Gönderen Konu: OKB (Obsesif Kompulsif Bozukluk): Yirmi Üç Yaşında Sosyalleşerek Yeniden Doğdum  (Okunma sayısı 15278 defa)

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
OKB (Obsesif Kompulsif Bozukluk)

Yazımızın başlığından da anlaşılacağı üzere bireyin sosyâl yaşamını doğrudan doğruya etkileyen bir psikolojik teşhis olarak bilinen OKB'ye dair düşüncelerimi ve deneyimlerimi sizlerle paylaşacağım.

Bundan fi tarihi öncesine kadar dayanan söz konusu hastalığa ben de dûçar olmuştum.
En kötü tarafı olarak gördüğüm ise, OKB'li olup da OKB'li olduğunun farkına varamamak olmak olan ve adeta bir ruh hastası yaratabilme potansiyeline sahip bu hastalığın pençesinde yıllarca cebelleştim.

Somut, gerçekçi ve kanıtlanabilir hiçbir tarafı bulunmayan ve tıp dünyasının ilaçlara havâle etmekle yetindiği bu rahatsızlığın tedavisi 'göründüğü kadar zor olmadığı gibi kolay da değildir.'
Haydi gelin yukarıdaki ifadeyi biraz daha günyüzüne çıkaralım.
Evet, göründüğü kadar zor değil çünkü birey sorunun çözümüne yönelik mücadelenin içerisine girmeyi yâni terapilere başlamayı tercih edebilmişse eğer (benim kanaatim) sorunun 4/1'i çözüme kavuşmuş demektir zirâ kişi OKB için terapilere başlamaya göze alabiliyorsa, bulunduğu noktadan kurtulmak isteme kararlılığını göstermiş demektir.
Bu saptamayı yapmak her ne kadar zor olmasa da Obsesif Kompulsif Bozukluğu olan kimi bireyler; acılardan, sıkıntılardan beslenmeye o kadar alışmıştır ki (Şekil-A bendeniz) artık kendisinin değişimine yönelik bir adım atmasının bir hayâl olması içten bile değildir.
Bu tür danışanların olduğu gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda terapilere adım atmayı başarmış birey adına bu adım başlangıç için bir başarı anlamına gelebilir.

Biliyorum, daha ziyâde analitik tespitler yapıyorum.
Öyleyse işin düşünsel kısmına göz atalım şimdi.
Evet evet, kendimden söz ediyorum.

Bu yazıyı yazarken görünürde OKB'li danışanlara sesleniyor gibi olsam da bendeniz Obsesif Bozuklukları olan her insanı kendi içerisinde ayrı denklemlere yerleştiriyorum çünkü her birey farklı senaryolar içinde bir mücadele veriyor.
Kimisi aşk,
Kimisi sosyâllik,
Kimisi de başarı adına...
Çarşaf gibi uzar bu liste.

Deneyimlerim demiştim.
Obsesiflik adına en çok mücadele ettiğim alan insanlarla olan iletişimsizliğim, saplantılarım idi.
Korkutucu,
Ürkütücü,
Dehşet,
Korku filmi gibi.
İnsanlarla sağlıklı bir iletişim kuramıyor ve sosyâlleşmekten kaçınıyordum.
Sözüm ona değerli yalnızlığı oldukça benimsemiş, uğruna vazgeçmek çok çetin bir hâl oluvermişti.
Mücadeleye yıllarımı verdim ve henüz yeni yeni insana karışıyorum.
Artık mutluyum, huzurluyum.
Ve ben 23 yaşında doğdum.

Yazımın otobiyografiye evrilmesini arzu etmiyordum ama girdik bir yola madem devam edelim.

Evet; aşklar, saplantılar, insan ilişkileri...
Karmakarışık bir dünya idi, benim için.
Yer yer duygulandığımı hemen ifade etmeliyim zirâ geldiğim noktayı düşündüğümde hep böyle oluyor.
Şu an dışardan gelen köpek havlama sesi bile artık bana daha bir güzel geliyor.
Evet duygulandım.
Söz konusu yazıma duygularımı bulaştırmak istemezdim ama bu noktaya kadar sizinle telepati kurduk.
Samimiyet gerektir, biraz da.

Sizlerle konu başlıkları açarak buluşmak istedim, bu köşede.
Derin detaylar, başka bir yazının konusu ki okuyanlar o kısmı gayet iyi biliyorlar.
Durumlar bu, pekiii.

