erzincan’da bugün türbesi zelzelelerle yer değiştiren, Fırat Nehrinin kenarındaki Ulu Cami, eski Ulu Cami olan, ama bugün yeri belli olmayan Pîr Muhammed Molla-yı Erzincanî’yi tanıyor muyuz? Sivas’ta Şemseddin-i Sivasî’yi tanıyor muyuz? Onun Hz. Ebubekir hakkındaki, dört halife hakkındaki kitabını biliyor muyuz?
Bu kötü bir fotoğraftır. Çünkü devlet Hz. Mevlânâ’nın tarikatının âyininin yapılmasına müsaade etmiştir. Diğer tarikatlerin âyinleri yasaktır. Onun için başka tarikat yok zannediliyor. Ama Aralık ayında, siyasetçisiyle, gazetecisiyle, popüler sîmalarla herkes Konya’ya gittiği için Hz. Mevlânâ diğer turuk-u âliyeden daha önde zannediliyor. Ancak Batının üç Müslüman sîmaya ayrı bir teveccühü var: Rabiatü’l-Adeviyye, Muhyiddin İbni Arabî, Mevlânâ Muhammed Celâleddini Rumî.
Neden bu isimler?
Feminizm rüzgârlarının tesiriyle Rabiatü’l-Adeviyye’ye bakıyorlar. Kendi kafalarındaki Roma putperestliği karışmış Hıristiyanlık tesiriyle—dikkat buyurun—Hıristiyanlık demedim, Roma putperestliği karışmış Hıristiyanlık tesiriyle, kendi ‘panteist’ anlayışlarıyla paralel zannettikleri Vahdet-i Vücudu en iyi anlatan, en geniş eserlerinde yer veren zât-ı şerif olduğu için, İbni Arabî’ye yöneliyorlar. Doğru dürüst tetkik eden, Vahdet-i Vücudun panteizm olmadığını anlıyor, Müslüman oluyor, o ayrı mesele. Çünkü asla panteizm değildir. Parçaların birleşmesiyle bütün oluşmaz. Vahdet-i Vücud bu değildir. Vahdet-i Mevcud da başka bir şeydir. Vahdet-i Şuhud da başka bir şeydir. Biraz doktora konusu değil mi, ama mevzu bu. Bu konu gazete makalesi olacak bir mevzu değildir. Bir gazetenin orta sayfasındaki baldır bacağın yanında yayınlanacak bir haber de değildir. 
Batıdaki insanın en muhtaç olduğu şey sevgidir. O kadar sevgisiz bir toplum ki... Bir takım düzenler görüyorsunuz Batıda, hepsi kanun zoruyla. Çok sevgiye muhtaçlar. Hepimiz sevgiye muhtacız, o ayrı. Hollanda’da laboratuara sokulmuş ve neticeleri rakamsal olarak ortaya konulmuş bir araştırma var. İki inek üzerinde yapılmış. Biri okşanıyor ve müzik dinletiliyor. Sütünün kalitesi ve miktarı, okşanılmayan ve müzik dinletilmeyenden fazla. Bak, sevgi böyle bir şey. Ama Batı bu sevgiye çok aç. Ve onun için sevgiyi en yüksek derecede ifade ve ifa eden Hz. Mevlânâ’ya yöneliyor. Hz. Mevlânâ’nın diğer turuk-u âliye arasında herkes tarafından kabul edilen bir başka özelliği vardır. Tasavvufta bir takım olmazsa olmaz unsurlar bulunur. Bu unsurların doruk şahsiyetleri vardır. Bu aynen Hulefa-i Raşidin’e benzer. Sıddıkıyet deyince akla Hz. Ebubekir gelir, diğerleri sadık değil mi? Adalet deyince akla Hz. Ömer gelir, diğerleri değil mi? Hayâ, iman deyince Hz. Osman; ilim deyince akla Hz. Ali gelir. Peki, diğerleri değil mi? Hâşâ! İşte bunun gibi, tasavvufta zühd, irfan, terk, aşk gibi unsurlar vardır. Hepsi ehl-i terktir, ama İbrahim Ethem başkadır. Hepsi irfanlıdır, ama Bayezıd-ı Bestamî başkadır. Hepsi zühd-ü takva sahibidir, ama Cüneyd-i Bağdadî başkadır, hepsi yardım eder, ama Hz. Abdülkadir başkadır. Hepsi âşıktır, ama Hz. Mevlânâ başkadır. Onun için eski kitaplarda vardır; bu terk-i Ethem, zühd-ü Cüneyd, irfan-ı Bayezıd, aşk-ı Mevlânâ olmadan olmaz, yazarlar. Dolayısıyla Hz. Mevlânâ’nın böyle bir genel kabulü vardır.
Mevlânâ’nın Kur’ân-ı Kerim’e bakışından biraz bahsedelim.
“Bizim Mesnevîmiz birlik dükkânıdır. Kur’ân’ın anlattığı birlikten gayrı, ne görüyorsan, o puttur” diyor.
Bir başka beytinde, “Ben onun (Kur’ân) ayağının tozuyum, eğer bir şeref sahibiysem onun ayağının tozu olduğum içindir ve benim hakkımda bundan başka bir söz olursa, o sözden de, o sözü söyleyenden de şikâyetçiyim” diyor. 
Bu yılın Mevlânâ yılı olmasının sebebi nedir?
1973 Hz. Mevlânâ’nın ahirete teşrifinin 700. yıldönümü münasebetiyle, yine UNESCO tarafından Dünya Mevlânâ Yılı ilân edilmişti. 2007’de doğumunun 800 yılı olduğu için, 2005 yılının sonunda devletimizce, bu işi sevenlerce birtakım dosyalar hazırlandı, UNESCO’ya teklif götürüldü ve UNESCO böylesine büyük şahsiyetin dünyaca tanınması gerektiğini ve genel kültür mirası olarak, bunu kabul etti. Tabiî 2007 yılı geçecek bitecek. Ama ayrıca, UNESCO’nun yeni bir kararı daha var. Bu yeterince bilinmiyor. Biliyorsunuz, UNESCO devlet tarafından veya paralı kuruluşlarca desteklenmeyip, dünya halkının kendi kültürüne asırlardır sahip çıktığı bazı değerleri tesbit edip, bunların yok olmasına mani olmakta. Mevlevî semaı dünya kültür mirası olarak tespit edildi. UNESCO tarafından koruma altına alındı.
“Gel, gel ne olursan ol, yine gel. İster kâfir, ister Mecusî, ister puta tapan ol, yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir.” Bu sözden bahsedelim biraz.
Bu söz Mevlânâ’ya ait bir söz değildir. Kazvinî isimli bir şaire aittir. Ancak çok güzel sözlerdir, Hz. Mevlânâ’nın fikirlerine uygundur. Hiçbir eski eserinde yoktur. Sadece 1925’ten sonra Mevlânâ Kütüphanesi elden geçerken kendisine ait bir kitabın, yani kendisinin yazdığı değil, bir Divan-ı Kebir nüshasının kabında, bir başka yazıyla yazılmış çok güzel bir rubaidir. En son icazetli mesnevîhanı Şefik Can, Mevlânâ’ya ait olmadığını ispat etti. Ayrıca ‘baza’ kelimesiyle başlıyor bu rubai, yani Farsça “Dön!” demek. Sen aslına dön, diyor. Çünkü insanlar sıfat-ı İslâmiye ile yaratılırlar. Sonra nefislerinin tesiriyle yanlış yola giderler. “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” âyetinin bizim anlayacağımız şekilde bir açıklamasıdır. “Benim dergâhım ümitsizlik dergâhı değil” diyor. Burada kastedilen, “Gel, sen aslına dön. Ben seni küfre düşürmem” diyor. Yoksa şimdiki bazı insanların anlamak istediği gibi, “Pisliğinle gel, bizi de pislet!” demiyor. 
Mevlânâ Hazretleri, “Biz ölünce bizim kabrimizi toprakta aramayınız. Zira biz âriflerin gönüllerindeyiz” derken hangi âlimleri kastediyor?
Niyazî-i Mısrî Efendimiz diyor ki;
Savm-ı salât-ı hacc ile sanma zahid biter işin
İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş.
İşte o irfan sahiplerinin gönlündeyim, diyor. Onun ne olduğunu da bu mısradan anlayabiliriz.
Ârifler irfan sahipleridir. İlim, irfanı geliştirmeye yardımcı olan yollardan biridir. Ama her âlim, ârif değildir. Elinden tutan ve yol gösteren olmazsa, ilmine mağrur olur. O ilim, onu tepe takla düşürür.
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:12:01 ös
Allahu Teâlâ'dan bizi edebe muvaffak kılması niyazı ile söze başlayalım aziz dostlar. Çünkü Hz. Mevlânâ Mesnevî-i Şerifin daha başlarında, 79. beyitte Cenab-ı Hakk'tan edeb niyazında bulunuyor.
Ez hudâ cûyîm tevfik-i edeb
Bî edeb mahrum u geşt lutf-i rab
"Huda'dan edeb hususunda yardım dileyelim. Çünkü edebi olmayan, Rabbin lûtfundan mahrum kalır."
Efendim Evliya Çelebi'yi bilirsiniz. Kendi devrinin şartları içinde pek çok memleket gezip, enteresan notlar alıp, bir seyahatname tertib etmiş ve bazı abartılı ifadeleri ile de bir takım özellikler taşıyan ama çok önemli bir kaynak eser haline gelen Seyahatnâme'sini bize bırakmış O mübalâğalı, abartılı ifadelerinden bir tanesi de Bursa hakkındadır. Bursa' nın yeşilliğini, sularını anlatırken bir cümle kullanır Evliya Çelebi: Bursa sudan ibarettir vesselam. Aynı ifade ile, tasavvuf edebden ibarettir, vesselam dersek, hiç abartılı bir ifadede bulunmuş olmayız.
Evet, tasavvuf edebten ibarettir. Edebin sözlük anlamı, kibarlık, incelik, nezaket ve uygun davranışlarda bulunma özelliği demektir. Deyim olarak anlamı ise, sahibini utanılacak şeylerden alıkoyan his ve irade demektir. Edebin kaynağı özellikle aile ve onun yanı sıra okul, çevre, gelenekler v.s. Bu kaynaklardan elde edilen edeb ile dünya hayatında iyi, güzel, hoş edebli olunabilir. Fakat gerek dünya hayatında, gerek sonsuz hayatta edebin yegâne kaynağı Rasulullah Efendimiz'in hayat-ı saadetleridir.
"Bismillahirrahmanirrahim le qad kâne lekum fî rasûlillâhi üsvetün hasenetün li men kâne yercullâhe ve'l-yevmel-âhira ve zekerallâhe kesîra" "Andolsun ki Rasulullah'ta sizin için Allah'a ve âhiret gününü dileyenler ve Allah'ı çok çok zikredenler için güzel bir örnek vardır. Numûne-i imtisal vardır. Uyulması gereken örnek vardır."
Allah-ı Zü'l-celâl, Ahzâb Sûresi'nin 21. âyetinde böyle buyuruyor. "Üsvetün hasene", güzel örnek. Ve bir başka âyette, Haşr Sûresi'nin 7. âyeti içinde "esta'î zübillâh; ve ma âtâkümü'r- rasûlü fe hüzûhu ve mâ nehaküm 'anhü, fentehû" "Peygamber size ne verirse alın. Ve neyi yasaklarsa ondan çekinin, sakının."
Allah-ı Zülcelâl, Habîb-i Edîb'ini her türlü edeble süslemiş ve sözleri ile de davranışları ile de en üstün ahlâk ve edeb örneği olarak kullarına onu tavsiye etmiştir. "Ve inneke le 'alâ huluqin azîm" şüphesiz sen yüce bir ahlak üzeresin âyeti ile "beni rabbim terbiye etti ve terbiyemi de güzel kıldı.." Hadîs-i Şerifi de bu gerçeği beyan buyurmaktadır.
Bu nedenle, tasavvufun temeli de tabanı da tavanı da ve her ikisi arasındakiler de edebten ibarettir. Eski dergâhlarda mutlaka asılı bulunması gereken bir levha olurdu. Edeb yâ Hû! Çok seyrek de olsa bazı uygun davranışlarda bulunmayan kişilere büyükler tarafından küçücük bir ikaz yapılırdı. "Edeb yâ hû" Bu edeb bahsi münasebetiyle Hz. Mevlânâ'nın edebest -edebtir- redifli bir gazeline kulak verelim isterseniz.
Hâce der-yâb ki cân der ter-i insan edebest
Hâce envâr-ı dil u dîde-i merdân edebest
"Ey kişi, bilmiş ol ki nasıl ruhsuz bir bedene can denilemezse, işte onun gibi edeb, ruh gibidir. Allah erlerinin gözü ve gönüllerinin nurunun aydınlığı, edebtir."
Âdem ez âlern-i ulvist ne süfli der-yâb
Ravnâk-ı gerdîş-i gombed-i devrân edebest
"İnsan süfli, düşüklükler aleminden değil ulvi, yücelikler alemindendir. Bunu iyi anla". İnsan, meleklerin secde ettiği Âdem'in neslindendir. Yeryüzünde Allah'ın halîfesi insandır. İnsanda, Allah'ın ruhundan üfürdüğü ruh vardır (Ve nefahtü min ruhî). İnsan en güzel ve en üstün yaratılışla yaratılmıştır yani Ahsen-i takvim ile. İşte bu Kur'ânî gerçekleri iyi anla. "Ve şu gökkubbenin dönüşü ve devranın gidişindeki revnak, güzellikler de edebtendir."
Efendim daha başka âyetlerde de var ama daha çok biliniyor diye onu örnek vereyim; Yasin suresinin 38, 39 ve 40. âyetlerinde ayın, güneşin, gece ve gündüzün Azîz ve Alîm olan Allah'ın takdiri ile belli yörüngeler ve ritimlere bağlandığı beyan buyurulmakta. Hz. Mevlânâ ay, güneş, gece ve gündüzün Azîz ve Alîm Allah'ın sözünü dinlemek güzelliği ile edebe riâyet ettiklerini söylüyor.
Ger to hâhî ki kadem ber-ser-i iblis nehî
Dîde boşka vü bibin kâtil-i şeytân edebest
"Eğer şeytanın başını ezmek istiyorsan edeb sahibi ol. Gözünü aç, gör ve bil ki, şeytanı öldüren şey edebtir."
Malumdur ki ilk edebsizlik şeytandan zuhur etmiştir. Cenab-ı Hakk'ın kendine yeryüzünde halife olarak yarattığı Hz. Âdem'e ve onun şahsında insana, meleklerin secde etmesi emredildiğinde şeytan bu emri dinlememiş ve edebsizlikle Allah'a isyan etmiştir. Bilindiği gibi edebin ilk ve ön şartı, söz dinlemektir. Şeytan söz dinlememek ile de kalmamış, kendince bir kıyas yaparak "Beni ateşten, Âdem'i topraktan yarattın. Ateş topraktan üstündür, ben de Âdem'den üstünüm." Böyle bir kıyasla Allah'a akıl öğretmeye kalkmıştır. Bu edebsizliği ile de Allah'ın rahmetinden koyulmuştur. Şeytan edebsizlikte daha da ileri gitmiş "Beni sen azdırdın" - estağfirullâh - diye bir de kendi kabahatini Allah'a yüklemeye çalışmış ve insanoğlunu Hakk'a giden yoldan ayırmak için kıyamete kadar mücadele etmeye yemin etmiştir. Bu mücadelede insanın yapacağı en doğru ve tek şey Allah'ın emrine uyarak, yani söz dinleyerek, e'ûzü billahi mine'ş-şeytani'r-racîm "kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım" demekten ibarettir. Allah'a sığınmaktan ibarettir. Allah, şeytanla mücadelede -amiyane tabirle - kabadayılığa, külhanbeyliğe müsade etmiyor. "Sadece bana sığının, bu size yeter." diyor. Biz o sözü dinleyerek şeytanın şerrinden Allah'a sığınırız.
İnsanın hiddetlenme hali, şeytanın meydanı boş bulduğu haldir. Şeytan en çok insana hiddetli halinde musallat olur. Ve sövmek, dövmek gibi insana yakışmayan haller yaptırır. Onun içindir ki Cenab-ı Ali keremallahu veçhe "En kahraman kişi, hiddetini yenen kişidir."'Yani şeytana mağlup olmayan kişidir, buyuruyor. Şeytan aynı zamanda insana affetmeyi, merhamet etmeyi unutturur. Eğer herhangi bir meselede biz af ve rahmet göstermezsek, Allah'a karşı olan kusurlarımızda hangi yüzle af ve merhamet dilenebiliriz? Unutmamalıdır ki affeden, affedilir. Rahmet edene rahmet edilir. Biz burada yine şeytandan Allah'a sığınarak Hz. Mevlânâ'nın Edeb gazelinin bir sonraki beyitine geçelim.
Âdemîzâde eğer bi edebest, âdem nîst
Fark der cism-i benî-Âdem ü hayvan edebest
"însanoğlunda eğer edeb yoksa, bilin ki o insan değildir. İnsanoğlunun cismi ile hayvan arasındaki fark edeb dolayısıyladır."
Madem ki Âdemoğluyuz diyoruz kendimize, öyleyse atamıza yakışır şekilde ve ondan örnek alarak hareket etmemiz gerekir. Ne yapmıştı Hz. Âdem? Yaklaşmaması emredilen ağaca yaklaştığında hatayı, kusuru kendinde bilmiş ve Rabbena zalemnâ enfusena "Ey Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik. Eğer sen bizim kusurlarımızı örtmez ve bize merhamet kılmazsan şüphe yokki biz zarar edenlerden oluruz." diye af dilemistir. İşte âdemoğluna atasına uymak yakışır. Ve edebini göstermek bu edebi göstererek, şeytan gibi değil, Âdem gibi davranarak kabahati kendinde bilmek insana yakışır. Ve bütün bu edebler insan ile hayvan arasındaki farkı belirler. Yemek, içmek, barınmak, üremek  gibi haller hayvanda da vardır, insanda da vardır. Bunların dışında ve üstündeki davranışlar insanı  insan eden hallerdir. Efendim tabi bu sözümuz, Ademoğullarına.
Kendilerine Âdemoğulluğunu değil, maymun oğulluğunu yakıştıranlara ve öyle zannedenlere sözümüz yok. Son iki beyit dolayısıyla arz etmeye çalıştığımız hususların hepsi Kur'ân âyetlerinden alınmadır. Sûrelerini ve âyet numaralarını söylemedim çünkü Kur'ân-ı Hakîm'de bu hususta pek çok âyet var. İşte onun için Hz. Mevlânâ edeb gazelinin devamında buyuruyor ki,
Çesm boşka vü bibin cümle kelâmullâh râ
Âyet âyet hemegî ma'ânî-i Qur'ân edebest
"Gözünü aç! Dikkat et! Tamamen Allah kelâmı olan Kur'âna iyice bak! Ayet âyet bütün Kur'ân'ın manâsı edebtir ve Kur'âna edeble iman et. Çünkü;
Gerdern ez akl suâlî ki bâşed îmân
Akl der-gûş-i dilem goft ki îmân edebest
"Akıla sordum, nedir iman? Akıl, kalp kulağıma eğilip dedi ki iman, edebtir." Peki, bu ne demektir?
Şems-i Tebriz hâmuş kon ki toy-i sırr-ı hudâ
Enver-i efdâl-u in şem-i sebistan edebest
Ey Şems-i Tebriz, suskun ol! Sus ki bu bir ilâhî sırdır. Ancak şu kadar söylenebilir, dile gelebilir ki, geceleri ve karanlıkları aydınlatan iman mumunun en parlak ve en üstün aydınlığı edebtir."
Edeb bahsi bir sohbetin içine ancak bu kadar sığar. Arzetmeye çalıştığım Hz. Mevlânâ'nın bu gazelini K'enan Rifâî merhum çok güzel bir şiir ile Türkçeye çevirmiş idi. Biz yine Hz. Mevlânâ lisanından Cenab-ı Hakk'tan bizleri edebli kılması niyazında bulunarak; sözlerimize nihayet verelim:
Ez hudâ cûyîm tevfikî edeb
Hoş kalın, hoş olun efendim.
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:13:42 ös
SEMA ADABI
"Semâ" adı ile tanınan Mevlevî Âyininin  resmî adı  "Mukâbele-i  Şeriftir. Mevlevî mukabelesi, tekkenin 'Semâhâne' denilen bölümünde icra edilir. Semahane,   genellikle  etrafı   parmaklıklarla çevrili   bir ziyaretçi  yeri -züvvâr maksuresi-, âyin okuyan ve çalanlara ayrılmış 'Mutrıb-hâne' ve semâ   edilecek   bir  alan   olan 'Meydân-ı Şeriften ibarettir. Namaz kılınırken imamın durduğu mihrab ve Mesnevî okunurken Mesnevî-hân Dede'nin yer aldığı Mesnevî kürsüsü de Semahaneye dahildir. Bazı tekkelerde türbe de Semahane ile aynı çatı altındadır. Mevlevîlikte mukâbele-i şerîf, İstanbul dışındaki tekkelerde genellikle   Cuma   namazından sonra yapılırdı. İstanbul'daki beş Mevlevihâne de ise belli günlerde mukabele vardı.  Cuma ve  Salı Galata, Cumartesi Üsküdar, Pazar Kasımpaşa, Pazartesi ve Perşembe Yenikapı, Çarşamba Beşiktaş (daha sonra Eyüb Bahariye), Mevlevîhânelerin âyin günleri idi. Ayrıca İhyâ Geceleri' denen bayram ve kandil gecelerinde ve hilâfet merasimlerinde de  âyin yapılırdı. Mevlevî Âyini, Hz. Mevlâna tarafından tamamen bir vecd hâlinin ifadesi olarak, bir usûl ve merasime bağlı olmaksızın yapılan semâın, bir düzene bağlanması ile oluşmuştur. Hz. Mevlâna'nın düşünce, fikir, yaşayış, ilim, aşk ve cezbesinin, bir tasavvuf ekolü halinde ortaya çıkışı, oğlu Sultan Veled zamanında olmuştur. Sultan Veled ve hatta oğlu Ulu Arif Çelebi, aynen Hz. Mevlâna gibi, belli bir düzen olmadan, coşkunlukla semâ ederlerdi. Ancak ayrıca Cuma namazından sonra Hz. Mevlâna'yı anmak maksadı ile tertiplenen toplantılar, âyinin bir düzen halinde ortaya çıkmasına sebep teşkil etmiş ve semâ meclislerine belli bir düzen verilmeye başlanmıştır.
Âyin, önce Pîr Âdil Çelebi ve daha sonra da Pîr Hüseyin Çelebi tarafından bugünkü şekil ve düzenine konulmuştur. Pîr Âdil Çelebi, Sultan Veled'in(ö. 1312) oğlu Şemseddin Emir Âbid Çelebi'nin(ö.1338) oğlu Emir Âlim Çelebi'nin(ö.1388) oğludur ve Feridun Ulu Arif Çelebi'nin(ö.1328) oğlu Muzaffereddin Ekber Emir Âdil Çelebi'nin(ö.1368) oğlu olan II. Arif Çele-bi'nin 1421'de vefatı ile Çelebilik makamına geçmiş, 1460'da vefatına kadar 39 yıl bu görevde kalmıştır. Semâ âyinine bugünkü şeklini veren bu zattır. En son şekillendirme ve teferruat düzenlemesi ise, Afyonkarahisarlı III. Ârif Çelebi’nin 1642'de vefatı ile Çelebilik makamına geçen ve Ferruh Çelebi'nin(ö.1591) oğlu olan Hasan Çelebi'nin oğlu Pîr Hüseyin Çelebi (ö.1666)  tarafından  yapılmıştır. Konya'daki Âsitâne'nin (Pîr Evi) 18.  postnişîni olan  Pîr Hüseyin Çelebi,   Tekke Medrese kavgasının en ateşli zamanları olan Sivasîler-Kadızâdeler kavgasını görmüş, yaşamış ve bu tesirle de Mevlevi Semâ Âyinini, cahiller ve inatların dışında, herkesin kabulüne mazhar bir düzenle ortaya koymuştur.
Bu düzenlemeye göre Mevlevi Mukâbele-i Şerîfi şöyle yapılır:
Mukabele günü veya gecesi, görevli  Meydancı Dede namaz vaktinden biraz önce, semahaneye girerek, yere ters olarak yayılı duran kırmızı renkli şeyh postunu alır ve sol omzuna koyar ve şeyh dairesine giderek, semâ izni  ister.  Şeyh, "Eyvallah" diyerek izin verdiğini belirttikten sonra, Meydancı Dede, dervişlerin duyabileceği kadar yüksek sesle ve özel okunuşu ile “abdeste tennureye sala” diye seslenir ve postu semahaneye götürüp usulünce yayar. Sonra ezan okunur. Semâa girecek dervişler, semâ kıyafetlerini giyerler. Tersine katlanmış olan tennureler koltuklarından tutulur ve öylece kıbleye karşı diz üstü oturulup, Hz.Mevlana’nın ruhuna üç İhlâs bir Fatiha okunur   Yine oturmakta iken tennurenin yakası öpülüp baştan aşağıya geçirilir. Böylece tennure tersken, yüz olmuş olur. Sonra ayağa kalkılıp, bele bağlanan "Elifi nemed" (veya elif-lâm bend) kemer gibi bağlanır ve özel şekilli bir yelek olan"deste-gül" sırta giyilir. "Resim Hırkası" denen çok geniş kollu, uzun ve geniş hırka da omuza alınır ve sikke de başa giyilerek kıyafet tamamlanmış olur.
Meydancı Dede'nin "Buyrun Yâ Hû" hitabı ile davet edilen dedeler ve diğer kişiler teker teker baş keserek selâm verip sağ ayak la, eşiğe basmadan semahaneye girerler ve görev rütbeleri ve kıdemlerine göre yerlerini alarak, ayakta beklerler. Âyinin mûsikîsini icra edecek olan Mutrıb Heyeti de Mutrıb-hâne'de yerini alır. Herkes, sağ ayak başparmakları sol ayak başparmağını üzerinde; yani "ayakları mühürlü" denen durumda ve sol eli ile sağ omuz, sağ el ile sol omuz tutulmak suretiyle ayakta durarak, Şeyhin gelişini bekler. Bu duruş şekline "Niyaz Vaziyeti" denir.
Şeyh, sağ arkasındaki Meydancı ile birlikte semahaneye girip ayak mühürleyerek başını eğmek suretiyle selâm verdiğinde, herkes aynı biçimde sessizce selâma cevap verir. Şeyh, postuna geçer ve namaz başlar. Camideki usûlün aynısı olarak kılınan namaz, Şeyhin Fâtiha'sı ile sona erer.
Namaz bittiğinde, namaz safları bozulur ve yüzler Mesnevî kürsüsüne dönük olarak yeni yerleşim hâli alınır. Şeyh, (veya Mesnevîhân) kürsüye çıkıp oturduğunda, herkes yer öperek bulunduğu yere oturur. Mesnevî'den şerh edilecek beyitleri, Şeyh kendi okumayacaksa, "Kârî-i Mesnevî" denen, Mesnevî okumakla görevli dede, daha önce Meydancı tarafından kürsünün altına serilmiş olan seccadeye, yüzü kıbleye karşı olarak oturur ve şerh edilecek beyitleri okur. Şeyh, tesirli sözler söyleyebilmek, yanlışlıkların bağışlanmasını ve hâttâ düzeltilmesini dilemek için Allah'tan yardım isteyici ve yakarıcı bazı beyitleri okuduktan sonra Mesnevî beyitlerinin şerhine başlar. Sonunda "Yüce Allah'ın sırlarının keşfedicisi olan Mevlâna işte böyle buyurdu. O'nun bu buyurdukları ne uyku halindeki rüyadır, ne faldır ne de yıldız bilgisidir. Doğrusunu Allah bilir ama, herhalde Hakk'ın bir vahyi olsa gerekir" anlamındaki dörtlük okunarak Mesnevî şerhi bitirilir.
Sonra Mutrıbhânede kısa bir Kur'an-ı Kerîm okunur; Fatiha okunmaz. Şeyhin kürsü üzerinden okuduğu "Post Duası" sonunda Fatiha okunur. Şeyh, kürsüden inerken, herkes öpüp ayağa kalkar ve kıbleye göre sema hanenin sağ tarafında yerlerini alırlar. Çok ender olarak Mesnevî şerhi yapılma mışsa, bu yer alma namazdan sonra olur. Post duası da posta oturulunca yapılır. (1950'li yıllardan sonra Konya'da her yıl yapılmakta olan Mevlâna İhtifallerindeki Semâ Âyininde bu yer alış ve sonrası sergilenebilmektedir.)
Bütün tarikat âyinleri, Hz.Peygamber'e olan sevgi ve saygının ifadesi olarak, salâvat ile başlar. Mevlevî Âyininde bu ifade, "Na't-ı Mevlâna" ile olur. Hz. Mevlâna'nın "Ya Habîballah, Resûl-i Hâlik-i yekta tuyi" (Ey Allah'ın sevgilisi, tek ve eşsiz yaratıcının elçisi sensin) diye baş layan ünlü na'tını, Türk Mûsikîsinin dahîlerinden Mustafa Itrî Efendi, Rast makamında bestelemiş ve bu şaheser; "Nât-ı Mevlâna" olarak iki asırdan fazla hem Mevlevîhânelerde; hem de gerektiğinde başka tekkelerde okunmuştur. Itrî'nin bu bestesi en tanınmış nât bestesidir ve Abdülhalim Çelebi (Ö.1679) veya II.Bostan Çelebi (Ö.1705) tarafından, bir Çelebilik Makamı tavsiyesi olarak, bütün Mevlevîhânelere âyinde ney taksiminden önce okunması bildirilmiştir. Na't olarak, bu beste ile başka güfteler okunduğu da olmuştur. Ayrıca, bu bestenin bitişi olan "Yâ tabîb-el kulûb, Yâ veliyellah" sözlerinin yer aldığı terennüm bölümünde, çok usta birer icracı olan nât-hânlar görevinde bulunduğu zamanlarda böyle yaptığı anlatılmaktadır. Itrî'nin bu bestesi, İstanbul Belediye Konservatuarı Tasnif Heyeti tarafından, Yenikapı Mevlevîhânesi kudümzenbaşısı bestekâr Ahmed Hüsameddin  Dede'nin  okuyuş  tarzı esas alınarak notayı alınmış; Zekai-zade Hafız Ahmed Irsoy ve Raûf Yekta Bey, bu eserin unutulmasını önlemişlerdir, Itrî'nin bu bestesinden evvelki beste veya bestelerin, yahut da Hz. Mevlâna'nın, Hz. Peygamberi öven birçok gazellerinin, kasîde tarzında doğaçlama olarak, okunduğunu kabul etmek gerekmektedir.
Na'tın okunması sessizce dinlendikten sonra, kudümzenbaşı kudüme birkaç darbe vurur ve neyzenbaşının veya onun görevlendirdiği bir neyzenin "post taksimi" adı verilen taksimi başlar. Post taksiminde, okunacak âyinin makamını önce dem sesler denen pest perdelerde ve uzun süreli seslerle gösterip sonra meyan açarak ve az makam geçkisi yapıp vakur nağmelerle taksimi tamamlamak, gelenekleşmiş bir haldir. Taksim bittiğinde hiç ara verilmeden kudümzenbaşının kudüme ilk darbe vurması ile beraber peşrev çalışmaya başlanır. Bu ilk "zahme" darbesiyle beraber Şeyh Efendi ve semâzenler ellerini şiddetli bir şekilde yere vurup ayağa kalkarlar. Buna "Darb-ı Celâl" denir. Neyzenler de ayağa kalkarak icraya katılırlar.
Ayağa kalmış bulunan semâzenler hırkalarına çeki düzen verip; sağa doğru birbirlerine yaklaşırlar. Bu sırada Şeyh, postun önüne çıkıp baş keserek selâm verir, herkes de baş keser. Sonra Şeyh, sağına doğru dönüp, peşrevin temposu na da uygun bir şekilde, sağ ayağını atıp solu yanına çekerek, sonra solu ileri atıp sağı yanına çekerek yürümeye başlar. Semahanenin kenarında yüzleri ortaya dönük durmakta olan semâzenlerden sağa dönüp aynı tarzda yürümeye başlarlar. Şeyhin arkasındaki kişi (aşçıbaşı veya semâzenbaşı) postun önüne geldiğinde ayak mühürleyip baş keser ve hatt-ı istiva denen postun ucu ile kapı arasında çizili olduğu varsayılan ve Şeyhten başkasının basamayacağı çizginin sağ ayakla atlayıp solu da attıktan sonra, posta arkasını dönmeden, cephesini geliş yönüne çevirip yine ayak mühürleyip bekler. Bu sırada arkasındaki semâzen de postun önüne yaklaşmıştır. O da ayak mühürler ve postun önünde iki derviş birbirlerinin yüzüne, gözüne ve özellikle iki kaşın arasına bakarak ve hırkalarını içindeki sağ ellerini kalplerini götürerek selâmlaşıp niyazlaşmış olurlar. Postun sağındaki kişi arkasını semahaneye dönmeden yine sağa dönerek yürümeye başladığında, kendisinden sonraki semâzen yine aynı tarzdaki hareketlere devam eder. Böylece herkes birbiriyle selâmlaşmış olur ki buna "cemâl seyri" veya "cemâl cemâle gelmek" denilir.
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:14:47 ös
 Semahaneyi ikiye böldüğü kabul edilen hatt-ı istivâa post hizasındaki uzantısında gene ayak mühürlenip baş kesilir; karşı karşıya geliş olmadan yürümeye devam edilir. Eğer, türbesi olan bir semahanede âyin yapılıyorsa, türbenin yanından geçilirken de baş kesilip selâm verilir. Şeyh, birinci devirde postun önüne geldiğinde, karşısında kıdemsiz derviş bulunmaktadır. Onlarda birbiri ile selâmlaşırlar ve ikinci, üçüncü devirlerde aynen böyle devam eder. Böylece herkesin üç defa semahanenin etrafını dolaşmalarına "devr-i veledi"(Sultan Veled Devri) denilir.
Mutrıb peşrev çalmaya devam ediyordur. Peşrev, yürüyüş sırasında bitse bile tekrar başa dönülerek çalınmaya devam edilir. Üçüncü devirde sırasının sonundaki semâzen, şeyhi beklemeden selâmını verip yürümeye devam eder. Onun sıradaki yerini alması ile beraber şeyh de postuna geçmiş olur. Bu anda kudümzen-başı peşrev çalmaya son verilmesini işaret etmek için kudüme hızlıca birkaç defa vurur ve sadece makamı gösteren bir iki cümlelik çok kısa bir ney taksimi yapılır. (Sultan Veled Devrindeki karşılıklı niyazlaşma Konya'daki Âsitânede şeyh postu önünde değil, Hz.Pîr Mevlâna'nın sandukası önünde yapılır.)
Sultan Veled devri devamında, herkes, sessizce Allah ismini (İsm-i Celâl) zikretmektedir.
Ney taksiminin bitiminde, âyinhân denen mutrıbdaki okuyucular, yine saz refakatinde, âyini okumaya başlarlar. Şeyh, postunun üzerinde, semâı idare edecek olan semâzenbaşı hariç, semazenler omuzlarındaki hırkaları çıkarıp oturdukları yere bırakırlar ve hemen niyaz vaziyeti alırlar.
Şeyh, postun önüne doğru üç adım atarak ileri çıkar ve baş keser, herkes de baş keser. Şeyh, sağ eli üstte olarak ellerini kavuşturmuş durumda dururken, semâzenbaşı şeyhe doğru ilerler ve şeyhin açıkta duran elini, şeyh de eğilerek onun sikkesini öper. Semâzenbaşının sağ ayağını geriye çekerek veya ileri atarak verdiği işarete göre semâzen, ya ortaya veya kenara doğru üç adımda yürüyüp semâa başlar. Omuzları tutmakta olan eller yavaşça aşağıya indirilip, elin dışı vücuda ve sikkeye temas ettirilip omuz hizasından yukarı kadar kaldırılır ve 'sağ el yukarıya, sol el aşağıya' bakacak şekilde semâ edilir. Semâzenin başı hafifçe sağa eğik, yüze biraz sola dönük, gözleri sol elin başparmağına kısık bir şekilde bakar durumdadır. Bu şekilde son semâzen, de semâa girdikten sonra, semâzenbaşı şeyhe baş kesip, semâı idare etmek üzere sema hanede dolaşmaya başlar. Şeyhde postun gerisine çekilip, ayakta durarak semâı izler.
Semâzenin sol ayağına "direk", sağ ayağına "çark" denir. Direk, yerden hiç kesilmez ve diz bükülmez. Çark, direğin etrafında sola (kalbe) doğru döndürülerek atılır, direk yerden sürünerek geriye doğru hareket ettirilir. Böylece vücudun bir tam kendi etrafında dönüşüne de çark adı verilir. Direği, yerden sürümeden sabit durarak çark atmaya da "direk tutma" denir. Semâzen her tam çarkta bir defa olmak üzere sessizce içinden İsm-i Celâl okur. Semâ böylece devam eder...
Âyin bestesinin birinci selâmı bitip, ikinci Selâmın başladığı, beste usûlünün değiştiğinden anlaşılır. Selâm başında, herkes bulunduğu yerde yüzleri "Kutuphane" denen semahanenin merkezine gelecek şekilde durup, niyaz vaziyetinde baş keser ve ikili üçlü gruplar halinde omuz omuza yaslanır. Şeyh, postun önüne doğru ilerleyip baş kestiğinde, yine herkes baş keser. Şeyh, sessizce selâm duasını yapıp yine postun gerisine geçtiğinde tekrar beraberce baş kesilir. Semâzenbaşı ve semâzenler yine birinci selâmdaki gibi semâa girerler. Yalnız, el ve sikke öpmezler. İkinci selâm denen bölüm böylece devam eder ve yine bestedeki usul değişikliği ile Üçüncü Selâma girilir.
Dördüncü Selâma giriş de aynı şekilde yapılır.
Dördüncü Selâmda semâzenler, semahanenin ortasına girmezler ve etrafa sıralanarak sema ederler; orta yer boş bırakılır. Son semâzenin de semâa girmesinden sonra, hepsi yerlerinden kıpırdamadan direk tutarak semâ ederler. Semâzenbaşı şeyhe niyaz edip semâzleri de yerleştirdikten sonra Şeyhin solundaki yerine geçer ve artık yürümez. Şeyh ise postundan öne ilerleyip niyaz eder ve o da semâa girer. Şeyh, sol eli ile hırkasının sağ tarafını bel hizasından, sağ yakasından tutarak hırkanın göğüs kısmını sağ tarafa doğru hafifçe açarak semâ eder. Başı, semâzenler gibi, hafifçe sağa eğik ve sola dönüktür. Hatt-ı istiva üzerinden adım atarak semâ etmek suretiyle semahanenin merkezine kadar gelir. O da orada direk tutar. Bu tarz yaka tutarak ve ağır tempo ile olan semâa "post semâı" denir. Semâzen başı da bulunduğu yerde post semâı yapar.
Âyin bestesinin dördüncü selamın sözlü kısmı bittiğinde sazlar hemen saz semaisine ve takiben son peşreve girerler. Eğer Niyaz İlahisi denen Segah makamındaki eser icra edilecekse, Semai yerine sazlardan biri Segâh'a geçiş taksimi yapar ve ilâhiye girilir. Saz semaisi veya Niyaz'ın bitmesi ile son taksim başlar Son taksimin, post taksimi ile mutlaka ney ile yapılması gerekmez; başka saz ile de yapılabilir. Taksimin başlaması ile kutuphânede direk tutmakta olan Şeyh yavaş yavaş postuna doğru gitmeye başlar. Şeyh posta vardığında taksim bitirilir ve hemen tiz perdeden olmak üzere mutrıbta görevli biri tarafından Kur'an okunmaya başlanır. Bu anda herkes olduğu yerde baş kesip, yer öperek bulunduğu yere oturur. Eller omuzlarda ve baş öne eğiktir. Görevli dervişler, sırtlarına hırkalarını koyduklarında normal oturma hali alınarak, Kur'an dinlenir. Kur'an okunması bittikten sonra Şeyhin sol tarafında uygun bir yerde "Duâgû Dede' (Duacı Dede) özel okuyuş tarzı ile, özel duayı tekbîri ve salâvatı okuduktan sonra, Şeyh, "Fatiha" der. Herkes sessizce Fâtiha'yı okur. Sonra Şeyhle beraber her kes yer öpüp ayağa kalkar. Şeyh, postu nun üzerinde "Hû diyelim" sözü ile biten 'gülbank'i (özel tertip ve tespit edilmiş duâ) okur. Mutrıbhân ve semâzenler baş keserek bir nefes boyu ve yüksek sesle "Hû" derler. Şeyh, postun üzerinden ayrılıp baş keserek yüksek sesle selâm verdiğinde, semâzenbaşı yüksek sesle ve son Hû hecesini nefesince uzatarak selâma alır, semâzenler de baş keser. Şeyh bu sırada postun tam karşısındaki kapıya doğru yürümektedir. Tam orta yere geldiğinde yine selâm verir. Bu selâmı neyzenbaşı alır, mutrıbdakiler baş kesen Şeyh semahanenin çıkışına vardığında posta doğru dönerek baş kestiğinde, herkes beraberce baş keser. Şeyh semahaneden ayrıldıktan sonra, herkes posta selâm vererek teker teker semahaneyi terk ederler. (Eğer semâ türbeli semahanede yapılmışsa, ayağa kalktığında önce türbedekiler için Fatiha okunur sonra gülbank çekilir.) Meydancı Dede tarafından Şeyh Postunun usulünce kaldırılması veya katlanması ile Mevlevi Mukabelesi bitmiş olur. Semâ sırasında da, Sultan Veled devrindeki gibi sessizce Allah'ın ismi (İsm-i Celâl) zikredilir. Semâzen çarkını yerden kaldırırken "Al", yere basarken "lah" hecesini söylemek suretiyle her çark atışta bir İsm-i Celâl okuyarak zikre devam eder.
Mevlevî Mukabelesi denen bu resmi âyin şeklinden başka "âyin-i cem" (Aynü'l-cem) denen bir âyin tarzı daha vardır ki, tekkenin semahanesinde değil, "meydan odası" denen özel bölümünde yapılır. Ya bir sohbet meclisinde veya bir ikram için toplanıldığında na't okunmadan ney taksimi ile başlar. Âyin okunurken, herkes değil, sadece arzu edenler hırkalarının kollarını giyip post semâı tarzında kol açmadan sema ederler ve selam başlarında da durmak yoktur. Yine Kur'an okunması ve gülbank ile biter; sonra istenirse sohbete ve ikrama devam edilir. Hz. Mevlâna'nın ahrete göç etmesi hicri takvimle 5 Cemaziyelâhir 672'dir. Bu gün Mevlevîlerce sevgiliye kavuşma zamanı, gelin gecesi (Şeb-i Ârûs) olarak kabul edilmiştir. Hicri takvimin mevsimlere göre dönüşü ile yaz aylarında tekke bahçesinde açık havada; kışın meydan odasında 5 Cemaziyelâhir günü mutlaka âyin-i cem yapılırdı. Mukabele ve âyin-i cem'den başka bir ayin vardır ki buna da "Müptedî Mukabelesi" denir.  Semâ etmeyi artık öğrenmiş olan bir yeni der vişin (nev-niyâz) mukâbele-i şerîf'e katıl masına izin verilmesi törenidir. Bu âyine Şeyh katılmaz. Âyini semahanede Şeyh Postunun  yanında  duran  Ser-tebbâh (Aşçıbaşı Dede) idare eder. Tıpkı âyin-i cem gibi na't okunmadan ney taksimi ile başlar.   Peşrevle  beraber  Sultan Veled Devri yapılır ve semâ başlar.  Müptedî Mukabelesinin özelliği, âyin okunmamasıdır. Dört bölümlü semâ sadece peşrev çalmaya   devam   edilerek  yapılır;   yine Kur'an ve gülbank'le biter. Birçok tarikatta rastlanan besteli evrâd-ı şerîf, Mevlevîlikte yoktur. Mevlevî evrâd-ı şerîfi sabah namazı vakti topluca değil, bireysel olarak okunur.
Mevlevîhânelerin mesci dinde sabah namazından sonra topluca yapılan bir zikir âyini şekli vardır ki buna " ism-i celâl çekmek"  veya  "Lafza-i Celâl okumak" denir. Namazdan sonra şeyh, postuna oturur; herkes görev rüt besi ve kıdemine göre yerlerini alarak tam bir daire oluşturulur. Meydancı, iri taneli ve çok uzun bir tespihi, imamesi Şeyhe gelecek şekilde bütün halkaya yayar. Herkes iki eli ile tespihi tutar. Şeyh çok ağır ve uzun hecelerle ve pest perdeden "Eûzu besmele" çeker ve yine uzun hecelerle topluca üç defa Lâilâheil-lallah, sonra da yine üç defa ağır ağır "Allah" denilir. Sonra İsm-i Celâl hızlanır ve perde çok belli edilmeden küçük ses aralıkları ile yükseltilir. Sonunda adeta harfler belli olmadan iki hecenin sesi duyulur hale gelir. Bu sırada baş, elif harfi çizer gibi yukarı aşağı hareket ettirilir. Tespih, sağa doğru avuç içinden yürütülür. Mevlevî İsm-i Celâl zikri, kendine özgü ritmi ve perde kaldırması ile çok estetik ve çok tesirli bir zikir tarzıdır. Belli bir adet; Allah isminden sonra, Kur'an okunması, Şeyhin gülbank'i ve Fâtiha'sı ile biter. Bazen mukâbele-i şerîf'te namazdan veya Mesnevî okunmasından sonra da İsm-i Celâl çekilir. Herhangi bir sebeple mukabele yapılamadığı zamanlarda da, Aşçıbaşı Dedenin idaresinde ve semâhânede İsm-i Celâl çekilerek o gün veya gecenin "dinî âyini" yapılmış olurdu.
 
