Gönderen Konu: Osmanlı Tarihinde Dinî Mûsıkî, yazı, röportaj...  (Okunma sayısı 27080 defa)

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
Osmanlı Tarihinde Dinî Mûsıkî, yazı, röportaj...
« : 28 Ağustos 2009, 11:37:29 öö »
Psikolog Hüseyin KAÇIN
0 555 326 22 91
Aile ve Evlilik Terapisti

KADIN ve AŞK

Hz Havva zekası ve ruhuyla hayata dokunan ilk insandır. İyi ki eli o yasak ağaca uzanmıştır. İyi ki Hz Adem'in aklını çelmiştir. Böylece hayatın sırrını açığa çıkarmıştır. Aşk ve cinselliği cennetten hediye olarak dünyaya taşımakla görevlendirilmiştir. Allah hayata dair tüm oluşumların nüvelerini kadında gizlemiştir. Bu anlamda kadın hayatın kendisidir. Yüreğinde Hz Havva'ya şükran duygusu beslemeyen insan yücelik mertebesine erişemeyecektir. Kadını yüceltmeyen erkek asla yücelemeyecektir.


http://www.youtube.com/watch?v=K9MC30t7Uhc&list=UUIe19S-aZ6TQNiC1Tsfjviw&index=2

tıklayınız


26/12/2011 tarihli Radikal Gazetesinde sitemiz ve eşcinsel terapiler hakkında
yayınlanan makaleye ulaşmak için tıklayınız

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1073587&Yazar=PINAR_OGUNC&Date=26.12.2011&CategoryID=97#



Osmanlı Tarihinde Dinî Mûsıkî

Din; insanla birlikte başlayan bir olgu. İlk İnsan; Hz. Âdem, ilk Peygamber… Yaratıcı’nın yarattıkları içerisinde kendine en yakın ve yeryüzünde halîfesi olduğunu ilân ettiği İNSAN’a (üns-enîs yakınlık, yakınlık sahibi) Kendisinin emir ve yasaklarını tebliğ eden, ulaştıran elçisi…Ve…Örnek kişi.

En güzel yaratılış ile yaratılan insan, bütün yaratılmışların en güzeli olduğu gibi, ayrıca her tür güzellikleri algılayacak yüksek kabiliyetlere sahibdir. “Ses” olan her yerde de “Mûsıkî” vardır. Dolayısı ile Din ve Mûsıkî veya Dinî Mûsıkî ilk insanla beraber başlamıştır.

“Bu temennide bulunanlara haber verelim ki; ilâhilerimizin motifleri, halk şarkılarınkilere kıyas kabul etmiyecek derecede zengindir. Daha doğrusu, motif zenginliğine birinci derecede Kâr, Nakış, Murabbâ, Semâî, Şarkı gibi gayri dinî klasik eserlerimizde, bunlardan başka sırasile Mevlevî Âyinlerinde, Tekke İlâhilerinde, Bektâşî Nefeslerinde tesadüf olunur ve Halk şarkıları motif itibariyle en son sıraya kalır.”

- Rauf Yekta

Zaman içinde Hz. Âdem’in ve takib eden Peygamberlerin tebliğ ettiği İlâhî hükümler ve tevhid-birlik inancı, türlü sebeblere ve nefs (benlik-ego) gereği, insanlar tarafından kısmen veya tamamen değiştirildi ve bozuldu, ayrıca kişiler tarafından beşerî fikirler eklendi. Böylece; Semâvî dinler, felsefî dinler, putperestlik vs. gibi sınıflandırılarak anlatılan dinler ortaya çıktı. Bütün dinlerin ortak yanı, hepsinin bir mûsıkîye sahib olmalarıdır. Dinî Mûsıkîde; yalnızca tempo tutmaktan oluşan basit ve ilkel, hatta gelişmiş kulaklarda gürültü duygusu verebilecek ses düzenlerinden, en yüksek bilim, sanat ve estetik düzeydeki melodik ve armonik yapıya sahip şâheserlere kadar bütün örnekler yer alır.

Türklerin bilinen en eski dinî hayatında da bu böyledir. İlk çağlardaki Türk topluluklarında, dinî kurulların öğretilmesi, öğütler verilmesi ibadetlerin ve dinî törenlerin yapılması sırasında, konuşulan dilin âhenginden yararlanmak için şiir, bu şiirlerin tesirini arttırmak için de mûsikî kullanılırdı. Mûsikî eşliğinde dinî törenler yapan ve yaptıran, ayrıca toplunda şifacılık, büyücülük, ruhculuk gibi özel meşguliyetleri olan ve Kızgızlarda Baksı-Bahşî, Oğuzlarda Ozan, Altaylılarda Kam, Yâkutlarda Oyun, Tunguzlarda Şaman adı verilen din adamları, şiir ve mûsikî bilen kimselerdi. Türklerin İslâmdan önceki bir çok değişik dinlerinde; Mûsıkî hep önemini korumuştur.

İslâm inancında, mûsıkî hakkında kesin bir “Nas” (değiştirilemez kesin hüküm) bulunmamaktadır. Mûsıkînin İslâmda yeri, din bilgini Fakihlerin ve müctehid imamların (Kaynaklara dayanarak hüküm çıkarma düzeyine erişmiş çok ulu bilginler) ictihaâdî fikirleri ve hükümleri ile açıklanmıştır. Mûsıkî, cins ve icrâ bakımından, dinleyende eğer insâni değerleri alçaltıcı, nefsaânî duygular uyandırıyor ise, “levh” (vakti boşa harcamak ziyan ve ısraf etmek) ve hatta “haram” sayılmış; yok eğer manevî ve yüce duygular uyandırıyor ise, “mubah” (yapılmasında sakınca olmayan) ve hatta “helâl” sayılmıştır. Bu hüküm dahi, mûsıkîyi icrâ eden ve dinleyenin durum ve seviyesine göredir.

Der mezheb-i münkirân harâmest semâ
Der mezheb-i âşıkân helâlest sema

beyti bunu ifade etmektedir. (Semâ: işitmek, dinlemek, inkâr etmeyi mezhep edinmişler için haram; aşkı mezheb edinen âşıklara ise helâldir.)

Hazret-i Peygamberimiz de; gerek “Kur’ânı güzel sesle süsleyiniz” hadîs-i şerîfi ile, gerek sesinin güzelliği ile tanınan Bilâl-i Habeşî’yi müezzinlik ve ezan okuma ile görevlendirmesi ile, mûsıkî’nin İslâm’daki yerini en güzel ve açık bir biçimde belirtmiştir. Kur’ân okunmasında uyulması gerekli kurallar bilimi demek olan ‘Kirâat’ ve ‘Tevcîd’ ilimleri de mûsıkî ile iç içe kurallardır.

Dinîn bir başka anlamı ve yönü olan Tasavvuf ise, mûsıkîyi “Tezkiye-nefs ve Tasfiye-i Kulûb”da (kişilik terbiyesi ve kalb temizliği) en etkili araç olarak kabul etmiştir. Tasavvuf, bir felsefî, bir düşünce tarzı olmaktan çok; bir yaşayış biçimi, bir hayat tarzıdır ki; bu yaşayış biçimi ile Hak’ka ulaşma yolunda ilerlenilir. Tasavvuf Hayatının, dış yüzünde göze çarpan en belirgin özellik, sanata olan bağlılıkdır. Allah’ın ‘El-Mübdî (İbda’ edici, bedii eser yaratıcı) isminin tecellisi olan güzel sanatların her kolu ile Tasavvuf, ilgilenmiştir. Ancak, Tasavvuf yolunda sanat, bir amaç değildir. Çeşitli tasavvuf ekolleri demek olan Tarikatlarda “Âyîn-i Evliyaullâh” (Allah dostlarının oyunu) denilen tasavvufî âyin ve törenlerde yer alan, en geniş anlamıyla dans, en yüksek anlamı ile mûsıkî, burada bir amaç olmayıp, kişiyi Hak’ka çekmek, Hak için ve nefsin tuzaklarından kurtarıp Hak yolu için tuzağa düşürüp avlamak için kullanılan bir araçtır. Mûsıkî ile, raks ile, hatta giyim, konuşma ve davranış biçimleriyle kişinin önce dikkatini çekmek, sonra göze ve kulağa hitab edip, böylece her insanda yaratılıştan var olan estetik duyguları harekete geçirerek kişideki ‘beşeri, zevki, ‘ilâhî’ zevk seviyesine yüceltmek…Tasavvufdaki sanatta amaç, işte budur. Çünkü, Tasavvufun kendi amacı ancak ve yalnıza “Hakkı” dır.

Dinin bir mükellefiyet (yükümlülükler) bir de muhabbet (sevgi) yönü vardır. Yükümlülüklerin nasıl ve ne şekilde yerine getirileceğini (Edâ-yı mükellefiyet) din bilginleri ögretirler. Bu yoldaki muhabbetin ve hatta aşkın nasıl ve ne şekilde ortaya konacağını (ızhâr-ı muhabbet) ise, Tasavvuf gösterir.

Gerek yükümlülüklerinin yerine getirilmesinde, gerekse sevginin ifade edilip ortaya konmasında mûsıkînin ne kadar kudretli bir araç olduğu, tartışılmaz bir gerçektir.

Genel ana başlıklarına değinilen Dinî mûsıkî; doğuşu, kaynağı, dayanağı, formları ve icrâ edilişi yönünden iki tür olarak sınıflandırılarak anlatılmıştır: (Bu sınıflandırma, kesin sınırlar taşımamakta ve yalnızca anlatım kolaylığı-izah bâbında- sağlamak içindir.)

A- Cami mûsıkîsi
B- Tasavvuf veya Tekke mûsıkîsi.

Bu iki ana başlıkta incelenen Dinî Mûsıkînin, Osmanlı tarihi içindeki seyrine geçmeden önce, Osmanlıdaki bir önemli özelliğe temas etmek gerekmektedir.

Bilindiği gibi, sanatın korunması ve yüceltilmesi, sanatçının korunması ve yüceltilmesi ile olur. Tarih perspektifinden bakıldığında, tarih boyunca bunun böyle olduğu da zaten gözlenmektedir. Bu koruma ve yüceltme Dünya tarihinde en çok Türklerde görülmektedir. Maddî imkanı geniş kişi ve ailelerin yanısıra, devlet idarecilerinden ve bizzat devlet başkanlarından teşvik görme ve himaye edilme, Türk sanatkârlarının ayrı bir imkân ve imtiyazı olmuştur. Koruma, teşvik etme ve ödüllendirme dışında ve üstünde, edebiyat ve mûsıkî alanlarında kendi devirlerinin en yüksek edebiyat ve mûsıkî sanatkârları ile hem-ayar eserler verebilmiş bu kadar çok devlet başkanına sahib başka bir millet yoktur.

Sadece mûsıkî ilmî ve sanatı açısından baktığımızda; Doğu Türkistan Hakanı Sultan Hüseyin Baykara (1438-1506) ve Hint-Türk Hükümdarı Bâbür Şah (1483-1530), Kırım Hanı II. Gazi Giray Han (1554-1607) ile torunu Hacı Selim Giray Han (1634-1704) ve Kırım ikinci veliîahdı Çoban Devlet Giray (?-1630) doğuda ve kuzeydeki örnekler olarak görülebilir.

Osmanlı Tarihinde ise durum bambaşkadır. Devletin, beylikten imparatorluğa sıçradığı devrenin hükümdarı, altıncı Osmanlı Sultanı II. Murad Han ile ilk örneğine rastlanan mûsıkîyi teşvik etme ve bizzat eser verme olarak ortaya çıkan sanatseverlik, otuzaltıncı ve son padişah VI. Mehmet Vahidettin’e kadar, adetâ kesintisiz devam etmiştir. Türk mûsıkîsinin bilimsel temellerini oluşturan, daha doğrusu ortaya koyan ilk bilimsel eserler, Sultan II. Murad Han (1404-1451) ve oğlu Fatih Sultan Mehmed Han’ın 91432-1481) teşvikleri ile hazırlanmıştır. Hızır bin Abdullah’ın “Edvar” isimli eseri; büyük bestekâr ve mûsıkî bilgini Abdülkadir Merâgî’nin (1360-1435) Bursa’ya davet edilmesi ve “Mekâsîd-ül Elhân” isimli eserini Sultan II. Murad Han’a takdimi, Merâgî’nin oğlu Abdülaziz Çelebi’nin, Fatih Mehmed Han’a ithaf ettiği “Nakavât-ül Edvâr” isimli eseri ile torunu Mahmud Çelebi’nin Sultan II. Bâyezid Han için (1450-1512) yazdığı “Mekâsid-ül Edvâr” isimli nazariyat kitabı, bu teşviklerin ürünü olan ilk eserlerin örnekleridir.

Bu örneklere daha sonraki devirlerde de rastlanmaktadır. Dâhî bestekâr ve ney virtiözü Kutb-un nâyî Şeyh Osman Dede Efendi’nin (1652-1730) ortaya koyduğu “Ebced Nota Yazısı” Sistemi ve “Rabt-ı Tâbîrât-ı Mûsıkî” isimli eseri, Şeyh-ül İslâm Mehmet Es’ad Efendi’nin (1687-1753) kendi bestelerinin yanısıra bestekâr biyografilerinin yer aldığı “Atrab-ül Âsâr” isimli eseri Sultan III. Ahmed Han (1673-1736) ve Sultan I. Mahmud Han (1696-1754) gibi kendileri de bestekâr olan padişahların zamanında yapılmış eserlerdir. Osman Dede Efendi’nin torunu Şeyh Nasır Abdülbaki Dede Efendi’nin (1765-1821) kendisinin daha da geliştirdiği ebced notası ve bu nota sistemini açıklayan “Tahrîriye” isimli ve önemli bir nazariyat kitabı olan “Tedkîk ü Tahkîk” isimli eserleri ise büyük bestekâr Sultan III. Selim Han’ın (1761-1808) teşvik ve emri ile yazılarak, Türk mûsıkîsine kazandırılmıştır.
« Son Düzenleme: 04 Şubat 2013, 11:59:57 öö Gönderen: psikolog »

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #1 : 28 Ağustos 2009, 11:39:03 öö »
Bu örneklere daha sonraki devirlerde de rastlanmaktadır. Dâhî bestekâr ve ney virtiözü Kutb-un nâyî Şeyh Osman Dede Efendi’nin (1652-1730) ortaya koyduğu “Ebced Nota Yazısı” Sistemi ve “Rabt-ı Tâbîrât-ı Mûsıkî” isimli eseri, Şeyh-ül İslâm Mehmet Es’ad Efendi’nin (1687-1753) kendi bestelerinin yanısıra bestekâr biyografilerinin yer aldığı “Atrab-ül Âsâr” isimli eseri Sultan III. Ahmed Han (1673-1736) ve Sultan I. Mahmud Han (1696-1754) gibi kendileri de bestekâr olan padişahların zamanında yapılmış eserlerdir. Osman Dede Efendi’nin torunu Şeyh Nasır Abdülbaki Dede Efendi’nin (1765-1821) kendisinin daha da geliştirdiği ebced notası ve bu nota sistemini açıklayan “Tahrîriye” isimli ve önemli bir nazariyat kitabı olan “Tedkîk ü Tahkîk” isimli eserleri ise büyük bestekâr Sultan III. Selim Han’ın (1761-1808) teşvik ve emri ile yazılarak, Türk mûsıkîsine kazandırılmıştır.

Bu teşviklerin ötesinde; bizzat mûsıkî ile meşgul olmuş ve gerek bestekâr, gerek icracı olarak şöhret kazanmış bir çok Osmanlı Sultanı ve hânedan mensubuna da rastlanmaktadır. Nota yazısının olmayışı ile, eserlerin günümüze ulaşmasının çok zor olmasından dolayı, bugün eseri bilinebilen en eski padişah Sultan II. Bâyezid Han’dır. Dokuz adet peşrev ve saz semâisi vardır. Oğlu Şehzâde Korkud da (1467-1513) bestekâr olup, sekiz saz eseri bilinmektedir. Bugün elimizde besteleri var olan padişahları şöylece sıralayabiliriz: Sultan II. Bâyezid Han (1450-1512), Sultan II. Selim Han (1566-1574), Sultan I. Mahmud Han (1696-1754), Sultan III. Selim Han (1761-1808), Sultan II. Mahmud Han (1785-1839), Sultan Abdülaziz Han (1830-1876) ve Sultan VI. Mehmed Vahîdeddin Han (1861-1926). Bestekâr oldukları bilindiği halde eserleri günümüze ulaşamamış ve beste sahibi olmayan fakat mûsıkîşinas olan padişahlar da vardır: Sultan II. Ahmed Han (1643-1695), Sultan II. Mustafa Han (1664-1703), Sultan I. Abdülhamid Han (1725-1789), Sultan Abdülmecid Han (1823-1861), Sultan V. Murad Han (1840-1904), Sultan II. Abdülhamid Han (1842-1918) ve Sultan V. Mehmed Reşad Han (1844-1918).

Bu kadar çok mûsıkîşinas devlet başkanından ayrı olarak, vezîr-i âzâm, şeyhülislâm, kazasker, vezir, vali, danıştay üyesi, genel müdür gibi yüksek idare makamlarında bulunan mûsıkîşinaslarımız ise sayılamayacak kadar çokdur. Böylesine bir zenginliğe sahib olmamıza rağmen, bu sanatkârlarımızı yeterince tanıyabildiğimizi ve adlarını yaşatabildiğimizi söylemek zordur. 1919 ile 1922 yılları arasında çok kısa bir süre Polonya Meclis Başkanlığı yapmış olan piyanist ve besteci Paderewski (1860-1941) adına heykeller dikilir, ismi bulvarlara verilirken, aynı kıymet-bilirliği gösteremeyişimiz, kültürümüz adına bir eksikliktir.

Osmanlı Devletinin 700. Kuruluş münasebeti ile yapılan faaliyetlerde bu eksikliğin, kısmen de olsa giderilmeye çalışıldığını görmek, yine kültürümüz adına sevindirici ve memnuniyet verici bir gelişmedir.

Osmanlı Devletinde Dinî mûsıkînin oluşumu ve gelişiminin incelenmesi konusu bir makale sınırları içinde kalamıyacak kadar geniş ve zengin bir konudur. Osmanlı tarihi içindedevletin ve toplumun bu husustaki faaliyetlerine ancak ana hatları ile temas edilebilir.

Devletin mûsıkîye katkısı, iki kurum ile belirginlik kazanmıştır; Enderûn-ı Humâyûn ve Mehter-hâne.

Osmanlı Devletinin kuruluşu sırasında devlet işleri kolay ve basit bir şekilde yapılıyordu. Orhan Gazi’nin ve Özellikle Sultan I. Murad Han’ın zamanında devlet teşkilatı ve askerlik belli usullere bağlandı ve yavaş yavaş saray teşkilâtı da kurulmaya başlandı. Saray ve iç teşkilât anlamında Enderun, Yıldırım Bayezid Han zamanında oluşmaya başladı. Sultan II. Murad Han devrinde, Özellikle Edirne Sarayında, bu oluşum tamamlandı.

İstanbul’un fethinden sonra ise Devlet (Bîrûn) ve Saray (Enderûn) Kanunnâme ile yeni ve mükemmel düzeyine erişti. Enderûn Mektebi denen Saray Okulu, idarecilikten sanata, bilimden hizmet usullerine kadar çok geniş bir yelpazede eğitim verdi. Osmanlı tarihindeki sadrazamların altmışdört tanesinin Enderûn Mektebinden yetiştiği gözönüne alınırsa, bu mektebin önemi anlaşılmış olur.

Enderûndaki Mûsıkî öğrenimi de çok önemli idi. Saz ve ses olarak, birer usta ve öğretmenin yanına çırak olarak verilen gençler, en az ondört yıllık bir eğitimden sonra, haftada iki kere yapılan ‘Fasl-ı Humâyûn’a (Sarayda yapılan konser) katılabilmeye hak kazanırlardı. Enderûndan yetişen mûsıkîşinaslar sayılmayacak kadar çoktur. Hatta, Polonya asıllı Ali Ufkî Bey ve Romen Prensi Dimitri Kantemir dahi, Enderûnludur.

Osmanlı Sarayının iç teşkilâtının, Sultan II. Mahmud Han zamanında batı saraylarına benzetilmeye başlanması ile, Enderûnda seviye kaybı başladı ve mûsıkî eğitimi Muzika-i Hümâyûn’a geçti. Enderûn Mektebi de 1908 Meşrutiyetinde kapatıldı.