TIP DÜNYASI NE YAPIYOR ?

1-2-3 TIP...
Yanılmıyorsunuz, bu bir sessizlik oyunudur ama yanlış yerde oynanıyor.
Maalesef tıp biliminin son derece yetersiz kaldığı ve sorunu çözmek yerine problemi ötelemeyi tercih ettiği sistem tarafından OKB'li danışanlar, re'sen (kendi başına) bırakılmış ve resmen de çaresizliğe terk edilmiştir.

İLAÇLARLA ÖTELENİYOR !

OKB diye adlandırdığımız bu hastalık ilaçlarla geçiştirelemeyecek kadar önemli bir rahatsızlıktır.
Ama sistem, yasal uyuşturucuya müptela.
Anlayacağınız sistemin kendisi OKB!

Açıkça ifade edeyim :
Hiç kimseye ilaç kullanmasını tavsiye etmiyorum.
Deneyimlemiş bir birey olarak.
Sosyâlleşmedikçe, insan insana karışmadıkça bireyin mevcut problemlerin üstesinden ilaçlarla gelmesi namümkündür.
Seanslarda muhteşem manzaralı, klimalı odalarda bize bu gerçeği anlatmıyorlar.
"O küçücük yüreğinde ne büyük acılar biriktirmişsin" edasında ilerleyen, sistemin Prof. Dr. psikologları bizleri sözüm ona pohpohluyor ama acılarımızı teğet geçiyor.
Dedim ya !
"O küçücük yüreğimizde ne acılar biriktirmişiz."
Ne kadar nazik, ne kadar hoş değil mi ?
Bir sonraki seansta bekleriz sevgili ....cim.
Güle güle, by !

Evet, yazımı burada noktalamak isterken, ilerde tekrar OKB'ye dair düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Yaklaşık 1,5 saattir uğraş vererek hazırlamış olduğum bu köşeyi sizlerle paylaşacağım fakat bu kadar mevzu bahis etmişken Hüseyin Kaçın'dan bahsetmemek zannımca vefasızlık olurdu.
Nitekim geldiğim noktayı kendisinin danışmanı olarak son derece profesyonel bir süreç yönetmesine borçluyum.
Kendisi şahsına yönelik lehte olan yorumlara ihtiyaç duymadığı gibi aleyhte olan eleştirilerle de etkilenecek bir psikolog değildir.
Onun içindir ki terapilerine gelenler kıymet bilmeli, henüz henüz gelenler kendisini doğru tanımalı ve tanımlamalı diye düşünüyorum.

Şimdi buyrun, köşem sizlerle.
Hoşça bakın zatınıza...
« Son Düzenleme: 06 Haziran 2021, 10:10:11 ös Gönderen: psikolog »

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
OKB ve Hayat Hikâyem (Obsesif Kompulsif Bozukluğu-2)

Yukarıdaki başlık bir önceki yazımızın devamı niteliği taşıyor gibi olsa da daha önce konu başlıkları açıp detaylarına girmediğim meselelere dair esas anlatmak istediklerimi bu bölümde paylaşacağım.

Henüz küçüktüm.
İleriki yaşlarda beni bekleyen zorlu hayat serüveninden bihaber bir şekilde çocukluğumu yaşamaya çalışıyordum.
Sokakta her şey cıvıl cıvıl ve yolunda giderken evde bambaşka sahnelere şahitlik etmeye başladığım zamanlara 'vira' demiştik...
Tabi ki güzel anekdotlar anlatmayacağım.
Bu köşe işte 'aile saadeti' buyrun okuyun köşesi değil.
Şirinler kasabasını andıran bir köşe hiç değil.
Dolayısıyla anne-baba-evlat üçgeninde yaşadığım olumsuzlukları anlatmaya koyuluyorum, şimdi.

Babası son derece pasif ve ilgisiz, annesi ise evlatlarına bağımlı ve acılarla yoğrulmuş olan bir ailenin ortanca çocuğuydum.
3 erkek kardeştik.
Aramızda 3'er yaş fark var, her birimiz adına.

Pasif çünkü annesinin gölgesinde, ilgisiz çünkü ilgi nedir ailesinden görmemiş bir baba.
Evlatlarına bağımlı çünkü eş sevgisi görmemiş, acılarla yoğrulmuş zirâ babaanne faktörü hayatını zindan etmiş.
Hepsine değineceğim.