Mevlevî Mûsikîsi ve Semâ'daki Semboller
Mevlevî Semâ Âyini, mûsikîsinden kıyafetine kadar her alanda, pek çok sembolleri taşır.  Benliğinden ölü olan Mevlevî dervişinin, başındaki sikkesi mezar taşı, giydiği tennuresi kefeni, sırtındaki hırkası kabridir. Semahane kâinattır; sağ tarafı görünen ve bilinen madde âlemi, sol taraf mânâ âlemidir. Posttan sağa doğru hareket, yücelikten düşüklüğe gidiş (ulvîden süflîye) hatt-ı istivanın sonundan posta doğru hareket düşüklükten yüceliğe varıştır ki, "seyr-i sülük" denen manevî olgunluğa erişme yolculuğunu anlatır. Kudümün ilk vuruşu "Ol" emrinin, anlatımıdır. Ney, "İnsân-ı kâmil"dir. Ney'in üflenmesi, İsrafil'in "Sûr"u üflemesidir. Kalkarken yere el vurmak hem "Ol" manın, hem Sûr'u işitince kabirden kalkmanın sembolüdür. Sultan Veled Devrindeki üç tur, "İlm-el yakîn, ayne'l yakîn, hakke'l yakın" denen bilme, görme ve olma mertebele rine işarettir.
Tecelli rengi olan kırmızı renkli post üstündeki Şeyh Hz. Mevlâna'yı temsil eder. Hakikate varan yolu o bilir; ve bunun için hakikate varan en kısa yolu temsil eden hatt-ı istivâ'ya yalnızca o basabilir. Sûr'un üflenmesiyle kabirlerinden canlanarak kalkanların şaşkın şaşkın nereye gideceklerini aramak yerine, insân-ı kâmilin peşine takılıp, onun gittiği yoldan, adımlarını onun gibi ata rak kurtuluşa eren yolu bulmayı, Sultan Veled Devrindeki yürüyüş temsil eder. Semâdaki selâmlar zât, sıfat, fiil, vahdet gibi tasavvuf anlamlarını taşırlar. Dört selâm, şeriat, tarikat, hakikat ve marifet kademelerini anlatmaktadır. Dördüncü selâmda; Allah'ın tek ve gerçek  varlığı ile var oluş olan, vahdet durağından kıpırdamadan, ayak direyerek duruş,  anlatılmaktadır.  Ve  sonunda:
"bütün mânâ mertebelerini bilsen de, ulaşsan da, asla kulluktan vazgeçme, en yüce makam ve mertebe kulluktur, fakat, bilenle bilmeyen bir değildir." denilir.
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:15:44 ös
BENİM BÜTÜN İLLETLERİMİN TABİBİ AŞKTIR
 