Mehter-hâne’de de aynı olmuştur. 1826 daki Yeniçeri Ocağının lağvına kadar, devletin resmî mûsıkî kuruluşu ve teşkilâtı olan Mehter-hâne, ocakla beraber kapatılmış ve batılı anlamda Muzıka-i Hümâyûn kurulmuştur. Türk mûsıkînin devlet kanalı ile beslenen damarları Böylece tıkandıktan sonra mûsıkî, sâdece bir tür sivil toplim teşkilâtı denilebilecek dergâhlarda beslenmeye başlamıştır.


psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #2 : 28 Ağustos 2009, 11:41:02 öö »
Osmanlı kültür ve sanat tarihinde İstanbul’un ayrı bir önemi vardır. İstanbul Halifeliği makamı olmanın yanısıra, İslâm dünyasının en öndeki bilim, kültür ve sanat merkezidir. Bunun içindir ki Türk dinî mûsıkîsi de, İstanbul’da en üst seviyesine ulaşmıştır,

Türk dinî mûsıkîsi’nin, “Cami mûsıkîsi” başlığı altında incelenen dalının en belirgin özelliği, yalnızca insan sesi kullanılıyor olmasıdır. Cami mûsıkîsinde hiç bir saz kullanılmaz. Namaz vaktinin girdiğini bildiren ezan, ayrıca temcîd, münâcâat, cenaze, bayram ve Cuma salâları minarede icrâ edilen cami mûsıkîsidir. Namaz sırasında imam ve müezzinin perde ve makam uyumu, farzdan evvelki kamet, namazdan sonraki tesbihler, dua, mihrabiye de cami mûsıkîsinin namazla ilgili icralarıdır. Ayrıca; tekbîr, salâvat, mevlid, mîrâciye, tevşih, nâat, Muhammediye, mukâbele gibi cami mûsıkîsi formları ve tarzları da vardır. Bütün bunlar genellikle, tek kişi icrası (solo) ile olur. Ancak, “Cumhur Müezzinliği” denen usulde toplu icraya (koro) rastlanır. Mevlid ilâhileri ile teravih namazı arasındaki ilâhiler de toplu icradır. Bu mûsıkîde besteli eserden çok, serbest ve doğaçlama (irticali) icra önemli olduğu halde, Osmanlı tarihi içinde bu serbestlik bile bir takım sanat kurallarına bağlanmış ve çok önemli cami mûsıkîsi eserleri, besteleri meydana getirilmiştir. Bu bestekârların en önemlileri Hatib Zâkirî Hasan Efendi ile Buhûrî-zâde Mustafa Itrî Efendi’dir.

Hasan Efendi, 1545’lerde Foça’da doğdu. İstanbul’da, Edirnekapı dışındaki Sakızağacındaki Halvetî Tekkesi Şeyhi Nureddin-zâde Muslihiddin Efendi’ye (ö. 1571) önce derviş ve sonra da tekkenin zâkirbaşısı oldu. Aynı zamanda cami hatibi idi. Asıl ünü, dinî eserler bestekârı olmasındandır. Bayâtî makamında Cuma ve Bayram salası, Irak makamında Naat, Yazıcıoğlu’nun Mersiyesinin Nühüft makamında bestesi, Rast ve Uzzâl makamlarında tesbîh, Pençgâh, Segâh ve Rast makamlarında ilâhileri bugüne gelebilmiş eserleridir. Dilkeşhâveran sabah salâsı, Hüseyni cenaze salâsı, Segâh salât-ı Ümmiye ve Irak temcid’in Itrî’ye ait olduğuda ileri sürülmekle beraber, Dr. Subhi Ezgi, bu eserlerin de Hatib Zâkirî Hasan Efendi’nin olduğu fikrindedir.

Cami mûsıkîsinin öteki önemli bestekârı, Buhûrî-zâde Mustafa Itrî Efendi, (1640?-1712) şair, hattat ve mûsıkîşinasdı. İstanbul’ludur. Çok üstad bir icracı ve büyük bir bestekâr olarak Türk mûsıkî tarihinin en parlak şahsiyetlerinden biridir. Segâh Mevlevî âyini, Rast naat, Mâye salât, Nühüft durak ve tevşih, Nevâ kâr, Dügâh beste, Segâh yürük semâî gibi ulaşılmaz yücelikteki eserleri bir yana, sâdece Irak (veya Segâh) Bayram tekbîri, Itrî’nin bestekârlık kudretini göstermeye yeterlidir. Camilerde müezzinlik icrasını belli mûsıkî kurallarına bağladığı, vakit ezanalarını; Sabah: Dilkeşhâverân, Dügâh, Sabah; Öğle: Sabâ, Hicaz; İkindi: Uşşak, Hüseynî; Akşam: Segâh, Müsteâr; Yatsı: Rast, Uşşak makamları olarak tesbit ettiği; Özellikle teravih namazındaki Rast (veya Isfahan), Uşşak, Sabâ (veya Nevâ), Evic, Acemaşîrân sıralamasını tertip ettiği bilinen Itrî, Yahya Kemâl Beyatlı’nın dediği gibi “Bizim öz mûsıkîmiz Piri”dir.

Besteli cami mûsıkîsi eserlerinden ‘Sabâ Mahfel Sürmesi’nin (namazın bitiminde yapılan tesbih ve duâ usulü) Gülşenî şeyhi Abdülganî Efendi’ye ait olabileceği gibi, aynı devirde yaşamış, yine Gülşenî şeyhi büyük bestekâr ve Dede-i Atik (Eski Dede Efendi) diye bilinen Ali Şîrüganî’ye ait olabileceği ve isim benzerliğinden dolayı bir karışıklığın ortaya çıkmış olması da düşünülmelidir.

Türk dinî mûsıkîsinin en büyük formu ve en uzun eseri Kutb-un Nâyî Şeyh Osman Dede Efendi’nin Mîrâciyesidir. Hazret-i Peygamberimizin Mîrâcını konu alan bu eser, ‘bahr’ denilen beş bölüme ayrılmıştır. Bu bölümlerin güfteleri Hazret-i Mevlânâ ile Halvetî-Şâbânî Pîr-i sânî’si Hazret-i Nasûhî’ye ait değişik makamda tevşihler ile başlayıp, bestekâra ait güftelerle devam eder ve eserde pek çok makam geçkisi kullanılmıştır. Dr. Subhi Ezgi’nin nota ile tesbit ettiği Mîrâciyenin aslının Nevâ ve Hüseynî bahirlerinden onsekiz mısraın bestesi ne yazık ki kaybolmuş, unutulmuştur. Mîrâciye çok zor bir eser olduğundan, çok fazla okunmamıştır. Osmanlı devrinde Mîrâciye okunması için vakıflar tesis edilmiş ve özellikle İstanbul’da Üsküdar’da Hüdâyî ve Nasûhî dergâhları, Eyüb Sultan da Ümmî Sinan Dergâhı, Galata Mevlevîhânesi, Bursa’da Üftâde ve İsmail Hakkı dergâhları ile Mahkeme Camii, Edirne’de Hasan Sezai dergâhı ve Selîmiye Camii’nde Mîrâciye Cemiyetleri tertib edilerek Mîrâciye okunmuştur. İstanbul’da Mîrâciye okumakta ün kazanmış kişiler arasında Üsküdarlı Dellâl Şeyh Osman Efendi (ö. 1878), Şeyh Sırrî Efendi (ö. 1878), Nuruosmaniye müezzini Şeyh Hulûsi Efendi (ö. 1897), Hüdâyî Âsitânesi Şeyhi Rûşen Efendi (1811-1891) Yenikapı Mevlevîhânesi kudümzenbaşısı Hüsâmeddin Dede Efendi (1839-1900) en başta gelenlerdir.

“Câmî”, toplayan ve bu kökten türeyerek toplanılan yer demek olmasına rağmen, hep namaz kılınılan yer olarak algılanıyor olmasından; Câmî mûsıkîsi, esas olarak namaz ibadeti ile ilgili mûsıkîdir. Fakat yine de toplanılan yer olma fonksiyonu ile dinî mûsıkînin icrâ edildiği mahal olarak da algılanmaktadır. Câmîde toplanılıp dinlenen Mîrâciyeden ayrı, ‘Regâibiye’, ‘Nevrûzite’, ‘Iydiye’, ‘Berâatiye’, ‘Mevlîdiye’ gibi mübarek gün ve gecelerde okunup dinlenen besteli eserlerin varlığından söz edilmekte ise de, elde örneği yoktur.

Besteli câmî mûsıkîsi formlarından biri de “Besteli Mevlîd”dir. Türk edebiyatının en ünlü dinî eseri olan Mevlîd’i, Bursa Ulu Câmî’de imamlık görevi yapması dolayısıyle mûsıkîye âşinâ olduğu muhakkak olan Süleyman Çelebi’nin, bizzat bestelediği kabul edilebilir. Sonraki devirlerde de daha başka mevlîd besteleri yapıldığı bilinmektedir. Sinaneddin Yusuf Çelebi ve Bursalı Sekban isimli iki Mevlîd bestekârından bahsedilirse de, haklarında kesin bilgi yoktur. Besteli mevlîd, ne yazık ki tamamen unutulmuştur. Ancak, bugün Çargâh-Sabâ, Hicaaz-Şehnâz, Rast, Uşşak-Bayâtî, Hüzzam-Segâh, Muhayyer-Tâhir gibi klasikleşmiş bir ana makam sıralaması ile okunmakta olan Mevlîd’de , eski besteli mevlîdin tesiri ve izleri olduğu tartışılmaz. “Salât”lı ve “Hay Hay” terennümlü iki ayrı mevlîd bestesi son zamanlara kadar bilinmekte idi. Koca-mustafapaşa’daki Sünbülî Âsitânesinde bu ‘Hay Hay’lı mevlîd okunurdu. Hüdâyî Âsitânesi’nde besteli mevlîd okumak adeti vardı. Besteli mevlîd, Mîrâciye gibi ancak çok meraklı mûsıkîşinaslarca öğrenilmiş, halka çok yayılmamıştır. İstanbul’da Besteli mevlîdi bilen kişiler, daha çok tekke mûsıkîşinasları arasından çıkmıştır. Bedevî Şeyhi Ali Baba, Balat Sünbülî dergâhı şeyhi Kemâl Efendi, Hüdâyî Şeyhi Rûşen Efendi, Hüdâyî Zâkirbaşısı Şeyh Mehmed Efendi (Paşa Mehmed), Mustafzâde Ahmed Efendi, bunlardan birkaçıdır. Son devirde Hattat Hâfız Kemâl Batanay da Mevlîd bestelemiştir. Hâfız Sadeddin Kaynak’ın da Mevlîd bestelediğinden bahsedilirse-de, ortaya çıkmamıştır.


psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #3 : 28 Ağustos 2009, 11:44:38 öö »
Mevlîd okunmasından bilinen tavır olan bestesiz ve serbest okuyuşta, İstanbul’un en önde gelen kişisi ‘Saif Paşa İmamı’ diye bilinen Şeyh Hasan Rıza Efendi’dir. Mehmed Âkif Bey’in Safahat’ında (7.kitab) yer verdiği Rıza Efendi, Mutaf-zâde Ahmed Efendi’nin (1810?-1883) talebesi idi. Çok güzel Mevlîd okumasının yanısıra, ilâhi ve mersiye okumakta ve Kur’ân kırâatinde de üstad idi. Tasavvufta ‘Cezbesi galib’ denilen kendine özgü bir hal sahibi derviş, şair ve hattat idi. 1889’da Üsküdar Ahmediye’de mensub bulunduğu Rifâî Tarîkatına ait Sandıkçı dergâhına sırlandı. Rıza Efendi’den başka, Beylerbeyi hatibi Rif’at Efendi, Selîmiye hatibi Şeyh Ömer Efendi, Zâkirbaşı Hacı İbrahim Efendi, Şemsi Efendi, Hopçu-zâde Hacı Şakir Efendi aynı devrin ünlü mevlîdcileri idiler. 1700’lü yıllarda İstanbul’un ünlü mevlîdcileri arasında Emir Buhârî Hatibi, hattat ve şair Hâfız Şühûdî Mehmet Efendi, Beşiktaş Sinanpaşa Nakşîbendî Tekkesi şeyhi Mustafa Rıza Efendi, Zeyrek Câmîi müezzini Hüseyin Dede (ö. 1718), âmâ Şeyh Halil Efendi, Bayrâmî Şeyh Halil Efendi, Bayrâmî şeyhi Çâlâk-zâde Mustafa Efendi, bursalı Hünkâr İmamı Hacı Mustafa Efendi (ö. 1720) ve oğlu Nizameddin Efendi (ö. 1737) , sayılabilir.

Osmanlı devrinin sonlarının en ünlü mevlîd okuyucusu ise Hâfız Sâmi Efendi’dir. 1874’de Filibe’de doğdu. 93 harbi diye anılan felaketli dönemde dört yaşında iken İstanbul’a geldiğinde, Sultan Selim imamı Hâfız Hasan Efendi’den hıfzını tamamladı. Bolâhenk Nuri Bey ve Bestenigâr Ziya Bey’den mûsıkî öğrendi. Halıcıoğlu Topçu Okulu ve Galata câmîinde imamlık yaptı. Fatih ve Bâyezid câmîlerinde mukâbele okurdu. 26 Nisan 1943’de vefat etti, Edirnekapı’da aile kabristanına konuldu. Yeğenleri olan Şişli câmîi İmamı Hâfız Cevdede ve Necati (Soydanses) Efendiler de üstad okuyuculardı.

Sultan II. Abdülhamid ile Sultan Reşad devrinde ‘Mevlîd-hân-ı Şehriyârî’ (Sultan’ın mevlîdcisi) ünvânını taşıyan Boyabatlı Mustafa Şevki Efendi de, Sâmi Efendi gibi, Sultan Selim imamının öğrencilerindendir. Bu çok ünlü ve resmî ünvanlı Mevlîdhan, 25 Aralık 1926’da vefat etti.

Osmanlı’nın son devrinin bir başka ünlü Mevlîd okuyucusu, Süleymaniye Başmüezzini Hâfız Kemâl Efendi’dir. Naat-hân ve mersiyeci Cerrahpaşalı Hâfız Kemâl Efendi’den ayırmak için ‘Büyük Kemâl Efendi’ diye anılan bu zat, Bestenigâr Ziya Bey ve Kasımpaşalı Şeyh Cemal Efendi’den mûsıkî öğrendi. Çok sanatlı ve vakarlı bir eda ve tavır ile okurdu. 9 Ağustos 1939’da, 57 yaşında iken vefat etti. Kabri Edirnekapı’dadır. Bazı plaklar da doldurmuştu.

http://www.mutriban.com/


Hâfız Kemâl

Daha çok doldurduğu plaklarla ünlü olan gazelhân Hâfız Burhan Efendi mevlîd okumakta da çok başarılı idi. 1897’de İstanbul’da doğan Burhan Efendi, mûsıkîyi Muzika-i Hümâyûn’da öğrendi. Çok güzel bir sesi vardı ve esas ünü dindışı şarkı ve gazel okumasında idi. 18 Nisan 1943’de vefat etti. Kabri Beşiktaş Yahya Efendi Dergâhı’ndadır.



Hâfız Burhan – Hâfız Sâmi

Mevlîd törenlerinde, bahirler arasında muhakkak Kur’ân da okunur. Mevlîdhânlar genellikle aynı zamanda birer değerli Kur’ân okuyucularıdır. Câmî mûsıkîsinin esas temeli olan Kur’ân kırâatinde değerli mevlîdhânlardan başka, İstanbul’da Osmanlı’nın son devirlerinde önde gelen Kur’ân okuyucuları arasında Üsküdar Kaptanpaşa câmîi imamı Ahmed Nazif Efendi, Selîmiye imamı bestekâr Hoca Fehmi Efendi, Hünkâr imamı Ahmed Niyazi Efendi, Yenicâmî hatibi Hayreddin Efendi, Altunizâde imamı Bulgurlulu Hüsnü Efendi, Yeraltı câmîi imamı Üsküdarlı Ali Efendi gibi isimler sayılabilir.

Bir kültür ve sanat şehri olan İstanbul’da, İstanbul’a özgü bir Kur’ân okuma tarzı vardır ki adına ‘Yusuf Efendizâde Mesleği’ denmiştir. Bu tarzın bir şubesi sayılabilecek özel tavrına da ‘Üsküdar ağzı’denmiştir. Osmanlı medeniyetinde, Kur’ân okumak gibi farz bir ibadet dahi, sanatın ince zevk ve estetik imbiğinden geçirilerek, aynı inancı paylaşmayanlar tarafından dahi kabul edilir bir sanat yüceliğine ulaştırılmıştır.

Türk dinî mûsıkînin, ‘Câmî’ ve ‘Tekke’ mûsıkîsi diye sınıflandırılarak incelenmesinde, devamlı gözönünde bulundurulması gereken husus, bu sınıflandırmanın kesin olmadığı gerçeğidir. İlâhiler, her iki dalda kullanılan mûsıkî formudur. Mersiye formu da böyledir.

Türk dinî mûsıkîsinde Mersiye; özellikle İmam Hüseyin ve Kerbelâ şehitleri için yazılmış ve okunmuştur. ‘Ehl-i Beyt-i Mustafa’ (Peygamber ailesi, ev halkı) sevgisini dile getiren bu eserler daha çok, Allah’a sevgi yolu ile ulaşma yolu olan Tasavvuf çevrelerinde, tekkelerde yayılmış ise de, câmîlerde de yer almıştır. Beylerbeyi imamı Hâfız Hamdi Efendi, Üsküdar Yeni Valide câmîi baş-müezzini Hasan Tevfik Efendi, Cerrahpaşa hatibi Hâfız Kemâl Efendi, Molla Güranili Münib Efendi, Zâkirbaşı Bektaşî Yaşar Baba, Üsküdarlı Siyâhî Ahmed Efendi, Şehremeni imamı Niyazi Efendi gibi kişiler hem tekkelerde hem câmîlerde okudukları mersiyeler ile İstanbul’da ün kazanmışlardı. Muharrem ayında Kerbelâ faciasının yıldönümü münasebeti ile mersiyeler okunurdu. Osmanlı devletinin teb’asından olan Şiî inançlı ve İran kökenli kişiler için, Üsküdar Seyyid Ahmed Deresi ve Mercan’daki Acem mescidinde de Kerbelâ Yıldönümü törenleri yapılırdı.

Dinî mûsıkînin en önemli formu olan ilâhiler, icra özelliğine göre ya câmî, ya tekke mûsıkîsinden sayılmıştır. Mevlîd tevşihleri ile Ramazan ilâhileri daha çok câmîde, zikir ilâhileri iste tekkelerde kullanılmıştır.

Câmîlerde Cuma ve Bayram namazı öncesinde okunan naatler de müşterek form sayılır. Aynı bir naat, hem câmîde, hem Mevlevî âyini öncesinde, hem de tekkelerde ism-i Celâl (Allah) zikri sırasında okunabilir.

Türk Dinî mûsıkîsinin ‘Tasavvuf’ veya ‘Tekke mûsıkîsi’ başlığı altında incelenen dalında, ‘Câmî mûsıkîsi’ ile pek çok ortak yön bulunmasına rağmen, çok önemli bir farklı ve özelliği vardır ki, o da saz aleti-enstrüman kullanılıyor olmasıdır.

Tamamen ses mûsıkîsi olan Câmî mûsıkîsi yanında, Tekke mûsıkîsi, özellikle Mevlevî ve Bektâşî Tarîkatlarında, saz kullanılması ile değişiklik arzeder. Tekke mûsıkîsinin, Câmî mûsıkîsinden ayrı bir üslûb ve tavra sahib olması da bir başka özelliktir. Tekke mûsıkîsi, fonksiyonel bir mûsıkîdir. Tekkelerde yapılan tarikat Âyinlerinde esas gaye mûsıkî değil, zikirdir. Mûsıkî, zikri süslemek ve yürütmek için kullanılır. Her biri birer tasavvuf ekolü olan tarîkatlarda; mûsıkî ile, “dinî raks” denilebilecek koreografik hareketler ile, hatta kıyafetler ve renkler ile, kişilerdeki doğuştan var olan estetik duyguları geliştirip yüceltmek ve bu yol ile kişileri Tanrıya ve Tanrısal gerçeklere (Hakikat-ı İlâhi) çekme; ‘Hak yolunda avlama’ gayesi güdülmektedir. Tekkede mûsıkî, bu yüce gaye için kullanılan araçlardan biridir.









psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #4 : 28 Ağustos 2009, 11:47:24 öö »
Tarîkat âyinleri, Kuudî (oturarak), Kıyâmî (ayakta) ve Devrânî (dairesel yürüyüş) olarak üç ana şekilde yapılır. Mevlevî semâı ile Bektâşî samahı bu üç ana grubun dışında incelenir. Halvetîlik ve bütün kolları ile Kadirîliğin Eşrefî kolu Devrânî; Kadirî, Rifâî, Bedevî, Sâdî tarîkatları Kıyâmî, Nakşibendîliğin bazı kolları Kuudî zikir âyini tarzlarını benimsemişlerdir. Bunların mûsıkîsi de bu zikir ve âyin tarzlarına uygun bir üslûb ve tavırdadır. Ayrıca her tarîkatın benimsemiş olduğu tasavvuf görüş ve düşüncesi, âyinine ve dolayısıyle mûsıkîsine de yansımıştır. Meselâ bir Rifâî âyinindeki coşkunluk, bir Nakşîbendî âyininde yoktur, veya bir Celvetî âyinindeki az hareketlilik ve ağırlık bir Halvetî âyininde yoktur. Hatta aynı bir tarîkatın âyini sırasında kıyam veya devran zikri yapılırken de zikrin temposu değişik olur. Bütün tarîkatların Âyinlerinde icra edilen mûsıkî de, âyine uygun olarak ya coşkun, ya az hareketli, ya çok ritmik olmaktadır. Bu âyinlerde küdum, bendir, mazhar, halîle, nevbe gibi vurmalı sazlar mutlaka kullanılır. (Yalnızca Muharrem ayında Hazret-i Hüseyin ve Kerbelâ şehitlerine bir saygı gösterisi olarak hiç saz kullanılmaz.) Ney de tekkelerde çok kullanılan bir sazdır. Genellikle kalbî (harfler belli edilmeden sâdece ses çıkararak) ismi Celâl (Allah) zikri sırasında ney üflenir. Bektâşî mûsıkîsinde daha çok halk çalgıları olan bağlama ailesi ve Nefir kullanılmıştır. Mevlevî âyini mûsıkîsinde ise ney, kudüm, rebab, bendir, halîle, kanun, kemençe, ud, tanbur (ve hatta Galata Mevlevîhânesinde piyano) gibi tüm mûsıkî âletleri kullanılır.