Sudan sebeplerden dolayı tartışma çıkaran, kafasında esen rüzgârların yönüne göre esip gürleyen bir baba modeli vardı bizim evde.
Örnekle;
İstediği yemek yapılmadığında dahi anneme şiddet göstermekten imtina etmeyen bir insansıydı.
Eşi ve benim üzerimde kurduğu korkunç izlenim annemle artık bizi birbirimizi duygusal anlamda bağımlı  kılmaya ve kader ortaklığı yapmaya yetecek kadar gerçekçi bir sebepti.
Bu denkleme kardeşlerimi eklemenin ne kadar doğru olacağını kestiremediğim için söz konusu etmeyi lüzum görmüyorum çünkü onların babasıyla arası her zaman iyi olmuştu.
Yâni bir anneye ihtiyaçları hiç yoktu...
Nasıl yaptılar bilmiyorum ama dünyaya bir daha gelsem o gün yine annemin yanında olurdum diye düşünüyorum.
Bir vandalın yanında değil.

Evet, yaşadığımız dünyada her başkaldırının bedeli olduğu gibi evin içinde gelişen olaylara yönelik takındığım tavrın da elbette bir bedeli olacaktı.
Şu an dahi ödüyor olduğum bu bedelin artık bitmesi gerektiğini düşündüğüm zamanlardan geçiyorum.
Buraya bir virgül ekleyip evde yaşanan gelişmelere biraz daha kulak kabartalım isterim.

En başta bir üçgenden söz etmiştik.
Biz onu şimdi bir daire haline getirelim.
Araya babaanne ve dedenin hatta aile apartmanını andıran bir binada kalan diğer kişilerin de kaldığı gerçeğini eklersek zihinlere bir daire çizebiliriz.
Sadece geometrik anlamda değil, evet biz bir noktada ayrı  dairelerde gibi gözükse de aynı dairelerde yaşıyorduk.
(Kesişim kümesi)

Babam o zamanlar taksi şoförlüğü yapıyor, gece işe çıkıyor, öğle vakti 15.00'de geliyordu.
Babamın evde olmadığı zamanlar babaanne eve gelmiyor, o işten geldikten sonra gelmeyi tercih ediyordu çünkü muhakkak bir ihtiyacı düşer ve tek evladı oymuş gibi (hariçten 4 evladı var) ona giderdi.
Hiç ihtiyacı olmasa bile muhakkak bir ev eşyasına, suya sabuna muhtaç kalır ve adres her zaman bizim ev olurdu.
Bu kaide de babam olduğu zaman geçerli çünkü annem kayınvalidesini hiç sevmez ve vicdan yapmadıkça geri çevirirdi. Bundan dolayıdır ki babam annesi tarafından kullanılan bir aparat gibiydi.

Annem hiç sevmez demiştik...
Onu şimdi gelin biraz açalım.
Neden sevmez ?
Çünkü o eve gelinlik yapmaya başladığından beri hiç benimsenmedi.
Neden mi ?
Çünkü annem yırtık değildi.
Çünkü annem derbeder değildi.
Çünkü annem dedikodu sevmezdi.
Çünkü titizdi, tertipliydi, ağırbaşlıydı.
Çünkü çünkü çünkü...

Yukarıda saydıklarımın hiçbiri o binada yaşayan hiç kimsede bir vasıf olarak bulunmuyordu.
İşte annem tam da bu noktada kaybediyordu.
Öyle ki babaannenin ele güne karşı gelinini kötülediği, annemin ailesinden kız alıp almama noktasında kendisine danışıldığında "ben ettim, sen etme" dediği bilinen bir gerçekti.

Anne-valide denkleminde konu ilerleme kaydederken, annemin evliliğinin ilk yıllarında babamın ailesiyle beraber yaşadığı gerçeğini hemen söylemeliyim.
Birkaç sene bu düzen böyle gitti.
O evdeyken mahremiyeti hiç olmadı.
Yeri geldi hor görüldü, öteki oldu. Ve yine öyle ki dedemin "sen geldin, huzursuz olduk" sözü ailenin şahitlik ettiği çıkışlardan sadece biriydi.

Annemle giriş yapıp meseleyi onunla sınırlı tuttuğumu düşünebilirsiniz ama kayda değer olan her şeyi anlatacağımı söylemiştim.