Vakt-i şerifler hayr olsun efendim! Hayırlar feth olsun, şerler def olsun. Ne güzel hülâsa edivermişler gönüllerindekini, tasavvuf ehli! Ve hep, artık ezberlenmiş, formüle edilmiş bu sözlerle güzelliklere tâlip olmuşlar, çirkinliklerden kaçmışlar. “Eğer dünya malını gönlüne indirirsen çirkinlik olur, yok eğer onu hayra vesile kılarsan güzellik olur.” meâlindeki Mesnevî sohbetimizi yapmıştık daha önce. Ve devam ediyor Hazret-i Mevlânâ, mal toplamanın faydasının ne kadar olduğunu izâh için.
 
Ger berizi bahra derkûzei
Çent güncent kısmeti yekruzei
 
Denizi bir kâseye dökecek olsan, ne kadar sığar? Ancak bir günlük rızkın kadar. Malûmdur ki gemi, suyun üzerinde, denizin üzerinde gittiği müddetçe su onu kaldırıcı ve gitmek istediği yere ulaştırıcı bir vasıtadır. Ne zaman ki gemide bir delik hâsıl olur, deniz, geminin içine girmeye başlarsa artık o gemi yürümez ve batar. İşte dünya malı seni varmak istediğin yere götüren, götürücü olan deniz gibidir. Onu sen içine almazsan, üzerinde olursan gemi gibi istediğin yere varırsın. Yok, hırsla, tamah ile onu içine almaya kalkarsan geminin su alıp batması gibi dünyada batarsın. Ve kanaat ne tükenmez bir hazinedir. Kanaat yerine, hazineyi, zenginliği malda aramak boştur.
İnsana yaradılışında yükselmek, yücelmek, daha geniş imkânlara kavuşmak arzusu verilmiştir. Bu, hırsla tamah hâlinde olursa o zaman Hazret-i Peygamber’in “İnsanın iki vadi dolusu altını olsa üçüncüyü ister ama bu iyi bir şey değildir.” buyurduğu gibi iyi olmayan insanlar sınıfından oluruz. Ancak dünya malı sadece yükselmek için bir itici güç, âdeta, bir otomobilin marş motoru gibi ilk hareketi verecek güç olarak kabul edilirse o zaman motoru çevirir ve motor yürümeye başlar. Marş motoru ana motoru çalıştırır ve araba gitmeye başlar. Marş motorunu otomobilin motoru yerine kaim edersek o zaman o arabanın motoru da kendi de dağılır gider. Bütün bunlar birer misal ve bu misallerle anlatılmak istenen şey şu: Dünya hâline şükredebilmek için senden daha aşağıda olanlara bakacaksın. Maddî imkân bakımından daha aşağıda olanlara. Âhiret hâlinde yükselmek için ise senden daha yücelere, daha olgunlara bakacaksın. Eğer bunun tersi yapılırsa yani “Ben filancadan daha çok namaz kılıyorum, daha çok ibadet ediyorum, daha çok şöyleyim, böyleyim.” denir ise zarar olur. Bir kere, benlik başlar. Başkasını beğenmemek başlar. Ona “ucb” denir, “kendini beğenme” denir ki gururdan daha özel ve tehlikeli bir histir. İhtiyacından fazla mal vesaire peşinde koşmak sadece hevesi tatmin eder, insanı tatmin eden şey değildir. Hülâsa, ihtiyacıyla nispet kabul etmeyecek derecelere vardırılan her şey hırs ve tamah eseridir. Hırs ve tamah ise insanı hakîkatleri anlama yolunda en büyük esarete müptela kılan şeydir.
 
Kâseyi çeşm i harisan turneşut
Ta sedef kâni neşûd pür dur neşud
 
Hırs ve tamah ehlinin gözü doymaz. Hâlbuki sedef kanaat gösterip kapanmasa idi içinde inci olmazdı. Hazret-i Mevlânâ burada daha başka bir misal veriyor. Malûm, incinin oluşmasında birtakım destanî anlatımlar vardır. Efendim, nisan yağmuru yağdığı zaman istiridye, sedef, ağzını açar ve içine bir nisan yağmurunun düşmesini bekler. O yağmur düşer düşmez de ağzını kapatır ve istiridyenin özelliğinden dolayı o nisan yağmuru tanesi inci olur. Eğer o nisan yağmuru yılanın ağzına damlarsa zehir olur diye şairâne bir izâh vardır. Bunun aslının böyle olmadığı tabii biliniyor. Esasında istiridye, içine giren kum tanesinin zararlarından kendisini korumak için kendi salgıladığı bir maddeyi o kum tanesinin etrafına sarar, işte ona da biz inci deriz. Fakat nisan yağmurunun bereketlerinin karşılığı ve mahlûkattaki sedefin inci yapıcılığı, yılanın zehir akıtıcılığı anlatılsın diye böyle bir efsane kabul edilmiştir. Hazret-i Mevlânâ da bunun misalini açıklayarak bir başka özellikle şöyle anlatıyor: Eğer istiridye ağzına giren nisan yağmuru tanesine veya kum tanesine kanaat edip ağzını kapatmasa idi, birkaç damla daha gelsin, birkaç tane daha gelsin diye beklese idi ağzı kapanmadığı için inci, dürdâne hâsıl olmazdı. İşte sen de karnın doyduktan sonra ağzını açma, açık bırakma. Gözünün doyması için de gözünü hakîkî manzaralara çevir. Bakılması lâyık olan şeylere çevir. Bakılmayacak şeylere çevirme. Yoksa kapatamazsın. Kapatamayacağın zaman da gözün doymaz. Azîz dostlar, iki şey doymaz; toprağın karnı, insanın gözü.
 
Her kiracamei zi aşkı çak şüt
Ozi hırs u ayb külli pak şüt
 
Her kimin elbisesi aşkın pençesi ile parçalanırsa o kimse hırstan da tamahtan da bütün ayıplardan da tertemiz olur. Hazret-i Mevlânâ bu beyti ile bir suali cevaplandırıyor. Hırsın, tamahın fenalığını anladık. Peki, bundan kurtulmak için ne yapacağız? İşte Hazret-i Mevlânâ en kolay tavsiyeyi yapıyor: Aşk... Aşk... Aşk… Ve devam ediyor:
 
Şad baş ey aşkı hoş i sevdaima
Ey tabibi cümle illet hayima
 
Ey faydası hoş olan ve bütün illetlerimizin, marazlarımızın, hastalıklarımızın devası olan aşk, şâd ol sen! Aşk, bir adamın yakasından tutup onu kendine doğru çekmeye başlayınca o kişiyi bir elbise gibi kaplamış olan hırs ve tamah, mal ve servet bağımlılığı ve bunun gibi bütün ahlâkî ayıplar yok olur, çıkar. Elbisenin yırtılıp çıkması gibi... Ve bütün illetlerin hekimi aşktır. Ey aşk, sen şâd ol!
 