Tekke mûsıkîsinin ana formu, “ilâhi”dir. Zikir devam etmekte iken, zâkirler tarafından okunan ilâhilere, “Zikir ilâhisi” veya “Usul ilâhisi” denir. Zikir yapılmaksızın topluca okunan ilâhilere de “Cumhur ilâhi” denir. Cumhur ilâhiler genellikle âyin sırasında ayağa kalkıldığında okunur. Cumhurlar daha çok Evsat, Hafif, Muhammes, Nim evsat, Devr-i hindî gibi usullerde; Zikir ilâhileri ise düyek ve sofyan usullerinde bestelenmiş eserlerdir. Arapça güfteli Türk tasavvuf mûsıkîsi eserlerine “Şuul” denir. Şuullar daha çok kıyâmî tarîkatların Âyinlerinde kullanılmıştır. Tekke mûsıkîsinin önemli bir formu da “Durak”tır. Çok sanatlı ve ağır eserler olan duraklar, -her ne kadar Durak Evferi denen usulle ölçülür ise de- serbest tavırlı eserlerdir. Âyin içinde genellikle ayağa kalkılmadan evvel bir zâkir tarafından okunur ve herkes tarafından dinlenir. Cumhur ilâhilere yanlış olarak “cumhur Durak” da denilmiştir. Bu yanlış isimlendirme, zikre ara verilip herkesin ilâhi okumasından, yani esmâ çekmenin durmasından kaynaklanmıştır. Naat, tevşih, mersiye, Mîrâciye gibi formlar Câmî mûsıkîsi ile müşterek formlardır. Zaten Dinî mûsıkî Câmî ve Tekke mûsıkîsi diye ikiye ayrılırken bu ayırımın kesin sınırları olmadığı ve pek çok eser ve formun müştereken kullanıldığı unutulmamalıdır.

Ayrıca, Tekke mûsıkîsinde de kesin bir sınırlama bulunmamaktadır. Bir ilâhi veya bir başka formdaki eser, şu tarikat âyininde kullanılır, bunda kullanılmaz diye bir kural yoktur. Meselâ Mevlevî mûsıkîsinin çok belirgin bir eseri olan Naat-ı Mevlânâ, bir kıyam zikri sırasında bir Kadîrî veya Rifâî âyininde okunabildiği gibi, Sâdî ilâhisi diye bilinen bir eser de bir Halvetî devrânında okunabilir. (Ancak Mevlevî âyininde bu olamaz, yalnızca besteli âyin okunur.) Yine aynı olarak, bir âyinde zikrin başlangıcındaki ağır tempoya uydurulup okunan bir ilâhi, ritmik ve melodik özellikleri bozulmaksızın, zikir hızlandığında da okunabilir. Bu, zâkirlerin mûsıkî bilgisi ve zikir idaresi yeteneğine bağlı bir husustur. Diğer Tarîkat âyinlerinden daha farklı bir âyin tarzı benimsemiş olan Bektâşîlik’te, mûsıkî de farklılık gösterir. Esas itibariyle halk ezgilerinin daha hakim olduğu Bektâşî mûsıkîsi, özellikle İstanbul’da daha klasik bir havaya bürünmüşür. Bektâşî nefesleri İstanbul’da klasikleşmiş ve halk mûsıkîsi etkisi en aza inmiştir.

Bütün tarikat âyinlerinden tamamen değişik bir görünümü olan Mevlevîlik’te ise, mûsıkî başlı başına bir inceleme konusudur.

Tarîkatların âyinleri Şeyh, Sertarîk, Pîşkadem, Zâkirbaşı, Meydancı, Reis gibi görev ünvânları olan kişiler tarafından idare edilir. Âyin, bu kişilerin uygun gördüğü sürece devam eder. Tarîkatın ve âyininin özelliğine göre idare edilen bu âyin sırasında zikrin gidişatına ve temposuna uygun be zâkirbaşı tarafından seçilen ilâhiler, duraklar, naatlar, kasideler okunarak ve sâdece vurmalı sazlar kullanılarak mûsıkî icra edilir.


















Mevlevîlikte ise âyin, bestelenmiş olan esere bağlı olarak icra edilir. Besteli naat ile başlayan âyîn, serbest bir ney taksiminden sonra Devr-i Veledî (Sultan Veled Devri) süresince-gerektiğinde başa dönülerek tekrarlanarak-çalınan besteli peşrev ile devam eder. Semâ âyini, bestelenmiş Mevlevî âyîn-i şerif’inin ‘selâm’ denilen dört bölümüne göre icrâ edilir. Son peşrev ve taksimden sonra okunan Kur’ân ve “Gülbank” ile sona erer. Mevlevî âyininin en önemli özelliği işte bu âyine hiç müdahale edilememesi ve belki de birkaç yüzyıl önce bestelenmiş esere uyularak âyinin yapılmasıdır. Mevlevî âyini formu, yalnızca tekke mûsıkîsinin değil, bütün Türk mûsıkîsinin-Mîrâciye dışında- en büyük formudur. Mevlevîlikte bütün saz âletlerinin kullanılması ve en büyük formdaki besteli eser eşliğinde âyîn yapılması, Mevlevîlikte mûsıkînin, diğer tarîkatlardan daha çok kullanıldığı ve mûsıkîye daha çok önem verildiği fikrini uyandırmıştır. Ancak bu, tamamen doğru değildir. Bütün tarikat âyinlerinde mûsıkî, en az Mevlevîlikteki kadar kullanılmıştır. Mevlevî âyininde sema eden dervişlerin her çark atışta (kendi etrafında bir tam dönüş) içlerinden sessizce ‘Allah’ ismini zikretmelerinin duyulmaması ve yalnızca mutrıb heyeti tarafından icrâ edilmekte olan besteli âyinin işitiliyor olması, bir başka deyişle mûsıkînin daha ön planda görünüyor olması, bu yanlış fikri doğurmuştur. Öteki tarikat Âyinlerinde bütün dervişlerin ‘Allah’, ‘Hay’, ‘Hû’, ‘Kayyûm’, ‘Dâim’ gibi esmâları yüksek sesle tekrar ederek zikir yapmaları ve yalnızca zâkirlerin ilâhi okuması ve vurmalı sazlardan başka saz kullanılmaması, mûsıkînin geri plana itilmesi gibi algılanmıştır. Halbuki, şeyh idaresindeki zikir âyininin gidişatına ve temposuna uygun ilâhileri o anda bulmak ve okuyup okutmak gibi her an sürprizlerle dolu bir mûsıkîyi icrâ etmek, bestelenmiş bir eser olan Mevlevî âyinini ezberleyip okumaktan çok daha zor ve özel hüner ve yetenek isteyen bir iştir. Birçok mûsıkî icracısı âyîn-hân (âyîn okuyucu) olabilir ama, özel çalışma yapmadan zâkir olunamaz. Bu bakımdan Zâkirbaşılık hem mûsıkîyi, hem de zikir tarzlarını çok iyi bilmek ve ayrıca şeyh ile her an anlaşma içinde olabilmek gibi özellikleri taşıyan özel yetenekli çok değerli mûsıkîşinaslar tarafından üstlenilmiştir. Okunacak ilâhilerde güfte seçimi de, Tekke mûsıkîsinde çok önemlidir. İçinde bulunulan hicrî ay ile (Rebîülevvelde Hazret-i Peygamber’in doğumu, Ramazan’da oruç, Muharrem’de Kerbelâ fâciası, Cemâziyelevvel’de tövbe, Zilhicce’de Hac ve Kurban) zikredilmekte olan esma ile (Kelime-i tevhid, İsm-i Celâl, İsm-i Hay) yapılmakta olan zikir tarzı ile (kıyâm, devrân, dalga tevhîdi, demdeme) ilgili güftelerin seçilmesi gereklidir.

Makam seçimi de ayrı bir önem taşır. Âyinin devamınca tempo gittikçe hızlandığı gibi, sesler de gittikçe tizleşeceğinden bu özelliğe uygun makamları ve eserleri sıralamak, bir kaside okuyup taksim edilerek başka makama geçildiğinde perdeyi bozmamak gerekir. Bütün bunlar Tarîkat âyinlerinde icrâ edilen mûsıkînin ne kadar özellikli ve özel uzmanlık isteyen bir mûsıkîsi olduğunu göstermektedir.

Tekkeler, açık oldukları sürece bilim, Kültür, sanat ve Özellikle edebiyat ve mûsıkî alanlarında Türk toplumuna büyük katkılarda bulunmuştur. Tekkelere, birer Türk mûsıkîsi konservatuarı demek, hiç abartısız bir gerçektir. Tekke mûsıkîsinin ve tekke mensuplarının Türk mûsıkîsinde çok önemli bir yeri olduğu tartışılmaz. Dindışı (lâdinî) eser besteleyen ve icrâ edenlerin dahi, pek çoğu ya bir tekke mensubudur veya bir tarikat terbiyesi altında yetişmiştir. Tekke mûsıkîsi veya bir tekkeye mensub mûsıkîşinas ile ilgisi olmayan hiçbir mûsıkîşinası yoktur denilebilir. Türk mûsıkîsinde besteci ve icracı olarak ün kazanmış bütün üstadlar sanatlarının ve mûsıkî dehâlarının en parlak örneklerini Tekke mûsıkîsi alanında ortaya koymuşlardır. Mevlevî tarîkatına bağlı olmayan birçok mûsıkîşinas, sanat kudretini, Türk mûsıkîsinin bestelenmesi en zor eseri olarak kabul edilen Mevlevî âyini besteleyerek ortaya koymak yoluna gitmişlerdir. Dindışı eserlerle tanınmış birçok bestecinin en güzel eserleri ilâhileri, durakları ve âyinleridir. III. Sultan Selim Hân’dan Hacı Ârif Bey’e ve Hüseyin Sadettin Arel’e kadar…

Tekke mûsıkîsi mensupları arasında besteci ve icracılardan başka Abdülkadir Merâgî’den Rauf Yekta Bey’e kadar Türk mûsıkîsi nazariyatı ile meşgul olan, Nâsır Abdülbâki ve Şeyh Nâyî Osman Dede Efendi’ler gibi Türk mûsıkîsi ses sistemini ifade edebilecek nota sistemi üzerinde çalışan mûsıkîşinaslar da vardır.



psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #5 : 28 Ağustos 2009, 11:49:09 öö »
Sadettin Nüzhat Ergun (1901-1946) “Türk Mûsıkîsi Antolojisi” adlı çok değerli eserinin II. cildinde (1943) âyinler listesini 66 olarak göstermiştir. Yazar bu eserinde İsmail Dede’nin Şevkutarâb âyinini sâdece bir rivâyete istinaden Ali Nutkî Dede’ye mâletmekte ve İsmet Ağa’nın Rahatfezâ ile Necip Dede’nin Sûzidil, her ikisini de kaybolmuş âyinlerin listesine dahil etmemiştir. Bunlardan başka bugün Halil Can koleksiyonunda bulunan bestekârı meçhul güftesiz bir Buselik âyîn ile Hacı Fâik Bey’in Yegâh (1. Selam) âyinini ve Mûsıkî Mecmuasının 217. sayısındaki röportajında H. Can’ın açıkladığı Kürdîlihicazkâr âyini bu listede görülememektedir. Böylece, bunlara Kâzım Uz’un Yegâh âyini ile son yapılan; Refik Fersan’ın “Selmek” Kemâl Batanay’ın “Nikriz” âyinlerini de ilâve ederek âyîn besteleri 75’e ulaşmaktadır.

Bu 75’lik âyîn listemizden bugün elimizde bulunan 59 âyinin dışında, Mûsıkî alimimiz H. Sadettin Arel tarafından bestelenmiş 50 âyin daha vardır.

Tekke Mûsıkîsinin ürünleri olan çeşitli formlardaki eserler, hiç kuşkusuz Türk Mûsıkîsinin en sanatlı eserleri olduğu gibi, Tekke mûsıkîsi icrası da Türk mûsıkîsinin en sanatlı icrâ tarzıdır.
İstanbul, fetihten itibaren Türk Kültür ve sanatının da merkezi durumunda olduğundan, Tekke mûsıkîsinin de merkezi olmuştur. Tekke mûsıkîsi İstanbul’da en yüksek düzeye ulaşmış ve bu mûsıkînin bütün büyük bestecileri ve icracıları İstanbul’da yetişmiştir.

İstanbul’un ilk tanınmış Tekke mûsıkîsişinasları Üsküblü Niyazi, Trabzonlu Tabi Mehmed, Konya’lı Şeyh Vefa, Ladik’li Mehmed Çelebi, Aydın’lı Şemseddin Nahifi gibi İstanbul’a sonradan gelmiş mûsıkîşinaslardır. Hepsi Fatih Sultan Mehmed devrinin mûsıkîşinasları olan bu değerlerden sonra İstanbul doğumlu bilinen ilk mûsıkîşinas Sinaneddin Yusuf Efendi’dir. Beyazıd Câmîi Hatibi olan Yusuf Efendi’nin bazı ilâhiler bestelediği biliniyorsa da, bugüne ulaşamamıştır. İstanbul’lu olan ilk Zâkirbaşı ise, ‘Sünfercizâde’ diye tanınan Recai Efendi’dir. Yaklaşık 1620’li yıllarda vefat eden Recai Efendi’nin de bugüne ulaşan eseri bilinmemektedir.

1826’da Yeniçeri Ocağı ile birlikte Mehterhânenin kapatılması ve Batı müziği öğrenimi veren Mızıka-i Hümâyûn’un kurularak saray fasıl heyetinin de mızıkaya bağlanması sonucu, Türk mûsıkîsinde devlet desteği demek olan Enderûn-ı Hümâyûn’u zayıflattı ve tekkeler, Türk mûsıkîsinin tek örgütlü öğretim ocağı haline geldiler. Yüzyıl devam eden bu durumdan sonra 1925’de tekkeler de kapatılınca, Dar-ül elhân ve sonra İstanbul Belediye Konservatuarı dışında, Türk mûsıkîsi, İsmail Hakkı Bey, H.S. Arel, Fahri Kopuz, Abdülkadir Töre, Kazım Uz, Mildan Niyazi Ayomak, Emin Ongan, L. Karabey gibi değerli hocaların kendi kişisel gayretleri ile kurdukları dernekler ve özel dersler ile öğretilmeye çalışıldı. Türk mûsıkîsi Devlet Konservatuarının kurulması ile resmi eğitimsizlik sona erdi ise de, tekkelerin kapanması mûsıkînin halk içinde yaşıyan hayatiyetini ortadan kaldırdığından Türk Mûsıkîsi geniş kitlelere gerektiği kadar yayılamamıştır. Tekkelerin kapatılması Türk mûsıkîsinin gelişmesi ve yayılmasına çok olumsuz etkiler yapmıştır.

Yahudi Menuhin, Albert Swets, Simon Karas gibi batılı müzik adamlarının ve Etnomüzikoloji Enstitülerinin olağanüstü dikkat ve ilgilerini çeken Türk Tasavvuf mûsıkîsi, gerçekten olağanüstü bir sanat dalıdır.

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #6 : 28 Ağustos 2009, 11:51:19 öö »
Çiçek Sulamaktan Yetim Başı Okşamaya Varıncaya Kadar
Her Şey İbadettir.
 