Evet.
Bir şey vardı ve biz ailecek sevilmiyorduk.
Her neydi bilemiyorum.
Ve o binada 3 daire vardı ama diğer iki daire bize karşı hiç de güzel duygular beslemiyordu.
Kendi içinde birliği oluşturamayan, her gün kavga gürültüyle gündem olan bu insanlardan aksi de beklenemezdi nitekim.

Hiçbir evladını evlendirememiş bir baba düşünebiliyor musunuz?
Evet evet, dededen söz ediyorum.
İşte kuşak boyu bir hastalık OKB.
Ruh hastalığı!
Herkesin birbirine karşı obsesyonları var.
Herkes birbirine karşı nefretle bakıyor.
Bu kadar örneği bunun için anlatıyorum.

Devam edelim, şu sorumsuzla.
Aynı dede, seni evlendirmem, ne hâlin varsa gör diyerek evladını yok saymış ve bunun sonucu olarak amcam sinir hastası olmuş.
En azından herkes böyle düşünüyor.
Üst katta kalan amcamı babam kendi imkanlarıyla evlendirmiş daha da ilerisi şu an onların oturduğu daire tamamen babamın el emeği göz nuru olmuş.
Bu gerçeği herkes biliyor.
Ama okların yönü hiç değişmiyor : BİZ!

Alt kata inelim...
Aile içinde annesinin aparatı olmaktan başka bir görev ifa etmeyen babam ise annesinin her sözüne itimat ediyor ve buna bağlı olarak annem yerine göre şiddete maruz kalıyordu.
Gerekçesiyle birlikte somut örnekler hatrımda değil ama babaannenin eksiklerini, hatalarını gelinine yüklediği şeklinde duyumlar almıştım.

Evet, çok kıskanç bir babaanne profili.
Sorumsuz, babalık nedir bilmeyen bir dede.
Turnusol kağıdı gibi kullanılan bir baba.
Ezilen annem ve duygusal anlamda sarsılan ben.
Etkileşim zinciri...

Sağlıksız bir aile profili karşısında mutsuzluklarımı ders çalışarak örselemeye çalışıyordum.
Başarılı, disiplinli ve örnek bir öğrenci olarak gösterilmekteydim.

Yukarıda saydığım bu kavramlar ailemizin künyesiyle hiç de uyum sağlamıyordu.
Onlar gibi olmamaya and içmiştim.

İyiden iyiye konunun merkezini kendime çekmeye başlıyorum.
13-14 yaşına kadar hemcinslerimle sosyâl ve duygusal anlamda hiçbir problemim yoktu.
Onlarla rahat bir şekilde sosyalleşebiliyor, futbolsa futbol, oyunsa oyun, dişe diş bir şekilde rekabet edebiliyordum.
İlk ve ortaokul döneminde ders çıkışından itibaren onlarla eğlenceli vakitler geçirebiliyor, akşam vakti martı seslerini duyana kadar onlarla beraber olmanın keyfini çıkarabiliyordum.
Martı sesi, annem beni çağırıyor demekti.
Beni aramasın, merak eder üzülür, hadi evine git demekti.
Benim için de kahrolmasın demekti...
Ve ben giderdim.

Çok naziktim.
Çok inceydim.
Bundan dolayı çok yaftalandım.
En samimi arkadaşlarım tarafından 'karı' gibisin dendiği oluyordu.
Bu tür çıkışların beni çok etkilediğini hemen söylemeliyim.
Bu sözleri duymaya başladığımda 10-11-12 yaşlarındaydım.
Bir çocukta bırakacağı etki hâliyle büyük oluyor.
Kendimi ezik, öteki ve güçsüz hissediyordum.
Belki de o an başlamıştı süregelen eziklik duygusu, kim bilir...

İlk ve ortaokulda sağlıksız bir geniş aile profilinin yaşattığı derin etkiler karşısında savsaklarken, görece sokakta kendimi çok daha iyi hissediyordum.
Bu noktada hemen belirtmeliyim ki çocukluk evresinden bu yana kendime hep bir rol model edindim.
Yaşça büyük, babyface bir yüz görünümüne sahip ve sevecen, abi gibi olan kimseleri sevdim.
Ama onlarla iletişim kurmak bana hep zor geldi.
Bu aşamada düşünüyorum, neden zordu?
Bilemiyorum...
"Sorma nasılsa cevabı yok..."
(Emine Şenlikoğlu'nun kitabıdır, tavsiye ederim) 

Ortaokul dönemine dair yaşadıklarıma girmezsem bazı noktalar eksik kalırdı,
şimdi sansürlemek isteyip sansürlememem gereken bir noktayı sizlerle paylaşıyorum.
Beden Eğitimi dersinde herkesin içinde söylenen bir sınıf arkadaşımız tarafından söylenen bu söz zihnime demir atmıştı :
"Hayranların geldi, üzerini çabuk giyin."
Dalga aracı olarak kullanılan hayranlarım erkeklerden başkası değildi.
Hep bu damgayı yeme korkusundan dolayı erkeklerin arasına hiç giremedim.