Ey devai nahvetü na mu suma
Ey tü eflatu nu calili suma
 
Bizim kibir ve azametimize ilaç olan ve bizim için Eflatun ve Calilus olan aşk, sen çok yaşa! Hazret-i Mevlânâ bu son iki beyitte aşka methiyeler söylüyor. Ve aşkın, mal hırsı ve tamahına ilaç olduğu gibi kibir ve azamete de ilaç olduğunu, Eflatun ve Calilus gibi bizim hastalıklarımıza deva olacağını söylüyor.
Malûm, Eflatun -Platon- eski Yunan filozoflarından. Eski tâbiriyle hikmet-i işrak yani doğuş felsefesi denen bir özel felsefî okulun, ekolün kurucusu ve hâlâ tesiri devam eden çok mühim bir feylesof. Ancak burada filozofî açıdan değil hikmet açısından ele alınmıştır. Yani bu beyitte bir hakîm olarak yer almıştır. Çünkü, malûmunuz, tasavvufla felsefe birbirinden ayrı şeylerdir. Bazen günlük hayatımızda tasavvuf felsefesi diye kullanılıyor. Tasavvufun felsefesi olmaz. Tasavvuf ve felsefe kaynakları itibariyle farklı şeyler olduğu için birbiriyle bağdaşmaz. Tasavvufun felsefesi, felsefenin tasavvufu yoktur. Olmaz böyle bir şey! Çünkü felsefenin menşei, doğuşu akıldır. Tasavvufun doğuşu ise vahiydir. Yani, Resûlullah Efendimiz’den intikalen bize gelen sözlerdir, emirlerdir, nasihatlerdir, vs.
Filozoflar, dikkat buyrulursa hep birbirlerini nakzederler. Yani onun filanca tarafı eksik, berikinin falanca tarafı eksik diye. Hâlbuki mutasavvıflar hep birbirlerini tamamlarlar. “Onunki öyle güzel, benimki böyle güzel, ötekininki öyle güzel.” derler. O ona, o ona, o ona “Doğrudur, yanlış değildir.” derler. Dolayısıyla nakz yoktur. Beyitte sözü geçen Calilus ise Bergamalı bir hemşehrimiz. Miladî 130-200 yılları arasında yaşamış Bergamalı mühim bir hekim ve Hipokrat’tan sonra en büyük hekim sayılır. İşte Hazret-i Mevlânâ aşkı biri hakîm, biri hekim olan iki büyük zâta benzetiyor. Aşkta öyle bir kudret, öyle bir çekicilik, öyle bir yola getiricilik, düzelticilik vardır ki Eflatun’un felsefeyle, Calilus’un tababetle yapamadığı ruhanî ve cismanî tedavileri aşk, icrâ eder. İşte onun için “Ey tabibi cümle illethâ-yimâ, benim bütün illetlerimin tabibi olan aşk!” diyor.
Efendim, aşk bahsi daha devam eder, çünkü evvelimiz aşk, hâlimiz aşk, istikbalimiz aşk. Aşk olsun efendim...
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:16:39 ös
İyilikler, güzellikler, hayırlar ve kolaylıklar dileyerek başlayalım sohbetimize azîz dostlar. Evet, kolaylıklar... Çünkü iyiliği, güzelliği, hayrı elde edebilmek pek kolay değildir. Onun için kolaylıklar dileyelim. Hatırlarsınız Mesnevî'nin ilk beytindeki ney kelimesi hakkında sohbet ederken insan-ı kâmilden konuşmuştuk. Bazı sorular geldi bendenize "İnsan-ı kâmili nasıl tanıyacağız?" şeklinde.
İyiliği, güzelliği, hayrı elde edebilmenin kolay yolu insan-ı kâmile ulaşabilmektir ama onu nasıl tanıyacağız? Bu tanımanın da bir kolay yolu var efendim. Bir kimseyi gördüğümüzde, sohbetinde bulunduğumuzda o zâtı görmek, sohbetinde ve huzurunda bulunmak bize Hakk'ı hatırlatıyor, yeniden aklımıza getiriyor ise o kimse insan-ı kâmildir. Tanımak, işte bu kadar kolay. Hele hele o zât hâli ile bizde kendisini beğendirmek arzusu uyandırıyor ise teşhisimizde tam isabet var demektir. Artık balansı gibi çalışmak ve insan-ı kâmil kaynağından güzellikler, iyilikler, hayırlar toplamak vazifesi düşer bize ve o topladığımız değerler ile elimizde doğru tartan bir terazi oluşur. Bir avuç cam kırığı içinde birkaç tane elmas tanesini ayırt edebilen, hemen buluveren kuyumcu gibi elmas parçası ile cam kırığını, altın ile yaldızı ayırt eder hâle geliriz. Ama şunu ayırt edemeyiz: Bir demir parçasını bir ateşe sokup kızdırsalar ve ateşin hararetiyle o demir parçası kıpkırmızı veya akkor hâlinde ateşten çıkarılsa ve "Ben ateşim!" dese yalan söylemiş olmaz. Maden olarak, cevher olarak demirdir. Ama hâl olarak, ateş. İşte her ateşin cevherini anlamak mümkün değildir. İnsan-ı kâmilin de hâlini anlamak mümkün değildir. İnsan-ı kâmilin çok yüce bir örneği olan Hz. Mevlânâ Mesnevî-i Şerifin beşinci beytinde ney lisânından şöyle söylüyor:
Men beher cemiyyeti nalân şodem
Cufd-i bed hâlân u hoş halân şüdem
(Ben her cemiyette, her toplulukta bulundum. Her mecliste inledim durdum. Kötü olanlarla da iyi olanlarla da beraber oldum, onlarla düşüp kalktım.)
Herkesi ez zann-ı hod şod yâr-i men
Ez derûn-i men necost esrâr-ı men
(Ve herkes kendi zannı, kendi anlayışı, kendi seviyesine göre bana yâr oldu, dost oldu. Fakat benim içimdeki cevheri ve sırları anlamadı. Hâlbuki;
Ten zi cân u cân zi ten mestur nîst
Lîk kesrâ dîd-i cân destur nîst
Ten candan, can tenden yani ruh bedenden, beden ruhtan ayrı ve gizli, örtülü değildir. Ancak, herkesin ruhu, canı görmesi için can gözü ile görmesi için izin verilmemiştir.)
Evet azîz dostlar, insan-ı kâmil toplumun ruhu gibidir ve onlar can gözü ile, baş gözü ile görülemezler. Görmek isteyenler olur, her devirde de olmuştur. Hz. Mevlânâ'nın sağlığında da böyleydi. Selçuklu Sultanı II. Gıyâseddin Keyhüsrev'in kızı ve Vezir Muîneddîn Pervâne'nin zevcesi Gürcî Hâtûn, Hz. Mevlânâ'nın bendelerinden idi. "Kendilerini her zaman göremiyorum, bari bir resmini yaptırayım da gül olmadığı mevsimde gülsuyu koklamak gibi tasvirine bakayım." düşüncesiyle zamanın ünlü ressamı Aynüddevle'den Hazreti Pîr'in bir resmini yapmasını istedi. Aynüddevle birkaç tane resim yaptı. Fakat hiçbiri Hz.Pîr'e benzemedi. Sonunda Hz. Mevlânâ'dan resme modellik yapmasını niyaz ettiler, yüksek müsamahasından dolayı kabul buyurdu. Aynüddevle Hz. Mevlânâ'nın yirmi kadar resmini yaptı ama hiçbiri ona benzemedi. Aynüddevle bunun üzerine bütün kâğıtlarını yırttı, kalemlerini kırdı. Ve Hz. Mevlânâ buyurdu ki:
Âh! Çe bî reng ü bî nîşân ki menem
Çi bebîned mera çü nâm ki menem
(Renksiz ve nişansız olan, işte o, benim. Olduğu gibi görülemeyen, işte o, benim.)
Evet, olduğu gibi görülemeyen. Yani biz ancak ateşi görebiliriz. O ateş aslında demir midir kömür müdür, ne biliriz? Ama zaten pek gerekli de değil galiba. Karanlıklarımızı ısıtan, gönlümüzü ısıtan o akkor nemize yetmez! Bu ne devlet! Biz, bize lâzım olanı bulalım ve bilelim, yeter. Zaten bize lâzım olanı da Hz. Mevlânâ ta'rîf buyuruyor:
Dâmen-i d gir züter bî geman
Tarehi ez afeti ahır zaman
(Eğer âhir zaman âfetlerinden, fitnelerinden kurtulmak istiyorsan hiç gecikmeden, hiç vakit kaybetmeden onun eteğini yakala.)
Peki, o kim?
Sâye-i Yezdan buved bende Huda
Mürde-i în âlem u zinde Huda
(O bu âlemden ölü ve ancak Allah ile diri olan bir kuldur ki Allah'ın gölgesi gibidir.)
Tabiî Allah cisim değildir ki gölgesi olsun. Bu, mecazî bir ifâdedir. Ancak, nasıl gölge güneşe delîl ise, o insan-ı kâmil de Allah'ın kudretine delildir. Ve Allah'ın gölgesine sığınanlar gölge ve hayâl peşinde koşmaktan kurtulurlar.
Sâye-i Yezdan çi bâşed dâye eş
Vâr-ı hâned ez hayâl ü saye eş
Ve Hz. Mevlânâ bizzat kendisinin de böyle yaptığını bize naklediyor. Ve eteğini tuttuğu, gölgesine sığındığı Şems-i Tebrîzî'yi anıyor. Gölge ve güneş, şems ve saye kelimelerini çok sanatlı bir anlatımla kullanarak;
Revz-i saye âfıtâb-ı râbiyâb
Dâmen-i şeh Şems-i Tebrîzî bitâb
(Git. Gölgenin yol göstericiliği ile güneşi bul ve Tebrizli Şems'in eteğine sıkıca sarıl.) diyor.
Rah nedânî cânib in sûr-t arûs
Ezziyâü'l-Hak Hüsâmeddîn bepors
(Eğer, bu geline kavuşmayı andıran mutluluğu yani Hz. Şems'e ulaşma yolunu bilemez ve bulamaz isen Hakk'ın ışığı, Hakk ışığı olan Hüsâmeddîn Çelebi'nin ışığına sor ki o ışık, yolunu aydınlatsın. Fakat bunu yaparken de çok dikkatli ol. Olmaması gereken hususlara sakın sapma.)
Nedir bu olmaması gereken hususlar? Bunu da Hz. Mevlânâ açıklıyor. Buyuruyor ki:
Ver haset giret tura derreh gelû
Der haset iblis ra bâed gelû
(Bu yola girerken yani bu yol gösterici arama yoluna girerken hasedi, kıskançlığı bırak. Çünkü hased, çekememezlik, kıskançlık gibi hâller Şeytan'ın hâlidir.)
Hz. Mevlânâ burada hasedin çok fena ve insanı Şeytan gibi Hakk'tan uzaklaştırıcı bir huy olduğunu belirttikten sonra şu öğütte bulunuyor:
Hâk şev merdân-ı Hak râ zîr-i pâ
Hâk ber ser kon haset râ hemçümâ
(Toprak ol. Yani toprak gibi tevâzû sahibi ol. Hakk erlerinin, Allah adamlarının ayaklan altında toprak ol. Ve toprak saç haset illetinin başına.)
Efendim başa toprak saçmak eski zamanlarda hakaret kasdı ile yapılan bir hareketti. Yani "Hasedin başına toprak saçarak onu alçalt." deniyor. Ve bu beyitte çok önemli bir kelime kullanmış Hz. Mevlânâ. Hemçümâ yani, benim gibi. Benim yaptığım gibi.
Bilirsiniz azîz dostlar, İslâm'da bir kural vardır; emr bi'l-ma'rûf, nehy ani'l-münker. Doğruları ve emirleri yapmak, yanlışlardan ve yasaklardan sakındırmak. Ama bunu yapmanın bir önşartı vardır. Evvelâ, kendin yapmak. Çünkü başka türlü, söz tesir etmez. "Yalan söyleme!" diyen bir yalancının, Mal çalma! diyen bir hırsızın, İçki içme! diyen bir ayyaşın, Kindar olma! diyen bir kinini din edinmiş kindarın sözü ne kadar tesir eder? Kendi alnı secde-i Rahmân'a gelmemiş, Namaz kıl! diyor. Ramazan günü ağzında sigara, oruç nasihati veriyor. Olmaz değil mi? Hiç tesir etmez. İşte nasihat eden, öğüt veren kişi, öncelikle kendisi öğütlerini tutmak mükellefıyetindedir.
Bir hikâye geldi aklıma.
Bir müftü efendiye zengin görünüşlü bir genç delikanlı gelmiş. Efendim babam yeni vefat etti, kendisi gençliğinde pek çok gazalarda bulunmuştu. Bu gazalardan kalma köleleri vardı. Bu kölelerin zaman içinde bir kısmı vefat etti bir kısmını da babam azâd etti. Bana mîrâs olarak diğer malların yanı sıra iki tane de köle kaldı. Bunlar hakkında ne yapacağıma karar veremedim; size danışmaya, emirlerinizi almaya geldim. Müftü efendi şöyle bir düşünceye daldıktan sonra genç adamı Evlâdım sen lütfen yarın uğra da, bu sualin cevabını yarın vereyim, der. Ertesi gün müftü efendi, delikanlı daha kapıdan görünür görünmez Aman evlâdım, o iki köleyi âzâd ediver! deyince genç adam Efendim, pek kolay bir cevapmış, niçin dün söylemediniz? dediğinde müftü çok enteresan bir cevâb verir: Evlâdım, benim de iki kölem vardı; evvelâ ben âzâd ettim, ondan sonra sana âzâd etme nasihati verdim.
İşte Hz. Mevlânâ bu inceliği anlatıyor. Yaptırmadan önce, yapmak. Öğüt dinletmeden önce, öğüt dinlemek. O da Şems-i Tebrîzî gibi bir güneşin eteğini tutmuş. Bizim de bir etek tutmamızı tavsiye ediyor. O da haset ve kıskançlık gibi kötü hâlleri ayakları altına almış, terk etmiş. Ondan sonra böyle yapılması îcâb ettiğini bize öğütlüyor. Ne mutlu o öğütleri tutabilene! O öğütlerin ışığı, aydınlığı ve sıcaklığı altında hoş olun, hoş kalın efendim, tutmamızı tavsiye ediyor. O da haset ve kıskançlık gibi kötü hâlleri ayakları altına almış, terk etmiş. Ondan sonra böyle yapılması îcâb ettiğini bize öğütlüyor. Ne mutlu o öğütleri tutabilene! O öğütlerin ışığı, aydınlığı ve sıcaklığı altında hoş olun, hoş kalın efendim.
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:17:34 ös
İnsan-ı Kâmil

Geçen sohbetimizde insan-ı kâmil mevzuunda biraz konuşmuştuk. İnsan-ı kâmil nasıl anlatılabilir acaba. Nazım ve nesir olarak kırk kadar kitap yazmış, astronomiden tasavvufa, fıkıhtan matematiğe, felsefeden musikiye kadar her mevzudan bahsedebilmiş ve bizzat kendiside hiç şüphesiz insan-ı kâmil mertebesine yükselmiş, Nakşibendi tarikatında ictihad sahibi, pir-i sani olmuş ismini hemen bileceğimiz Molla Câmî hazretlerinin bir insan-ı kâmil tarifinde yani Mevlânâ'yı tariflerinde bakın ne diyor; "O maneviyat cihanının benzersiz yücesinin kadri kıymeti için Mesnevi yeterli bir kitaptır ve çok kuvvetli bir delildir." Yani burhandır. "O yücenin vasıflarını anlatabilmek için ben ne diyebilirim, peygamber değildir fakat kitabı vardır." Molla Cami gibi bi  zâtın bile "ben ne söyleyebilirim" diyerek aczini ifade ettiği insan-ı kâmil tariflerinde herkes acizdir. Tam manasıyla tarif mümkün değildir. Ancak şu kadarı söylenebilir; Allah'ın kitabında habibine dahi, "sen onları görüp gözet" diye tavsiye buyurduğu insanlar, insan-ı kâmil olanlardır. En'am sûresinin 58. ayetinde; "sabah akşam Rablerinin rızasını isteyip cemalini dileyerek O'na dua edenleri kovma" buyrulmuştur Habib-i Zişan efendimize. Ve yine Kur'an-ı Kerim'de Kehf Sûresinin 28. ayetinde de aynı mealde bir emir vardır. Efendim bu nasıl zuhura gelmiş, onu biraz konuşursak Kuran-ı Kerim'de ki bu çok manalı tarifi biraz anlamaya gayret etmiş oluruz sanırım.
Efendim dünyaya gelmedik, dünyaya gönderildik. Nasıl parmak izimizden saç telimize ve dokularımıza kadar birbirimizden farklı isek, yaratılış tabiatımız, meşreplerimiz bakımından da benzemeyiz. Zâten Cenab-ı Hakk kitabında "ben sizleri meşrep meşrep yarattım" buyuruyor. Ve her insanoğlunun yaratılışında yaratıcısını bilmek, bulmak ve ona kulluk etmek cevheri ve tabiatı vardır. Bu genel bir tabiattır. İşte bu genel tabiata ve özel meşrebine uygun olarak yaşayabilenler bu hayatı mes'ud yaşayabilenlerdir. Mutlu olanlar onlardır yani tabii yaşayanlar. Tabiatlarının gereğini yapanlar, işte Rahmeten-lil âlemin olarak yaratılmış olan Resulullah efendimizin tabiatı da zâtına mahsus idi. Resuli Ekrem efendimizin yaratılışındaki Rahmeten-lil Âlemîn'lik tabiatına uygun olarak bütün insanların doğru yola ulaşmasını, hidayete ermesini istiyordu. Çünkü o, aynı zamanda "Hâdî" doğru yola iletici isminin, Cenab-ı Hakk'ın esmasından olan bu ismin tam mazharı idi. Güneşin tabiatında vurduğu her yeri aydınlatmak istidadı vardır. Alemlere rahmet olmak itibarı ile de herkesi nur-u ilâhî ile parlatmak arzusu Resulullah'da vardı. Allah, kendi esmasından olan "Rauf ve "Rahim" esmalarını da habibine vermiştir. Tevbe Sûresi'nin sondan bir önceki ayetinde; "Andolsun ki size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız o'na çok zor gelir." Yani sizin sıkıntıya uğramanızdan o sıkılır, ona ağır gelir. "O size çok düşkündür ve mü'minler hakkında çok şefkatli, çok merhametlidir." Bu bir ayetin hakikatidir ve Resul-i Kibriya, Rauf; çok şefkatli, Rahim; çok merhametli olarak bizzat Cenab-ı Hakk tarafından isimlendirilmiştir. Ana-babanın evladı üzerindeki şefkat ve merhameti, Resulullah'ın ümmeti üzerindeki şefkat ve merhametinin zerresi bile değildir.
İşte böylesine merhamet membaı olan Resulullah, müşriklerin de hidayet güneşi ile parlamalarını arzu ettiğinden onların kendi sohbetini dinlemesine, kendi davetine icabet etmesine zemin hazırlayacak her türlü şarta açıktı. Fakat dünyevi bir takım mallarına, mevkilerine, şöhretlerine v.s. fani varlıklarına güvenen ve yanlış olarak "eşraf" şerefliler olarak adlandırılan bazı Mekke müşrikleri, "biz; köleler, fakir-fukara insanlarla bir arada bulunmayız. Onları huzurundan kovarsan gelir seni dinleriz." dediler. Efendimiz bunu tabi kabul etmedi, "öyleyse" dedi müşrikler; "hiç olmazsa biz geldiğimiz zaman onları gönder, aynı mecliste bulunamayız. Biz senin sözlerini dinleyelim, gelelim ama köleler, sosyal seviyesi -onlarca- düşük kişiler bulunmasın." Efendimiz demin arz etmeye çalıştığım herkesi hidayete ulaştırmak arzusundan dolayı bu fikre biraz olumlu baktı. Çünkü o, Rauf, Rahim ve Hâdî idi. Kendilerine eşraf denen o Mekke müşriklerine cevap vermeden önce Cebrail (a.s.) geldi ve biraz evvel arz ettiğim ayetleri getirdi. "Onları huzurundan kovma ve onların üzerlerinden gözlerini ayırma.." onları gör, gözet ve Allah, işte o insanları habibine tavsiye ediyordu, işte insan-ı kâmilin Kur'ânî anlatımının bir nebzesini size arz etmeye çalıştım.
O insan-ı kâmil, o Allah dostu, o Hakk'ın velisi, Hakk'ın habibinin ağzından buyurduğu "Benim velilerim, Benim gizlilik bulutlarımın altındadır. Onları Ben'den başka hiç kimse bilmez." dediği kişidir insan-ı kâmil. Allah, veli kullarını diğer kullarının nazarlarından kıskanarak gizlemiştir. Bu kıskançlık bizim bildiğimiz eksiklikten olan kıskançlık değildir, buna Gayyuriyet denir. Bu zât-ı ilahiyeye mahsus bir haldir ama bizim ancak o kelime ile ifade edebileceğimiz kıskançlık haline benzer. İşte bu yüce velileri, bu insan-ı kâmil tipini, bizzat insan-ı kâmil olan Hz. Mevlânâ şöyle bir tarifle söylemeye çalışıyor, daha doğrusu bize anlatmaya gayret ediyor. "Veliler, güneşlerin güneşidir, güneş ışığını onların nurundan alır." Hani nasıl ay bizzat kendisi ışık kaynağı olmayıp güneşin ışığını aksettiriyor ise, güneş dahi Hz. Mevlânâ'ya göre bizzat kendisi ışık kaynağı değil, Allah'ın dostlarının, velilerinin nurunu aksettiren bir aynadan ibarettir. Hz. Mevlânâ, velileri güneşlerin güneşi diye tarif ediyor. İnsan-ı kâmil için delil arayan insanlara mesnevi şerifin bir başka yerinde şöyle bir benzetme ile cevap verir Hz. Mevlânâ; "güneşin varlığına delil yine güneştir." Güneşe karşı gözlerine kapayan, gözünün önüne herhangi bir engel koyan veya türlü sebeplerden güneşi görmeyen, güneşi inkar etti! Güneşe ne zarar geldi? İnsan-ı kâmili de inkar eden, görmeyen pek çok kişi olabilir ama insan-ı kâmile onlar bir zarar bir noksanlık veremezler. Nasıl güneş yaratılışındaki tabiat icabı vurduğu her yeri aydınlatmak ve ısıtmak istidatı ile aydınlatır ve ısıtırsa insan-ı kâmilde vurduğu her karanlık kalbi aydınlatır, ısıtır.
Hz. Mevlânâ yedi yüz sene önce mesela "gel" demiş. Çok münakaşalı bir rubaidir, onun münakaşasını bir başka sohbetimizde belki yaparız. Yalnız şunu sormak isterim; yedi yüz sene evvel gel diyen bir zât'a dünyanın her yerinden hala insanlar geliyor. Japonya'sından Amerika'sına, Güney Afrika'sından Avustralya'sına kadar her yıl özellikle aralık ayındaki ihtifaller sırasında ve diğer zamanlarda da akın akın insanlar geliyor sadece türbesini ziyarete.
Türbesini ziyaret etme imkanına sahip olamayıp, kitapları ile meşgul olanlar, her gün onu gönüllerinden ananlar bunların sayısını bilmiyoruz. Ve şuna emin olmak lazımdır ki katiyen zannettiğimiz azlıkta değil. Pek çok insan hala Hz. Mevlânâ'nın gel çağrısının, davetinin icabetiyle meşgul, hep gidiyorlar, işte güneş ara sıra bulutların altına gizlense bile ısıtmaya, aydınlatmaya devam ettiği gibi Hz. Mevlânâ gibi insan-ı kâmillerde, bazen insanların nefis bulutları altında gizlenirler, unutkanlık bulutları altında gizlenirler ama varlıkları ve tasarrufatları devam eder. İşte Hz. Mevlânâ'nın ifadesi ile o, güneşin dahi aydınlığını aldığı insan-ı kâmil, veli kulların nuru ile içimizdeki karanlıkların aydınlatılması dilek ve niyazıyla hoş olun, hoş kalın efendim...
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:18:34 ös
AŞKA ULAŞ GAYRİDEN GÖNLÜNÜ KES
Mevlevîlik geleneğinde bir âdet vardır “Nasılsın, iyi misin?” kabîlinden hatır sorulduğunda “Aşk u niyâz eylerim.” diye cevap verilir. Bendeniz de bu sohbete aşk u niyâz eyleyerek başlamak istiyorum.
İlm kesbi ile paye-i rifat arzu-i muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde ilm bir kıyl u kâl imiş ancak
Yükselmek sâdece ilim tahsili, ilmin kazanılması ile olmaz; bunu arzu etmek sâdece bir hayâl ürünüdür. Âlemde ne varsa aşkta vardır. İlim bir dedikodudan ibârettir. Efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadırlar; “Rutbetü’l ilmi a’le’r-ruteb” yani “Rütbelerin en üstünü ilim rütbesidir.” Bu iki söz arasında bir çelişki var gibi gözükse de gerçekte her hangi bir çelişki yoktur. Hz. Mevlânâ’nın da bulunduğu bir mecliste hadis, ayet, kelâm-ı kibar konuşulurken yâni “Allah Kitabında şöyle buyurdu, Resulullah şu mevzûda şöyle buyurdu” şeklinde sohbet yapılmakta iken âniden kapı açılıp içeri Şems-i Tebrîzî girer. Der ki; “Bırakın bu dedikoduları ‘Allah şunu dedi, Resulullah bunu dedi!” Sen ne diyorsun sen?” Demek istiyor ki Hz. Şems, “Allah’ın buyurduklarından, Resullah’ın tavsiyelerinden sen, ne anlıyorsun?” Zîra, Resulullah’ın buyurduğu bu ilim rütbesine erişmek; bu büyük sözleri, Allah ve Resulü’nün sözleri dâhil bütün sözleri nakledecek derecede bilmek demek değildir. O sözleri aşk ile yoğurup, oluş hâline getirebilmektir. İşte o zaman, yükselme hâsıl olur. Sözün özü ;
Vasıl-ı hak olmaya eylersen heves
Aşka ulaş gayriden gönlünü kes.
Öyleyse aşk nedir? Hz Mevlânâ, “Ben ol da bil!” demiş. Aşk bir hâldir, kâl değildir, söz değildir yâni. Onun için hâl anlatılmaz, yaşanır… Aşkın ilimleşmesi diye târif edebileceğimiz tasavvuf ise, satırdan değil sadırdan öğrenilir. Bu öğrenimin asgari şartı, en az -en aşağı koşulu ise muhabbettir.
Muhabbet lezzetinden bî-haberdir cahil u gâfil
Fuzûli zevk-i aşkı zevki var olandan sor.
Hz Mevlânâ da muhabbetin ehemmiyetini şöyle anlatıyor,
Ez muhabbet mürde zindemiş evet vez muhabbet şah bende mişeved
Ez muhabbet dürtha sâfişevet vez muhabbet dertha şafi şeved
yâni,
Öyle bir kudrettir ki muhabbet ölüleri diriltir pâdişahları kul eder
Bütün kirleri ve kirlilikleri temizler ve bütün dertlere şifâ bulur.
 