Dinin tasavvuf boyutundan söz edebilir misiniz?
Din üç sac ayağı üzerine oturur: İman, İslam, ihsan. Tasavvuf ihsan boyutundandır. Yani ihsan, sen Allah’ı görmüyorsan da O’nun seni gördüğünü bilmendir. Hatta sadece bilgi değil öyle davranmandır ihsan. Tasavvuf işte bu ihsanın müesseseleşmiş şeklidir. Ama bugünkü fotoğrafına bakıldığı zaman tasavvuf, sanki çok daha başka bir şeymiş gibi algılanıyor. Dinden farklı hatta din dışı bir öğe olarak görülüyor ve kimi çevreler tarafından din dairesi dışına itiliyor.
Din adeta bir süt gibidir. Sütten tereyağı, peynir, çökelek, yoğurt, ayran vs. yapılır. Akıllı kimse ihtiyaçlar doğrultusunda hareket eder. Evde tereyağı varsa, sütten bir daha tereyağı çıkartmaz. Peynir yoksa peynir yapar; yoğurt yoksa yoğurt. Şunu da asla göz ardı etmez: Sütte bu mamullerin hepsi mündemiçtir ve bu mamullerin hepsi süttendir.
Tasavvuf sütten yağı çıkarandır, fıkıh sütten peyniri çıkarandır şeklinde kesin bir ayrım yapmamız bile bu noktada uygun değildir. Doğrusu ben bu tarz tasniflere ve bu tasniflere ait kat’i sınırların varlığına da inanmıyorum. Çünkü tarikatsız şeriat, şeriatsız tarikat, hakikatsiz marifet, marifetsiz şeriat vd. olmaz. Bunları, birer durak olarak bile tasavvur edemeyiz. Çünkü bir duraktan başka bir durağa geçtiğimiz zaman evvelki durakla alakamız kesilir. Tasavvufa geçince şeriatla alakamız kesiliyor mu? Hakikat makamını elde ettiğimiz zaman, tarikatla, şeriatla alakamız kesiliyor mu? Kutb olsak, abd-i has makamına gelsek şeriattan yine vazgeçemeyiz. Bakınız Aleyhi’s-sâlâtü ve’s-selâm Efendimize, tek zirve, namaz kılarken ayakları şişiyordu. Ömrü boyunca şeriattan ayrılmamıştı. Bu tasnifleri biz, aynı yapı içerisinde seviye kat etmek, yükselmek, kendi içinde büyümek olarak değerlendirebiliriz. Hepsi birbirinin içinde ele alınmalıdır. Hülasa; varlık dairesinde her şey birdir.
Şu halde din dairesi içinde tasavvuf geleneğine ne zaman ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır?
Bu konuda, “Efendim bunlar tarihte sonradan ortaya çıkmıştır.” “Tarikatler Hicrî V. yüzyılda kurulmuştur.” gibi genel yargılar içeren söylemleri ben kabul etmiyorum. İlk mürşid Hz. Allah, ilk mürid Hz. Âdem’dir. Tasavvufta müridin manevî yola ilk adımı mürşide biatle ve mürşidin müride esmâ telkini ile olur. İlk esma telkin edilen kimse ise tarihte Hz. Âdem’dir.
Bunun benzeri bir diğer yanlış da; “Müslümanlık Hz. Muhammed’le başladı.” söylemidir.
Bu yargı, Kur’an’ın zâhir ibaresiyle bile çelişiyor. Hz. İbrahim, “Ene evvelü’l-müslimîn” buyurmuyor mu? İslam da keza Hz. Âdem’le başlamıştır. Bütün peygamberler Müslüman’dır. O peygamberlere tabi olan bütün ehl-i iman da Müslüman’dır. Muhammedî şerîat ise Muhammed b. Abdullah (s.a.v.) ile başlamıştır. Muhammedî şerîat başka Müslümanlık ise daha başka bir şeydir. Hazreti Peygamber 40 yaşından evvel Müslüman değil miydi? Ne zina etmiş, ne içki içmişti. Kendisine “emin” denilmişti. Hz. Ebubekir keza. Müslümanlık Hz. Adem’le başladığı gibi dervişlikte Hz. Âdem’le başlamıştır.
Peki çerçeveyi biraz daha daraltarak tasavvufu Muhammedîlikle sınırlı tutarsak…
Asr-ı saadette ilk tekke sofa, ilk dervişler Ashab-ı suffa, ilk mürşid de Hazreti Peygamber’dir. Ashab-ı Suffa’nın yanı sıra bir de biatli olan kimseler var. Biatli olan kimseleri Efendimizin şu mübarek sözleri daha vazıh kılıyor. Huneyn de Hz. Abbas’a Efendimiz (s.a.v.) ordu bozulup çekilmeler başladığında “Ya ammî ehl-i bîata, nereye gidiyorsunuz diye seslen.” şeklinde emir buyuruyor. Hazret-i Peygamber (s.a.v.), niçin ehl-i biat dedi de Müslümanlar ya da Muhammedîler demedi? Kanaatimce burada bir incelik söz konusu. Sayıları 127.000 olan ashabın hepsi Efendimize husûsî manada biatli değillerdi. Bu minval üzere yolumuza Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas’ın şu sözleriyle devam edelim. O, Rasûlullah bizden bazılarımıza, ayrı ayrı sayılarda ayrı ayrı esmalar telkin etti. Ben parmak hesabı yapmada şaşırıyordum bir ipe 33 tane düğüm attım onunla saymaya başladım, buyurmaktadır. Tasavvufun menşei probleminde gündeme gelen, kimileri tarafından da çokça eleştirilen ve bidat olarak nitelendirilen sayı âdetine de yine Asr-ı Saadette rastlıyoruz. Niçin namaz sonrasında 33 defa “Subhanellah” 33 defa “Elhamdülillah” 33 defa “Allahuekber”, ezanda 4 defa “Allahuekber”, 1 defa “Lailaheillah”, diyoruz? Bu sayılar niçin 3-5 ya da 34-35 değil? Doktora gittiğimiz de doktor bize filanca ilaçtan filanca dozlusundan filanca gün, şu vakitte, şu kadar alacaksınız demiyor mu? Peki manevî hastalıkların şifası olan Cenab-ı Hakk’ın esmâsının niçin dozu olmasın? Bütün bu söylediklerimiz, mürşidlerin ilki ve efendisi Hazret-i Muhammed (s.a.v.) tarafından vaz edilmiş esaslardır. Ek olarak, mezkur örneklerden ashabının içinde Efendimiz’in umumî emir ve tavsiyelerinin yanısıra belirli kimselere hususi bir takım tavsiyelerinin de söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. Onun için tasavvuf ve tarikat hususîdir. Umumî değildir.
“Tabib”, “Şifa”, “Sayı”, “Doz” gibi kelimeler tasavvuf yolunda mürşidin fonksiyonunu kısmen açıklıyor sanırım. Bunu biraz daha açabilir misiniz?
Günümüzde artık insanın tahsildeki öncelikli hedefi, ilim-irfan sahibi olmaktan öte, 60-80 yıl gibi fânî bir ömrün maddi bakımdan daha müreffeh şartlarda idame ettirilmesidir. Her ne amaçla olursa olsun bütün bu tedris faaliyeti bir öğretmen vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir. Fanî ömrün refahı için yapılan bu faaliyetler bütünü hiç kimse tarafından inkar edilmediği gibi herkes tarafından önemine de aşırı derecede vurgu yapılmaktadır.
Ebedî bir hayatın varlığına inanıyoruz. Peki ebedî hayatın refahını temin etmek için o hayatın refah yollarını öğretecek olana muhtaç değil miyiz?
O zaman bir mürşide olan ihtiyacı niçin reddetmekteyiz?
Bu suallerimize verilecek olan muhtemel tepkiler, sahtelerinin varlığında düğümlenecektir. Akl-ı selîm sahibi, bir orduda casus çıktığı zaman ordunun lağvedilmeyeceğini bilir. Altının taklidi olur tenekenin taklidi olmaz.
MÜRŞİD, RÜŞD SAHİBİ KILANDIR.
Mürşid, rüşd sahibi kılar; bilgi sahibi kılmaz. Bu anlamda mürşid, muallim değildir. Yani o, öğretmez; oldurur. Çünkü her bilgi sahibi olan kimse rüşd sahibi değildir. Ebu Cehil çok alim bir adamdı ama yine de “Ebu Cehil”di. Zahirî ilimlerinin çok yüksek olduğu söylenir. Fakat bununla beraber o, rüşd sahibi bir kimse değildi. Köle Bilal ise rüşd sahibi idi. Hem kendisini kurtarmış hem de kendisi örnek alınarak başkalarını kurtarmış kişiye rüşd sahibi denir. Mürşid kendisi örnek alınarak olgunlaşmaya erişilecek kimsedir. Her alimde bu yoktur. Alimlerin büyük bir kısmı, farkında olmadan, bilgiyi sadece kendi bildikleri ile sınırlı zannederler. Halbuki ilim, hiçbir kimsenin bilgisi ile sınırlı değildir. Bu yüzden Allah’ın en beğenmediği huylardan birisi olan ucub cahillerde zuhur etmez, alimlerde zuhur eder.
DİN, İNSAN İÇİNDİR
Bir ihtiyaçtan ötürü insanlar mürşidlerle irtibata geçiyorlar. Bu bağlamda sizce, insan için ebedî mutluluğu elde etmeğe vesile olacak ihtiyaçların en önemlileri nelerdir?
İnsanın ebedî mutluluğu elde etmesine vesile olacak ihtiyaçların en önemlisi: İlâ-yı kelimetullah ve emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münkere riayet etmektir. Bu laik (seküler) düşünceyle bağdaşması mümkün olmayan bir düşüncedir. Çünkü “balıkların baştan koktuğu” “koyunların kendi bacağından asıldığı” bir dünya değildir, din dünyası. Din insan içindir; balık ve koyun için değildir. Balıklar baştan kokabilir ama insan kokmaz. Her koyun kendi bacağından asılabilir, ama insanlar bacaklarından asılmaz. İnsanlar birbirine ya dinde kardeştirler ya da hilkatte eştirler. Hiç kimse ne eşinin ve ne de kardeşinin kötü yola gitmesine, “Bana ne!” “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” kabilinden atasözü namı altındaki hezeyanları da dikkate almak suretiyle vurdumduymaz bir tavır içerisinde olamaz. Ufak bir çocuk parmağını prize sokmağa teşebbüs ettiği zaman “aman” diyoruz. Demek ki, çocukla aramızda bir rabıta var. Arabayla yolda seyrederken, önümüzden bir kedi geçiyor olsa irkiliyoruz, o kediyle de aramızda bir rabıta var. Arabamızın önünden geçen bir insansa ve çarpma tehlikesi atlatmışsa tepkimizin dozu daha farklı oluyor. Bu hele hele daha yakınımız örneğin kendi evladımızsa ne hale geliyoruz. Yakınlarımızdan birisinin başına gelmesini istemediğimiz bir tehlike bizi tedirgin ediyorsa biz ikrar da etsek inkar da etsek aramızda bir rabıta (ilişki/bağ) var. Rabıta insanlardaki yakınlığa göre değişir. Bu ilişki gereği “herkes ne yaparsa yapsın” diyemeyiz. “Doğruları ve güzelleri yapsın, yanlışlardan ve çirkinliklerden kaçsın.” demek durumundayız. Kısacası bütün arabaların önünden geçen insanlar sana yakın olsunlar veya sen onlara yakın ol. Dinin özü budur: İnsana sevgi ve saygı.
Peki bu bir tasavvuf görüşü müdür?
Hayır, bu bir din görüşüdür. Tasavvuf bunun nasıl yapılacağında farklı metodlar kullanabilir. Sufî, bazen lisan-ı hal ile bazen de örnek teşkil etmek suretiyle muhatabına meramını anlatır.
Dinin özü olarak nitelediğiniz insana sevgi ve saygıyı biraz daha îzah edebilir misiniz?
Bütün insanlık tıpkı bir vücud gibidir. Parmağa batan bir diken beyni de ağrıtır. Gözdeki çapak ayakların doğru gitmesine mani olur. Bedendeki azaların noksanlığı veya arızası kişide rahatsızlığa sebebiyet verir. Bunun gibi, insanlık vücudunun içindeki arızalar da o vücudun bir unsuru olan fertte bir noksanlık yapar. Maalesef bugün insanlık bir vücud olmaktan çok uzaklarda. Herkes “ben başım” diyor ve kendisine mevki biçmede daima âlî azaları söylemekten çekinmiyor. Hiç süfli azalardan söz eden yok. Halbuki süflî âzâ da vücuddandır. Mesane olmazsa idrar nerede toplanır? İnsanların beğenmediğimiz hallerini böyle görmemiz lazım. O da vahdete dahil, o da vücuda dahildir. Ayrı değildir. Ağaç vardır biblo olur satılmak için, ağaç vardır odun olur yakılmak için; ama her ikisi de ağaçtır. İnsan da böyledir; bir görmek lazım. Bir kişi kendi bedenindeki bir arızayı doktorla, tıp ilmi vasıtasıyla gidermek istiyorsa insanlık âlemi de birbirinin noksanını gidermek zorundadır. Şayet gidermezse o hastalık bir gün onu da istila edecektir.
Fert zamanla kendisine sirayet/istila edecek olan bu toplumsal hastalığı nasıl giderebilir?
Efendimiz (s.a.v) bunu kademe kademe beyan buyurmuşlardır. Evvela komşusu aç iken tok yatan bizden değildir, diye birinci halakayı söylemişlerdir. Kişi komşusunun tok olmasını temin ettikten sonra bu ilgi komşusunun komşusuna geçer. Sonra beldesine sonra ülkesine sonra kainata geçer. Tedrici olan bu yardımlaşma ve rahmet kişinin, bütün mevcûdâta ve eşyaya şefkat nazarıyla bakmasına vesile olur.
Bunun gerçekleşmesinde, yani insanın “eşyaya şefkat nazarıyla bakma” sürecinde eşya ile irtibatı ve onunla ilişkisi ne şekilde olmalıdır?
Geçenlerde kar yağdığında, kuşlara yiyecek bir şeyler verdim. Onları, yemlerini yerken seyretmek ve cıvıldaşmalarını dinlemek, bana ayrı bir zevk verdi. Şüphesiz bu maddî keyif; kuşların cıvıldaşmaları ve yem yemelerini seyrederken aldığım maddî keyif, mutlaka Cenab-ı Hakk’ın hoşuna giden manevî bir keyfin (zevkin) tezahürüdür. Bu bağlamda madde-manâ birbirinden tamamen ayrı değildir. Madde-manâ, zâhir-bâtın ayrımı izâfîdir. İzah babından tasniflerdir bunlar. Keza eşya; şeyler, nesneler, bir tanesi yerinden oynasa kainatın düzeni bozulur. Her şey yerli yerinde güzeldir. Eşyaya nazar-ı hikmetle bakmak lazım. Temiz su kaynaklarının varlığının yanısıra pis suyun döküleceği arkların da var olması gerekir. Takdir-i ilâhî, eşyayı pis/temiz gibi bir ayrıma tabi tutmuştur. Ama asla bizlere, pise hakaret edin dememiştir. Şârî Tealâ domuz yemeyi yasaklamıştır ve fakat domuza eziyet edin dememiştir. O da bir mevcuddur, ama ondan istifade etmek bize yasaklanmıştır.
Bu noktada gündelik yaşama dinî unsurlar ne şekilde etki etmiştir? Dinin gündelik yaşam alanına herhangi bir müdahalesi söz konusu mudur?
Bir kimse sabah kalkar, evvela bedenini doyurur; sonra işine gider bedenini doyurmayı temin için para kazanır ve akşam evine gelir, yatar. O kişinin gündelik yaşamı, bütün bu saydıklarımızdan ibaret ise; yani o kişi, hep doymaya müteallik bir program dahilinde hareket ediyorsa şayet, bu hayat, “hayatı yaşamak” değildir. Bunun içine sevgiler, nefretler, eylemler, beklentiler, pişmanlıklar vesaireler koyduğu zaman insanoğlu, hayat bir şeye yani “hayata” benzer. Bunu kendi kendimize becerecek fıtratta yaratılmadığımızdan dolayı Yaratıcı, bize yol göstermek ve bizim mutluluğumuzu en kısa yoldan temin etmek için, peygamberleri vasıtasıyla, bize haberler gönderdi. “Mutluluğun pusulası” olan bu haberlere kulak tıkayan mutlu bir kimse ben görmedim. “Belki vardır bile” diyemeyeceğim, kesinlikle yoktur. Çünkü bu husus, eşyanın tabiatına aykırıdır.
DİN, GÜNDELİK HAYATIN MERKEZİNDE İDİ
Bu sualinizi, Kur’an-ı Kerîm’in üslup özelliğinden hareketle açmaya çalışayım. Örneğin Kur’an-ı Kerîm’de namaz, oruç, zekat gibi teklîfe dair hususlar ayrı ayrı yerlerde geçmektedir.
Niçin acaba bu emirler ayrı ayrı yerlerde zikredilmiştir? Bütün bu emirler aynı yerde söylenseydi ve bitseydi olmaz mıydı?
Kitabullah’ın bu üslubu bizim gündelik hayatımıza şu şekilde intikal etmiştir: Daha önceleri memleketimizde her sokakta, hemen her köşe başında bir hazire, bir cami, bir tekke, bir çeşme vardı. Yani din gündelik hayatın merkezinde idi. Kur’an-ı Kerîm’in teklife matuf olan hususları farklı farklı sûrelere yayarak söylediği gibi geleneksel toplumda fert, hayatın her yerine ölümü yayarak yaşıyordu. Ölümün ve ölünün korkulacak bir şey olmadığı, sabahları işe giderken akşamları eve dönerken fatiha okunacak birer durak olduğu şuuruyla hareket ediliyordu. Umumi mezarlıklar icad olunup mahalle aralarına gömü yasaklanınca, ölüm cemiyetten uzaklaştı. Halbuki her gün önümüzde her mahalleden bir tane çıkıyor. Ölüm, unutulmağa çalışılıyor. “Unutulmağa çalışılıyor.” demek asla unutmak demek değildir, o kendini hatırlatır. Ölüm yokmuş gibi yaşamak, yaşama prensibine aykırıdır. Ölüm gündelik hayatın dışına itilince ibadette, evde yalnızca seccadenin üstüne, ev dışında ise yalnızca cami duvarlarının arasına hapsedilmiş oldu. Eğer ibadeti, ramazan ayının müddetine, evde seccadenin üstüne, dışarıda cami duvarlarının arasına hapsetmek gafletinden kurtulursak günlük hayatımızın içinde çiçek sulamaktan yetim başı okşamaya kadar her şey ibadet hüviyetine bürünür. Dolayısıyla da dini gündelik hayatın dışına çıkarmamış oluruz.
Bütün bunlara ek olarak tasavvuf kültürüne dair unsurların gündelik hayattaki izleri nelerdir?
Bugün tasavvuf, kurumları ile değil belki, ama, kültürü ile yaşıyor. Bir kere bu kültürden lisanımıza intikal etmiş fevkalade çok sayıda tabir var. “İşi altmış altıya bağlamaktan”, “aman illallah” beye varıncaya kadar günlük dilde kullandığımız tabirlerde, yani hayatın ta içinde tasavvuf vardır. Bir anlaşma vasıtası olan dil, şüphesiz günlük hayatın en önemli unsurudur ve tasavvuf, burada belirgin olarak kendini hissettirmektedir.
Bugünün sosyal fotoğrafından hareketle içtimai hastalıklarımıza, problemlerimize çareler bulmak zorundayız. Bu noktada tasavvuf geleneğinden istifade edebiliriz. Ayrıca tasavvufî hayatın kültürel etkileri, sadece şeyh-mürid ilişkisi ile sınırlı tutulursa, bu yanlış ve noksan olur. Zira bu ilişkiler yumağı, artık tasavvufu fiilen yaşamak isteyenlerin halidir. Fakat tasavvufun günlük hayata intikali tasavvufu bi’l-fiil yaşamak isteyen insanlarla sınırlı değildir. Sözün özü, tasavvufun kurumsal olarak yaşıyor olmaması, tasavvuf kültürünün getirdiği bir çok güzelliğin cemiyette yer almamasına asla mani değildir.
 
Âsumandır kubbesi hep ahterân kanâdili
En ziyâ-bahşâ kandili güneşle mâhtır
Seddolunmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hak
Cümle mevcûdât zâkir cihân dergâhtır
Vesselam.

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #7 : 28 Ağustos 2009, 11:52:18 öö »
33. Vuslat Yıldönümünde Mevlevi Mukabelesinden önce yapılan Mesnevi Sohbeti -3
 
Hoşgeldiniz. Sizinle beraber olmanın verdiği hoşluk ile tekrar edeyim hoşgeldik, çünkü bir veli’nin meclisinde ev sahibi o veli’dir. Hepimiz Hz. Mevlâna’nın misafiri olarak doğrusu hoş-geldik. Bir veli, yani bir insan-ı kâmil…Acaba insan-ı kâmil nasıl anlatılmalıdır? Acaba insan-ı kâmili anlatamamanın itirafı aynen anlatmak mıdır? Nazım ve nesir olarak kırktan fazla eser yazmış, astronomiden fıkıh’a, mûsikî’den hadis’e, gramerden tasavvuf’a kadar her mevzudan bahsetmiş ve kitap yazmış, ve bizzat kendisi de insan-ı kâmil olduğu hiç şüphe götürmeyen Molla Cami hazretleri bakın ne buyuruyor bir insan-ı kâmil tarif edememe içerisinde:
 
“An feridun-i Cihan-ı Manevi
Bes buved burhan-ı kadreş Mesnevî
Men çi gûyem vasf-ı ân âlicenab
Nist peygamber veli dared kitab”
 
“O maneviyat cihanının benzersiz yücesinin kadr-u kıymetini anlatmaya Mesnevi kitabı yeterlidir. “Ben o kadri yüce zat hakkında ne söyleyebilirim? Peygamber değildir ama kitap sahibidir.” Yani bir insan-ı kâmil’i anlamak, onun eserini anlamaya çalışmakla mümkün olur buyuruyor Molla Cami. Yani nakş’a bakıp nakkaş’ı görmek, resme bakıp ressamı görmek gibi. Molla Cami gibi bir zat’ın bile “Ben ne söyleyebilirim?” diyerek aczini beyan ettiği insan-ı kamil tarifi ile, herkes acizdir. Ancak şu kadarı söylenebilir; Allah’ın kitabında habibine dahi: “Gözlerini onlardan ayırma!”[18:28] diye emir buyurduğu kişiler insan-ı kamil olanlardır. Ve bu emir Hz. Peygamberimizin hayatı ile sınırlı bir emir değildir, onun Zât-ı Risâlet Penâhilerine verilmiş olan emir hepimiz için geçerlidir. Bizim’de bu âyet gereğince insan-ı kâmillerden, velilerden, hem baş gözümüzü, hem gönül gözümüzü ayırmamamız gerekir. Efendim dünyaya gelmedik. Dünyaya gönderildik. Gelirken sormadılar, giderken de sormayacaklar. Nasıl parmak izimizden saç telimize, DNA’mıza kadar farklı maddi yapıda isek, manevi yapılarımızda böyle farklı. Maddi yapımızdaki arızaları hekimlerimiz gideriyorlar, tedavi ediyorlar. Manevi yapımızdaki arızaları giderenler de yüce veliler. Şu an’da huzurunda bulunduğumuz Hz. Mevlâna gibi. Söz uzar Mevlâna hakkında söylenmesi gerekenler bitmez. Biz son söz olarak, Hz. Mevlâna’nın insan-ı kâmil’i  nasıl tarif ettiğini bir beyitle arzetmeğe çalışalım:
 
Afıtabı afıtabent evliya
Aftab ez nuri şan giret ziya
 
Güneş aydınlığını velilerin aydınlığından alır, veliler güneşlerin güneşidir.
 
Biz o güneşin aydınlığının, içimizi, derunumuzu aydınlatması dileği ile tekrar aynı sözle şimdilik vedalaşalım; Hoş kalın!