Son derece sakin, içe kapanık ve kendi halinde bir şekilde yaşadığım ilk ve ortaokul dönemiydi.
Okuldan eve her dönem sonu üstün başarı belgesiyle geliyor, bir derece babam tarafından takdir görüyordum ama bu beni hiç de tatmin etmiyordu.
Çünkü kardeşlerim başarısızdı ve babam beni onların yanında ödüllendirerek aslında hepimizi cezalandırıyordu.
Baba, baba değil ki işte...

Ben kendimi tatmin edebiliyordum.
Bu da bana yeterdi ve yetiyordu nitekim.
Kuşak boyu her anlamda başarısız olan bir aileden bir başarı çıktığının farkındaydım.

Abime de değinmek istiyorum.
Abilik görmedim ama yadırgamıyorum zirâ babalık görmeyen birinin kalkıp da kardeşine abilik yapması beklenemezdi.
Abim, kardeşim ve ben bir odada barınıyorduk.
Sadece geceleri birbirimizi korkutarak eğlendiğimiz anlar dışında kayda değer diyaloglar yaşamıyorduk.
Görece küçük kardeşimle (20) daha samimiydik.
Elbette üçümüzün bir arada okula gittiği zamanlar oluyordu ama abim hep soğuk olmayı tercih ediyordu.
Teneffüslerde abimle buluştuğumuzu hiç hatırlamıyorum ama kardeşimle sık sık buluşuyorduk. Hattâ beslenme saati (ne komik bir ifadeymiş, şimdi fark ediyorum) kantinden ikimize yiyecek alırdı.
Anlayacağınız ben bunu dahi beceremezken o kalabalıklar arasına karışıp sınıf kapısında yemekle beraber beni beklerdi.
O duruşunu hiç unutamıyorum.
Bir defasında anneme bunu anlatıp ağladığım olmuştu.
O duruşta kendi ezikliğimi görüyordum sanırım.
Belki de bu bir abartı, bilemiyorum.
Kardeşimle iyi, abimle ne iyi ne kötü diyerek bu konuyu bitirelim isterim.
Böylece ilk ve ortaokul dönemini de bitirmiş olduk.
Bir şeyler eksik kaldıysa şayet bir sonraki yazıya eklerim.


Biz erkekler kısmına devam edelim.
Hemcinslerim tarafından yerine göre aşağılandığım ve aralarına alınmadığım (ya da giremediğim) için uzun bir süre erkek egemen düşünceyle mücadele ettim.
Özellikle babamla.

Babayı tekrar tazeleyelim.
Muhafazakâr yönü olan bir ailede doğduğumu geç de olsa belirterek konuyu babamla olan çatışmaların merkezine taşımak istiyorum.
Ben de İslâmi hassasiyetleri olan bir insandım.
Ama babam gibi muhafazakâr olmak istemiyordum.
Hem dinen hem de siyasî bağlamda.
Daha radikal bir dünya görüşü bana hitap ediyordu ve değilse de öyle olmalıydı.
Babamın muhafazakâr yönüyle çatışacak ama Allah'tan uzaklaşmayacak bir ideoloji, bir sistem gerekti bana.
O görüş, Millî Görüş'ten başkası değildi.
Öyle ki amca kızı, ablam olarak gördüğüm akrabamız bize geldiğinde babamla acı tatlı tartışıyor ve bana dönüp ben bu çocuğu 'Saadet Partili yapacağım diyordu.'
Pekâlâ bu benim hoşuma gidiyordu.
"Hak Geldi, artık batıl için gitme vaktiydi."

Radikal İslâmi düşüncelere sarılıyordum. Bunun ayrıca bir sebebi de obsesyonlarından kurtulmak isteyen bendenizin eğer Allah'ın bütün hükümlerini yerine getirirse daha rahat bir hayata (ya da ahiret hayatına) hak kazanacağı düşüncesiydi.