Kâinatın yaradılış sebebi dahi muhabbettir. Yaratıcının muhabbeti, yaratılmışların en yücesi olan insana, insanın en yücesi olan Muhammed’edir.
Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl.
İnsanın yücelmesi bu muhabbetin yardımı ile Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak sûretiyle olur. Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak ise; öncelikle O’nun esmâsını, güzel isimlerini öğrenmek, O isimlerin mânâsına uyarak, yaşamak ile olur . Özellikle Kur’an-ı Kerim’den Allah’ın sevdiği ve sevmediği işleri öğrenip ona göre davranmakla olur.
Ahzab sûresinin 56. ayetinde Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor, “İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne ale’n-nebiy yâ eyyühellezine âmenü sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ” yani “Muhakkak ki Allah melekleri ile beraber nebîsine salâvat eder öyle ise; ey iman edenler siz de sâlat edin O’na ve selâm verin hem de tam bir teslimiyetle.” Hz. Peygamber’e salât okumak Allah’ın bir âdetidir ve biz mü’minlere de emridir. Resûl-i Ekrem’e salâvat getirmek; Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmanın unsurlarından biridir ve mü’minler, Kur’an’ın bu hükmü ile “Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve sahbihî ve sellim” diye salât okurlar. Derler ki, “Ey melekleri ile birlikte habîbine salât eden Allah’ımız, Nebî’ne Peygamberi’ne salât etmemizi istiyorsun; bâş üstüne. Fakat biz o şanlı Nebî’nin şânına uygun salâvatı okumaktan âciziz. Öyle ise sen lütfen bizim için o Efendimiz Hz Muhammed’ e ve ailesi ile ashabına ve ona uyanların tümüne salât et.”
 
Salâvatın sâdece kelime mânâları, sınırları belirlenmiş bir yazı içinde ancak bu kadar anlatılabilir. Salâvatı tam mânâsı ile anlatmak mümkün değildir. Zîra, Allah ve Resulü’nün salâvatını anlatmaya ne defterler yeter, ne kalemler, ne de zamanlar. Yapraklar defter, ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa Resulullah aşkı anlatılamaz ama yaşanır. Peygambere salâvat okumak, sâdece emre uymak için olursa; emre uymak olur… Ama sâdece emre uymak olur. Bu da insanı bir yerlere götürür… Bir yerlere yüceltir fakat istenilen yere değil. Emre uymak ve sorumluluğu geçiştirmek için okunan salâvat, sorumluluğu geçiştirir ama insanı uçuracak kanat takmaz. İşte Resulullah aşkının dışa vurulması mânâsını taşıyan âşıkların salâvatı; insanı, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklandırır. Muhabbeti, aşkı dışarı vurmak şarttır. Onun için Hz Mevlânâ buyurmuyor mu; “Yarını bulamadı isen, ne diye başını sağa sola vurarak aramıyorsun? Yok eğer buldu isen, ne diye ellerini çırparak buldum buldum diye sevinmiyorsun? Susma! Durma! Ey oğul, ya ara dur ya da bulduğunu duyur.”
İşte, aşk böyle bir şey... “Ez tarik-i râh-ı peygamberi ma” Bizim Peygamberimizin yolu aşk yoludur. Biz, aşktan doğmuşuz. Aşktır bizim anamız. Hz Mevlânâ bu beyitte aşkı böylesine anlatıyor. Aşk öyle bir anadır ki her şey ondan doğar. Aşk ateş olarak, coşkunluk olarak hasret, vuslat, ümit, sevinç, keder ve daha sayamayacağımız şekillerde tezâhür eder, ortaya çıkar, diyor. Zîra neyin sesi, aşkın ateşidir. Neyden çıkan ses, neyzenin nefesinden midir, neyzenin içindeki aşkın hissiyatının getirdiği coşkun nâmeler midir? Onun için Hz Mevlânâ buyuruyor ki,
Âteşi aşk est ki ender ney fütâd
Cûşişi aşk est ki ender mey fütâd
Neyi söyleten aşk ateşidir.
Meyin kabarıp taşması da aşkın kabarıp coşmasındandır.
Herkesin aşkı kendi miktarıncadır. Gülün dikenleri arasından fırlayıp bülbüle nazı, güllüğündendir. Bülbülün bütün dikenlere rağmen güle niyâzı da, bülbülâne bir aşktır. Af buyurun, bir merkebin de toz toprak içerisinde yuvarlanarak anırması da kendi aşkındandır; ama eşekçesine… Bu, şuna benzer; bir ârif-i billâhın, Hakk’ı bilen bir zâtın bütün Rabbânî güzellikleri seyrederek veya tefekkür ederek, Allah’ın cemâli’nin mesti olarak tatlı tatlı döktüğü göz yaşları da aşkın eseridir, zil zurna sarhoşun attığı nârâlar da aşkın eseridir. Ama kendi istidatlarına göre kimi bülbül gibi… Kimi eşek gibi... Ama hep aşk!
Aşk birdir fakat sevgililer değişiktir. Çünkü yegâne tek sevgilinin tecellîleri ve tecellîlerinin mazharları farklıdır da onun için sevgili değişiktir. İşte bu farktan geçip tek sevgiliye ve tek sevgiye ulaşmada aşk, insana Burak olur. Hz Resulullah’ı, Hakk katına ileten Burak gibi…
En yüce âşıklar mü’minlerdir. “Vellezine âmenü eşeddü hübben lillah” Bakara sûresinin 165. ayetinde Cenâb-ı Hakk, “Mü’minlerin Allah’ a muhabbetleri çok şiddetlidir” buyuruyor. İşte çok şiddetli bu muhabbete, aşk denir. Bu ayetin mefhûmu,muhalifi tâbir edilen yâni eski tâbirle yani tersten gidilerek yorumu şöyle olmuyor mu acaba; Allah’a şiddetli muhabbeti olanlar müminlerdir, Allah’a şiddetli muhabbeti olmayanlar îman etmiş olmazlar.
Her fiili ve her sözü insanlığın yol gösterici olan Hz Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bizi sevgiye, sevgi yoluna teşvik ederken şöyle buyurmuyor mu; “Birbirinizi sevmedikçe îman etmiş olmazsınız. Beni her şeyinizden ziyâde sevmedikçe îmanınız kemâle gelmez.” Kur’an-ı Kerim târifine göre mü’minin kendisine yakışan sıfatı âşıklıktır. Âli İmran sûresinde “Len tenalü’l-birra hattâ tünfiku min ma tuhibbûn” yani mealen şöyle buyrulmaktadır; “İyiye ve iyiliğe eremezsiniz ancak sevdiğiniz şeyler nedir o sevdiğiniz şeyler para, mal, mülk mevkii ve hatta canınızı, Allah için harcamadıkça.” İşte bu ayetinde Rabbimiz sevginin ölçüsünü bildiriyor. Sevginin kantarı fedakârlıktır, vermektir. Kuru laf değil. Her iddia ispâta muhtaçtır. Aşk iddiasının ispâtı, vermekle olur.
Âşık odur ki; kılar cânın fedâ canânına
Meyli canân etmesin her kim ki kıymaz canânına
Cânını, canâna vermektir kemâli âşıkın
Vermeden can îtiraf etmek gerek noksanına
Fuzûlî Hazretlerinin bu sözleri üstüne söz söylemek fuzûli olur.
Hoş kalın, hoş olun efendim.
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:19:42 ös
Vakt-i şerifler hayr ola aziz dostlar. Vakt-i şerif hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def ola. Bütün tasavvuf erbabınca gülbank diye isimlendirilen bu niyaz ile sohbetimize başlamak istedim. Vakt-i şerifler hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def ola...
Geçen sohbetimizde Mesnevî-i şerifin ilk kelimesi olan bişnev yani dînle kelimesinin üzerinde biraz konuşmuştuk ve "dinleyeyim ama neyi?" sualinin cevabında kalmıştık. Hz. Mevlânâ Mesnevî-i şerifin hemen ikinci kelimesinde bu sualin cevabını veriyor. "Bişnev in ney", Ney'i dinle! Peki ney nedir? Yetiştiği kamışlıktan kesilerek ayrılmış, vücudunda ateşle veya bıçakla delikler delinmiş, altına ve üstüne yani başına ve ayağına hatta boğumları arasına teller sarılmış madeni halkalar geçirilmiş kupkuru, sapsarı bir hale gelmiş içi boş bir kamış parçası. Ancak neyzenin "hû" sadâsı ile içi doluyor ve o zaman içindeki hava yakıcı bir ateş haline geliyor. Onun için galiba şair Nedim:
Olmakta denununda hava ateş-i sûzân,
Nây'ın diye bilmem ki ne halet var içinde
diyor. Hakkında dîvanları dolduracak kadar çok şiir söylenmiş olan ney için, haklı şöhreti bugüne kadar gelen Nedim bile Nây'ın içindeki haletin ne olduğunu izahda zorluk çekerek Nây'ın diye bilmem ki ne halet var içinde, diyor.
Ney böylesine içi boş ancak neyzenin sadası ile dolan bir kamış parçası. Neyzenin bir aleti, neyzenin istediği seslerin, sadaların çıkmasına yarayan yani neyzenin arzularının zuhur ettiği bir alet. Ayrıca o kamış; özellikle Hz. Mevlânâ zamanında şimdiki gibi stilolar, kurşun kalemler, tükenmez kalemler türlü kalem çeşitleri yoktu. İnce kamışlar kalem tarzında kesiliyor, bir yarık yarılıyor ve oradan emebildiği mürekkeple yazı yazılıyordu. Ve o kalem, asli maddesi kamış olan kalem Cenab-ı Hakk'ın bile "nûn ve'l-kalem" diye ismine yemin ettiği bir yüce alet.
Peki, Mesnevi'i şerifin ikinci kelimesi olan ney ile ne anlatılmak istenmiştir bir düşünelim. İnsan bu dünya hapishanesine düşmeden, Hak ile arasına mâsivâ perdesi çekilmeden, beden kafesine ruhu hapsolmadan evvel tam hürriyet ile ve zât-ı Hak ile beraberdi. Sonra kendi iradesinin hiçbir dahli olmadan dünyaya indirildi. Yani, ney olan kamış, kamışlıktan kesildiği gibi vatan-ı aslîsinden kesildi. Dünyaya geldiğinde insanoğlunun yaptığı ilk iş ağlamak oldu. O ağlamak fiziki olarak ciğere hava dolmasının yakıcılığı ile açıklanır ama bazı zeval böyle izah etmiyor; dünyaya gelmekle vatan-ı aslînin acısı başlıyor onun için ilk hareket bir feryat bir ağlama. Ve o ağlamanın ardından artık dünya meşakkatleri, dünya sıkıntıları başlıyor.
Büyümek başlı başına bir sıkıntı. Yavrularımızın büyümesi esnasında, diş çıkarırlarken ne kadar büyük bir sıkıntı yaşadıklarını hepimiz biliriz. Kemikten kemik çıkıyor ve o sıkıntılar hep öyle devam edip gidiyor. Ancak irâde-i cüzziyesini külli iradede yok eden insanlar yani İnsan-ı kâmil müstesna. Nasıl ney, neyzenin elindeki bir aletten başka bir şey değilse, İnsan-ı kâmil de Hakk'ın iradesinin tecellisinden başka bir şey değildir. Bir hadis-i şerifte; "Hubbu'l-vatan mine'l-iman" buyruluyor. "Vatan sevgisi imandandır". Bu hadis-i şerifin ilk nazardaki sathî manası; insanın doğup büyüdüğü, yetiştiği yerler olan dünyevî vatanına özlemdir ki bu yanlış değildir, noksan değildir, doğrudur. Ve bu vatanın özleminin giderilmesi için yapılan seyahatler bizim önderimiz olan Resulullah tarafından tavsiye edilmiştir. "Doğduğunuz, büyüdüğünüz, yetiştiğiniz yerlere gidiniz, geziniz, ziyaret ediniz, taşını-toprağını, evini, bağını-bahçesini, sokaktaki ağacını ve tabi eski dostları." Ama bu hadis-i şerifin daha derûnî mânâsına inersek; aslî vatan olan Hak indindeki vatana olan hasret ve ona olan sevgi hakikî imandır. Hakk'a ulaşmanın, vatan-ı aslînin hakikî kokularını almanın, Hakk'a yakın olmanın, O'nun hakikatlerini anlamanın ve kurbiyete ermenin iki ana yolu var. Kurb-u ferâiz ve Kurb-u nevâfil diye isimlendirilen iki ana yol. Birincisi; insanların mükellef oldukları, yükümlü oldukları görevleri yerine getirmeleri, yani farzları edâ etmeleridir. Bu, insanı Allah'a yakın-laştıran, hakikatleri öğreten yollardan biridir. Bunun bir sonraki basamağı ise Kurb-u nevâfildir. Yani mükellef olunanlar kadarıyla iktifa etmemek, yetinmemek, üzerine daha fazla, Hak ile yakın olacak hareketleri çoğaltmak. Bunlar, namaz, oruç, sadaka gibi ibâdetlerdir. Bütün bunlarda halka hizmet etmenin Hakk'a hizmet etmek demek olduğu bilinci ile insana yönelik olma şartı vardır. Yoksa keşiş gibi kapalı, insanlardan uzak bir yerde bir müddet oturmak ve hayatı orada tamamlamak bizim yolumuz değildir. Geçici müddetler için, bir takım nefsânî terbiyeler için ve nefs terbiyesine yönelik olarak, nefsini terbiyesine terk ettiği kişinin emri ile olanlar müstesnadır. Malumdur ki Hz. Peygamber bile peygamberliğini ilan etmeden önce Hira mağarasında, cebel-i Nûr'da bazen kendi başına kalmak isterdi. Ayrıca ramazanın son on günü özellikle dünyevi hadiselerden biraz dinlenmek için itikafa çekilirdiler ve bunu bize de tavsiye buyurmuşlardır. Bunun haricinde cemiyetten uzaklaşmak, ayrı kalmak, günlük hayatın dışına çıkmak bu yolda yoktur. İşte bu tarzda bir kurbiyyeti yani yakınlığı elde edebilenler için Cenab-ı Hakk buyuruyor ki; "benim öyle kullarım vardır ki bana yaklaşan, onların attıkları adım, onların tuttuktan el, onların söyledikleri söz, onların baktıkları göz; Benim gözüm, Benim elim, Benim ayağım gibidir." Bu söylenilen, tevhidin çok önemli bir mertebesidir ki buna Tevhid-i efâl denir. Kur'ân'dan bir örnek vermek gerekirse; Estaizübillah "Attığın zaman sen atmadın, bilâkis Allah attı" mealindeki ayet "Vema rameyte iz rameyte velakinnallahe rama." Bedir gazvesinde Resulullah, müşriklerin üzerine bir avuç toprak attı ve o bir avuç toprak hepsi birer -bugünümüzün tabiri ile- mermi haline geldi ve bazı müşrikleri helak etti. İşte Allah o vakit buyurdu ki: "Sen atmadın Ben attım." İşte bu, Tevhid-i efâl'in Kur-'ân'da anlattığı şeklidir. Bir başka âyetde, mesela sûre-i Fetih'de; Esta-îzübillah "innellezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûnâllah yedullâhi fevka eydîhim", "Sana biat edenler ancak Allah ile biatleşmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir." âyeti de bir başka Tevhid-i efâl'in Kur'ânî anlatımıdır. Muhakkak ki sana biat edenlerin Allah'a biat etmiş olduklarını bil manasına gelir. İşte bu kurbiyyete, bu yakınlığa, bu ayniyete nail olanlar şöyle söylerler:
Ben, kul oldum, kul oldum, kul oldum ve ben zayıf, kudretsiz kul, kulluğumu layıkı ile yapamadığım için utandım da gururla gezmeği bırakıp başıma önüme eğdim. Her köle azad olunca, hürriyetine kavuşunca sevinir, ben ise Ya Rab, sana kul olduğum için şadım, seviniyorum.
İşte Hz. Mevlânâ böyle buyuruyor. Bu nevi manalardan haberdar ve hatta o manaları yaşadığına hiç şüphe olmayan şair Avnî yani Fatih Sultan Mehmet Han da diyor ki:
Zülfünün zencirine bend eyledi şahım beni,
Kulluğundan etmesin âzâd Allah'ım beni.
Bu da aynı mealde bir başka söz. İşte, bu kulluk yakınlığına erenler, İnsan-i kâmil denen kişilerden olurlar. İşte Hz. Mevlânâ da rubaisinde; ben kul olmakla ve bu kulluktan azad olmayı kabul etmemekle mesudum, mutluyum diyor. Efendim, İnsan-ı kâmil konusunda biraz daha sohbet etmek üzere gelecek buluşmamıza kadar sevgiyle olun, sevgiyle kalın, hoş olun hoş kalın...
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:21:37 ös
 Sayın ve sevgili dinleyenler, Bu bir radyo konuşması mı kî. dinleyenler dedin." demeyiniz. Çünkü köşemizin adı "Dinle Neyden". İşte bunun içindir ki, sayın ve sevgili dinleyenler diye söze başladık. Köşemizin adı "Dinle Neyden" konusu ise, Hz. Mevlânâ'nın asırlardır gönüllere, dimağlara, akıllara nurlar saçan, bilgiler saçan, hakikatler öğreten Mesnevî-i Şerifi. Mesnevî-i Şerifin nasıl bir kitap olduğunu, isterseniz bir başka sohbetimizde anlatmak kaydı ile, dinlemenin ne olduğ hakkında biraz konuşalım.