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #8 : 28 Ağustos 2009, 11:54:05 öö »
Hukuk Fakültesi mezunusunuz, musiki konusunda, Mevlâna ve Mevlevilik, Tasavvuf konularında derin bir bilgi birikimine sahipsiniz. Tahsilinizi tamamladıktan sonra mı ilgilenmeye başladınız, daha önceleri de ilgi alanınıza dahil miydi bu tür konular?
Ben henüz ortaokul talebesi iken müzik merakım vardı ve ders almaya başladım. Daha sonraları da bu hep devam etti. Önce Klasik Batı Müziği dersleri aldım, üç sene kadar sonra Klasik Batı Müziği, bana beni söylemediği için Türk Müziği öğrenmeye çalıştım, hâlâ da öğrenmeye çalışıyorum. Sonra bu müziğin bir alt, itici gücünün olması lâzım geldiği düşüncesine vardım. Tasavvuf Müziği bu aşamada benim için önem kazandı, arkasından bu Tasavvufun müziği, bir de kendisi olması lâzım diye düşündüm ve onu araştırmaya başladım.
Hukuk tahsili ve onun gerektirdiği avukatlık veya sonucu olan avukatlık çoluk-çocuk beslemek için. Dolayısıyla müzik ve diğerleri ise, çoluk-çocuk beslemek için değil, gönül beslemek için. Dolayısıyla aslında zaten sanat meslek olarak icra edilemez. Sanattan meslek olmaz. Yani, para kazanmaya ve beden doyurmaya yönelik işlerle, gönül doyurmaya yönelik işler birbiriyle örtüşemez. Zaten büyük sanatkârlarında böyle yaptığını görüyoruz. Bugünden misal verelim, Sayın Dr. Alaaddin Yavaşça çok önemli bir jinekoloji uzmanıdır, bir hastanenin başhekimliğine kadar yükselmiştir ama bugün Türk Musikisi'nde nazariyat bilgisi, hoca, bestekâr, icracı olarak çok ileri yaşına rağmen hâlâ bir numaradır, bunun yanında çok da önemli bir tabiptir. Hattâ kendisi söyler bazen, sağda solda "hocam" diyen birileriyle karşılaştığında, o kadar çok öğrenci yetiştirmiştir ki, "kusura bakma evlâdım, sen müzikten mi talebemsin? Tıptan mı talebemsin?" diye de soracak kadar çok da insan yetiştirmiştir. Büyük bir hocalık vasfı vardır. Benim hocalarımdan biri rahmetli Emin Ongan aynı zamanda Tekel'de İdare Müdürüydü.
Yani bu işler para kazanmak için yapılmaz. Profesyonellik ne yazık ki para kazanmak olarak ölçülür bizde, halbuki sanat profesyonel bir iş değildir. Benim görüşüm bu. Bu görüşümü destekleyen pek çok tarihi olgu var.
Tasavvuf konusuyla ilgilenmeye başladıktan sonra mı Mevlâna ve Mesnevi ile yakınlaştınız?
Gayet tabii. Tasavvuf dendiği zaman, tasavvufun birtakım unsurları vardır. Olmazsa olmaz unsurları vardır. Bu unsurları temsil eden abîde şahsiyetler vardır, bunlar tasavvufun genel şahsiyetleridir. Herkes tarafından kabul edilir. Meselâ, bu unsurlar Terk, Züht, Takva, Yardım, İnayet, Aşk... gibi. Terk, denilince bütün tasavvuf aleminde İbrahim Ethem Hazretleri akla gelir. Züht-ü Takva denilince (Dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp, buyurduklarını yerine getirme, kendini aşırı derecede dine verme) Cüneyd-i Bağdadi zirvedir. İrfad denilince (Yardım etme, bağışta bulunma, hediye verme) Bestâmi akla gelir. Aşk deyince Mevlâna zirvedir. Peki ötekiler aşk değil mi? Ne münasebet... Türkiye'de ne yazık ki bir moda gereği sadece Hz. Mevlâna üzerinde konuşuluyor, o da yeterince tetkik edilmeden. Özellikle siyasilerimizin ağzında birbirinin kopyası olarak Türkiye'de sadece üç isimden bahsediliyor.
Moda olduğu için Hz. Mevlâna, Türkçe yazdığı söylendiği için Yunus Emre, siyasete alet edildiği için Hacı Bektaş-ı Veli. Halbuki Türkiye her vilayetinde değil, her kasabasında değil, adeta her köyünde bir veli ve arif barındıran bir zemindir Anadolu.
Mesela Uşak'ın Kabaklı Köyü, bu köyde Alaaddin-î Uşşaki diye bir zat vardır, çok önemlidir. Kimse adını bile bilmez. Bırakın vilayetleri kazaları, meselâ Malatya'nın Darende Kazası'nda bir Hamid-i Veli vardır, Hacı Bayram Veli'nin de hocası olan, meselâ İznik'te bir Eşrefzade Abdullah-ı Rûmi vardır, kim biliyor?
Şehirlere gelmedim, Kastamonu'daki Hacı Şaban-ı Veli'den, Manisa'daki Yiğitbaşı Veli'den, Kars'daki Ebul Hasan Harakâni'den bahsetmiyorum daha... Edirne'deki Sezai Günseli'den, Hakkari'deki Tahha-i Hakkari'den, Muğla'daki Şahidi'den... Bakın, Türkiye'deki dip noktalar... Henüz bunlardan bahsetmiyorum... Anlatabildim mi?
Dolayısıyla çok zengin, çok yüksek, gönül terbiyesine çok fazla emek vermiş ve bunun için de ömür tüketmiş insanlarımızın olduğu yerde, gayet yüzeysel bir lakırdıyla koskoca Anadolu'da bin senelik bir tarihte, olup olacağı üç tane adam var sanki. Bunların hepsi büyük adamdı o ayrı mesele ama bunlardan ibaret değildir. Elbette ki, aşkın sembolü ve zirvesi olarak kabul edilen Hz. Mevlâna ile ilgilenmeyen hiçbir tasavvuf adamı yoktur. Doğru mu? Eğri mi? Orası başka... Yani, doğru mu ilgileniyorlar yanlış mı? Bir kere aşkın ne olduğu konusunda hemfikir miyiz?
Evet, benim de sorularım içinde vardı bu konu.
İnsanlar, kendilerinin meyillerini, arzularını, nefsani heveslerini aşk diye isimlendiriyorlar. Aşk, tarifi olmayan bir kelimedir. Bizatihi, bütün tarifleri içinde barındırır. Meyil değildir aşk, arzu değildir, heves değildir ve en önemlisi istek değildir, vermektir. Bir duygunun aşk mı? Sıradan bir sevgi mi? Bir meyil ve heves mi olduğunun ölçüsü gayet kolaydır.
Yeter ki insan, kendini objektif bir gözle görebilsin. Ben karşımdakinden bir şey istiyor muyum? Ne olduğu çok önemli değil, Meselâ, onun da beni sevmesini istiyorum, bu aşk değildir. "Ben ona ne verebilirim?" Hayat dahil... Baş dahil... Can dahil... Çünkü, "Canını, canana vermektir kemali aşıkın / Vermeyen can, itiraf etmek gerek noksanını."
Aşkın ne olduğunu öğrenmek için biraz Fuzûli okusunlar, biraz. Çok değil.
Aşk, iki beden arasındaki değil, iki gönül arasındaki ilişkidir. Gönlün cinsiyeti olmaz. Dolayısıyla, bu gönlün sahibi olanın erkekliği-dişiliği kimseyi alâkadar etmez. Cins olarak, erkekten erkeğe, kadından kadına, erkekten kadına, kadından erkeğe olur aşk.
Aşk gönüldedir, öyle bir derttir ki; devası kendinde gizlidir. Dışarıdan dert gibi gözükür, "bu akıllı işi mi?" denir. Evet, akıllı işi değildir. Çünkü aşk iradi değildir. İradeyle alâkası yoktur. Çünkü gönül ferman dinlemez. O fermanı, biz zannediyoruz ki padişah fermanı, hayır? Kişinin kendi aklının verdiği fermanı da dinlemez. "Şunu sevme! Bunu Seveceksin! Bu İlmen böyledir!" Hayır, aşkta böyle şey olmaz.
Sevgi ile aşk arasındaki farklılar nelerdir sizce?
Şiddet... Sevgide mutlaka bir karşılıklılık vardır. Gerçi aşkın da ileri derecesinde karşılıklılık oluşur o ayrı mesele de... Sevgi, arzu ile başlar, kediye de sevgi, ağaca da sevgi, kişiye de sevgi, güzel havaya da sevgi, memlekete de sevgi... Ama bunlar aşk değildir. Aşk, batı dillerinde karşılığı olmayan bir kelimedir çünkü aşk kavramı batı fikriyatında yoktur. Gönül kelimesinin ihtiva ettiği mânâyı da içeren bir kelime batı dillerinin hiç birinde yoktur. Ana dil olan Lâtince dahil hiç birinde yoktur.
Bu kültür nedeniyle olsa gerek, toplumumuz gönüle çok önem veriyor, gönül eğitimi ön plana çıkıyor.
Evet, bu kültürden dolayı. Bu Şark kültürüdür. Şark kültürü de ne yazık ki okullarımızda bize empoze edilmek istendiği gibi matbaa ve kalemden geçmez, ağız ve kulaktan geçer. Sözlü kültür çok önemlidir.
Şimdi bu sözlü kültürden uzaklaşa uzaklaşa çocuklarımız masal dinlemek yerine televizyon seyrettikleri için; ortaokul-lise öğrencisi seviyesindeki gençlerimizde muhayyile yok, hayal yok, imge yok, imaj yok... Muhayyile deyince eski oluyor da, imaj deyince yeni oluyor nedense!? Göçebe bir kavmin lisanında, yerleşik bir kavmin lisanında olan kavramlar olur mu?
Mesnevi'nin Farsça yazılmasının nedeni Mevlâna'nın ana dili olmasından mıdır yoksa dilin zenginliği açısından mı düşünmek gerekir?
Dilin zenginliği açısından değil, ana dilinden dolayıdır. Çünkü Orta Asya'lı Türkler Farsça konuşurlar, bunu kimse bilmiyor ki. Bugün Belh şehri Afganistan'ın sınırları içinde kaldığı için Mevlâna'ya Afganlıdır demeye kalkanlar var.
Farsça olduğu için Acem'dir demeye kalkanlar var. Türk olduğunu kimse kabul edemiyor. Çünkü Türklük daima başkalarının gözünü korkutan bir varlıktır. Çünkü Türkler fatih insanlardır, idareci insanlardır, asker insanlardır. Bundan dolayı da herkes korkar ve medeniyeti yakıştırmaz. Sinan'a bile Ermeni demeye çalışırlar. Fatih gibi bir büyük adama yabancı kökenli demeye, en azından dini başka demeye kalkışırlar... Meselâ Fatih Divanı'nı, Avni Divanı'nı okusalar, ne olduğunu anlarlar. Allah ve Resulüne ne kadar bağlı olduğunu, onlar hakkında şiir yazacak kadar muhabbeti olduğunu anlarlar.
Onun için Hz. Mevlâna'nın da kim olduğu incelenmeden, o ortamda hangi lisan konuşulduğu bilinmeden hüküm çıkarılıyor. Farsça, tek bir lisan, bugünkü İranlıların konuştuğu Pehlevi Farsçası ile Orta Asya Farsçası biribirinden çok farklı değil, ikisi de Farsça kökenli ama Çağatay Lehçesiyle, Anadolu Lehçesinin farkı kadar Pehlevi Farsça'sıyla, Horasan Farsça'sı fark eder.
Horasan Farsçası, Hz. Mevlâna'nın ana dilidir. Onun için ana diliyle yazmıştır. Ayrıca, herkes Türkçe yazıyor da, her yerde Türkçe konuşuluyor da o zaman Karamanoğlu Mehmet Bey'in "bundan sonra her yerde Türkçe konuşulsun!" diye fermanının gereği nedir? Demek ki herkes Türkçe konuşmuyordu. Türkçe sonra oturdu.
Mesnevi hakkında yapılan araştırmalar ve çalışmalar yeterli midir? Sizin, öncelikle tercih ettiğiniz çalışmalar hangileridir?
Tabii. Yedi yüz yıldır halen devam ediyor. Benim öyle tasvip etme gibi bir küstahlığım olamaz da, bugünkü Latince Mesnevi Şerhleri içerisinde bir numarası Tahir Ongun'unkidir. Kendine mahsus özellikler taşıyanı Ahmet Avni Konuk'tur. Kısa ve kolay anlaşılır olanı Ankara Valisi Abidin Paşa'ya aittir. Tamamen aşk açısından bakarak yapılan Mesnevi Seçmeleri İsmail Hakkı Bursavi'ye aittir, yeni Türkçe'si var mı? Bilmiyorum... Bir başka derunilik açısından Bosna'lı Sarı Abdullah Efendi'nin Mesnevi Şerhi'ni söyleyebilirim. Bütün Mesnevi Şerhlerince en mükemmel olarak gösterilen Galata Mevlevihanesi Şeyhi İsmail Rasuhi Ankaravi'ninkidir.
Bütün tasavvuf ve elbette ki tasavvufun bir başka görüntüsü olan aşk'la ilgilenen herkes Mesnevi ile ilgilenmiştir. Mesnevi, Mevleviliğe ait değildir, tasavvufa ait değildir. İlkokul çocuğundan, ordinaryüs profesöre kadar herkese bir şeyler söyler.
Tercüme farklılıkları, anlayış ve yorum farklılığı getiriyor mu Mesnevi'ye?
Tercümeden, hüküm çıkarılmaya çalışılmazsa doğrusu anlaşılır. Tercümeden hüküm çıkarılmaz, hüküm çıkarılmadan okunması lâzım. Kişi, bir tercüme okuduğu zaman o mütercimin, o kitabın aslından ne anladığını okur, kitabın aslını okumaz. Ayrıca şiirin tercümesi yapılamaz, şiir olmaktan çıkar.
Kendi içinde saklı bir anlam bütünlüğü olması bakımından söylüyorsunuz sanıyorum?
Bunun böyle olduğunu da Hz. Mevlâna bir kitabına verdiği isimde anlatıyor.
Fihi Mafih'i kastediyorsunuz?
Evet. Bunun içindekinin içindedir diyor. Ne demek bu? İçine girebilen anlar.. Dolayısıyla Mesnevi Şerif'in tercümesinden değil, sıradan bir gazete makalesinin tercümesinden bile hüküm çıkarılmaz. Sekiz-on tane tercüme okunursa eh biraz bir fikir sahibi olunur. Aslını okumak lâzım.
Mesnevi'yi okumadan önce bilinmesi, araştırılması gereken konular nelerdir sizce? En iyi şekilde yararlanabilmek için nasıl bir yol izlenmesini tavsiye edersiniz?
Evvelâ, dini bilgilerini tamamlaması lâzım. İlmihâl bilecek. Yani ibadetlerin nasıl yapılması icabettiğini öğrenecek. Bakın öğrenmek başka, yapmak başkadır. Dini bilgilere sahip olmayanlar tasavvuf öğrenemezler. İşte bugünkü gibi birtakım saçmalayanlar ortaya çıkar. Çünkü dinin iki kanadı vardır, iki ayağı vardır. Biri yükümlülükler, biri muhabbet. Muhabbet olmadan tek kanatlıdır uçamaz, yükümlülüklerini yerine getirmeden de tek kanatlıdır uçamaz. Halbuki din insanı ileriye ve yukarıya götüren bir kurumdur. Yükselten ve ilerleten bir kurumdur. Evvelâ bu bilinecek. Mesnevi Şerif, diyelim ki bugünkü akademik kariyer meselesinde ordinaryüs profesörlük seviyesidir. Daha anaokulu seviyesini bile idrak etmemiş olanlar, Mesnevi'den bir şey anlamazlar. Anladıklarını iddia ederler. Beydaba'dan haberi olmayanlar, İntak sanatını bilmeyenler Mesnevi Şerif'i birtakım La Fonten Fabl'ları zannedebilirler. Peki, bu kadar çok şerh, açıklama, tercüme yapılan bir kitabın bu kadar basit olması mümkün müdür?
Bu cahilliktir. Bu cahillikten kurtulmanın yolu, öncelikle evvel bilgilerin okunmasıdır. Peygamberlerin hayatı, Peygamberler tarihi okunacak, kâinatın yaratılışındaki hikmetler okunacak, dinin gerekleri okunacak, batıl ve hak din kavramları bilecek. Sonra Müslümanlık öğrenilecek, Müslümanlığı öğrendikten sonra tasavvufu öğrenecek, tasavvufu öğrendikten sonra Mevlâna'yı öğrenecek, sonra Mesnevi öğrenebilir. Çünkü Dünya'da iki tane kitap için okul açılmıştır. Biri Kuran-ı Kerim, biri Mesnevi Şerif Dar-ül Mesnevi diye okul vardır, bütün Mevlevihaneler Mesnevi okullarıdır. Bütün Mesnevihanlar Mesnevi profesörleridir. Ayrıca bir Nakşi Şeyhi tarafından Eyüp Sultan sırtlarında, hâlâ bilinen Darül Mesnevi adındaki okulda sadece Mesnevi tahsili yapılır. Dünyada başka bir eşi yok, bir kitap için bir okul açılmasının. Kuran-ı Kerim için de pek çok okul açılmıştır, bütün medreseler Kuran-ı Kerim öğretir, o ayrı mesele. Başka hiçbir kitap için okul yoktur. O okulda ve klasik Mesnevi eğitiminde, evvelâ gramer kaideleri de dahil olmak üzere, bütün şiveleri de dahil olmak üzere çok iyi Farsça bilinecek. Lügat manâsı verilmeden, deyim manâsı verilmez.
O Farsça bilindikten sonra onun sanatı öğrenilmek için mutlaka Sadi-i Şirazi ve Hafız-ı Şirazi okunacak, sanat açısından. Sonra Hz. Mevlâna'nın severek okuduğu kitaplar olan Hakim Senai'nin ve Feridettin Attar'ın İlâhiname, Esrarname, Mantıkut-Tayr, Pendname gibi eserleri okunacak.
Okumak derken, gazete okur gibi değil; gönle ve kafaya kaldırılacak. Mesnevi okumak ondan sonra başlar. Bugünün insanında bu kadar çok incelemeler yapanını görmediğim için, tabii varsa hepsinin elini ayağını öperim ben. Görmediğim için kimseye "Mesnevi okuyun" filan demem ben. Evvelâ İlmihal okuyun derim.
Şems'le ilgili birkaç sorum olacaktı...
Hz. Şems'le ilgili sualler herkesin ağzında sakızdır. Hz. Mevlâna'yı yeterince okuyanlar ve tetkik edenler bilirler ki, Hz. Mevlâna kendisinin Hz. Şems'le olan ilişkisinde çok önemli bir söz söylemiştir. Bu söz yeterince anlaşılmamaktadır, gündeme dahi gelmemektedir. Hz. Mevlâna şöyle buyuruyorlar: "Büyük Mevlâna, yani babam beş sene daha yaşasaydı, benim Şems'e ihtiyacım kalmazdı." Hz. Mevlâna, Hz. Şems'den ibaret değildir. Başta babası vardır ondan sonra Seyyid Burhaneddin Hazretleri vardır ve Hz. Şems'in hemen yanı sıra Selahaddin Zerkubi vardır. Hemen yanı sıra Çelebi Hüsamettin vardır, muhterem oğlu Sultan Veled vardır. Bunlar olmadan, bu isimleri nazarı itibara almadan sadece Şems demek, Hz. Mevlâna'yı tanımamak demektir.
Sizinle görüşeceğimi bilen ve kendisi de Hz. Mevlâna ile oldukça ilgili olan bir arkadaşım benden şu soruyu sormamı rica etti, "Şems'den evvel Mevlâna sadece aşıktı, Şems'den sonra ise maşuk oldu." deniliyor, ben yeterince aydınlanmış bir açıklama bulamadım bu konuda. Tuğrul Bey bir açıklama getirebilir mi acaba?
Bunlar herkesin ağzında sakız olacak kelimeler değildir. Bunun başka şekillerde de ifade edildiğini de duyduk. "Hz. Şems'den evvel Molla idi, ondan sonra aşık oldu" tarzında söyleyişler de var. Efendim, Bahaeddin Veled'i yani Sultan-ül Ulema'yı, Peder-i Ali'lerini tanımadan Mevlâna'yı tanımak mümkün değildir. Hz. Şems'le, Hz. Mevlâna arasındaki münasebetin en güzel tarifi bence şudur. Hz. Şems'e kadar Mevlâna, eski tabirle yağı süzülmüş, fitili burulmuş, bir kibrit bekleyen kandil gibiydi. O kibriti Şems çaktı. Bunu yeni zamana intikal ettirirsek, kocaman bir evin bütün elektrik tesisatı döşenmişti, bütün ampulleri takılmıştı, bütün prizlerine fişler geçirilmişti, şalteri indirmek Şems'e kaldı. Bundan ibarettir.
Yani, "talebe hazır olduğunda öğretmen gelir" şeklinde mi? Aralarındaki alışverişin mahiyeti nedir sizce?
Aralarındaki ilişki öğretmen, öğrenci ilişkisi değildir, mürit- mürşit ilişkisi değildir. Tasavvufta "sohbet şeyhliği" diye bir kurum vardır. İkisi de birbirinin sohbet şeyhidir. Bir tarikatın olmazsa olmaz unsuru silsilesidir. Cenab-ı Allah'tan Cebrail a.s vasıtasıyla, Hz. Peygamber'e ve oradan da o zata kadar gelen silsile. Bu hep isimden isime geçerek gelir ve bir yazılı evrak halinde kişiye verilir. O yazılı evrak da vefat eden olduğunda, vefat edenin eline verilir, beraber gömülür. Araya isim yazıp, kendi kendine "ben de onlardanım" diyen sahtekârlar çıkmasın diye. Hz. Mevlâna silsilesinde Hz. Şems yoktur.
Hz. Mevlâna emaneti, bu bir manevi emanettir. Bu emanetler bir iletkenlik vasıtasıyla Hz. Peygamber'den itibaren bütün insanlara yayılmaktadır, iletkenlerle. Bu iletkenlerin içerisinde altınlar ve platinler de vardır, bakırlar da vardır. Bu iletkenlerden bazıları trafodur, bazıları sadece kablodur. İşte bu trafolara Pir denir. Hz. Mevlâna onlardandır. Hz. Mevlâna'ya gelen kablo da Hz. Şems yoktur. Belki trafoyu inşa etmekte emeği vardır, belki değil mutlaka vardır ama gelen kabloda Şems yoktur.
Seyyid Burhaneddin vardır, babası öldükten sonra boş kalmamıştır Mevlâna. Seyyid Burhaneddin Hazretleri Konya'ya gelmiştir, Mevlâna'yı yetiştirdikten sonra da "Bir semada iki güneş olmaz" diyerek, Kayseri'ye dönmüştür. Çünkü o da bir semadaki güneş gibidir. Kim biliyor bunları...? İsmini bile bilmeyenler Hz. Şems'den bahsediyorlar. Onun için bu cehalettir, bu cehaletten kurtulmanın yolu en azından bibliyografik bilgiyi bilmekten, tamamlamaktan geçer.
İşte bu bibliyografik bilgi olmazsa, böyle saçma sapan konuşulur. Herkesin ağzına sakız olur. O da bir hikmettir amenna!..
Reenkarnasyon...
Öyle bir şey yoktur!..