Şimdi diyebilirsiniz ki obsesyonlar dedin ama neyin obsesyonu ?
Obsesyonlarım şu yazdığım noktaya kadar sadece din ile ilgili taşıdığım takıntılardan ibaretti.
Örneğin, "yatsıyı kılmazsam başına lut kavmine yağan taşlar yağacak gibi."
Ciddi ciddi sırf bu düşüncelerden dolayı uyumadığım oluyordu.

2014 benim için çok özel bir yıl.
02.02.2014 
Artık babama muhalif bir cephe açmış ve gerçekten benimsediğim bir camiada bulunmanın zevkine varmaya başlamıştım.

Kullanılacak malzemeler belliydi.
Zinayı serbest bıraktınız.
Domuz etini kasaplık ettiniz.
Siyonist, Amerikancı, Yahudi uşağı oldunuz.
Dindar değil, din(i)dar nesil yetiştirdiniz.
Çarşaf gibi uzar bu liste...

Size bir şey daha söyleyeyim mi ?
Aslında babama muhalif olayım derken öte yandan beni sevsin diye çabaladığım bir taktikti bu.
Açalım biraz...
"Evet ben sana muhalifim ama kökte ayrı değiliz, şimdi bak ben bir yol buldum, seninkine biraz benziyor, beni bu tercihimden dolayı sev demekti."

Ağırlıklı sohbet havasında geçen bu yazıyı burada noktalamak durumundayım.
Lise dönemine girersem bu başlı başına bir yazının konusu olur.
2 saattir emek verdiğim bu köşeyi sizlerle paylaşıyorum...

Sonraki yazımızda görüşmek dileğiyle.
Hoşçabakın zatınıza...

psikolog

  • Global Moderator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 4076
    • Profili Görüntüle
~Bugünüm ve yarınlarım-1

Yeni bir başlıkla geliyorum bu kez.
Nasılsınız?
Ben iyiyim ama içim iyi değil.
Hastalıklı olduğunu bildiğim halde söz geçiremediğim içim, için için benimle uğraşıyor.

Toplu alanlardan
korkuyorum, alışılagelmiş bir ortamda bulunamamanın getirdiği bir korku bu.
Lavaboya giriyorum, hiç kimseyle aynı anda oradan çıkamıyorum.
Güvenliğim için oraya nasıl girdiysem çıkarken de o şekilde çıkmak istiyorum.
Yanlış duymadınız, lavaboya genelde insanlardan kaçmak ve yer yer uyumak için gidiyorum.
Evet, yıllarca eve kapanarak odamda yaşamış olmanın bedelini ödüyorum.
Düzenim değişti, artık ne aile evinde ne de o odada kalıyorum ancak meselenin sadece yer değiştirmek olmadığını da gayet iyi biliyorum.

İç sesimin bana giydirmeye çalıştığı ve sen busun sosyalleşme, çalışma, boşuna uğraşma şeklindeki vıdıvıdılar gerçek ben değilim farkındayım ama bilincinde değilim.
Bilinç olsaydı şayet içimi dinlemezdim.

Peki, içim bana özetle neler söylüyor?
📌 Çalışma arkadaşların sana psikolojik anlamda tecavüz edecek gibi, dikkatli ol diyor.
📌 Her an çalışma arkadaşlarından biri seni herkesin içinde bilmediğin bir konuda köşeye sıkıştırıp küçük düşürebilir diyor.
📌 Sakın ola herkesin seni duyabileceği bir ortamda birine seslenme, sana öyle bir soru sorar ki cevap veremez rezil olursun diyor. (Yine işyeri)
📌 Otoriteyle (Örneğin Müdür) ilgili olarak her an işten çıkarılabilirsin, ona göre hareket et, insanlardan kaçarak bu kadar çok iş izni alma diyor.
Diyor diyor diyor...

Bu içsel fısıldamaların zihnimle flört etmesine müsaade ediyorum.
Tarifini yapmak gerekirse beni benden soyutlayan bir durum.
Yâni içeride birileri konuşuyor, ben ise figüranlığını yapıyorum.
Bu durumdan nasıl kurtulacağımı tam olarak bilmiyorum, maruz kalarak çözülüyor sanırım.
Yani mesai ortamında daha fazla vakit geçirip uyum sağlamakla.