Mesnevî-i Şerif, bişnev kelimesi ile başlar, yani dinle. Dinleyeyim, ama neyi? "Neyi" dinle, "Bişnev în ney çün şikayet mîküned, ayrılıklardan hikayet mîküned" veya orjinal metniyle "ez cüdâyihâ hikâyet mîküned." Dinle çün neyin nasıl şikayet ettiğini, ayrılıkları nasıl dile getirdiğini dinle.
Önce dinleme hakkında konuşalım, daha sonra "neye" geliriz. Dibacesinde, yani önsöz veya takdim yazısında, bizzat Hz. Mevlânâ tarafından "bu Mesnevi kitabı Allah'ın sırlannın ve ona ulaşma yollannın öğretilmesi hakkında, sırların açıklayıcısının açıklayıcısının açıklayıcısı ve dinin aslının aslının aslından bahseder, Allah'ın fıkh-ı ekberi, şer'-i ezharı, yani büyük bir anlayış ve parlak delilidir." diye tarif edilir. Mesnevî-i Şerif yukarda arz ettiğim gibi, "bişnev" ile başlar; dinle kelimesi ile... Bişnev, "b" harfi ile başlar dolayısıyla Mesnevî'nin başlangıcı "b" harfi iledir.
B harfi, eski yazımızda bildiğiniz gibi, altında noktası olan yatay bir yay şeklindedir.
Denir ki, kainat Kur'ân'dadır, Kur'ân Fâtiha'dadır, Fatiha besmelededir, besmele b'de, b ise noktadadır. İşte onun içindir ki, bizzat Hz. Peygamber tarafından, ilim şehrinin kapısı olarak vasıflandırılan İmam Ali (kvc), "İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı" buyuruyor. Hep o noktayı anlatmak için, asırlardır ilmi çalışmalar yapılmış ve bütün kitaplarda o noktayı anlatmak için yazılmıştır. O nokta, ki ismini söylemek çok kolay "tevhid noktası" dır. Ama o noktaya gelebilmek için, evvela Mesnevi-i Şerifin emri veya tavsiyesinde olduğu gibi dinlemeyi bilmek lazımdır. Çünkü "olma" nın yolu, "bilme" den geçer "bilme" ise dinleme ile başlar. Yok dinleme yerine okumak olsa idi:o ellerinden öpülesi, başımıza taç edilesi  öğretmenlerimizin asli fonksiyonlar kalmazdı. Herkes kitap okur, öğretmenlerinden bir şey öğrenmesine hacet kalmaz, okuduğu kitaplardan yeterince ilim öğrenirdi. Ama okuma ile değil, dinleme ile öğrenilir.
İşte Hz. Mevlânâ Mesnevî'sine "b" harfiyle başlayarak, daha ilk söz bile değil, ses, "b" sesinden itibaren bazı şeylere işaret buyurmuş oluyor. Malum, besmele bütün İslam kitaplarının başlangıç cümlesidir. Kur'ân'ı Kerim ve diğer bütün semâvi kitaplar da öyle başlar. Kur'ân'ı Kerim'de. besmelesiz başlayan bir sûre tevbe sûresidir ki o da "berâetün" kelimesi ile, yani "b" ile başlar.
Besmelenin "b" si, Sûre-i Tevbe'nin ilk kelimesi olan "berâetün" kelimesinin b'sinin noktasında gizlidir. İşte Hz. Mevlânâ böyle bir ince nükteye de işaret etmiş oluyor. Tabi bu işaretler, ancak ehline malumdur. Ve böylece Hz. Mevlânâ kendine mahsus çok özel bir tarzda besmele çekmiş oluyor. Çünkü bilinir ki, besmelesiz başlayan işin âkıbeti hayır getirmez.
Evet, dinlemek dedik, tasavvufun veya tasavvuf yolunda ilerlemenin en önemli birbirinden aynlmayacak kadar yanyana iki şartı vardır: Hizmet ve sohbet. Hatta biraz ileri gidersek, hizmet dahi sohbetin feyzine erebilmenin bir yoludur. Sohbet ise, dinlemeyle olur, sohbetin dinlenebilmesi için, az konuşmak lazımdır. Bu da tasavvufun bir diğer tavsiyesidir. Az yiyin, az konuşun, az uyuyun; çünkü israfla geçirilecek zaman. doyduktan sonra israf edilecek gıda ve layık olmayan tarzda söylenecek sözlerin  israf edilmesi, genel hüküm olan "israf haramdır" kâidesince haramdır. Hüner, söylemek değil dinlemektir. Dinlemeyenler öğrenemezler, öğrenmeyenler bilemezler, bilemeyenler ise "olamazlar." Tıp, matematik, hukuk, coğrafya, ekonomi, mühendislik ve daha sayabileceğimiz bütün müspet ilimlerin tahsilinde de bu kaide aynen geçerlidir. Bununla birlikte kendilerinin dinlemeden öğrendiklerini zannedenler ise "Gör zahidi kim sahib-i irşad olayım der" beytinde anlatılan manaya düşerler.
Evet, dinlemek çok önemli olduğu için, tekrar dinlemek üzerinde durmaya devam edelim. Kur'ân'-ı Kerîm'de ki, bütün kitapların, bütün ilimlerin doğuş yeridir ve kaynağıdır. Meselâ, Tâ-hâ suresinin 13. ayetinde, Hz. Musa'ya hitap ederken Cenâb-ı Hakk, "Sana vahy olunacak şeyleri dinle" diye emretmiştir. Mesela, Nuh tufanının anlatıldığı Nuh suresinde, 7. ayette, Hz. Nuh'un davetlere icabet etmemek, yani hak olan davetine icabet etmemek için, bazı insanların, elleri ve parmakları ile kulaklarını tıkadıklarını; bunu Hz. Nuh'u işitmemek, duymamak, dinlememek için yaptıklarını ve tufanda da, işte o parmaklarıyla kulaklarını tıkayanların, helak olduklarını anlatır. Kur'ân'ı Kerîm'de A'râf suresinin 204. ayetinde, bir kat'î emirle şöyle buyrulmaktadır:
"fe izâ qurie'l qurânu" Kur'ân okunduğu zaman "festemiû" dinleyiniz "ve ensitû" ve sükût ediniz, susunuz "leallekum turhamûn" böylelikle rahmete erenlerden olursunuz. Yani rahmete ermek için, Kur'ân'ı ve hepsi Kur'ân'ın birer îzâhı olan bütün ilimî kitapları okurken ve bundan bahseden kişileri dinlerken "susunuz" emri var. Susunuz ki, iyi dinleyebileseniz. Çünkü dinleyen dinlenir, dinlemeyen dinlenmez. Tabii dinlemek için iyi bir kulağa ve anlayacak bir kalbe sahip olmak lazımdır. Biz anlamayı başka yerlere ve başka huzurlara yüklemeye çalışırken, Allah bunun böyle olmadığını, anlamanın kâlb ile olacağını beyan buyuruyor. Bir âyet-i kerîmede, "Onlar ki, kulakları vardır işitmezler, gözleri vardır görmezler, kalpleri vardır anlamazlar. İşte onlar belki hayvan, belki  hayvandan daha aşağıdırlar" buyurularak anlamının, idrak etmenin kalp ile olacağı beyan edilmiştir.
İşitici bir kulağa sahip olmak ise daha önde gelen bir şart. Onun için, gene Mesnevî-i Şerif de 512'nci ve 513'ncü beytlerde Hz. Mevlânâ şöyle buyruyor:
"Canu dil râ takati ân cûş nîst
Bakî gûyem der cihan, yek hûş nîst."
Can ve gönülde, yani kalpte hakikat coşkunluklarını kaldıracak takat ve bu kulakta da işitecek istidat yoksa, ben kime ne söyleyeyim?
"Herkucâ gûşî bûd ez vey çeşum çeşt
Herkucâ seng ki bûd ez vey yeşim dest."
Nerede bir kulak varsa, ondan yol gösterici yol basıl olur. Nerede bir taş varsa, söz dinlerse eğer, taş olmaktan çıkar, yeşim derecesine yükselir. Evet, göz yol göstericidir, ama kulak yol buldurucudur. Her gördüğümüz doğru değildir. Çok basit, bir su dolu kaba, bir cetvel batırdığımızda, suyun zemininde, sathında, cetveli kırılmış gibi görürüz. Halbuki, cetvel kırık değildir, biz öyle görürüz. İşte göz böylesine yanılabiliyor. Kulak, eğer doğru ağızdan çıkan sözleri işitirse, işte göz gibi yanılmaktan da ârîdir ve o doğruyu görmez ancak doğruyu bulur. Tabi bu durum, söz bir kulağından girip, diğer kulağından çıkanlar ve kalpleri ve kulaklan mühürlü olanlar için değildir.
Efendim, bilindiği gibi, tasavvufta ilerlemenin çok önemli iki unsuru var. Biraz evvel söylediğim gibi, hizmet ve sohbet. Sohbet o kadar önemli ki, Hz. Peygamber'in sohbetinde bulunanları, bizler asırlardan beri Ashâb-ı Kiram diyerek hürmet ediyor, isimlerini her anışımızda onlara dualar ediyor, onların yardımlarını, himmetlerini diliyoruz. Bunun sebebi nedir? En yüksek sohbet sahibi olan Hz. Peygamber'in sohbetinde bulunup, onu dinlemenin şerefine ermenin yüceliğidir. İşte onlar böyle dinlediler ve dini, ala silsiletihim, yani elden ele bize naklettiler, eğer bizde dinlersek öğreneceğiz. Evet, dinleyelim, ama neyi? "Neyi", işte o "ney" nedir? İsterseniz, o "neyin" ne olduğunu, bir başka sohbetimizde konuşalım. Şimdiye kadar konuştuk, dinlediniz. Mevlânâ'dan ve onun kitabından, onun kutabının ilk kelimesinden bahsettik. Bahariye Mevlevîhânesi şeyhi, büyük arif ve aynı zamanda büyük musikişinas olan Hüseyin Fahrettin Dede bir şiirinde şöyle söylüyor:
"Fahriyâ malûmudur erbâb-ı irfanın bu raz
lâf-ı Mevlânâ'da Zât-ı Mevlâ'dır garaz."
 Şu birkaç satırda, Hz. Mevlânâ'dan, onun kitabından ve onun kitabının henüz birinci kelimesinden bahsetmiş olarak, Mevlânâ'dan bahsettik. Ama Fahrettin Dede'nin tabiriyle, ondan ve onun sözlerinden bahsetmekten kastımız, garazımız Mevlâ'dan bahsetmek, Mevlâ'yı anlatmak, Mevlâ'nın ismini tekrarlamak idi. Bu kasıtta idik ve bu kasıtta da sabit kademiz, yani ayak diriyoruz.
Hani Mevlânâ'nın, "Ben semâ ederken, bir ayağımla kâinatın merkezinde ayak direr, diğer ayağımla kâinatın bütününü dolaşırım" dediği gibi, bizde Mevlânâ'nın sözleri vasıtasıyla, onun sanatı vasıtasıyla, yüceliği vasıtasıyla Mevla'da ayak diriyoruz. Mesnevî-i Şerifin ikinci kelimesi olan "ney" nedir? Bu hususu da eğer ecelden aman görürsek inşallah bir başka sohbetimizde anlatmak dileğiyle... Şimdilik "hoş" kalın, "hoşça" dahi değil, "hoş" kalın.
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:22:31 ös
Ömer Tuğrul İnançer: "İnsanlar ya dinde kardeş, ya yaratılışta eştir"
Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu Müdürü Ömer Tuğrul İnançer, 22-26 Ocak tarihleri arasında, Amsterdam Türkevi Araştırmaları Merkezi'nde, "Mevlâna ve Mevlevilik" konulu dersler verdi. Tasavvuf alanındaki ciddi ve samimi tecrübe ve eserleriyle de maruf olan Tuğrul İnançer ile bir mülakat yapıldı. Aşağıda bu mülakat yer almaktadır.

Hollanda'daki genel izlenimlerinizi alabilir miyiz?

Hollanda'ya bu ilk gelişim değil. Birkaç defa daha geldim. Hollanda'nın hemen her tarafını dolaştım. Bu tür görevler dolayısıyla da dünyanın birçok yerini dolaşmıştım. Şu kanaati edindim: İnsanlar arasındaki farklılaşma, insanların zannettikleri kadar büyük değil. İnsanlar kendi bilgileriyle değil, zanlarıyla hareket ediyorlar. Her toplumu, her milleti, her şehri ayrı ayrı zannediyorlar. Hakiki güzelliği görebilenler için, şehirler de, tabiat da, insanlar da hep Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin izharı. Bu gözle bakıldığında arada çok fark olmadığı anlaşılıyor. Aslında insanların genel davranışları birbirine çok benziyor. Herkes nasırına basıldığında bağırıyor. Ancak özel terbiyeliler bağırmıyor ve bu özel terbiyeliler de herhangi bir topluma ait değil. Her toplumda böyle insanlar var. Ancak toplumları idare edenler birbirleriyle çekişirken, toplumları kendi çekişmelerine alet ediyorlar. Toplumlar, ne yazık ki, bu alet edilmenin farkında olmadan sadece bir şeyin zahiri farkına varıyorlar: "O benden değil". Hâlbuki şunu unutmamak lazım: İnsanlar ya dinde kardeş, ya yaratılışta eştir.

Bir mülakatınızda, "İmanın tahsini aşktır" diyorsunuz. Açabilir misiniz?

Biz aşk kelimesini nefsimize tâbi olarak çok ucuzlaştırmış ve şahsi meyillerimizi, arzularımızı ve heveslerimizi "aşk" kelimesiyle ifade eder olmuşuz. Aşk bu değildir. Her şeyden önce onun tarifini yapmak lazım. Batı dillerinin hiçbirinde aşk kelimesinin karşılığı yoktur. Aynen gönül kelimesinin karşılığı olmadığı gibi. Ama mesela, Farsçada gönül kelimesi vardır; "dîl"dir. Aşk zaten Arapça bir kelimedir. Batı dillerinde "sevgi"nin karşılığı var. Aşk, sevgi değildir. Aşk, sevginin cünûn şubesidir. Kişiyi mecnunlaştırmaktır. Mecnunluk da zannedildiği gibi delilik değildir. Akla, akılla veda ederek, gönlün emrini dinlemeye aşk derler. Gönül, Molla Cami'nin tarifiyle, "Allah'ın tecelli ettiği yerdir." Elbette Allah'a iman, O'nun tecelli ettiği yerde olur.

Mecazi mahbupların üstündeki "fani" damgasını görememenin sebepleri nedir?

Çünkü biz hem faniliğe, hem de kesafete mahkûmuz. Hâlbuki beden hapishanesine sokulmadan önce hürdük. İşte "Ölmeden evvel ölünüz" hadisi, iradi olarak o hürriyeti yeniden kazanmak demektir. O hapishaneden kendini azat edebilmek demektir. Bu yüzden, zanlarımızın değil, imanlarımızın peşinde koşmalıyız. İmanla zan bir araya gelen kavramlar değildir, ama zannı iman zannetmek çok geçerli bir haldir.

Türkçemizde güzel bir söz vardır: "Allah'ın işine karışılmaz". İnsanlar, Allah'ın işine nasıl ve niçin karışır?

Biz Cenâb-ı Hakk'ı yüceltirken, farkında olmadan çok aksini yapıyoruz. Mesela dua ettiğimizi zannediyoruz. Dua etmeyip Allah'a akıl öğretiyoruz. "Öyle yapma, böyle yap" diyoruz. Bu dua etmek değildir. Türkçemize yerleşmiş şu sözler de var: "Allah'a havale et", "Allah korur". Allah bizim ne korucumuzdur, ne bekçimizdir ne de hizmetçimizdir. Allah Mabudumuzdur, Rezzakımızdır, Kayyumumuzdur. Biz onun kulu olduğumuz halde, kul olduğumuzu unutup Allah'tan arzularımızı yerine getirme kudreti olarak istifade etmeye çalışıyoruz. Bu kullukla bağdaşan bir hal değildir. Ama burada şöyle bir incelik ve Allah'ın ululuğunun izharı var. Birçok insan günlük hayatında, işinde gücünde, ailesinde muvaffak olduğu zaman, Allah'ı pek aklına getirmez. Ne zaman sıkışır, "Allah!" der. Bazı sofu kardeşlerimiz, "Sıkıştığın zaman Allah'a gidiyorsun. İyiyken de Allah'a gitseydin. Şimdi sana yardım etmez" diye zanlarını, Allah'ın âdeti olarak sunarlar.

Sıkıştıkları zaman Allah'ın kapısını çalan kardeşlerimiz bize neyi öğretiyorlar? "Sıkıştığın zaman da bile Allah'tan başka çalacak kapın yok." Bu açıdan baktığımızda onların o davranışlarının eksik de olsa doğru olduğunu görürüz.