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #9 : 28 Ağustos 2009, 11:55:50 öö »
Mevlâna'da reenkarnasyon...
Öyle bir şey yoktur ki, Mevlâna'da olsun... Reenkarnasyon bir zandan ibarettir. Allah'ın, Hz. Adem'e bildirdiği ve ondan sonra bütün peygamberler vasıtasıyla tüm insanlara bildirdiği "insanın tekâmülünü" anlamayan bazı insanlar, ruhun başka bedenlerde tekrar canlanması tarzında anlamışlardır. Böyle değildir. Çünkü, ruhsuz bir ceset kul değildir, cesetsiz bir ruh kul değildir. Ruh denen cevherin nefisle olan alâkası vardır. Nefsin tekâmülü insana verilmiş olan dünya ömrü içinde yapılmaktadır.
Bu, tek seferde mi...
Gidiş, geliş diye bir şey yoktur. Çünkü o zaman belli sayıda ruh var, belli sayıdan fazla ceset var gibi bir manâ çıkar. Böyle bir şey yoktur. Allah belli sayıda ruh yarattı ama bol sayıda ceset yarattı, bu cesetlere sokup çıkarıyor gibi Allah'a bir eksiklik isnat etmektir. Dolayısıyla ruhun, gidip-gelmesi yoktur. Ancak insan doğmakla varolmamıştır, ana karnına düşmekle de varolmamıştır. Allah'ın "Kün" emriyle varolmuştur ve bir tanedir. Dünya hayatı geçirdiği safhaların en mütekâmilidir. Bu tekâmül vefat ile biter. Ondan sonra ebedi hayat başlar. Aslında ebedi hayat, "ol" emriyle başlamıştır ama safhaları vardır.
Biz ana karnındaki hayatımızı hatırlıyor muyuz? Hayır... Hatırlamıyoruz diye yok mu? Var. Dolayısıyla bir de Bezm-i Elest var. Hatırlamıyoruz ama var.
Kal-ü Belâ'yı kastediyorsunuz sanıyorum.
Kal-ü Belâ dediğimiz şey o. Dolayısıyla reenkarnasyon hem Hinduizm'de hem Brahmanizm'de olan Hint asıllı, bir asli unsur değil, bir terbiye sistemidir.
Aslında bu mevcut varlıklara saygılı ve sevgili, hürmetkâr ve hizmetkâr davranmak için ortaya konmuştur. Yani, öyle inekti, eşekti, böcekti diye kakalama "yahu o inek dediğin belki senin büyük ninendir" diyerek, onun zaafından istifade ederek sevgiyi yayabilmek için. Sonra çığırından çıkmış bir yanlış ve batıl inanç haline gelmiştir. Halbuki bu normal olarak Allah'ın verdiği terbiye sisteminde var ama insan bu yüksekliğe erişemediğinden böyle olmuştur.
Özellikle İslâm'ın bunu kabul ettiğini iddia edenlerin Kuran'ı Kerim'i anlamamasından kaynaklanır. Çünkü Kuran'ı Kerim "Ben sizi öldürürüm- diriltirim, öldürürüm-diriltirim" diye söylüyor ayette de.
Bu nefs-i mutmain ile alâkalıdır. Çünkü evvelki nefisten ölünmeden bir üst basamaktaki nefse çıkılmaz. O, onu demektedir, o terbiye ile alâkalıdır. Ölmek, dirilmekle alâkalı değildir. Ölmek demek toprağa girmek değildir. Niye Hz. Muhammed'in hadisleri devreye sokulmadan bu işler anlatılıyor. "Müminler ölmez, bir yerden bir yere göç ederler" buyuruyor. Öldüyse, niye gidiyoruz o kabirlere ziyarete. Anamızdan, babamızdan tutun da taa büyüklere Hz. Peygamber'e kadar, niye gidiyoruz ki...? Tanımadığımız kabirlere de gidiyoruz veli kabirlerine, padişah kabirlerine, cumhurbaşkanı kabirlerine... Bir semboldür, falan, filandır ama gidince de birşeyler oluyor, bir duygu alışverişi oluyor, niye oluyor? Kendimiz mi icat ediyoruz? Yoksa, o ölü dediklerimiz de kendilerine mahsus bir diriliş mi var? Zaten Allah söylüyor "onlara ölü demeyiniz, onlar belki diridirler; benim indimde rızıklandırılırlar ama sizin bu işe aklınız ermez" diyor. Yani, amiyane tabirle sizin bu işe kafanız basmaz demektir. Allah diyor ki: "Sizin bu işe kafanız basmaz, siz bunu düşünemezsiniz." Biz diyoruz ki: "Biz bunu düşünürüz." Kimin dediği olacak? Bu kadar kolay yani...
İslâm'da olmadığı için Mevlâna'da da reenkarnasyon yoktur. "Ben Peygamber'in ayağının tozuyum" diyen bir adamın, Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği bir dinin ve o yüksek esasların dışına çıkması mümkün değildir.
Öyle parlak bir güneştir ki, öyle çok taraflı bir zattır ki, öyle görmek isteyenler ona öyle bir kulp takabilir ama bütün büyüklere takılan kulplar zaman içinde kırılır, düşerler. O yine büyüklüğüyle varolmaya devam eder.
Bugün Dünya'da ve Ülkemizde İslâmiyet'in uygulanış biçimini Kuran'ı Kerim'den kopuk olarak görüyor musunuz?
Tamamen kopuk görüyorum. Din diye bir şey kalmamış. Din, bir yaşama tarzıdır. Bir kere din kurumunun evvelâ iki ayrımını bilmek çok önemlidir. Hak din, batıl dinler. Hak ve batıl yapılmadan hepsi aynı teraziye konmaz. Dinlerin sosyolojik olarak tasnifi mümkündür, teolojik olarak tasnifi mümkün değildir. Bir tek din vardır, İslâm. Çünkü bir tane Allah'ın, on tane dini olmaz. Şimdi, bir dinde ne söylendiyse, ne yapıldıysa kaynağımesnedi ve temeli vardır. Biz tatbikata bakıp, kaide icat ediyoruz. Yani uygulamadan kural çıkarıyoruz. Hayır efendim, kurallar kaynakta yazar, uygulamada değil. Çünkü, uygulamalar; mümkün mertebe yapılan şeylerdir.
Biz, o kadar cahil bırakıldık ki; dinimiz yaşama dini olmaktan çıkıp, tapınma dini olmaya indirgendi.
Tapınanların tapınma ritüellerini yerine getirenler, "ben dinimi yerine getirdim" zannediyor. Bu gidişatın sonu nedir?
Yaşama dini olmaktan, tapınma dini haline indirgenen din, böyle devam ederse yakında sadece dua dini haline indirgenir. Din ortadan kalkmaz. Çünkü her insan yeryüzünde Allah'ın halifesidir. Her insanda Allah'tan üfürülmüş ruh vardır. Her su damlasının denize kavuşma isteği gibi, her insan Rab'bine ibadet isteğiyle doğar. Bunu ister putla yapar, ister Rab'bül Alemi'nde yapar, ama yapar. Din bitmez ama yaşama dini olmaktan çıkıp, tapınma dini haline gelir. Bunun da devamında dua dini haline gelir.
Biz dinimizi elbette ki, yaşamıyoruz. Yaşasaydık, meselâ temiz olurduk. Hz. Muhammed'in hadisi gayet sarihtir: "Temizlik imandan kaynaklanır". Bakalım temiz miyiz? Değil miyiz? Temiz değilsek, Hz. Peygamber de yalan söylemeyeceğine göre; biz iman sahibi değiliz demektir. Bu kadar kolay... "Müslümanlar pistir" diyeceğimize, "bu adamlar pistir" dediğimiz zaman doğrudur. Müslüman pis olmaz, pis ise iman sahibi değildir. Bu kadar kolay.
Vaktinizin çok kıymetli olduğunu biliyorum. Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum.
Ben de teşekkür ediyorum.

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #10 : 28 Ağustos 2009, 11:59:45 öö »
EY OĞUL! BAĞINI KOPAR VE KURTUL

Mesnevî-i Şerîf’in “Bişnev” (dinle, işit, duy!) emri ile başlayıp “Vesselâm!” kelimesiyle biten ilk on sekiz beyti daha evvel de söylediğimiz gibi bizzat Hazret-i Mevlânâ tarafından yazılmış, bundan sonrası ise Hazret-i Mevlânâ tarafından söylenip Hüsâmeddin Çelebi tarafından kaleme alınmış. Ve ilk on sekiz beyit gerek Hazret-i Mevlânâ’nın kaleminden bizzat çıkmış olduğu gerekse bütün Mesnevî’nin özünü kendisinde topladığı için birçok büyükler tarafından ayrıca şerh edilmiş, hakkında eserler yazılmış. Hatta Hazret-i Şârih diye anılan Galata Mevlevîhânesi Şeyhi İsmail Rusûhî Ankaravî Dede Hazretleri dahi Fâtihü’l Ebyât yani beyitlerin açıcısı, açıklayıcısı, girişi meâlinde bir ayrı eser yazmıştır. İlk on sekiz beyitten sonra Hazret-i Mevlânâ söylemiş, Hüsâmeddin Çelebi yazmış.
 
Hazret-i Mevlânâ’nın zaten tahkiye usulüyle -yazım tarzı ve öğreti metodu böyle- yazdığı Dîvan-ı Kebir’de de aynı özellik var. Yalnız Dîvan-ı Kebir bir kişi tarafından değil “Küttâb-ı Esrâr” (Sırların Kâtipleri) denilen kişiler tarafından yazılmış. Mektupları, Mecâlis-i Seb‘a’sı, Fîhi Mâ Fîh’i hep aynı mahiyette. Yani kendisi bizzat oturup eser telif etmemiş. İçindeki büyük hazineyi hep dile getirmiş, etrafındakiler yazmışlar. Biz, bundan sonra Mesnevî-i Şerîf’in on dokuzuncu beytinden itibaren sıra ile gitmeye çalışacağız. Fakat daha evvel bazı özelliklere dikkat çekmek istiyorum.
 
Mesnevî-i Şerîf Hazret-i Mevlânâ’nın diğer eserlerinden daha başka türlü bir eser olarak kabul edilmiş ve böyle olduğu hiç münakaşa edilmemiştir. Mesnevî-i Şerîf’teki mevzular aynen Dîvan-ı Kebir’de de vardır. Dîvan-ı Kebir’de bir gazele sıkıştırılmış mevzu Mesnevî-i Şerîf’te, meselâ bir hikâye hâlinde söylenmiştir. Fakat azîz dostlar, bazı nutukların -malum, evliyâ sözleri olan şiirlere nutuk denir-  bazı ilâhilerin, bazı bestelerin, bazı kitapların kendine mahsus birtakım özel canları vardır. Hazret-i Mevlânâ’nın diğer eserleri de değeri Mesnevî’den hiç aşağı olmamasına rağmen Mesnevî’de gizli ve aşikâr bir irşad özelliği vardır. Yani Mesnevî didaktiktir, Dîvan-ı Kebir liriktir sözü yanlıştır. Dîvan-ı Kebir’de de lirizm vardır, Mesnevî-i Şerîf’te de. Dîvan-ı Kebir’de didaktik bir taraf vardır Mesnevî-i Şerîf’te de. Ama Mesnevî-i Şerîf’in ayrı bir ‘mürşid kitap’ olma özelliği vardır ve bunun içindir ki, Dîvan-ı Kebir’le, Fîhi Mâ Fîh’le Mecalisi Seba’yla, Mektubat’la meşgul olunmuş fakat gerek Mevlevî tekkelerinde, gerek diğer mahfillerde Mesnevî ayrı bir incelemeye ve ayrı bir öğretiye tâbî tutulmuştur. İşte bu özelliklerinden -anlayabildiğimiz veya anlayamadığımız- dolayı Mesnevî, kendine mahsus, özel bir irşad metodu takip eden bir kitaptır. Mevzuları Dîvan-ı Kebir’in mevzularından hiç ayrı olmamasına yani kısaca âyet, hadîs tercüme ve şerhi açıklamasından ibaret olmasına rağmen Mesnevî kitabı bir mürşid kitaptır. Lisanı, o günün konuşulan Horasan Farsçasıdır. Bugünün anlayışı ile “Hazret-i Mevlânâ Türk’tü, Anadolu’da yaşıyor idi, lâkabı dahi Anadolulu mânâsına Rûmî idi, niye yabancı dille yazdı?” deniyor. Yabancı dille filân yazmadı Hazret-i Mevlânâ. Anadili olan Horasan Farsçasıyla yazdı, Belhli Farsçasıyla. Çünkü Horasan’da o asırlarda yani bundan yedi asır önce Türkçe değil, Horasan’a mahsus Farsça konuşuluyor idi. Dolayısıyla anadilinde yazdı. Tabii Türkçe, Rumca ve Arapça da biliyordu. Ve enteresandır, gerek Mesnevî-i Şerîf’te gerek diğer eserlerinde geçen Arapça beyitler, mısralar Halep Arapçası. Çünkü malum, Arapçanın da pek çok şive, lisan özellikleri var. Bir Berberî Arapçasıyla Hicaz Arapçası, bir Kûfe Arapçası, bir Mısır Arapçası birbirine benzemez. Mesnevî-i Şerîf’te olsun diğer eserlerinde olsun Hazret-i Mevlânâ’nın Arapçası Halep Arapçasıdır, çünkü özel tahsile Halep’e gitmiştir Hazret-i Mevlânâ. Tabi başka lisanlar da kullanıyor, meselâ günün komşu lisanı olarak kabul edilebilecek Rumca kullanıyor. Rumca lisanının getirdiği değişiklikleri yakinen bilenler Hazret-i Mevlânâ’nın kullandığı Rumca kelime, deyim ve ifadelerin yedi asır önce Anadolu’da kullanılan halk Rumcası olduğunu da tespit etmişlerdir. Dolayısıyla Hazret-i Mevlânâ yabancı dil kullanmamıştır. Bu çok mühim bir özellik çünkü bu hususta pek çok mevzu ile yeterince alâkalı olmayan kişiler dahi fikir beyan ediyorlar. Zamanın şartlarını iyi bilmek, kullanılan lisanın, o zamanlar yabancı lisan mı herkesin anlayacağı bir lisan mı olduğunu iyi tayin etmek lâzım. Ve Hazret-i Mevlânâ on sekizinci beyitte “Ham olanlar, pişkin ve olgun olanların hâlinden anlarlar mı? Mademki anlamazlar, öyleyse sözü kısa kesmek lâzım vesselâm.” dedikten sonra pişkin ve olgun zâtların sözlerinden ve hâllerinden anlayabilmek, istifade edebilmek için ne gibi hâller takınılması lâzım geldiği hakkında bize nasihatlerde bulunuyor. Ve buyuruyor ki:
 
Bend bügsîr bâş âzâd ey püser
Çend bâşî bend-i sim u bend-i zer
(Ey oğul! Bağını kopar ve kurtul. Ne zamana kadar altın ve gümüş kaydında kalacaksın?)
 
Efendim insanlarda mal toplamak, servet bir araya getirmek ve istikbali için o serveti o malı veren Allah’a değil de o servete ve mala güvenmek gibi bir acayiplik vardır. Hâlbuki güzelliğine bir sivilce yeter, malına bir kıvılcım yeter. Dolayısıyla mala servete değil de o malı ve serveti verene güvenmek varken böyle gafletler her zaman işlenmektedir. Hazret-i Mevlânâ mal toplamayı, mala esir olmayı, olgunların ve pişkinlerin sözlerini ve hâllerini anlamaya mânî bir hâl olarak anlatıyor. Sûre-i Âl-i İmrân’da “Kadınlara, evlatlara, altına, gümüşe, değerli atlara, ekin ve tarlalara mâlik olmak arzusu insanlar için süslü, güzel arzulardır. Hâlbuki bunlar sadece dünya hayatına ait geçici faydalardır, dönüp varılacak bütün güzellikler, kalıcı güzellikler ise Allah’ın nezdindedir.” diyor. Âyetin devamında Cenâb-ı Hakk bir nasihatte daha bulunuyor kullarına, bizlere; merhametinden, inâyetinden, lutfundan dolayı. “Size bunlardan; kadınlar, evlatlar, kantar kantar altınlar, gümüşler, kıymetli hayvanlar, tarlalar vs.den daha hayırlısını haber vereyim. Takva ehli için çok daha kıymetli şeyler vardır. Altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler...) En mühimi Allah’ın rızası… Allah kullarını hakkıyla görücüdür, diye âyet bitiyor. İşte dünya metaına, geçici olan şeylere geçici değerler vermek, geçici olmayan baki olan şeylere de baki değerler vermek için bir başka âyette de hakîki sevgiliye kavuşabilmek için sevgili zannedilen şeyleri vermek lâzımdır.  “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcayıncaya kadar iyiliğe ermiş olamazsınız.” Zaten daha Kur’ân-ı Kerîm’in başında “Malın fazlasından –kullanmadıklarından değil- bizzat nafakalarından başkalarını rızıklandırırlar. Mü’minler onlardır.” Kendi yiyeceğinden, içeceğinden dahi başkalarını rızıklandırmak. İşte böylelikle Allah’ın beğenmediği, dünya için lâzım olan ama rızaya faydası olmayan, Hakk yolunda kullanılmazsa sadece bir şehvetle mal hırsına tâbi olunursa insana hiçbir şey kazandırmayacak olan mal hırsı âriflerin, âlimlerin sözlerini ve hâllerini anlamaya mânî teşkil eden bir esaret hâlidir. Onun için diyor ki Hazret-i Mevlânâ: “Bend-i sim ü bend-i zer” Altın ve gümüş bağları, bentleri. Bunlardan kurtulmak lâzımdır. Allah yolunda yürüyecek olanların ayaklarının serbest olması lâzımdır. Hürriyet sahibi olmaları lâzımdır. Bir büyük zâta sormuşlar “Efendim sizin silsileniz nereye bağlı?” diye. Tabii bir silsileye bağlanmak, yani bir yol göstericinin ardına takılarak o yol göstericiye tâbi olarak yolda yürümek şarttır, elzemdir. Bu mânâda değil ama bir başka mânâda yani konuştuğumuz mânâda o büyük zâtın verdiği cevap çok enteresan. Sizin silsileniz nereye bağlı, sualine verdiği cevap: “Bir yere bağlı olanlar, varacakları yere varamazlar.”
 
Tasavvuf yolunda, seyr u sülûkta ilerlemek ve o ilerlemenin sonlarında daha hızlı yol katedebilmek için her türlü bağdan kurtulmuş olmak lâzımdır. Bunu çok büyük bir zât söylüyor. Şah-ı Nakşibend Hazretleri söylüyor. Allah yolunda yürüyecek olanların ayaklarının hiçbir yere bağlı olmaması lâzımdır. Nerde kaldı ki, dünya malı…
 
Hazret-i Ali (k.v.c) Hazretleri’nin “Ey altın ve gümüş, git başkalarını avut. Çocuk gibi ben sana avunacaklardan değilim.” sözü meşhurdur. Altın ve gümüşle simgelenen, sembolize edilen dünya malına bağlı olmak kişinin yaşı kaç olursa olsun çocukluktur, olgunluktan uzak hâllerdir. Olacak ama sadece ve sadece cüzdanda, vicdanda değil! Kasada olacak, masada olacak, gönülde olmayacak. Kâinat senin olsa, sen Allah’ın olacaksın. Bütün mesele bu. Yoksa bu sözleri yanlış anlayıp ‘bir lokma, bir hırka’ sözünün yüceliğini anlamadan tembelliğini bahane edenlerin fikirleri, fikir bile değildir. “Helâl mal, sahibi için ne güzeldir.” meâlinde bir hadîs var. Mal, toplanmak için değil hizmet etmek içindir. Hizmete aracı olması içindir ve o zaman da zaten bir esaret söz konusu olmaz.
 