Evet, ne zaman işe gitsem;
🔗Terliyorum, baştan aşağı terliyorum.
🔗Heyecanlanıyorum, haddinden fazlaca.
🔗Kaygılanıyorum ve yukarıda saydıklarım bunun bir sonucu. 
🔗Hâlsiz düşüyorum, gözüm kararıyor, artık yeter diyorum, yeter. Birinin beni tutacağını bilsem bayılmaya hazır kıta olacak bir şekilde bulunuyorum.
🔗 Masa başında çalışırken derinnn bir hafiflik geliyor bazen ama bu bir ferahlığın değil içsel bir yorgunluğun hafifliği...
Ölüm öncesi gelen bir rahatlık gibi.
Bit'ap düşüyorum, bu yaşa kadar gelmenin hiç de kolay olmadığını ve çetrefilli yollardan geçmiş olmanın bi'taplığında...
🔗Yine masa başındayken zamanla elimi alnıma götürüyorum, tam kahrolucakken, senin ne işin var burada diye içten içe cümleler kurarken, aslında çalışıyor olmanın ve sosyalleşmenin gerçek tedavi aracı olduğunun farkında olarak, bu da geçecek elbet, neler geçmedi ki diye düşünerek elimi usulca indiriyor ve işime tekrar geri koyuluyorum.
Geri ama 2 ileri 1 geri...
Sonrasında yeniden aşkla bir şeyler yazmaya çalışıyorum, haber yazarken iki satır sonra yoruluyorum.
Ruhumun yorgunluğunu taşıyorum sanki kucağımda veyahut sırtımda.

Masamda kendimi iyi hissettiğim zamanlar da oluyor. Haber yazarken kendimi başarılı buluyorum çünkü bu iş haberin kendisini yazmakla sınırlı olmadığı gibi incelik ve zekâ da istiyor.
Zekâmı gördüğüm anlar oluyor.
Habere kendimden katarak hem metni hem de kendimi geliştirmenin, sonra o haberin yayınlanmadan önce kurgu ekibinin bana "gel haberini izle" diyerek seslenmesi işin en sevdiğim noktası.
Her gün bu anlamda üzerine ekleyerek ilerliyorum ama şu sosyal fobi olmasa her şey daha farklı olacak da işte...

İnanıyorum, zamanla bu da düzelecek, he geçiş süreci sert mi olucak yumuşak mı, kanlı mı olucak kansız mı bilemiyorum ama çözülecek.

Hüseyin Bey, derinleşerek yazmanın ve hastanın/danışanın içindekileri kusmasının sorunları aşma noktasında faydalı olacağını söylüyor.
Kendisinin bunları söylemesi karşısında ben bu yazıyı yazarken kendimi iyi hissediyorum.
Anlayacağınız az az derinleşmek bile evet iyi geliyor ama yeterli mi?

Devam edelim.
İşyerinde iki haftayı devirdik ama iç dünyamda kendi adıma devirdiğim çamlar bitmek bilmedi.
Yazının başında işaretlediğim maddeler 'çam' anlamı taşıyor.
Mâlumun ilânı.
Kaygılar... aman otururken kalkarken jest ve mimiklerine dikkat et.
Terlemeler... Kulağını dört aç, sana anlatılanı dinle yoksa ikinci bir kez sorma durumunda bulunursun ki böyle bir hakkın yok. (Nasıl yok, saçmalıyorum)
Heyecan... Ya eve gidince haberin eksik denilirse, yoksa ben bu işi yapamıyor muyum düşüncesine kapılırsam (ki bu yaşandı, hatta kahroldum ama durum benlik değilmiş, yani başkaları da hata yapabiliyor ve kimsenin başına bir şey gelmiyor)

Devam edelim.
Bir gün toplantı halindeyiz, mesaide.
Herkese sırasıyla elinde ne haber diye sorulurken, sıra pekâlâ bana geliyor. Elimdeki 2 haberi sunuyor, hariçten 1 haber daha olduğunu müdüre söylüyor ama sunup sunmama noktasında tereddüt de kalıyordum.
Anlık bir refleksle detaylarını bilmediğim elimdeki diğer habere de giriş yapmıştım ama yapmaz olaydım.
Hababam Sınıfı filminde, Lâle Devri nedir sorusunu cevaplamaya çalışıp saçmalayarak anlatamayan Kemal Sunal repliğini andıran bir edayla savsaklamıştım.
Aslında bu da bir sorun değildi, kendime güvenmiştim ama bir şey daha öğrenmiş oldum.
"Bilgi sahibi olmadığın bir konuda diline güvenmeyeceksin."