Birçok Müslüman'ın zannettiği gibi, Allah-ı Zü'l-celâl, sadece "Rabb'ü-l Müslimîn" (Müslümanların Rabbi) değil, "Rabb'ü-l âlemin"dir (Âlemlerin Rabbi). Rasûlullah Efendimiz'in de (sallalahu aleyhi ve sellem), "rahmeten li'l-müslimin" (Müslümanlara rahmet olarak gönderilen) değil, "rahmeten li'l-âlemin" (alemlere rahmet olarak gönderilen) olduğu gibi. Bu kavramlar üzerinde biraz düşünebilirlerse insanlar, hem Allah'ı hem Rasûlünü çok daha iyi tanırlar.

Bir spor takımını tutar gibi, ben onların taraftarıyım veya onlar benim taraftarım gibi hallerden çıkıp birlik ve beraberliğin önemini, hepimizin "Âdemzâde" olduğunu, hepimizin Rasûlullah Efendimiz'in davetinin muhatapları olduğunu ve sıfatlarımızdan, yanlış fillerimizden dolayı aramıza duvar örmememiz gerektiğini; gözle, gönülle, lisanla ve her türlü vasıta ile rabıta içinde olmamız gerektiğini daha rahat anlarız. Bunun için sadece irfan sahibi olmak yeter. İrfan ise imanın gerektirdiği filleri yapmakla kazanılır. İman bir kavram ve bir kabulden ibaret değildir. Fiile intikal ettiğinde nuru artar. Yol gösterici bir projektör olur.

Bunları Mevlânâ ve benzeri Tasavvuf büyüklerinden öğreniyoruz. Onları öğrenmek, Rasûlullah'ı öğrenmek, Rasûlullah'ı öğrenmek de Allah'ı öğrenmek demektir. "Direkt Kur'ân'dan öğrenelim" lakırdısı pek moda bugünlerde. Öğrenilmez efendim… Direkt Kur'ân'ı Kerim'i okuyarak beş vakit namaz kılmasını bile öğrenemeyiz. Sabahın iki, öğlenin dört, akşamın üç rekât olduğu Kur'ân'da yazmaz. Çünkü Allah insana, insandan tecelli eder. O insanın da en yücesi Muhammed Mustafa'dır. Muhammedsiz Müslümanlık olmaz.

Zahiren sahip olduklarımızı emanet olarak göremeyişimiz neden kaynaklanıyor?

Benlik, enaniyet, ego… adına ne derseniz deyin. Kendimizin bile kendimize emanet olduğu şuurunu edindiğimiz zaman, işimizin de, aşımızın da, eşimizin de, yavrumuzun da bizlere emanet olduğunu ve bizim onlara hizmetle mükellef olduğumuzu idrak etmiş oluruz.

Rasûlullah Efendimiz'in yüceliği nereden kaynaklanır? Gelmiş geçmiş bütün insanlık içinde, insanlığa en büyük hizmeti yapan olduğu için. Çünkü insanlığa Allah'ı öğretmiştir. Ondan daha büyük hizmet olmaz. Yani en büyük "hizmetçi" Rasûlullah'tır; onun için en büyüktür. Kendisi gayet sarih bir şekilde buyurmuştur: "İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır." İnsan evvela kendisine faydalı olacak. Kendine faydalı olmak için aklının değil, imanının istikametinde yürüyecek. Çünkü insanlara iki şey yol gösterir: Biri akıl, biri iman. İman ya haktır, ya batıldır. Hak iman, akıldan daha güzel yol göstericidir. Akıl, batıl imandan daha güzel yol göstericidir. Bunun toplumdaki yansımasını, Batı dünyasındaki Reform hareketinden anlarız. Bundan beş asır öncesine kadar, Batı dünyası batıl bir itikadın peşinde koşmaktaydı ve geri bir toplumdu. Batıl olan itikatlarını geriye atıp akıllarını öne aldılar; yolları aydınladı ve yükseldiler. Yalnız, akılda menfaatperestlik vardır. Başkasının sırtına basma pahasına da olsa, başkasının ayağının altına muz kabuğu koyma pahasına da olsa bir menfaat vardır. Buna rağmen batıl bir inancın peşinde koşmaktansa aklın peşinde koşmak onları yükseltti. Biz ise hak mı batıl mı olduğunu ayırt etmeksizin dini geriye attık, aklı öne aldık; onun için geri kaldık.

Kendimiz de dâhil her şeyin bir emanet olduğu ve ölüm anında, dünya hayatında ehemmiyet vererek arkasında koştuğumuz şeylerin hiçbirinin ehemmiyetli olmadığını anlamış olacağız. Marifet; kafa teneşire vurmadan onu anlamaktır. Çünkü kafası teneşire vuran herkes zaten onu anlıyor.

Şu çok önemli: "Emaneti ehline veriniz" ayet-i kerimesi, Mekke'nin fethedildiği gün, Kâbe'nin içinde geldi. Cenâb-ı Hak bu ayeti, Rasûlullah Efendimiz, Kâbe'nin dışına çıktığında da gönderebilirdi, ama Allah, lisânen değil, fiili durum olarak bu ayetin özel ehemmiyetine dikkat çekmek için, Habib’i (sav), Kâbe'nin içinde put temizlerken gönderdi.

Bu meselelere dikkat etmek için dinimizi "tapınma" dini halinden çıkarmak lazımdır. Çünkü dinimizi "tapınma dini" haline biz getirdik. Bizim dinimiz "yaşama dini"dir. Din, evde seccadenin üstüne, dışarıda caminin dört duvarı arasına, yıl içinde de Ramazan ayına hapsedilecek bir olgu değildir.

Feyiz nedir?

Efendim, biz maddi bir dünyada yaşadığımız ve bir kesafete maruz kaldığımız için izahlarımız da maddi olmaya başladı. Elektrik akımı da enerji de bir tür maddedir. Her şeyi maddeyle tarif ettiğimiz için feyzi de enerjiye benzeterek tarif edebiliriz. Feyiz, enerji gibi maddesel değildir, ama enerjiye benzer. Mesela, bir heyecan anında adrenalin salgımız artıyor. Peki adrenalin nasıl bir enerji sağlıyor? Takatten düşmüş, yorgunken; bir sözle, bir hareketle, bir uyarılışla adrenaliniz yükseliyor ve birden takatiniz yerine geliyor. Feyiz buna benzer. Adrenalin kişilerde tek tek zuhur eder. Feyiz ise bir topluluğa geldiği zaman ayrı ayrı tesir etse de tamamına gelir. İşte onun için ibadetin aslı cemaatle ibadettir. Mesela bir zikir meclisinde bir feyiz gelirse, herkes birden kendinden geçer. Üç beş kişi nara atıyorsa, inanmayın… Şahsi keyfidir o, feyzi değil. Ya sarhoş narası gibi bir naradır veya ortalığı gaza getirmek için söylenmiş bir lakırdıdır. Feyiz geldi mi herkese gelir. Miktarı ve tesiri ayrıdır, o başka mesele.

İşte feyiz böyle bir şeydir. Maddeyle ancak bu kadar anlatılır. Lisan da bir maddedir, bu kadar sığar. Suyun tadını, susuz kalıp da içen bilir.

Akıl kendisini aşan şeyleri kabullenmekte niçin zorlanıyor? Kalpsiz akıl olur mu? Olursa, bu nasıl bir akıl olur?

Büyüklerimiz aklı izah ederken, "akl-ı meaş" ve "akl-ı mead" diye iki tarzda izah etmişler. Birisi sadece menfaati gerektiren şeyleri yapma yollarını gösteren akıl, öteki de biraz daha maneviyatı düşündüren. Ama her hal-ü kârda akıl bir mahlûktur. Her mahlûk gibi evvela menfaatini düşünür.

"Gönül ve aşk meselelerinde akıl, bataklığa düşmüş eşek gibidir; çırpındıkça batar" der Hazreti Mevlânâ.

Akıl şuna benzer: Uçak, havada uçan bir araçtır, fakat bu uçak havalanmak için piste ve tekerleklere muhtaçtır. Aprondan hareket edip piste gidene ve havalanana kadar iki kanadı, pervanesi ve motoru da olsa, fonksiyon olarak o bir uçak değil, tekerlekler üzerinde hareket eden, yere temas eden bir "araba"dır. Ne zaman tekerlekleri yerden kesilir, o zaman uçak fonksiyonunu yerine gelmiş olur. İşte akıl, kişinin yükselmesi için "pist" gibidir. Uçak pisti terk etmezse uçamaz, insan aklı terk etmezse yükselemez.

Kafa ve kalp, dünya ve âhiret, bilim ve din dengesinin bozulma sebepleri nelerdir?

Batıl inançla bilim bir araya gelmez. Dünyanın döndüğünü söyleyen Galilei'nin aforoz edilmesi gibi. Ama hak inançla bilim asla birbirinden ayrı değildir. Türk toplumu olarak özellikle Tanzimat'tan beri Batı kaynaklı ilim tahsil ettiğimiz için, onların kendi içlerindeki "batıl inanç ve bilim" çatışmasını, "batıl" kelimesini kaldırarak, "inanç ve ilim" çatışması halinde anlamaya başladık. Bu bizim yanlışımızdır, hakikatte böyle bir şey yoktur.

Biz ağzımızı hep mübarek olarak görürüz. Güzel söz söylemeli, helal yemeli. Her yemeğin sonu helâdır. Hiç helâdan bahsetmeyiz. Helâsız bir dünya düşünülebilir mi? Her şey lazımdır. Kafa da lazım, gönül de lazım. İnanç da lazım, ilim de lazım. Bunlar birbirine aykırı şeyler değildir. Birbirinin tamamlayıcısıdır. Sindirim ağızda başlar, anüste biter. Anüssüz bir sindirim düşünülemeyeceği gibi, kafasız bir gönül, gönülsüz bir kafa düşünülemez.

Bunu sembolize etmek için eskiden şeyhler ve âlimler, sardıkları destarın ucunu serbest bırakırlardı. Şimdiki gibi, sarık sarıp ucunu içine sokmazlardı. Taylasan denilen bir parça bırakılırdı. Bu parça genellikle meme hizasına kadar uzatılırdı. Bu bir sembolik anlatımdır: "Kafa ile gönül arasında rabıta olacak; kafasız veya gönülsüz adamdan, şeyh ve âlim olmaz" demektir.

Zamanımızda "tearuf"u nasıl anlayıp uygulayabiliriz?

Kur'ân-ı Kerim'i okurken, şimdiki moda tabiriyle, satır aralarını da okumak lazımdır. Kur'ân-ı Kerim'in satır aralarının aydınlatıcısı, Rasûlullah Efendimizin hayat-ı seniyyeleridir. İnsanlar birbirini iyi tanırsa, aslında kimi iyi tanımış olurlar? Mahlûklar birbirini iyi tanırsa, Hâlıklarını iyi tanımış olurlar. Kullar birbirini iyi tanırsa, Rablerini iyi tanımış olurlar. "Ben sizi kabile kabile, meşrep meşrep yarattım ki birbirinizi daha iyi tanıyasınız." İbare burada bitti, şimdi satır arası başlıyor: "Böylelikle beni daha iyi tanıyasınız." İşte bu demektir bu ayetin mânâsı. Tabii bundan ibaret değil, mevzu ile alakalı olanı bu kadar. Hiç kimse hiçbir ayet için "bundan ibaret" diyemez.

İhlâs ile iktidar telif edilebilir mi?

Telif edilmemiş olsaydı, Hulefa-i Raşidin ve Ömer ibn-i Abdülaziz Hazretleri gibi zevat olmazdı. Biraz örnek ve abide şahsiyetler hakkında fikir edinirsek, ihlâs ile iktidarın pekâlâ bir arada olabileceğini öğreniriz.

Müslümanları birbirine bağlayan "nurani bağlar" nelerdir?

Tek Allah, tek peygamber, tek kitap, tek kıble… Daha ne istiyoruz? Mesela, kıbleye yönelmeyi yeterince kavradığımızı söylemek pek kolay değildir. Çünkü bir camiye gittiğimizde, birbirimizin arkasında, saflar halinde durduğumuzu görürüz. O safların hepsini teker teker Kâbe'ye yaklaştırın ve tam Kâbe avlusuna sokun. Birbirine sırtını dönmüş saflar mı göreceksiniz, yoksa bir nokta etrafında halka olmuş saflar mı göreceksiniz? Bir nokta etrafında halka olma hususunda Hazreti Mevlana, "Aradan Kâbe'yi kaldır, birbirine doğru secde edersin ey insanoğlu" der. Bunu da anlamak için birazcık göz sahibi olmak lazımdır. Yine aynı sözü söyleyeceğim: Bunu anlamak için dinimizi tapınma dini olmaktan çıkarmak lazımdır. "Yedim aşı, kıldım beşi, yattım aşağıya" kafasıyla Müslüman olunmaz.

Ağır gelmesin… Hazret-i Peygamberin sözlerinden bir milim dışarıda bir laf asla söylemiyorum. Buyuruyorlar ki, "Sizin davranışlarınıza bakıp da Müslümanlığa özenen insanlar yoksa imanınızı gözden geçirin." Bugün insaf ile bakalım Müslümanlara. Bir yabancı, bizim bu halimize bakıp Müslümanlığa özeniyor mu? Peki, daha önce başka dinlere mensup olup da Müslümanlığı kabul eden bu kadar insan var. Hiçbiri Müslümanlara bakarak Müslüman olmuyor; Müslümanlığı tetkik ederek oluyor. 1978'den beri yurtdışına gidiyorum. Müslüman olmuş, belki 1000' den fazla din kardeşimizi tanıyorum. Hiçbirisi bize bakarak Müslüman olmadı. Hepsi kaynak tetkik ederek oldu.

Kur'ân-ı Kerim'de kendisi hakkında, "Benim Habib'imin (sav) hayatında sizler için alınacak güzel örnekler vardır" buyrulan, dolayısıyla her hareketi örnek ittihaz edilmesi lazım gelen bir peygamberin ümmeti olduğumuzu unutmuşuz. Cebinde ayna ve tarak taşıyan, yani zahir itibariyle çok tertipli olan bir peygamberin ümmeti olduğumuzu unutmuşuz.

"Taş atan bizden, taş attıran bizden değildir." Bunu da erbabı anlasın.
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:23:32 ös
Vefâ, sadece İstanbul'da bir semt adı değildir. Vefâ îmânın, irfanın, ahlâkın en önemli göstergesidir. Hz. Peygamberimiz ahde vefâsızlığın, sözden dönmenin münâfıklık alâmeti olduğunu beyân buyurmuştur.
Hz. Mevlânâ da vefâya çok önem vermiş, eserlerinin pek çok yerinde "Vefâya yemin olsun ki..." ibâresini kullanarak vefânın, üzerine yemin edilecek yüce bir duygu, bir varlık olduğunu bize öğretmeye gayret etmiştir.
Vefâ, aynı zamanda kadir kıymet bilmek demektir. Hz. Mevlânâ, kendisinde mevcûd bulunan ilâhî aşkın ortaya çıkmasına vesile olan Hz. Şems-i Tebrizi'nin kadr-i kıymetini bilmiş ve bütün şiirlerinde onun ismini, Şems-i Tebriz mahlasını kullanarak bu kadirbilirliğini ortaya koymuştur.
Şems-i Tebrizi Hazretleri'ni biraz da olsa tanıyoruz. Mesnevî-i Şerifi de öyle... Ama Mesnevî'nin yazılmasına sebep olan Hüsâmeddîn Çelebi Hazretleri'ni pek tanımıyoruz.
Gelin, bu sohbetimizde bir vefâ örneği gösterelim de bize Mevlânâ'dan Mesnevî'yi kazandıran Hüsâmeddîn Çelebi'den bahsedelim. Hem zaten Mesnevi kitabının bir adı da Hüsâmînâme'dir. Bu lâkab, bizzat Hz. Mevlânâ tarafından verilmiştir. Mesnevî-i Şerifin 6. cildinin başında Hz. Mevlânâ der ki:
Senin gibi bir yücenin çekiciliği ile dünyada Hüsâmînâme dolaşmaya başladı.
Efendim, bilindiği gibi astronomi ilminde bir çekicilik, cazibe kudretinden bahsedilir. Güneş'in cazibesiyle Dünya'mız ve gezegenler Güneş'in etrafında, Dünya'nın cazibesi, çekiciliği ile Ay da Dünya'nın etrafında dönmekte. Böyle bir benzetme ve çok yüksek bir edebî ifâde ile Mesnevî'nin Hüsâmînâme olarak dünyada dolaşmaya başladığını söylüyor Hz. Mevlânâ. Bir başka yerde de diyor ki Hüsâmeddîn Çelebi'ye hitaben:
Kasdemez el fazı o razı tü est
Kasdemez inşâj avaz t tü est
 