“Dehrin metaı” diye bir söz var. Dehr; dönen, devreden, geçici olan âlem. Bu âlemin malları çocukları aldatan oyuncak gibidir. Ona müptela olanlar, bu oyuncaklarla avunmak isteyenler büyüklerin idrakine vasıl olamazlar çünkü onlar çocuk seviyesindedir. Ancak çocuktaki saflıktan uzak bir çocuk seviyesinde.
 
Allah malı da mülkü de, hakkı da batılı da, nuru da zulmeti de, akı da karayı da hakkıyla bilenlerden ve ona göre hareket edenlerden eylesin bizi.
 
Hoş olun, hoş kalın efendim!

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #11 : 28 Ağustos 2009, 12:04:29 ös »
Akşam şerifler hayrolsun Aziz ve vefalı dostlar.
Vefalı, çünkü biliyorum ki aranızda en az birkaçyüz kişi, ya üçüncü beşinci, ya onuncu yirminci gelişi buraya, Şeb-i Arus’a, Hz. Mevlâna’ya. Yani bu bir Vefa göstergesi. Malumaliniz vefa Istanbul’da bir semtin, o semtteki bozacının adı değildir. Allah, kitabında, mü’minleri tarif ederken “Onlar ahitlerine vefa gösterenlerdir.” buyuruyor. Hz. Peygamber sözünde durmamanın, ahde vefa göstermemenin, münafıklık alameti olduğunu buyuruyor. Ve Hz. Mevlana, eserlerinde çok sıkça “Vefa’ya yemin olsun ki!” tabirini kullanarak, vefa’nın üzerine yemin edilecek kadar yüksek bir haslet olduğunu vurguluyor. Biz bu silsile içinde bize ögretilen vefanın değerine uyalımda, isterseniz bize Hz. Mevlâna’nın Mesnevi-i Serifini kazandıran Çelebi Hüsameddin’den bahsederek, bir vefa örneği vermiş olalım inşaallah.
Hz. Mevlâna’da varolan ilahî aşk’ı ortaya çıkarıveren Hz. Şemseddin-i Tebrizi’yi bir parça’da olsa tanıyoruz. Gerçi bazılarımız lalettayin insanlardan bahseder gibi Şems deyip geçiveriyorlar; hatta Konyamızda ki bazı tabelalarda sadece “Şems Türbesi” yazarak yeterince bir saygı ifadesi gösterilmiyor olsa’da biraz tanıyoruz. Mesnevi-i Şeriften de biraz haberimiz var. Ama Çelebi Hüsameddin’i yeterince tanıdığımızı söylememiz mümkün degil. Bildiğiniz gibi Mesnevi-i Şerifin Hz. Mevlâna tarafından konulmuş ismi “Hüsaminâme”dir. Bizzat kendisi öyle buyuruyorlar. Altıncı cildin başında Hz. Mevlâna buyururlar ki: “Senin gibi bir yücenin çekiciliği ile, dünyada Hüsaminâme dolaşmaya başladı.” Bildiğiniz gibi astronomi ilminde, bir çekicilikten, cazibeden bahsedilir. Güneşin cazibesi ile dünyamız ve gezegenler onun etrafında, dünyanın cazibesi ile ay onun etrafında, ay’ın cazibesi ile de med-cezir hadisesi olmaktadır. Hüsameddin Çelebi’nin cazibesi ile de, Hz. Mevlâna Hüsaminâme ismi verdiği Mesnevi-i Şerifi ortada gezdirmeye başlamıştır. Hüsameddin Çelebi’ye ithafen şöyle buyuruyor Hz. Pir:
Kasdemez el fazı o razı tü est
Kasdemez inşâı avaz ı tü est
 
 Pîşimen avaz et avaz-ı hodast
Aşıkez maşuk haşaki keycü dast
(Onun, yani Mesnevi’nin sözlerinden kastım ancak senin rızandır. Senin hatırın için ve hoşnutluğunu kazanmak için Mesnevi’yi yazdım, daha doğrusu söyledim. Bu sözleri Mesnevi’de inşa edişim senin sesini duyurmak içindir. Çünkü senin sesin Hüda’nın sesinden gayrı değildir, Çünkü sen Hüda’ya, Hüda sana aşıktır, aşıklar ve maşuklar birbirinden ayrılmazlar, dolayısı ile sadaları’da birbirinin aynıdır.)
Senin hatırın için söyledim demesi, malumaliniz Hz. Mevlâna’nın irşad halkasına dahil olanlar, Mesnevî-i Şerif yazılmadan önce tefsir, hadîs, fıkıh,siyer, kelâm, tasavvuf gibi ilimleri okurlar, özellikle Feridettin Attar Hazretlerinin İlâhinâme, Esrarnâme ve Mantık-ut Tayr isimli eserlerini, Hakîm Senâi'nin Hadikatül Hakîka ve Seyrul İvat isimli eserlerini okurlardı. Bunlar zaten klasik Mesnevi okumasınında ön bilgileri olarakta hala devam etmektedir. Hz. Mevlâna, Şeyh Attar’ı, Feridettin-i Attar’ı “Tasavvuf’un ruhu”, Hâkim Senâi'yi “ruhun gözü” diye tarif etmiştir. İşte Hüsameddin Çelebi, o eserler gibi bir eser yazması için, Hz. Mevlâna’dan ricacı olduğu zaman, “Ben de senin gibi düşünüyordum. Senin bu arzun senin temiz kalbinden bana aksetti de, ben de yazıverdim” diyerek sarığının arasından bir yazılı kağıt çıkardı. Onsekiz beyit yazılı idi orada. Efendim dikkat buyurulması gereken bir husus olarak arzedeyim; Hz. Mevlâna ilk onsekiz beyiti başındaki sarıktan çıkardı. Mesnevi’nin başucu kitabı değil, baştacı kitabı olması lazımdır. Anlayana….Ve Mesnevi-i Şerif’in ilk onsekiz beyiti Bişnev kelimesi ile başlar Vesselam kelimesi ile biter. Besmele’nin Be ile başlayıp, mim ile bitmesi gibidir. Söz elbette bitmeyecek, müsaadenizle Mesnevi’nin ön sözünde Hz. Pir Efendimizin Çelebi Hüsameddin hakkında söylediği sözlerle sözlerimizi taçlandırıp, Hüsameddin Çelebi’nin, Hz. Mevlana’nın ve yolundan gelenlerinin himmetlerini öyle niyâz edelim.
“Li istidai seyyidî ve senedi ve mutemedi ve mekâne ruhumin cesedi” diye başlayan bu sözler şunu demek istiyor;
“Mesnevî'yi bir istek bir arzu üzerine yazdım ki o talebin sahibi cesedimdeki ruhum gibi olan efendim, güvencim, bugünün de geleceğin de manevî gıdası, Âriflerin kendisine uyduğu, hidayet’e ve yakın’e ermişlerin rehberi, kalp ve akıl sahiplerinin güvenci, acizlerin imdadına koşucu, yaradılmışlar içinde Allah’ın emaneti, ve en saf temiz olanı…
Allah’ın Peygamberine tavsiye ettiği kıymeti gizli, yüksek kişilerden olan O “Hüsâmül Hakkı veddîn” yani hakkın ve dinin keskin kılıcı, arş hazinelerinin anahtarı, yer definelerinin sahibi ve koruyucusu, faziletler, erdemler sahibi Hasan oğlu, Muhammed oğlu Hasan'dır ki "Ahi Türk Oğlu" diye tanınır. O, bu vaktin Bayezîd-i Bestamî'si, asrın Cüneyd-i Bağdadî'sidir.”

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #12 : 28 Ağustos 2009, 12:07:22 ös »
“Kâinatta Hem Temiz Hem Temizleyici Olan İki Şey Vardır:
 Biri Su, Biri Ehl-i Beyt-i Mustafa”

 
Nur-ı Muhammedi ne demektir, bu ifadeden ne anlıyorsunuz?
Efendim kâinatın yaratılışında şöyle bir ‘haber’ anlatılır. Cenab-ı Hak Kendi nurundan bir nur ayırdı. Yalnız burada tabirlere dikkat etmek lazım. Zatından, ruhundan değil; nurundan bir nur ayırdı ve o nura “Muhammed ol” dedi. Bu emir üzerine o nur insan şeklinde tecessüm etti, cisimlendi ve hemen dile gelip “La ilahe illallah” dedi. Allah-u Teala cevap verdi; “Muhammedun Resulallah”. Bu insan şeklinde tecessüm etmesinden dolayı…Veya murad-ı ilahi öyle, kendi kendine iradeyle olacak işler değildir bunlar. Bütün insanlar yeryüzüne Allah’ın halifesi olarak gönderildiler, Nur-ı Muhammedi şeklinde oldukları için…Yani insan şeklinde Nur-ı Muhammedi’den ziyade Nur-ı Muhammedi şeklinde insan olduk. Bu ilk oluşum olduğu için zaten Efendimiz hakkındaki sözlerin bir kısmı mesela; nur-ı evvel diye söylenir. Sonra bu Nur-ı Muhammedi’den levhler, kâlemler, arşlar, kürsiler vs…yaratıldı. Hepsi Nur-ı Muhammedi’nin yansımasıdır. Nur-ı Muhammedi de elbette nurullahtır. Ayrı görmemek, şaşı olmamak lazımdır. Tevhid sadece kelime-i tevhid’in, La ilahe illallah kelime-i tayyibesinin tekrarından ibaret değildir. Tevhidin ileri mertebelerinde böyle bir birleşim vardır. Buna rağmen İbn Arabi Hazretlerinin tabiriyle “Allah Allah’lığını kimseye vermez, Habib’i dahil” Bu nüanslarla bu işler lisana gelmeden laboratuara hayli hayli girmez. Ancak sezgi, muhabbet daha doğrusu aşk yoluyla anlaşılan şeylerdir.
‘Allah ve melekler, Resulüne salat ve selam ederler’ ayetindeki ‘salat’tan kastedilen mana nedir?
Bir müslümana yakışan ve bütün ibadat ve taattan, akaitten kasıt; Allah’ın Ahlakı’yla ahlaklanmaktır. Ancak demin arz ettiğim gibi Allah, Allah’lığını kimseye vermez. Rab Rab’dır, kul kuldur. Halık halıktır, mahluk mahluktur fakat halifetullah olmak çok önemli bir meseledir. Halife, müstahlefi gibi olmak durumundadır. Allah ve melekleri bir de mutlak ifade kullanarak ayetin başında “innallahe” mutlak ifadesi kullanacak melekleriyle birlikte Hz. Peygamberimize salât etmektedir. Salât kelimesi bir çok manaya gelir. Burada…. Nedir? Tazimdir. Halik mahlukuna tazim eder mi? Etmemesi için bir kayıt mı var, birisi karışabilir mi? Habibine tazim ediyor. Meleklerine de öyle emrediyor. Biz de mutlaka tazim ile
mükellefiz. Allah nasıl Resulullah’a salât ediyorsa, biz de O’nun gibi salât etmeliyiz. Biz ne diyoruz bu ayetin karşılığında; “Yarabbi! Allahümme! Ey Allahımız! Biz O’na layık tazim ile ve salât ile salâtlayamayız. Lütfen bizim namımıza sen salât et.” Allahümme salli ala seyyidina Muhammed, demek o demek. Nasıl Resulullah Efendimiz: “Ben seni hakkıyla bilemedim Ya Rabbi” diyorsa, biz de Resulullah Efendimize uyarak Rabbimizden niyaz ediyoruz ki Resul-i Kibriya’ya biz hakkıyla tazim ve salât edemeyiz, ya Rabbi bizim için sen ediver. Böyle anlamak gerekir.
 
Kuran ile Efendimiz’in ikiz kardeş oldukları söylenir, bunu nasıl anlamak gerekiyor?
Şimdi “ikiz kardeş” sıfatı biz anlayalım diye söylenmiş bir sözdür. Gayrı değildir. İkiz oldu mu bir ve iki var demektir. Kur’an ve Muhammed aleyhisselam birbirinden ayrı değildir. Resulullah Efendimizin kırk yaşından evvelki hayatı tedkik edildiğinde, bir tek ayet-i kerimeye muhalif hal görülmez. Keza hayatının son demlerinde gelen ayetlere de muhalefet o ayet gelmeden evvelki döneminde yaşama tarzında asla rastlanamaz. Mesela çok önemli bir dünyevi hadise olan emaneti ehline vermek meselesi. Bu ayet Mekke’nin fetih günü, Efendimizin son zamanlarında gelmiştir. Ama Efendimiz altmış sene emaneti hep ehline vermiştir. Tetkik etsinler. Hicret sırasında kendisine verilen emanetleri Hz. Ali’ye bıraktı, ondan sonra Hz. Ebubekir’le beraber Sevr mağarasına gitti diye anlatılıyor. Bu çok kolay gibi anlaşılıyor, meselenin iç yüzüne intibak edilmeksizin…O sırada Mekke’de Efendimiz ve Hz. Ebubekir’den başka, Hz. Ali ve Hz. Osman dışında Müslüman yok. Hepsi Müşrik. Efendimizin canına kastedecek kadar düşmanlar ama emaneti O’nun kadar muhafaza edecek zat bulunmadığı için para, senet, mücevher gibi emanetlerini onların tabiriyle Muhammedü’l-Emin’e, bizim tabirimizle Resulullah Efendimize bırakıyorlar. O da hayat-memat meselesi zahiri itibariyle bunca senelik memleketini terk edip gidecek evvela emanetlerin teslimi için Cenab-ı Ali’yi görevlendirip ondan sonra yola çıkıyor. Yani Resulullah Efendimiz İslam ahlakını Kur’an ayetleri inmeye başladıktan sonra öğrenmiş ve yaşamış değildir. Allah-ı Zülcelal Habib-i Edibini her türlü hata ve isyandan korumuştur ve hiçbir ayete muhalif fiil-i Peygamberi görmek kırk yaşından evvel ve sonra da mümkün değildir. İşte budur ahlak-ı Muhammedi…
 
Peygamberimizin isimleri kaç tanedir, bunları nasıl almıştır, anlamlarına ilişkin neler söylenebilir?
Efendimizin isimleri pek çoktur. Bunların sayılmışı vardır, sayılmamışı vardır. Efendimizin âlem-i melekuttaki ismi başkadır, âlem-i dünyadaki ismi başkadır, âlem-i ervahtaki ismi başkadır. Ayrıca sıfatları vardır. Bu sıfatlar Medine’de Mescit-i Nebevi’nin kıble duvarına Osmanlı zamanında yazılmış, herkes öğrensin diye oraya hakkedilmiştir. Ancak nasıl Cenab-ı Hakk’ın esma-i şerifesi doksandokuzla sınırlı değilse; -çünkü maalesef bu yanlış biliniyor. Allah’ın doksandokuz ismi vardır deniliyor. Böyle değildir. Hadis-i Şerif’te “Allah’ın isimleri içerisinde şu doksandokuz tanesini iksa ediniz” buyuruyor Resulullah Efendimiz. doksandokuzdur demiyor ama bunu maalesef halkımız böyle anlıyor. Yanlış bir anlayıştır.- Nasıl Cenab-ı Allah’ın Esma’sına sınır yoksa, Resul-u Kibriya’nın da esmasına sınır yoktur. İbn Arabi Hazretleri “tesbit ettim ve her esma-yı ilahinin gölgesinde Resul-u Kibriya’nın Esma’sını gördüm” buyuruyor. Onbin civarındadır. İbn Arabi hazretlerinin sayabildiği kadarıyla ki Cenabı Hak’kın da Resullullah’ın da Esma-i Şeriflerine hudut koymak hiç kimsenin haddi değildir, on binle bile sınırlı değildir.
 
Bir eş, bir baba, bir dede, bir kumandan, bir dost ve arkadaş olarak Efendimiz’i nasıl anlatırsınız?
Resulullah Efendimiz’in pek çok sıfatı vardır. O sıfatların şahikasını, zirvesini, doruğunu yaşamıştır. Çok şefkatli bir baba, çok sevgili bir eş, çok muktedir bir kumandan, çok ince görüşlü bir diplomat gibi bütün sıfatlarında en ince ve en yüksek halleri yaşamıştır. Bazı misaller arz edelim. Resulullah Efendimiz dünya metaına ehemmiyet vermemiş sair peygamberan-ı kiram gibi dünyevi mirası kalmayacak kadar fukara yaşamıştır. Hz. Süleyman çok zengin gibi görünür ama şahsi malı değildir, devletin malıdır. Kral olmak itibariyle şahsi malı değildir, Hz. Süleyman’ınkiler de… Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz oynamak için yavru deve satın almasını istiyorlar. Bizim çocuklarımızın bizden kuzu istedikleri gibi… Efendimiz buyuruyor ki; “Yavrularım onu alacak para yok. İster misiniz ben deve olayım size?” deyip dört ayak üstüne gelip, torunlarını sırtına alıp oynatacak kadar müşfik bir dededir. Hz. Ayşe validemiz anlatıyorlar: “Resulullah benden su isterlerdi, bir kap içerisinde götürürdüm. “Evvela sen iç ya Ayşe” derlerdi. Ben bir yudum içerdim. Sonra içtiğim yere ağzını denk getirip oradan içerdi.” Eşine, zevcesine böylesine iltifat edici bir eş. Sevde validemiz, Safiye validemizle evlendiği zaman Efendimiz: “Ben artık ihtiyarladım. Sana hem eşlik, hem ev hizmeti göremeyecek haldeyim. Beni boşarsın diye çok korkuyorum.” dediğinde Efendimiz gamını dağıtmak için şaka yapacak kadar da latif bir eştir. “Niye istemiyorsun benden boşanmak? Fena mı serbest kalırsın. Bak bir sürü iş veriyorum ben sana vs. gibi.” “Hayır ya Resulullah, Kıyamet gününde sizin zevceniz olarak haşrolmak isterim. Onun için boşanmamızdan korkarım” buyuruyor Sevde validemiz. Efendimiz teselli buyuruyorlar. Sevip okşayıp olmaz öyle şey ölünceye kadar beraberiz buyuruyorlar. Böyle bir eş, böyle bir dede. Oğlu İbrahim (as) vefat ettiği zaman kendisine telkin veren müşfik baba. Fakat Ashab-ı Kiram Efendilerimiz hazaratı içinde dahi Efendimizin bu inceliğini idrak edemeyecek zevat vardı. Efendimiz ağladığı zaman “hani sen bize ağlamayı yasaklamıştın” diyecek kadar sözü yanlış anlayanlar…“Ben size ağlamayı yasak etmedim. Ben size yaka yırtmayı, bağırıp çağırmayı, niye evladımı benden aldın diye Allah’a kafa tutmayı yasakladım” buyuruyorlar. Kumandan Resulullah olarak da Efendimizin Uhud gazvesindeki stratejisi ders kitaplarında okutulacak kadar önemlidir. Diplomat olarak Hudeybiye Anlaşmasındaki hali, harekatı, tavrı, Hz. Ömer tarafından dahi itirazla karşılanan ama çok uzak görüşlü, muhatap tanınmak inceliğine dayanan, çok ince bir diplomattır. Bütün ahvali Efendimizin bütün sıfatlarında böyle en yüksektir.
 
Ehl-i Beyt tabiri neyi ifade eder? Ehl-i Beyt’i sevmek ve saymak, o kutlu aileye ve nesle bağlı olmaya çalışmak ne anlama gelir?
Biz hep Amerikalılara kızıyoruz, kelimeleri kısaltıp konuşuyorlar diye. Ama biz de yapıyoruz aynı şeyi. Ehl-i Beyt deyip geçiveriyoruz. Halbuki onun tamamı Ehl-i Beyti Mustafa’dır. Ehl-i Beyt kelimesi yetersizdir; çünkü hepimizin beytimiz var, ehlimiz var. Ehl-i Beyt, “ev ahalisi” demektir. Ehl-i Beyt-i Mustafa; “Mustafa’nın ev ahalisi” demektir. Biz ayran, limonata, çay vs. içeriz ama onlarla abdest alamayız. Çünkü, ayran, limonata, çay temizdir ama temizleyici değildir. Asit temiz değildir ama temizleyicidir. Kâinatta hem temiz hem de temizleyici olan şey vardır. Biri su, biri Ehl-i Beyt-i Mustafa. Hem temiz, hem temizleyicidirler. Ayrıca saygı bir davranış biçimidir. Sevgi ise bir gönül meselesidir. Resulullah’ı ve ailesini saymak mümkündür. Terbiyeli insanlar bunu yaparlar. Sevmek ise, yüksek gönül sahibi olan insanlara mahsustur. Ve ifrat-ı muhabbette edeb sakıt olur. Bunu da herkes anlamaz. Edepsizlik gibi görülebilir, saygısızlık gibi görülebilir ama ifrat-ı muhabbette edep sakıt olur. Resulullah Efendimizi sevmek demek O’nun sevdiklerini sevmek, O’nun sevmediklerini sevmemek demektir. Biraz evvel Efendimizin zevceleri validelerimizi, yavrularını ve torunlarını nasıl sevdiğini arz etmeye çalıştık misalleriyle. Dolayısıyla Efendimizin zevceleri zaten Kur’an hükmüyle müminlerin anneleridir. Anasını sevmeyen evlat zaten haramzadedir. Annelerimiz hakkında ayettir, seveceğiz. Ve bir zerre imana sahip olanlar bu sevgiyi taşırlar. Keza aile efradı da Efendimizin O’nun sevdiği için, sevilmeye layık olduklarından mana bizatihi hepsi mustakil olarak fevkalade sevgi ve saygıya layık insanlardır. Bizim ne yazık ki yeterince tedkik etme meraklısı bir ahalimiz yok. Bunların hepsi kitaplarda yazılı, biraz okuyuversinler. Ne kadar yüksek insanlar olduklarını, ne kadar saygıdeğer insanlar, ne kadar sevgiye layık insanlar olduklarını zaten öğreneceklerdir. Efendimizin ve ailesinin düşmanları sadece cahiller ve gafillerdir. İnanç meselesi ayrı bir meseledir. Bismark, Goethe hıristiyandır. Ama Bismark; “Senin zamanında yaşayamadığıma esef ediyorum, ey Müslümanların peygamberi. Hatıran önünde tazimle eğilirim” diyor. İman değil ama bir saygıdır bu. Belli olmaz bu saygısından dolayı Allah’ın Habib’ine olan muhabbeti iman ile müşerref kılmış olabilir. Onu bilemeyiz.
 