Biraz daha mesai ortamından söz edeyim.
Ekip halinde ama bireysel olarak çalışıyoruz.
Görece toy olduğumdan elbette ki haberimi danışarak yazıyorum.
Bir de stajyer arkadaşım var ki onun aramızda olması beni memnun ediyor.
Yani bir toy daha var.
Dahası bir toy ben değildim.
Onunla takılıyor, onunla yemek yiyor ve daha ziyade onunla konuşuyordum.
Aynı zaman diliminde başlasak da benden önde olduğu gerçeği beni rahatsız etmiyor çünkü aynı statüde olmanın getirdiği rahatlıkla işime dair öğrenmem gerekenleri ona soruyordum.
Ama sessizce...
Ona da diyorum, kimse duymasın.
Bana yardım et.
Tabi canım duyarlarsa, yurttan sesler korosu gibi herkes kahkahayı patlatır ve yine türbülansa geçerim değil mi?
Ne kadar boş kuruntularım var yaa.

Kontrol bende olsun istiyorum.
Her an biri masasından kalkacak gibi olduğunda ya da sesini yükseltip konuşmaya başladığında heyecanlanıyorum.
Vücudum karıncalanıyor.
İstiyorum ki akşama kadar sessiz sedasız çalışalım, sadece yemek arasında konuşalım.
Akşam olunca da birbirimize iyi akşamlar diyerek ayrılalım.
Böyle bir hayat yok!

Yazının başında ne o evdeyim ne de o odada demiştim.
Evet, burada işime yakın bir noktada eve taşındım.
Yalnız aklıma takılan bir şey var.
İşyerine görece daha uzakken yâni taşınmadan evvel daha bir istekli gidiyordum.
Şimdi çok yakınım ama niye böyle oldu, gözümde basitleşti mi yoksa.
Heyhât, bilmiyorum.
Ya da biliyorum ama sonraki yazıya saklıyorum.

Kaybedecek vaktim yok.
Artık her şeye hazırım.
Okumaya,
Birikimli olmak için çabalamaya ama sosyâl fobiyi yenemedikten sonra birikim sahibi olmak, tıpası açık havuza su doldurmaktan hiç de farklı değil.
Öyleyse bu süreci de aşmalı ve hedefe doğru yol almalı.

Şu bir gerçek ki bünyeme yaşattığım duygusal tepkimelerle zaman-mekân-olay ilişkisi hiç uyumlu değil.
🏷️Terlemek normaldir, yerine göre yorulur ya da sağlıklı bir şekilde strese girersen.
🏷️Kaygı normaldir, haberini yetiştirme noktasında zamanla yarışırken.
🏷️Heyecan normaldir, TV ekranına çıkacakken.

Eğer bu sektörde birtakım duygusal tepkimelerin içerisine gireceksem, bu tarz durumlarda bu tepkileri vermeliyim.
Sağlıksız bir duygu salınımı yaşatıyorum bünyeme.
Bu bir türbülans...

Eğer bir çare varsa çözüm kaçmak değil, üzerine gitmek.
Maruz kalmak ifadesi ise ürkütücü.
Edilgen bi ifade.
Ben ise etken olmalıyım.
Elbet sazı elime alacağım günler gelecek.
Elbet...

Obsesyonlarım güçlüyse ben daha güçlüyüm. 
Mesele keşfe çıkmak, yâni gücün farkına varmak. 

Gülüyorum.
Sorun edecek hiçbir şeyin olmadığı hayatımda sorunlar üreterek sanki bir güçle savaşıyormuşcasına siper alıyorum.
Neyin mevzisi bu?
İçsel kuruntular, bu noktaya kadar saydıklarım herkesin dünyasında bir derece var ama birinci derece değil.
Ben ise bu kuruntuları, kaygıları, korkuları (sosyal fobi) zimmetime geçirmiş gibi davranıyorum.

Bundan sonrası için kendimi kitaplara vereceğim, eskiden olduğu gibi.
Otokontrol, yâni kendi hayatınızı kontrol edebilmekten tutun, çalışma hayatına dair bilinmeyenlere kadar her ne varsa hızlı bir şekilde öğrenebileceğim o süreci başlatmam gerekiyor.

Bitti...