Pîşimen avaz et avaz-t hodast
Aşıkez maşuk haşaki keycü dast
(Onun, yani Mesnevî'nin sözlerinden kastım ancak senin rızandır. Senin hatırın için ve hoşnutluğunu kazanmak için söyledim. Bu sözleri Mesnevî'de inşâ' edişim, senin sesini duyurmak içindir. Çünkü benim için senin sesin, Hudânın sesi gibidir. Âşık ve maşuk, haşa hiç ayrılmayacağına göre, sesleri de ayrılmaz.)
Hz. Mevlânâ'nın Senin hatırın için... demesi, şu gerçekten dolayıdır: Mesnevî-i Şerif yazılmadan önce Hz. Mevlânâ'nın irşâd halkasına, sohbet meclisine dâhil olanlar tefsir, hadîs, fıkıh, kelâm gibi şer'î ilimlerin yanı sıra -tabi tasavvuf konuları da okuyorlar idi- tasavvuf konularında özellikle Feridettin Attar Hazretlerinin İlâhinâme, Esrarnâme ve Mantık-ut Tayr isimli eserleri ile Hakîm Senâi'nin Hadikatül Hakîka ve Seyrul İvat isimli eserlerini özellikle okurlardı. Çünkü Hz. Mevlânâ Şeyh Attar'ı tasavvufun ruhu, Senâi'yi ruhun gözleri olarak tarif ederek ululamıştır. İşte Hüsâmeddîn Çelebi o eserler gibi bir eser yazmasını Hz. Mevlânâ'dan niyaz ettiğinde Hz. Mevlânâ "Senin gönlündeki, benim gönlüme de gelmişti zaten." buyurarak sarığının kıvrımları arasında bulunan yazılı bir kâğıdı çıkarıp Hüsâmeddîn Çelebi'ye verdi. Bu kâğıttaki yazılar Mesnevî-i Şerifin ilk 18 beyti idi. Hz. Mevlânâ tarafından bizzat yazılmış ve başının üstünde taşınmış olduğu için herkes tarafından baş üzere taşınması gereken ilk 18 beyit.
Efendim, baş üzere deyince aklıma geldi, söylemeden geçemeyeceğim. Sultan Ahmet Camiini yaptırması ile tanınan Sultan I. Ahmet Han, ki aynı zamanda Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri'nin dervişidir, her gün sabahleyin bir kâğıda "Muhammed" diye yazar ve sarığının kıvrımları arasına iliştirirdi. Yani derdi ki: "Benim ululuğum taç sahibi olmakta değil senin ism-i şerîfini her gün başımda taşımakladır Ya Resûlallah!"
Ve o Sultan Ahmet Han "Resûlullah'ın kabrinin kandillerinde zeytinyağı yanmak lâyık değildir." deyip Türbe-i Resûlullah'a kandilde yakılmak için gül yağı vakfetmiştir.
Efendim aşkın göstergeleri çok... Biz konuya dönelim.
Hz. Mevlânâ ilk 18 beyti Çelebi'ye verdikten sonra buyurdu ki: "Eğer sen yazarsan ben söylerim ve istediğin gibi, öyle bir kitap ortaya çıkar."
Ve Hz. Mevlânâ camide, medresede, handa, hamamda, sarayda, bahçede söyledi, söyledi... Hüsâmeddîn Çelebi Hazretleri de yazdı, yazdı... Tam 3990 beyit. Ve 3990'da bir hâl ortaya çıktı. Tarih o sıralarda 1261 idi. Hüsâmeddîn Çelebi Hazretleri'nin refikası, zevcesi vefât etti ve Hz. Çelebi'de bazı hâller zuhur etti. Allah dostlarının, Allah erlerinin bizim aklımızın ermeyeceği bazı hâlleri vardır, buna kısaca "cezbe" denilip geçiliverir, işte Hüsâmeddîn Çelebi Hazretleri'nde öyle bir hâl zuhûr edince Mesnevî-i Şerifin yazılması bir ara durdu. O hâl zuhûr edince Çelebi'de değil yazacak, kalem tutacak hâl bile kalmadı.
Çün be mi'râcı hakayık reftebüt
Bi bahareş gonca han şugüfte büt
Hz. Mevlânâ böyle buyuruyor Mesnevî-i Şerifin 2. cildinin başında. (O, hakikat mi'râcına yükselmişti, burada değildi. Bahar olmadan gonca açılmaz. Onun içindir ki o bahar, Hüsâmeddîn Çelebi, burada yokken benim söz goncalarım açılmadı.)
Çün ziya el hak Hüsâmeddîn anân
Baz gerdanîde ez ağc asoman
(Hakk'ın ışığı olan Hüsâmeddîn mânâ göklerinin yüceliğinden bu âleme döndü, işte o zaman Mesnevî'ye yeniden başlandı.)
Çün zi derya sui sâhil bağz keşet
Çengi şir-i Mesnevî basağz keşet
(Çünkü o, Hüsâmeddîn Çelebi, deryâdan sâhile döndü, Mesnevi şiirinin çengi yani Mesnevi sazı yeniden akort edildi.)
Efendim, Mesnevî'nin birinci cildinin yazılması sırasında Hz. Mevlânâ gibi bir kaynaktan beslenen, 4000'e yakın beyitle beslenen Hüsâmeddîn Çelebi o öğretiden, o besiden aldığı manevî gıda ile yüceldi ve maneviyat göklerine yükseldi. Tasavvufta "mahv hâli" denen bu hâl Vahdet Âlem'ine doğmak demektir. Bunun içindir ki İdris-i Muhtefî Hazretleri Ben bu hâle gelecek / Üç kez doğdum aneden diyor.
Tabi bu "reenkarnasyon" değildir.
İşte bu mahv hâlinden sahv hâline, Vahdet Âlemi'nden Kesret Âlemi'ne döndükten sonra Mesnevî'nin yazımına devam edildi fakat aradan iki seneye yakın zaman geçmişti. "Niçin?" diye sorulursa cevap yine Hz. Mevlânâ'dan:
Müddeti in Mesnevi tehir şüt
Mühleti bayest tahun şir şüt
(Şu Mesnevî'nin yazımı bir süre geç kaldı, tehîr edildi. Kanın süt olması için belli bir zaman geçmesi lâzımdır.)
Mesnevî-i Şerif ile meşgul olan pek çok büyüğümüz bu gecikme, ara verme olayını Resûlullah Efendimiz'e Kur'ân'ın indirilmesindeki vahyin bir ara kesilmesine benzetirler, bu ayrı bir bahistir.
Evet, biz Mesnevî'nin kâtibi diyebileceğimiz Hüsâmeddîn Çelebi Hazretleri için Mesnevî'nin dibacesinde yani ön sözünde Hz. Mevlânâ tarafından Çelebi hakkında neler söylendiğine bir göz atalım, isterseniz. Şöyle başlar:
Li istidai seyyidî ve senedi ve mutemedi ve mekâne ruhumin cesedi
Bu sözlerle başlayan Mesnevî'nin dibacesinde Hz. Mevlânâ şöyle anlatıyor Hüsâmeddîn Çelebi'yi:
Mesnevî'yi bir istek bir arzu üzerine yazdım ki o talebin sahibi cesedimdeki ruhum gibi olan efendim, güvendiğim, bugün de gelecekte de manevî gıdam, âriflerin kendisine uyduğu, hidâyete ve yakîne ermişlerin rehberi, kalp ve akıl sahiplerinin güvenci, âcizlerin imdâdına koşucu, yaratılmışlar içinde Allah'ın emâneti ve en saf, temiz olanı, Allah'ın peygamberine tavsiye ettiği kıymeti gizli, yüksek kişilerden olan o "Hüsâmül Hakkı veddîn" yani hakkın ve dinin keskin kılıcı, arş hazinelerinin anahtarı, yer definelerinin sahibi ve koruyucusu, faziletler, erdemler sahibi Hasan oğlu, Muhammed oğlu Hasan'dır ki "Ahi Türk Oğlu" diye tanınır. O, bu vaktin Bayezîd-i Bestamî'si, zamanın Cüneyd-i Bağdadî'sidir.
Hz. Mevlânâ'nın böylesine övdüğü Hüsâmeddîn Çelebi için biz başka ne söyleyebiliriz?
Hz. Mevlânâ kendisini bir dinleyen ve bir anlayan yani bir Hüsâmeddîn Çelebi bulduğu için yirmi beş bin küsur beyitlik Mesnevî'yi söyleyebilmiş. Öyle bir dinleyici bulmasa idi söyleyebilir mi idi? Bu suâlin cevâbını düşünmek lâzım.
Ve bizler Hüsâmeddîn Çelebi bulmalıyız. Bulmalıyız ki Hz. Mevlânâ'nın ona söylediklerini anlayabildim. Bir başka deyişle Hüsâmeddîn Çelebi'den Hz. Mevlânâ'ya yol bulalım. Yoksa Mesnevî-i Şerif e kurt, tilki, tavşan, aslan masalı diyen, diyebilen ilim ve terbiye fukaralarının derekesine düşeriz.
Maçu çengâmu tü zahme mizenet
Zari ezmâni tü zari bi kûnet
 
Maçunayîmu neva dermağzetest
Makûhîmu şada dermağ zedest
(Biz, çeng gibiyiz. Mızrap vuran sensin. O hâlde işitilen inilti bizden değil, sazı çalanın iniltisidir. Ve biz ney gibiyiz. İçimizdeki hava ve dışarı vurulan nevâ, sedâ sendendir. Biz dağ gibiyiz. Bizden duyulan ses yankıdan, aksisedâdan ibârettir.)
Hz. Mevlânâ'nın da, Hüsâmeddîn Çelebi'nin de, bütün velîlerin de himmetlerini niyâz ederek, hoş olun, hoş kalın efendim...
Başlık: Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
Gönderen: psikolog - 28 Ağustos 2009, 12:24:25 ös
Agaç Hiç Ağlar mı?

       Aziz dostlar, sohbetimize  Hz. Mevlânâ'nın bir rubâisiyle başlayalım isterseniz.

 
Bişnev tu zî ney çehâ çehâ migûyed
Esrâr-ı nühüft-ü Kibriya migûyed
 
Rûh zerd ü derûn tehî vü ser dâdebedâd
Bî nutk u zebân Hudâ Hudâ mîgûyed
 
Dinle şu neyi. Bak neler neler söylüyor
O, yüceler yücesinin sırlarını anlatıyor.
 
Yüzü sarı, içi boş, başını havaya vermiş de
Dilsiz dudaksız, Hüdâ Hüdâ diyor.
 
Bir kamış parçasından "Hüdâ" sesini duyabilmek. Hz. Mevlânâ bir başka yerde kudümü tarif ederken, Bakır bir tas, bunun üzerine kuru bir deri gerilmiş, kuru iki değnekle vuruluyor. Öyleyse bu Allah sada'sı nerden geliyor? diyor. Bakırdan, deriden ve değnekten Allah sada'sını duyabilmek. İşte kendi varlığından geçip Hakk ile Hakk olan bu nimete eren kullar için Hakk sada'sı, her zerreden dudaksız ve kulaksız olarak işitilebilir. Ve bu işitme sadece insanlar için de değildir.
Fehm kerde ân nidâ bi gûş u leb
Fehm kerde ân nidâ râ çûb u seng
 
O nidâ'yı kulaksız ve dudaksız olarak ağaç da anlar, taş da.
Her zerreden gelen Allah sadâ'sını ağaçlar, taşlar nasıl anlar? diye soracak olanlara yine Hz. Mevlânâ cevap veriyor:
Zançi goftem men zî fehm-i seng û çûb
Der beyâneş kıssa-i hoş dâr-ı hûb
veya
Zançi goftem âgehî-i çûb u seng
Der beyâneş kıssa bişnev bî dereng
Taşın ve çubuğun yani kuru dallarında anlayış sahibi olduğunu söylemiştim ya, bunun izahı için anlatacağım kıssayı can kulağı ile dinle ve ezberle.  Dedikten sonra şu kıssayı anlatmaya başlıyor Mesnevî-i Şerif.
Üstün-ü hannâne ez hecr-i Rasûl
Nâle mized hemçu erbâb-ı ukûl
 
İnleyen sütun -direk- Resulün ayrılığı ile akıl sahipleri gibi -yani insanlar gibi- ağladı, inledi.
 
Der meyân-ı meclis-i vâ'z ân çûn ân
Keyvez âgehgeşt hem pir u cevân
 
Vaaz meclisinin ortasında öyle bir inledi ki o iniltiyi orada bulunanların, ihtiyarından gencine, hepsi duydu.
 
Goft Peyâmber çi hâhî ey sütün
Goft, cânem ez fîrâkat geşt hûn
 
Peygamber (S.A.V.) sordular: Ey direk niçin inliyorsun? Ne istiyorsun?
Direk dedi ki: Senin ayrılığından dolayı canım öyle bir yandı ki içim kan doldu.
 
Mesnedet men budem ez men tahtî
Ber ser-i minberu mesned sahtî
Direk diyordu ki: Ben senin dayanağındım, bana dayanıyordun. Beni bıraktın da yeni bir dayanak yaptın ve ona dayanıyorsun. Yani işte bu ayrılıktan dolayı inliyorum.
Aziz dostlar, Hz. Mevlânâ burada bir tarihî olayı aktarıyor. İzninizle o olayı hatırlatayım. Resulullah Aleyhisselâtu Vesselam, Medine'ye hicret buyurduktan sonra Hâlid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el-Ensârî yani Eyüb Sultan Hazretlerinin (R.A.) evinde misafir olarak ikamete başladılar. Hicretin yedinci ayında Eyüb Sultan Hazretlerinin evinin batı istikametinde boş bir arazi vardı, bu boş arsa Sehl ve Sehîl isminde iki yetim kardeşe aitti. Efendimiz (S.A.V.) orada bir mescid ve kendisi için de bir hücre - odacık yapılmasını arzu buyurunca o iki kardeş bu arsayı bağışlamak istediler ise de Efendimiz (S.A.V.) yetim hakkı yememek örneği göstermiş olmak için, o arsayı para ile satın aldı. Paranın da alındığı kaynak Hz. Ebubekir (R.A.)idi. Arz ettiğim gibi Hicretin yedinci ayında o arsa üzerinde inşaata başlandı. Taş temeller üzerine kerpiç duvarlar örülerek inşaat bitirildi ve üzeri hurma dalları ile kapatıldı. Bu ilk Mescidde mihrab ve minber yoktu. Tavanı tutmaya yarayan sekiz adet direk vardı. Bu direklerin, daha sonra o direkler isimlendirilmiştir, bir tanesine tövbe direği veya Ebû Lubâbe direği, bir tanesine de Şerir Direği denir idi.
Resulullah (S.A.V.) en çok tövbe direğine yakın bir mahalde namazı kılar ve kıldırırlardı. Daha sonraki inşaatlarda o yer tesbit edilmiş olduğundan ilk mihrab sonra oraya yapıldı. Yani Halife Velid bin Abdülmelik zamanında, daha sonra halife olacak olan Ömer ibn-i Abdülaziz'in valiliği sırasında o yer mihrap olarak tespit edildi ve mescidin genişleme inşaatı yapıldı. İşte ilk mihrap o zaman yapılmıştı. Gerçi Hz. Osman (R.A.)'ın hilâfeti zamanında da bir mihrap yapıldığı rivayeti var ise de çok kuvvetli bir rivayet değildir. İlk minber ise bizzat Resul-ü Ekrem Efendimizin (S.A.V.) emirleriyle yaptırılmıştır, işte Mesnevî-i Şerifte anlatılan olay, bu minber ile ilgili.
Hz. Peygamberimiz (S.A.V.), Mescid-i Şerifte Cuma Hutbesi gibi, vaaz gibi sebeplerle konuşacağı zaman ayağa kalkar, mübarek yüzünü ashabına döner ve öyle konuşurdu. Bu mescidin tavanını tutmaya yarayan direklerin dibinde konuşulmaya müsait bir yer yoktu. Onun için Efendimiz (S.A.V.), hiçbir yere dayanmadan, kıble duvarına yakın bir yerde bütün cemaati görebileceği ve cemaatin de onu görebileceği bir yerde durur ve konuşmalarını ayakta, bir yere dayanmadan o tarzda yapardı. Resulullah Aleyhisselâm, peygamberâne nezaketinden ve inceliğinden dolayı hiç kimseye arkasını dönmediğinden, bu konuşmaları yapma sırasında duvara da dayanamadığından -yer müsait değildi çünkü- ayakta durarak konuşması zat-ı seniyyelerini üzeceği endişesi ile ashabtan bazı zevat, kendilerine bir dinlenme yeri temin etmek için Şerir Sütunu diye anılan sütunun yakınına bir hurma direği, daha doğrusu bir hurma kütüğü koydular ve Efendimiz (S.A.V.) konuşurken hiç olmazsa sırtını bu kütüğe dayasın da biraz daha az yorulsun diye düşündüler ve bunu kabul etmesi için kendilerine niyaz ettiler. Yüksek ahlâkı gereği hiçbir rica ve talebi geri çevirmeyen Resul-ü Kibriya, okuyacağı hutbe ve vaazları bundan sonra bu hurma kütüğüne yaslanarak okumaya başladı. Bu hâl beş sene kadar sürdü. Hicretin sekizinci yılı sonlarında Müslümanların çoğalmış olması, cemaatin kalabalıklaşmış olması sebebiyle cemaatin arka tarafında kalanlar Efendimizin (S.A.V.) o güzel yüzünü iyice göremez oldular. Ve tekrar ricacı olarak dediler ki: Ya Resulullah, size bir minber yaptıralım müsaade buyurursanız, bir kürsü yaptıralım oraya çıkın da, arkada kalanlar da cemalinizi görsünler. Efendimiz, tabi bu ricayı da kabul buyurdu. Saîdeoğulları kabilesinden Said bin As'ın kölesi Bakum, çok iyi bir marangozdu. Bu marangoz üç ayaklı, üç basamaklı ve sırt dayamaya mahsus yeri olan bir kürsü yaptı. Bu ahşap kürsüden Efendimiz (S.A.V.) vaaz etmeye ve hutbelerini okumaya başladı. İşte, Efendimiz (S.A.V.) ilk defa bu kürsüye çıktığında, yani hurma kütüğünden ayrıldığında, biraz evvel Mesnevi lisanından arzetmeye çalıştığım hâdise meydana geldi. O hurma kütüğü herkesin duyabileceği bir şekilde yüksek sesle ağlamaya, inlemeye başladı. Merhamet, şefkat, mürüvvet kaynağı olan Resul-ü Ekrem (S.A.V.) hemen minberden indi ve o ayrılık acısı ile inleyen hurma kütüğüne sarıldı, onu kucakladı, teselli etti. Ashab-ı Kiram'ın ileri gelenlerinden Câbir bin Abdullah Hazretleri bu hâdiseyi anlatırlarken "Efendimiz hurma direğini kucakladığında direk, tıpkı ağlayıp ağlayıp da anasının kucağına çıktığı zaman susan, ama eski ağlamasının tesiriyle nefesi hıçkırıklı olan bir bebek gibi hıçkırıyordu." buyuruyor. Bu hâdise Enes bin Mâlik, Abdullah ibn-i Abbas, Ebu Saidi-l Hudri, Abdullah ibn-i Ömer gibi ashabın büyükleri tarafından da hep anlatılmıştır. Tabiînin ulularından ve tasavvufun önderlerinden Hasan-ı Basrî Hazretleri (K.S.)de bu hâdiseyi sık sık anar ve Yazıklar olsun bize ki Resulullah ( S.A. V) muhabbetinde bir kütük kadar olamadık, diye ağlardı. O, Hasan-ı Basrî böyle söylerse biz ne söyleyelim?
İsterseniz biz hâdiseye dönelim. Efendim, o ahşap minber çeşitli tarihlerde yedi defa tamir edildi, yenilendi. Nihayet Hicretin 578. yılında tamir kabul etmez derecede çürüdü ve yıkıldı. Kalıntısından teberrüken sakal tarakları yapıldı ve dağıtıldı. Daha sonra Mescid-i Saadet'e çeşitli minberler yapıldı. Fakat bugünkü mermer oymalı güzel, zarif minber Sultan III. Murad Hanın, Mescid-i Nebevi'ye hediyesidir; projesi, çizimi de Mimar Koca Sinan'a aittir. Peki, o hurma kütüğü ne oldu? Biz tekrar Mesnevî-i Şerife kulak verelim.
Goft hâhî ki turâ nahl-i konend
Meşrik u garbi zî tû mîbe çinend
 
Yâ daran âlem hâkat servi koned
Tâ Ter u tâze bîmânî tâ ebed
 
Resulullah Aleyhisselâtu Vesselam direği kucaklayarak teselli edip susturduktan sonra sordu: Sen bu kurumuş hâlinden yeniden yemiş, meyve verecek hâle dönmek ve yemişinden doğudakilerin de batıdakilerin de yemelerini mi istersin, yoksa öteki âlemde bir cennet selvisi olarak sonsuza kadar hep terü taze kalmak mı istersin?
Goft ân hâhem ki dâim şod bekâş
Bişnev ey gâfıl kem ez çûbi mebâş
 
Direk dedi ki : Dâima bakî olanı isterim. Yani yeniden canlanmayı değil, âhirette canlanmayı isterim. Ve Hz. Mevlânâ burada bir öğüt veriyor : Bişnev ey gafil Ey gafil kişi dinle, dinle de bir kütükten daha değersiz olma. Yani, ebedî nimetleri elinden kaçıracak kabahatler yapma.
Ân sütün râ defn kerd ender zemîn
Tâ çi merdûn haşr kerdet yevm-iu dîn
 
Ve Resul-ü Kibriya, Din Günü'nde -yani kıyamette- insanlar gibi dirilsin ve ebedî hayatı yaşasın diye o ağacı gömdürdü. Hem nereye gömüldü o ağaç, bilir misiniz aziz dostlar? Resulullahın (S.A.V.) minberinin altına. Ve hâlâ orada. Birkaç adım ötesinde de Resulullah (S.A.V.).
Ağaç hiç ağlar mı? Böyle şey olur mu? diyenler varsa eğer İsra Suresi'nin 44. âyetini inceleyiversinler vesselam.