Habibullah ne demektir, ‘Allah’ın Sevgilisi’ nitelemesinden ne anlaşılmalıdır? Makam-ı Mahbubiyet, sadece Efendimiz’e mi özgüdür?
Muhabbet asla tek taraflı olmaz. Mutlaka karşılıklı olur. Mahbub hub olarak görülen, güzel olarak görülen yani sevilen demektir. Cenab-ı Allah’ın sevdiği Muhammed (as)’dir. Bu sadece Efendimize mahsus bir makamdır. Makam-ı Mahbubiyet, Mahbubu Kibriya, Habibi Kibriya’dır. Ayrıca insanlardan da, ümmetten de Resulullah Efendimize ve dolayısıyla Allah-ı Zülcelal’e büyük muhabbet besleyen zevat-ı kiram vardır. Onlar da Efendimizin mahbub-ı kibriya makamının varisleri olarak kendi miktarlarınca makam-ı mahbubiyet sahibidirler. Resulullah Efendimizin varisleri; âlimler, arifler ve aşıklardır. Alimler nübüvvetine, arifler hikmetine, aşıklarsa muhabbetine varistirler. İnsanı yücelten yegane kıymet Muhammed mihengine vurulmaktır. Ne kadar Muhammedi isen ilimde, irfanda, muhabbette ne kadar Muhammedi ise o kadar büyüksün. İşte Hz. Abdulkadirleri, Hz. Mevlanaları, Hz. Hüdaileri, Hz. Suud Efendileri büyük yapan Yunus Emreleri, büyük yapan muhabbet-i Muhammediyyeleridir, başka bir şey değil.
 

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #13 : 28 Ağustos 2009, 12:08:32 ös »
Efendim Hz. Bilal malum Habeşliydi, Arapça telaffuzunun sorunlu olduğu rivayet edilir, ‘eşhedü’ diyemediği, ‘eshedü’ şeklinde telaffuz ettiği söylenir. Fakat Efendimiz, ezanı onun sesinden dinlemeyi tercih edermiş. Buna bazı sahabiler itiraz edince de, ‘Bilal’in sin’i, Allah katında şın’dır’ buyurmuştur. Hatta bunun üzerine Hz. Ebubekir’in, ‘keşke Muhammed’in hatası olsaydım’ dediği rivayet edilir. Bu sözü nasıl yorumlarsınız?
Resulullah Efendimiz her hususta çok yüksek ve çok incedir. Eğer musiki ile bizzat meşgul olsa idi bunun bütün ümmete sünnet olması gerekirdi. Halbuki musıki bir kabiliyet meselesidir. Herkeste olmaz ama musikiden lezzet almayan insan da olmaz. Efendimiz de o lezzeti en yüksek derecede alıyordu. Nereden biliyorum? Hz. Bilal gibi bir Habeşle, Hz. Abdullah İbn Mektun gibi bir ‘kör’ü -zahir itibariyla estağfurullah!- müezzin olarak tayin etmesinden de anlaşılabiliyor. Çünkü o kadar yakıcı, o kadar güzel ve o kadar ahenkli okuyorlar ki her ikisi de onları seçiyor. Resulullah Efendimiz Kur’an-ı Kerim’i kendi mübarek, fasih lisanıyla okuduğu gibi bugün biliyorsunuz dünyadaki kıraat ilmine intikal etmiş yedi tane okuyuş vardır ve bunların hepsi doğrudur, hiç biri hata değildir. Resullullah Efendimiz’den hata zuhur etmez. Hz. Ebubekir’in burada söylediği çok ince bir sözdür. “Muhammed (as)’e yakın olayım. O’nunla bir ilgim olsun da hatası olayım” manasına yüce bir muhabbet ifadesidir. Hz. Ebubekir çok önemli bir zat-ı şeriftir. Bir sözü bizim için yeterlidir değerinianlamaya. “Yarabbi benim bedenimi öylesine büyüt ki cehenneme benden başka kimse sığamasın, müminler yanmasın.” Bir adam Resulullah’tan sonra idareyi eline aldı diye emirül müminin olmaz. Bu sözü söyledi diye emirül müminin olur. Hz. Ömer de “Fırat kenarında bir dul kadının oğlağı kaybolsa benden sorulur” dediği için emirül miminindir. Bu incelikleri anlamak lazımdır.
 
‘İlim bir şehirdir, kapısı Ali’dir (ra)’ hadisini nasıl anlamak gerekiyor?
Hz. Ali’yi kelimelere sığdırmak mümkün değildir, bütün ashab ve ileri gelenleri gibi. Bu sadece Hz. Ali hakkında değildir. “Ben sıddıkiyet şehriyim Ebubekir kapısıdır, ben adalet şehriyim Ömer kapısıdır, ben haya şehriyim Osman kapısıdır, ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır”. Bu sözün tamamı böyledir. Bu sadece Hz. Ali’ye mahsus değildir. “Ben Fatma’danım, Fatma bendendir.” Bunlar yakınlık ifade eden terimlerdir, Arapça deyimlerdir. Çok fazla yakınlık ifade etmek için kullanılmıştır. Hz. Ali hem Efendimizle kan bağı, hem damatlık bağı, hem de çok yakını olmak itibariyle çok yakınlar. Bu yakınlığı biz anlayalım diye bu sözler sadır olmuştur. Çünkü nasıl Kur’an-ı Kerim’de “Resulullah’a itaat bana itaattir, O’na isyan bana isyandır” diye ayet-i kerime indiyse Resul-i Kibriya Efendimiz’in de bu nevi zevat hakkında söyledikleri sözlerle onlara itaat Efendimize itaat, onlara isyan Efendimize isyan demektir. Onun için Hz. Ali’ye isyan edenleri haklı görenlerin kulakları çınlasın, Hz. Ali’ye isyan edenler, Efendimiz’e, dolayısıyla Kuran-ı Kerim’e, dolayısıyla Allah’a isyan etmişlerdir.
 
Mirac’ın sırrı açısından bakıldığında, Efendimiz’in Cemal-i Hakk’a ayna olması hikmetini nasıl izah edersiniz?
Süleyman Çelebi’miz hakikaten çok yüksek hakikatleri bir beyte sığdırarak ifade etmiş çok önemli bir zat-ı şeriftir. ‘Sen ki miraç eyleyip ettin niyaz/Ümmetin miracını kıldın namaz.’
İşte bu Resulullah Efendimizin namaz hakkındaki hadisleri de nazar-ı itibare alındığında beraberce düşünülürse Mirac, Allah ile ayniyet kesbetmek demektir. Aynı olmak demek değil ama ayniyet kesbetmek demektir. Hz. Mevlana bunun misalini bir hikaye ile şöyle anlatıyor Mesnev-i Şerif’te: Bir padişah bir saray yaptırmış. Bütün odalarını ayrı ayrı nakkaşlara tezyin ettiriyor. Birinci gelene de büyük bir hediye verecek. Bütün nakkaşlar talip olmuşlar. Kimi salonlara, kimi koridora, kimi şuraya, kimi buraya…Çok meşhur bir nakkaş da büyük salonun ana duvarına nakış yapmaya talip olmuş. İki delikanlı gelmiş demişler ki; “Efendimiz biz o büyük nakkaşın yapmış olduğu nakşın tam karşı duvarını istiyoruz. Ama bir şartımız var. araya bir perde gerilecek iş bitene kadar.” “Peki” denmiş. Aradan geçen zaman içerisinde bütün nakkaşlar duvarları nakışlamışlar. Son gün, artık hem yarışma, hem karar verme günü gelmiş. Hakikaten o meşhur nakkaşın yaptığı duvar nakışı diğer nakkaşların dahi takdirini kazanacak kadar fevkalade. “Fakat bir şart daha var perdeyi en son açacaksınız” demişlerdi. Daha önce birinciliği o meşhur nakkaş kazanmış, adeta belli; fakat perde açılacak. Perdeyi çekmişler karşıda aynı nakşın daha parlağı, daha güzeli. O meşhur nakkaş da hayret etmiş “Benim düşündüğümü siz nasıl düşünürsünüz. Benden kopya çektiniz.” Hayır, kopya çekmek mümkün değil; çünkü zaten padişahın muhafızları geziyor. Sadece duvara cila yapmış o iki delikanlı. Öyle bir cila yapmışlar, öyle bir parlatmışlar ki karşıdaki nakşı daha güzel bir şekilde aksettiriyor. Onun için Hasan Sezai Efendimizin tabiriyle,
“Muhammed’dir Cemali Hakk’a mir’at
Muhammed’den göründü kendi bizzat”
Ağır bir sözdür. Herkesin anlayabileceği bir söz değildir bu.
Anlamayanlardan ricamız; inkar etmesinler, “olur mu böyle şey?” demesinler. “Biz henüz anlayacak çağa gelmemişiz” desinler. Eksikliklerini kabul etsinler. Ricamız budur. Cemal-i Hakk’ın mir’ati nasıl Muhammed (as) ise, Muhammediliğin aynaları da evliyaullah efendilerimiz hazaratıdır. İşte onun için Ali’den nakışlar lemaan eder, parlar. Hz. Ali efendimizden günümüze kadar bütün turuk-ı Aliye yolcusu zevat-ı kiramda o kabloya bağlılık, o akıma bağlılık o paralellikle devam eder, kıyamete kadar da devam edecektir.
 
Kaside-i Bürde yazarını düşünürsek, bir şairin insanlık tarihi boyunca aldığı en büyük armağan Efendimiz’in hırkasıdır diyebilir miyiz, ne dersiniz?
O şiirin, O şairin gönlünü alacak bir şey. Bu gönül alma nedir? Çünkü bunlar gönül meseleleridir. Bu bir metelik de olabilir, bir tatlı tebessüm de olabilir. Efendimiz’in yaptığını nazar-ı itibare alırsak eğer sırtından çıkarıp verdiği hırka da olabilir. İşte yine bir Varis-i Muhammedi olan Mevlana Celaleddin-i Rumi Efendimiz, kendisine Hz. Şems’ten haber getirenlere sırtındakini, üstündekini çıkarıp veriyor. Diyorlar ki “ye Hüdavendigar bunlar yalan söylüyorlar. Hz. Şems’i gördükleri falan yok.”
“Biliyorum” diyor, “verdiğim hediye yalanlarınadır. Doğru söyleselerdi canımı verirdim.” Bunlar muhabbet bahisleridir efendim, herkes anlamaz. Bu muhabbet bahsidir. Yunus Emre’mizin tabiriyle “aşık olan kişiler deligen olur/kişi neye gülerse başa gelegen olur/Derviş Yunus sen dahi incitme dervişleri/Dervişlerin duası kabul olagan olur.”
Mesela şair İkbal’in çok güzel bir sözü vardır. Hz. Fatma’dan bahseden çok büyük bir makalesinde; “ben Hz. Fatma’yı övmedim sözlerimde. O’ndan bahsetmek suretiyle Hz. Fatma şeref verdi sözlerime” diyor. Bu başka şairler için de geçerlidir. Bu mealden söyleyen bir çok zevat vardır. Şair İkbal çok yakın zamanda olduğu için söyledim.
 
Efendimiz’e yazılmış naatlar arasında en çok sevdiğiniz hangisidir? Naat geleneğine ilişkin neler söylersiniz?
Şimdi Müslüman dünyasında lisanlar değişiktir. Bugünkü yirminci asır başlarındaki dünya Müslümanlarının toplamının yüzde yirmibir civarı Arapça konuşur. Yani zannedildiği gibi Arapça konuşanlar Müslümanların ekseriyetini teşkil etmezler. Urduca daha kalabalıktır. Yüzde yirmisekiz civarındadır. Türkçe ve şubeleri yüzde yirmialtı civarındadır. Malezya ve Endonezya gibi mahalli diller de vardır. Boşnakça ve Arnavutça gibi diller de var Müslümanların kullandığı. Türkçe bütün tarih içerisinde Müslüman dünyasının yüzde yirmibeşler civarında olduğu halde dünya edebiyatında Efendimiz’e yazılan naatların yüzde sekseni Türk edebiyatına aittir. Biz Türkler Efendimiz’i çok severiz. Öyle severiz ki Süleyman Çelebi’nin deyimiyle; “Hem heva üzerine döşendi bir döşek/Adı sündüs döşeyen anı melek.” Biz Efendimizin yer yatağında veya karyolada doğmasına bile razı değiliz. Ancak havaya döşenen bir döşek üzerinde dünyaya gelmesini kabul ederiz. Bunların olup olmaması önemli değildir. Bu hadiseler önemli. Bunlar edip insanların edebiyatıdır. Aşık insanların edebiyatıdır. Elbette ki dervişlik denen Resulullah Efendimiz’e bağlılık geleneğinin edebiyatıdır. (Malum Süleyman Çelebi Hazretleri, Emir Sultan Hazretlerinin dervişidir. Nurbahşiyye tarikatına mensuptur. Bursa Cami-i Kebir’inin ilk imam ve hatibidir. Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan Bursa Ulu Cami’nin.) Evet, yani biz Efendimiz’i çok severiz. Bunu en çok dile getiren de biziz ama bütün mücevherler kıymetlidir de bazılarına yüzük taşı gibi derler. Benim görebildiğim, okuyabildiğim çok küçük, birkaç kitaptan ibaret. Madem ki şahsen sordunuz benim için yüzük taşı olanlardan biri. Diğerine kıyamayacağım yani Şeyh Galip Efendimizin “Sultan-ı Resul Şahınım…. Efendim” bir tanedir benim için. Bu objektif değil, subjektif bir görüş. Ama sen Ahmed-i Mahmud u Muhammedsin Efendim…
Bu sözler şair tabiatı ve tabiat-ı şiiriyye ile söylenecek sözler değildir, aşk-ı Muhammedi lazımdır. Onun da basamağı yine Şeyh Galip Efendimizin sözüyle: “Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir…” diye başlayan Hz. Mevlana’ya yazılmış olan şiirdir. “Başımda bir külah-ı iftiharım varsa sendendir” diye. Tabi bunlar hep silsile silsile olur. Bir taşın durgun suya atıldığında çıkardığı halkalar gibi görüntüsü birbirinden ayrı ama aslı aynıdır. Biz baktığımız zaman halka halka görüyoruz, hepsi havuzdaki su. Yani Muhabbet-i Mevlana demek Muhabbet-i Muhammediye demektir. Muhabbet-i Muhammediye demek Muhabbetullah demektir. Zuhuru değişiktir ama işte şaşı olmayanlar, iki gözle bir görmeyi bilenler bunları birbirinden ayıramazlar. Çünkü ‘münhasır vasıta-ı rüyet iken göremez kendini dide bile.’ Göz görme vasıtası olduğu halde kendini göremez. Bunları doğru görmek lazım, şaşılığın âlemi yok. Gönül tedavisi olursa şaşılıklar geçer.

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
Ynt: ÖMER TUĞRUL İNANÇER
« Yanıtla #14 : 28 Ağustos 2009, 12:09:52 ös »
Bişnev in ney çün şikâyet mîküned
Ez cüdâyîhâ hikâyet mîküned
 
Dinle, bu neyi nasıl şikâyet eder,
ayrılıklardan nasıl hikâyet eder.
 
Dinleyin Rebabın sesinden
Ve ağlayıp inleyişinden
 
Neyi? Aşk nüktelerinin yüzlerce çeşidini. Mesnevi-i Şerif “bişnev” ile başlıyor. Hazreti Pir’in mahdumu mükerremleri Sultan Veled hazretlerinin Rebabnamesi “Bişnevid” “Dinleyin” diye başlıyor. Dinlemek….Konuşmadan, susarak, can kulağını değil, gönül kulağını açarak dinlemek…Ve bütün klasik kitaplar Besmele ile başladığı halde, Mesnevi-i Şerif Bişnev ile başlıyor. Derler ki kainat Kuran’dadır. Kuran Fatiha’dadır, Fatiha besmelededir, besmele “b” ’dedir, be altındaki noktadadır. Kuran’ı Kerimin bütün sûreleri de besmele ile başlar. Sûre-i Tevbe hariç. Ama o da “berâetün” kelimesi ile başlıyor. Onda da “b” var. Acaba o “b” ne? Cenabı Ali (kvc) buyuruyorlar: “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.” Bütün ilim işte o “b”nin teknesinin altındaki noktada gizlidir.
Dinlemek ne kadar önemli. Tasavvufta az yemek, az uyumak, az konuşmak gereklidir. Tasavvuf terbiyesinde hüner söylemek değil, dinlemektir. Dinlemeyenler, öğrenemezler. Zaten dinlemek, her kişiye farz-ı ayn’dır. Mesela Kuran’ı Azim’de Taha sûresinde Allah, Hz. Musa’ya “Sana vahy olunacakları dinle!” buyuruyor. Nuh sûresinin yedinci ayetinde, Nuh tufanında, Hz. Nuh’un tavsiyelerini dinlememek için, kulaklarını elleriyle tıkayanların, yani dinlemeyenlerin, helak olduğunu söylüyor. Ve sûre-i Araf’ın 204’ünde kat’î bir emir: “fe izâ qurie'l qurânu” (Kur’an okunduğunda), “festemiu lehu” (onu dinleyiniz), “ve ensitû” (ve susunuz, sükût ediniz), “leallekum turhamûn” (Ancak böylelikle rahmete erenlerden olursunuz). Tabi, dinlemek için işitici bir kulağa, ve etkilenici bir kalbe malik olmak lazımdır. "Canu dil râ takati ân cûş nîst -Bakî gûyem der cihan, yek hûş nîst.” Can ve gönülde, yani kalpte hakikat coşkunluklarını kaldıracak takat ve kulakta da bunu işitecek istidat(yetenek) yoksa, ben  ne söyleyeyim?. "Herkucâ gûşî bûd ez vey çeşum çeşt- Herkucâ seng ki bûd ez vey yeşim dest.": Nerede bir kulak varsa, o kulak sahibine yol gösterici bir göz olur. Bu hal, taşın yeşim gibi değer kazanmasına benzer. Mesnevi-i Şerifin ilk onsekiz beyiti bizzat Hz. Pir Efendimiz tarafindan kaleme alınmış, ve mübarek sarığı arasından çıkarılarak, dest-i mürşidhaneleri ile Hüsameddin Çelebi’ye hediyye buyurulmustur. O onsekiz beyitte’de “sözün müşterisi kulaktır.” buyurulur. Bu kulağa sahip olabilmek için, Tasavvuf terbiyesinin iki ana unsuruna riayet edilegelmiş yedi asırdır Mevleviyye ekolünde: hizmet ve sohbet. Hatta hizmet sohbete nail olabilmenin yolu olmuş. Unutmamak lazımdır ki, dinleyenler dinlenir.  Dinlemeyenler, dinlenemez. Bu dinlemeyi öğrenebilmek içinde mutlaka edeb süzgecinden geçmek lazımdır. “Ehli irfan arasında aradım kıldım taleb, her hüner makbul imiş, illa edeb, illa edeb.”
İnçunîn fermâyed Mevlânâ-yi mâ
Kâşif-i esrâr-hâ-yi Kibriya
İn ne necmest u ne remlest u ne hâb
Vahy-i Hakk vallahu a'lem bi's-savâb
Bu söylenenler ne yıldız falıdır, ne kum falıdır, ne uyku’da söylenmiş sözlerdir, ne hayal mahsûlüdür. Bütün bunların hepsi olsa olsa Allah’ın gönle doğurduğu ilhâmı Rabbani iledir. Herşey’in doğrusunu Allah bilir.